Bir Darbe Girişiminin Anatomisi
Dinci, Amerikancı, piyasacı… AKP bloğunu, başından beri böyle tanımladık. Başından beri! Peki şu darbeyi ve darbenin örgütleyicisi Fethullah Gülen Cemaati’ni nasıl tanımlarsınız? Dinci, Amerikancı, piyasacı. Bir ek gerekiyor, sözcüğün hakkını verecek ölçüde takiyyeci.
AKP bloğunun diğer tarafı için de geçerli bu ek.
AKP meşruiyetini sandıktan aldığını iddia ediyordu, Fethullah Gülen tayfasının böyle bir iddiaya da ihtiyacı yoktu. Görüldü ki, her şeyi yapabilecek ölçüde gözü dönmüş, yetişmiş, sinsi, profesyonel bir örgüte sahip.
Birbirlerine girdiler. Büyük güçleri harekete geçirerek. Darbede başka unsurlar var mıdır yok mudur, bir önemi yok. Kimse “her gördüğüne, her duyduğuna inanma” demesin, bu darbe Gülen hareketinin darbesidir. Başarılı olması durumunda yalnızca barbarlığı nedeniyle değil, hedefleri bağlamında da bu ülkenin başına yeni çoraplar saracak derecede tehlikeli bir darbe girişimiydi bu.
Pasta kavgası var işin içinde; iktidar kavgası… AKP bloğunun iki hizbidir sonuçta Erdoğancılar ve Fethullahçılar. Erdoğancıların bu ortaktan kurtulmak için ardı ardına önlemler aldığı sırada Cemaat’i hafife almamak gerektiğini ısrarla söylüyorduk.
Niye diyorduk?
Cemaat yalnızca kullanılmaya açık yapısıyla değil, çalışma tarzıyla ve Erdoğancılardan daha esnek bir ideolojik yaklaşıma sahip olması itibariyle uluslararası alanda çok değerli bir oyuncuydu.
Erdoğan ise kontrolü zor, kendisine uluslararası meşruiyet, itibar ve hareket alanı sağlayan ABD’ye sağladığı faydaların yanı sıra epey bir hasar da veren, ideolojik motivasyonlarını dizginleyecek bir psikolojiye sahip olmadığından Türkiye’nin içinde sürekli gerilim üreterek istikrarsızlık yaratan bir aktördü.
ABD’ye Suriye fiyaskosunu armağan edenlerden biri kuşkusuz aşırı özgüvenli Erdoğan olmuştu. CIA’nin öngörüsüzlüklerinden bunalan ABD’nin bir padişah özentisinin beceriksizliklerine tahammülünün kuşkusuz sınırı vardı.
İçeride gerilim demiştik; bu gerilim Gezi’de çıkmadı ortaya, öncesi var. Çok alametler belirmişti. Bizim gördüğümüzü, Türkiye’nin AKP’nin istediği kalıba girmeyeceğini sermaye sınıfı da, ABD yönetimi de görüyordu.
Sermaye sınıfımız Erdoğansız AKP için arayış içindeydi.
Haziran Direnişi, halkın öfkesinin boyutlarını gösterdi, Erdoğan’ı sarstığı oranda sermaye dünyası elini oluşturdu, manipülasyon girişimleri pek işe yaramadığı oranda suratlar asıldı, kaygılar arttı. Yurtsever, aydınlanmacı bir zemine açık alabildiğine kitlesel bir hareketin işi bozabileceğini gördüler, henüz güçlü bir devrimci önderlik yokken, kitleleri sokaktan çekmek için yollar aradılar.
Filamasızlardan sandık fetişizmine, Sarıgüllü Mansurlu kampanyalardan Ekmeleddin’e ardından Selocan’a giden süreç bir ve aynı arayışın ürünüdür. Sermaye ve ABD’nin gölgesinin açık bir biçimde görüldüğü, görmemenin ancak kör etkisi yapan liberalizm virüsünü taşımakla mümkün olduğu bir süreçti bu.
Sürecin zayıf noktası “Erdoğansız AKP” arayışının bizzat kendisiydi. Erdoğansız AKP, uluslararası tekellere, NATO’ya hizmette sonuna kadar Erdoğan gibi, ancak bunları yaparken insanların nasırına basan Erdoğan’ın tersine onları hafız sesiyle uyutacak bir siyaset tarzı demekti. İşin gerçeği AKP’de böyleleri çoktu ama hiçbirinde Erdoğan’ı alt edecek karizma ve liderlik yeteneği yoktu.
Gezi sonrasında Erdoğan’ın başına gelmedik kalmadı; telefon tapeleri hem de en rezilinden çıktı, sesini filan kıstılar, hepsinden sıyrıldı, çünkü birileri Erdoğansız AKP’yi ararken, AKP kitlesiyse artık 24 saat Erdoğan’ı arıyordu!
Arada sırada Erdoğan’ın normalleşmesini beklediler, bunun için baskı kurdular, normal biri değildi, normalleşmeyi beceremiyordu ama daha önemlisi normalleşme onu zayıflatıyordu!
Dolayısıyla çift yönlü işlemeye devam etti Erdoğanlı AKP: Kamu kaynakları yağmalandı, emek bastırıldı, sermaye ihya oldu ve Erdoğan’ın otoritesi her alanda daha fazla hissedilmeye başlandı, siyasetten ekonomiye koskoca ülke onun bekasını da başat parametre olarak gözetir hale geldi.
Ancak Erdoğan’ın bekası ile başka şeylerin örtüşmesi güçtü. Toplumdaki tepkiler arttıkça ve tabanında bir daralma ortaya çıktıkça, emperyalistlerin Ortadoğu denkleminde Kürt unsuruna yer açma hedeflerine yardımcı olmayı bırakıp milliyetçi duyarlılığa hitap etmeye karar verdi. Bu bir sermaye tercihi değildi, Kürt hareketinin Türkiye burjuvazisini ürküten hamlelerinin ürünü de değildi. Erdoğan kendisi için inisiyatif alıyordu.
Buna bir yere kadar tahammül edebilirlerdi.
Diğeri ise daha da büyük bir açmazdı. Erdoğan NATO üyesi bir ülkenin lideri olarak Rusya ile ilişkilerini sınırlı bir özerklik içinde götürebilirdi. Türkiye’nin Sovyetler Birliği döneminde dahi, NATO’nun genel stratejisine tam uymayan yaklaşımları vardı kuzeydeki komşuyla ilişkilerde ve bu bir yere kadar sorun olmuyordu. Ancak Erdoğan, zaman zaman bu sınırları zorladı. ABD ve AB’ye sinirlendiğinde Şanghay Beşlisi’ne girebileceğini bile ima etti. Sonra başka bir uca savruldu, cihatçı kafasıyla Suriye’de Rusya’nın ayağına dolandı durdu, iş Rus savaş uçağını düşürmeye kadar vardı, devamında NATO’yu Rusya’ya karşı kışkırtmaya kalktı, Putin’in öfkesini çekti üzerine…
ABD’nin artan hoşnutsuzluğuna bir de Rus kartının elden çıkması, yani sığınılacak, hiç değilse azıcık manevra alanı sağlayacak kapının da kapanması eklenince Erdoğan iyice güç duruma düştü. En sonunda sıkışıklığı Putin’in önünde diz çökerek hafifletmeye karar verdi.
Sermaye sınıfı Rusya’yla kontrolden çıkan gerilimden rahatsızdı ancak Erdoğan’ın kişisel kurtuluşuna endeksli dış politika manevralarının maliyeti de ortadaydı. Putin Erdoğan’ı en zayıf noktasından yakalamıştı, büyük güç politikası dışında en küçük bir ilkeselliği olmayan Moskova Erdoğan’a kapı aralarken aynı zamanda onu daha da zor duruma düşürüyordu.
ABD, kendi derdine düşen Erdoğan’a güvenini iyice yitirmişti. Erdoğan Türkiyesi, Vaşington-Moskova arasında dans etmeye çalışan bir NATO ülkesiydi; Suriye’de duvara toslayan Arap Baharı, içeride islamcılaşma dışında çare bulmayan Erdoğan’ın zihninde bir türlü bitmiyordu; Erdoğan Rusya’nın baskısıyla Suriye’de sahipsiz bıraktığı IŞİD ve benzerlerini Türkiye’nin içinde kendisine koruma kalkanı yapıyordu; ABD ise o kalkanı arada “patlatacak” bağlantılara illa ki sahipti…
Özetle Erdoğan bütün ipleri elinde tutmaya çalıştıkça dağıtan bir aktöre dönüşmüştü. Sürdürülebilir bir durum değildi bu.
Türkiye burjuvazisi havuç-sopa politikası nedeniyle sessiz sedasız alt oyma peşindeydi ama dışarıdakiler daha özgürdü.
Bu koşullarda ne diyorduk?
Dört ay kadar önce:
“ABD, ittifaklarını gözden geçirirken, Rusya’yla kontrolden çıkma eğilimine giren gerilimi kontrol etmeye çalışıp asıl derdi olan Çin’e odaklanmaya niyetlenirken, içeride dışarıda herkese savaş ilan eden Erdoğan’a tahammül edemez.
Her şeyi ABD belirlemiyor ama ABD’nin desteğini bütünüyle çekmediği birinin düşmesi zaman alıyor.
Kaos modeli, emperyalistleri sonrasını fazla düşünme zahmetinden kurtarıyor. Sonrası olgunlaşamadı çünkü bir türlü. Erdoğan’ın savaşma kararlılığı CHP-HDP modelini de, risk almadan devreye girmek isteyen Abdullah Gül’ü de etkisizleştirdi.
Kaos ise derin siyasi kriz ve kilitlenme, darbe, iç savaş, hatta dış müdahale (bu askeri olmak zorunda değil) gibi versiyonları olan bir geçiş evresine denk düşüyor.
Ondan sonrasına bakacaklar; niyetleri bu.
Böylece kaosla şantaj yapan Erdoğan’a “al sana kaos” denmiş oluyor.
Dediğim gibi, diyenin bir önemi yok. Hiç yok. IŞİD’dir, Sur’un-Cizre’nin intikamıdır, gerçekten anlamsız bunlar. Çünkü saldırının, katliamın oturduğu tek bir yer var: Kaos.
Evet, Erdoğan’ı halkın elinden alıyorlar; Gezi’deki gibi.
Halk panikleyecek, korkacak, evine çekilecek ve zaten örgütsüz ve hareketsizken büsbütün etkisiz, iradesiz kılınacak. Bu gidişatı bağlayacakları en az kaotik metod AKP’de bir çözülmedir. “Yönetemiyorsunuz” mesajını almaya başlayan epey bir unsur var AKP’de. Bunların gemiyi hızla ve çoğalarak terk etmesi mümkün. Patlama sonrasında verdikleri fotoğraf da buna işaret ediyor. Bu zorlanabilir, böylece dağılan AKP’nin yol açtığı boşlukta derhal siyaset mühendisliği çalışmaları başlatılacak.”1
Ya darbe? O konuda da şunu eklemiştik:
“Yetmez ama evetçilerin çok gürültü çıkardığı sırada Türkiye’de askeri darbe olasılığı yoktu. Bugünkü dengelerde ABD’nin desteklemediği darbe olmaz. Bugün ise darbe olasılığı var. TSK’nin Erdoğan’ın emrinde olduğunu söylüyorlar; bu işler öyle olmuyor. Üç gün sonra Erdoğan yalnızlaşırsa kimse şaşırmasın. Evet, darbe seçeneklerden biri. Ancak ben AKP’yi içeriden çözeceklerini düşünüyorum. Darbe söylentileri bu işe yarıyor. Ama bir noktadan sonra söylenti olmaktan çıkabilir.”2
Darbe oldu. Girişim olarak kaldı. Ancak kimileri “başarılı oldu, TSK büyük yara aldı” dedi. “Böyle darbe mi olur” diyen cunta teknik direktörleri türedi. Bunlar ikiye ayrılıyordu; bir görüşe göre amatör ve beceriksizdi darbeciler, diğer bir görüşe göre Erdoğan başarısız bir darbe girişimi örgütlemiş ve diktatörlüğünü pekiştirme yoluna girmişti. En güzeli de “ben 12 Eylül’ü yaşadım, darbe nasıl olur bilirim” diyenlerdi.
15 Temmuz darbesinde beceriksizlikle ya da absürtlükle damgalanacak onca şey olduğu gibi maharetle hazırlanmış da epeyce şey var. Bunlara bu yazıda girmek gereksiz. Biz darbeci de değiliz, darbe uzmanı da değiliz. Ancak siyaseten bu darbe girişiminin gerçek, bazı açılardan çok iyi örgütlenmiş, bazı açılardan zayıf, hedefleri açısındansa yukarıda anlattığımız sürece cuk oturan bir müdahale olduğunu söyleyebiliriz.
Komünist Parti (KP), darbe girişimi henüz tam olarak noktalanmamışken kısa bir açıklama yaptı ve tavrını netleştirdi.3 Ardından daha ayrıntılı bir değerlendirme paylaştı kamuoyuyla.4
Bu değerlendirmede spekülasyona yer yoktu. Parti yaşananları kendi program ve ilkelerinin, marksizmin süzgecinden geçirdi ve şu sonuçlara ulaştı:
Bu bir iktidar kavgasıdır ama aynı zamanda ABD bağlantısı olan bir darbedir.
Fethullah Gülen Cemaati’nin darbedeki rolü belirleyicidir.
Darbenin hedefi Erdoğansız AKP hedefiyle örtüşmektedir.
Darbenin Erdoğan’ın gücüne güç kattığı görüşü abartılıdır.
Darbenin islamcı fanatizmin sokak gücünü pekiştirdiği doğru olsa bile, bu gücün sınırları da ortaya çıkmıştır.
Sermaye egemenliğinin krizi derinleşmektedir.
Erdoğan her biri imkansızlık ölçüsünde zorluklarla doğru iki seçenek arasında sıkışmıştır.
Erdoğan’ın çıkış yolu var mı?
Peki darbe girişimi sonrasındaki birkaç gün neyi gösteriyor? Bu satırlar yazıldıktan sonra, illa ki yeni gelişmeler ortaya çıkacak, söylenenlerin bazıları geçersizleşecek, bazılarınınsa altı çizilecek. Ancak, 19 Temmuz gecesi, belli bir tutarlılığa sahip olduğunu düşündüğüm aşağıdaki noktaları paylaşmakta bir sakınca olduğunu sanmıyorum.
KP’nin 18 Temmuz’da yayınladığı değerlendirmede iki seçenekten söz ediliyordu. Erdoğan’ın içerideki bir normalleşmeye eşlik eden ABD ve AB ile ilişkileri toparlamaya dönük adımlar atması bir seçenekti. Diğer seçenek ise fırsat budur diyerek kendi tahayyülündeki Türkiye’yi ülkeye sonuna kadar dayatmak, bir hesaplaşmayı hızlandırmak. Her ikisinin de Erdoğan açısından sınırları vardı. Dolayısıyla Erdoğan yukarıda bıyığın aşağıda sakalın engellerini aşmakta zorlanacaktı.
Sermaye sınıfının tercihi kuşkusuz bir normalleşmeydi, üstelik CHP-MHP-HDP fazlasıyla hevesliydi buna. Erdoğan’sız bir AKP olmuyorsa, Erdoğan gibi olmayan Erdoğan’la AKP neden olmasındı!
İlk günler her iki seçeneğin de masada olduğu ortaya çıktı, ancak garip bir çelişkiyle. Erdoğan fırsatı değerlendirmek isteyen, geren, maraza çıkarmayı arzulayan, dolayısıyla kendi amaçlarını realize etmeye çalışan bir görüntü verirken, Binali Yıldırım ve AKP örgütü uzlaşmaya ve normalleşmeye yatırım yapıyordu. İyi polis-kötü polis uygulamasının ürünü olduğunu düşünmemek gerek bu farkın. Aslında bu fark Erdoğan’sız yapamayan ama Erdoğan’la da yapmakta zorlanan AKP Türkiyesi’nin dramıdır.
Erdoğan kendi gücünü her durumda göstermek, test etmek durumunda olan biridir, AKP ise bu güç gösterilerinde sürekli badire atlatmaktadır. Darbe sonrasında AKP’lilerin çoğu IŞİD kafalıların coşkusu dışında, yükselen bir hareket yaratamadıklarını gördükleri gibi ABD, Almanya, İngiltere gibi güçleri karşıya alarak yola devam edemeyeceklerini de anlamıştı.
Mantıklı olan normalleşmeyi denemeleridir. Normalleşme olmaz ama zaman kazanabilirler, CHP ve diğerleri de AKP’ye bu zamanı verir.
Peki ABD verir mi?
ABD ve diğer emperyalist ülkeler?
Bu iş karışık. Erdoğan ABD’nin kendi üzerini çizdiğini anlamış durumda. Darbe öncesinden biliyordu. Gül ve Davutoğlu’na yapılan yatırımların farkındaydı. Darbe sırasındaysa fazlasıyla gördü. Darbenin ilk saatlerinde gözden çıkarıldığını, doğru dürüst desteklenmeyip ortada bırakıldığını, doğru ya da uydurma kendisinin Almanya’dan sığınma istediği bilgisini Amerikalıların sızdırdığını, Stratfor gibi bir operasyon merkezinin uçağının koordinatlarını yayınlayarak darbecilere yardımcı olduğunu, darbe girişimi sonrasında büyük bir hızla Erdoğan’ı eleştirmeye başladıklarını, ABD medyasında hakaretlerin havada uçuştuğunu…
Erdoğan kimi solcular gibi bunların “yalancıktan” hamleler olduğunu düşünmüyor, fazlasıyla ciddiye alıyor. Elindeki Rus kartını iyi kullanıp, pazarlık yaptıktan sonra “yeniden model ortaklık” filan gibi yaldızlı laflarla nikah tazelemek bir seçenek ama karşılıklı güvensizlik had safhada. Rusya ise ona hem koruma sağlayabilir, hem istediği Türkiye’ye ulaşmada daha az problem çıkarır, hem de yeni ekonomik olanaklar yaratabilir.
Bunu düşünüyor Erdoğan. Erdoğan’ın bunu düşündüğünü Rusya biliyor, ona “gel gel” yapıyor ve karşılıklı bu hamleler en ince ayrıntısıyla Alman ve Amerikan basınında yayınlanıyor.
NATO’dan çıkma, Şanghay Beşlisi, AB üyelik sürecinin askıya alınması vs. vs.
Peki bütün bunlar mümkün mü?
Erdoğan için mümkün. Onun güdülerine dair bir fikrimiz var.
Ona tapan yığının bir bölümü için de mümkün. Reis’in peşinden giderler bir gün Amerikancı, ertesi gün Avrasyacı olurlar.
Ancak…
Türkiye kapitalizmi oradan oraya Erdoğan’ın peşinden sürüklenebilecek durumda değil. Buna AKP’li oyuncuların önemli bölümü de dahil. Tamam, Rusya Türkiye kapitalizmine yeni ufuklar açabilir ancak bu hem zaman alır hem de Türkiye’deki sınıf egemenliğinin yapısında ciddi oynamalar yaratır.
ABD ise bunu bir bardak su içerek karşılamaz. Radikal kayma bir yana, sınırlı bir eksen oynamasını bile sineye çekmez. Gülen elindeki önemli karttı ama tek kart değildi. Bu kartın boşa harcanıp harcanmadığını zaman gösterecek. Erdoğan’ın yeterince korkmuş olduğunu, mesajı artık aldığını düşünerek, ağır bir siyasal-ekonomik kuşatmayla onu eskisinden daha fazla sağlama alabilmeleri mümkündür. Ancak daha önce de söylediğimiz gibi bu sanıldığı kadar kolay değildir.
ABD’nin elindeki diğer kartları devreye sokması mümkündür. Ancak unutmayalım, ABD emperyalizminin ekonomik hegemonyası teklerken onun askeri ve operasyonel gücünde de ciddi bir zayıflama gözlenmektedir. Emperyalist piramidin tepesine çöreklendiği dönemden bu yana sayısız kez dünya halklarından tokat yiyen ABD aparatı, bugün de sistem içi rekabet ve toplumsal bir zemin bulan direnişler nedeniyle her istediğini yaptıracak durumda değildir. Türkiye’nin iç işlerine fazlasıyla burnunu sokup, elindeki Gülen’i fazlasıyla yıpratan ABD yeni hamlelerinin Türkiye’deki otoritesini iyice sarsacağını düşünebilir.
Bu durumda Erdoğan’ın darbe mağdurluğuyla onarılan meşruiyetine darbe vuracak, imaj çökertici faaliyetlerin yoğunlaşması beklenebilir. Ve Erdoğan bu açıdan en yeteneksiz istihbarat örgütleri için dahi derya-deniz malzeme sunmaktadır!
Göreceğiz. Ancak bir not Rusya için düşülmeli:
Rusya da, Putin’in bütünüyle üzerine kalmış bir Erdoğan Türkiyesi’nden mutlu olacağını sanmıyorum. Aslında eskiye, Suriye krizi öncesine dönüş yeterli olmalı. Çünkü içeride IŞİD kafasına muhtaç, itibarsız bir Erdoğan’ı sırtında taşımak için Putin’in uluslararası alanda elinin pek kuvvetli olması gerekir. Oysa Rusya ne Erdoğan’ı tek başına taşıyacak kadar kuvvetli ne de Erdoğan ona bu kuvveti verecek kadar kudretli.
Yani…
Erdoğan’ın işi çok zor.
İç politikadaysa Erdoğan eğer uzlaşma-normalleşme seçeneğine yönelirse hızla çaptan düşer. Topçu kışlasına doğru tam gaz yola çıkarsa kaçınılmaz olarak duvara çarpar.
İçeriye ve dışarıya bakıldığında “mutlu son” yok Erdoğan için.
Peki iki islamcı hizbin boğazlaşmasının ortasında bizim şansımız var mı? ABD ve Rusya arasında salınan bir Türkiye’de işçi sınıfı sahne alabilir mi?
Özetle kaostan çıkışa devrimci bir karakter kazandırmak mümkün mü?
Kaosun içinden bakarsan hayır!
Kaosun içinden bakış korku, panik, uzlaşmacılık, teslimiyet üretir.
Kaosa sistemin dışından bakış ise olanakların belirginleşmesidir.
Bu olanaklara ve emekçi halkın gücüne inanacağız. Barbarlık, kaos, yıkım, komplolar üzerinde ayakta duran kapitalist sınıfın güçlü olduğu zeminde alt edilmesi olanaksız. Biz o zeminde en fazla izleyici oluruz.
Türkiye’nin acilen imamların tepişmesini önemsizleştirecek, Rusya-ABD-AB egemenlerinin ilkesiz ve kirli rekabetinin kontrol edemeyeceği bir sınıfsal çıkışa, gündem yenilenmesine ihtiyacı var.
Başka çare yok.
Ve çaresiz değiliz.