Bir Enternasyonalizm Polemiği

Bu yazı bir polemik. Gecikmiş bir polemik. Bundan neredeyse iki yıl önce, yurtdışında yaşayan Türkiyeli Marksist aydınların çıkarttığı “Sosyalizmin Sorunları” kitap dizisinin ikinci sayısı yayınlandı. Demir Küçükaydın’ın “Enternasyonalizmin Sonu” başlıklı çalışması, kitabı “taşıyan” yazı olarak öne çıkıyordu. Çalışmanın herhangi bir yankısına, tartışmaya ben rastlamadım. Titiz bir izlemede bulunduğumu iddia edemeyeceğim. Dolayısıyla hiçbir yankısı olmadı, diyemeyeceğim, ancak önemli bir tartışma yaratmadığını söyleyebilirim.

Açıkçası tartışma yaratmasını da dilemiyorum. Küçükaydın’ın tezlerinin, ulus sorunu ve enternasyonalizme ilişkin pek de verimli olduğunu söyleyemeyeceğim tartışma gündemine apolitik bir boyut daha katmasında yarar görmüyorum. Ancak yine de bu yazı Küçükaydın’ın çalışmasına yönelik bir polemik. Küçükaydın’ın tezlerini önemsediğim için değil; kendi adıma ulusal sorun konusunda daha kapsamlı bir çalışmanın ısınma egzersizi olarak benim gündemimde bir yer tuttuğu için…

Ulusal sorun ve marksizm

Daha önce başka çalışmalarda ele alınmıştı. Ancak tekrarlayacağım… Herhangi bir sistematik düşüncenin insan bilgisinin tüm alanlarına eşit ağırlık verdiği görülmüş şey değildir. Aynı anda toplumlara dair bilgi alanlarının her birine eşit ağırlık vermek, fiziken olanaksız olmanın ötesinde söz konusu düşüncenin sistematikliğini ortadan kaldıracaktır. Sistematiktik özelliği belirli alanların merkeze alınmasından, düşüncenin hiyerarşize edilmesinden başlar. Marx’ın 11. Tezinden bu yana Marksizmin neyi merkeze koyduğu bellidir: Devrimci siyasal pratik…

Yeni sol, Marx’ın Alman İdeolojisi’ni keşfetmiş ve sevmiştir. Bu sevginin nedeni, ne yazık ki, dillerden düşürülmeyen 11.Tez değil, Alman İdeolojisi’nin doğaçlama yanının serbest fikir jimnastiğine çıkarttığı davetiye olmuştur. Oysa Alman İdeolojisi, erken bir eser olması ve yazarı tarafından yayınlanmaya hazırlanmamış olması nedeniyle “sesli düşünme”lerle doludur ve doğaçlamaların tartışma kaldırma dozajı pek fazladır. Serbest fikir jimnastiği ise politik pratiği eksen alamayan Yeni Sol için münbit alanlar açmıştır.

Avrupa’daki Türkiyeli aydınların bu yeni sol fantazya dünyasından çıkamadıklarını görünce giriş bölümünde geleneksel solcu tepkilerin dozajı da elimde olmadan artıyor. Konunun eksenini kaydırmadan ulusal soruna dönüyorum. Ulusal sorun marksizmin ne öncelikli ne de “eşitlerden biri” bilgi ve ilgi alanlarındandır. Ulus konusu Karl Marx ve Friedrich Engels’in kendilerinden başlayarak işçi sınıfının tarihsel devrimci eyleminin bir fonksiyonu olarak değer taşıdı. Bu durum Marksizmin uluslara ya da ulus teorisine karşı işlediği bir hata da sayılmamalıdır. Marksizm işçi sınıfı adına, ulusal sorunu “tabi” bir başlık olarak ele alırken, burjuvazi de farklı bir yöntem izlemiş değildir. Burjuvazinin tarihsel yaklaşımı da, ulusal sorunu, kapitalizmin gelişimi ile kendi sınıf çıkarlarını gözeten bir öncelikler hiyerarşisi içinde görmeye dayanır.

Geriye kendi düşünsel özüne indirgenmiş milliyetçi ideolojinin bizzat kendisi ve partizanları/militanları kalmaktadır… Sınıf aidiyeti ve tercihi netlik kazanmamış ideolojiler, genellikle sınıflar ve sınıfların politik temsilcileri açısından bir mücadele alanıdır. Sınıflar arasında geçici tarafsız statü elde eden kimi ideolojiler, zaman zaman kendilerini “düşünsel özlerine” indirgeyebilirler. Örnek olsun, burjuva sınıflardan kopuş yaşayan devrimci demokrasi kendisini demokratizme indirgeyebilir. Ulusal kimliğe burjuvazinin ihanet etmesi ile ara katman veya sınıfların hareketi kendisini sınıflar üstü olarak ifadelendirebilir ve ulusal kurtuluşçuluğa indirgenebilir… Bu anlamda, sınıfsal kimliğinin netleşmesine doğru değil de, tarih, toplum ve siyasal mücadelelerin genel yasallıklarını geçici süre kırmak pahasına yol alan bir ideolojik hareket tüm siyasal teoriler tarafından doğal ve kaçınılmaz olarak “haksızlığa” uğrayacaktır. Bir yanda demokratizmi, ulusal kurtuluşçuluğu her şeyin üstüne yerleştiren teorik akımlar varken, marksizmin demokrasi ve ulusal kurtuluş temalarını “tabi” statülere itelemesi bu akımlarla arasında bir sorunun doğmasına neden olmuştur. Marksizmin Avrupa-merkezci olduğu bir eleştiri konusu edilmiştir, vs.

Ancak marksizmin yalnızca demokratizmi ve ulusal kurtuluşluğu değil, sınıf vurgusu ile “bireyi”, orta sınıfları, “barışçılığı”, “yeni toplumsal dinamikleri”, “globalizmi” eksik bıraktığı hatta ezdiği de söylenmemiş midir! Marksizm değişik toplumsal hareket ve ideolojiler arasında, hatta bilginin farklı departmanları arasında bir hak dağıtıcı rolüne soyundurulamaz. Marksizmin kendi öncelikleri vardır. Bu öncelikler de Marx’ın deyişiyle “dünyayı değiştirmek” hedefine endekslenmelidir.

Baştan söylemiş oluyorum… Marksizmin Avrupa-merkezci bir sistematik kurduğu yolundaki görüşler geçerlilik taşımıyor. İnsanlık tarihi ve toplumlar üzerine tüm düşünsel çabalar, dünyanın en ileri unsurlarını merkeze almıştır. Geri topraklardan gelen katkılar elbette vardır, ancak toplumların dünyayı belirleme gücünü yansıtan iç hiyerarşilerini etkiledikleri, değiştirdikleri ölçüde bu katkılar merkeze oturma imkanı bulurlar. Gerisi bugünün araştırmacılarına ilginç gelebilir, bir merak konusu olabilir, hatta bu meraktan faydalı, ufuk açıcı sonuçlar da çıkabilir. Ancak bu yararlı merakın rasyonalize edilmesi için, bilimin dünyanın merkezinde serpilip boy atmasının kaçınılmaz nesnelliğini inkar etmenin gereği yoktur.

Ulusa tarif lazım mı?

18. yüzyıldan bu yana toplum bilimlerinin önemli bir başlığı ulus denilen olgunun tarifi oldu. Marksizmin bu tarif girişimlerinde kendi penceresini açmaması mümkün değildi.

Birinci ipucunu tarihsel maddeciliğin kendisi zaten veriyor: Ulus kategorisi tarihsel, aynı anlama gelmek üzere geçici bir kategoridir. Ulus tarihin dışında ve ötesinde bir kaynak tarafından anlamlandırılmaz. Böyle bir kaynak yok.

19.yüzyıl sonlarında “Balkan” yarımadasından türeyen sözcükler ürkütücü bir içerikle dünya dillerine girdi. Hiçbiri diğerine egemen olamayan irili ufaklı ve aynı toprakları paylaşan, kimileri benzer, kimileri farklı ailelerden gelen dilleri konuşan, komşu halklarla kültürel etkileşim içindeki bir halklar mozaiğini yansıtır Balkanlar. Ürkütücülüğü kural dışı olmasından kaynaklanıyordu. Örneğin Galya toprakları üzerinde tarihsel gelişim belirli bir etnik topluluğun diğerlerini asimile etmesi sonucunu doğurmuş ve ortaya bir Fransız ulusu çıkmıştı. Aynı yolu, kimi zaman dini öğelerin kiminde dil birliğinin bazısında siyasal iktidarın çizdiği farklı rotalar üzerinden izleyen başka halklar vardı. Eninde sonunda komşu etnik topluluklar yan yana gelerek üst kümeler oluşturuyor, ortak bir kimlik ediniyorlardı. Balkanlarda ise ancak kapitalist merkezlerin paylaşım planları çerçevesine oturdukları ölçüde anlam kazanan küçük uluslar vardı.

Marx’ın kimi küçük halklara ilişkin olarak yaptığı tarihsiz ya da “tarihsel olmayan uluslar” tanımlamasını Marksizmin çoğu eleştirmeni ya da yeni solcu Marksist “talihsiz” sayar. Asla öyle değildir. Marx, burjuva devletlerin ulusal toplulukları sınıflandırma ve anlamlandırma çabalarının gerisinde yatan sınıf politikalarını görmüş ve bunların karşısına işçi sınıfı politikasını çıkartmayı denemiştir. Mantık tartışmasız doğrudur. Pratik karşılıkları ise ancak ve ancak güncel politik stratejilerin, bir tarih araştırması çerçevesinde yapılabilecek olan değerlendirilmesinde test edilebilir.

Hangi ulusal dinamiklerin işçi sınıfı politikası açısından pozitif, hangilerinin negatif anlam taşıdığı sosyalist hareketin her dönem gündeminde oldu. Bu tartışmanın altyapısı ise ancak bir ulus tarifi üzerinden kurulabilir.

İşçi sınıfının öznesini oluşturacağı sosyalizm mücadelesi ile ulus olgusunun etkileşimini kurgulamak, nesnelliğin analizi olmaksızın yapılabilir mi? Marksizmin bilimselliğinden vazgeçilmeyecekse, kendimizi gerçekliğin geçici, ve geçici olduğu ölçüde çarpıtılmış ideolojiler dünyasına teslim etmeyeceksek, ideoloji ve politika dünyasında fenersiz pusulasız kalmayacaksak, nesnelliğin analizinden nasıl vazgeçeriz! Sosyalist bilim, sosyalist ideoloji ve sosyalist siyaset dar ve gündelik bir pragmatizmden ibaret olsaydı, eller kollar daha serbest olabilirdi.

Marksizmin ideolojik ve siyasal yolculuğu başka öğeler de içerir. Yahudi halkı en azından 20.yüzyılın ikinci yarısında ulusal kimliğini emperyalizm sayesinde elde etmiş ve gerici işlevlere sabitlenmiştir. Bu tartışılmaz durum, bir başka tartışılmaz gerçekliği, Yahudilerin bir İsrail ulusu oluşturduklarını görmezden gelmemize gerekçe oluşturabilir mi? Peki, işçi sınıfı mücadelesinin çıkarına ya da zararına ortaya çıkan uluslar ve uluslaşma süreçlerinin kendi maddi gerçeklikleri hangi kriterlerle değerlendirmeye tabi tutulacak? Soruyu sorabilmek için bile, önce ulus kategorisinin maddi bir gerçekliğinin, dolayısıyla bunu açıklayan tarifinin olması gerektiği kabul edilmelidir.

Ulus illüzyon mu?

Küçükaydın’a dönüyorum…

Küçükaydın ulus kategorisinin bir illüzyon olduğunu ve herhangi bir maddi gerçekliğe denk gelmediğini söylüyor: “Ulus ancak ve öncelikle KENDİSİ İÇİN ŞEY olarak varolabilir. Ve bundan sonra KENDİNDE ŞEY imiş gibi görünür… marksist ulus teorisi, ulsun ne olduğunu tanımlamaya kalkmamalı, ulusçuluk ulus ilişkisini ele almalıdır.” 1

Bir parantez açarak yazarın kendi yaklaşımını anlaşılır kılmak üzere sunduğu bir analojiye değinmek durumundayım: İslam…

Küçükaydın’a göre “milliyetçiliğe alternatif olacak bir sosyalizm muhtemelen enternasyonalist değil, universalist (evrenselci) olmak zorundadır… Muhammet her aşiret içinde aşiretçiliğe karşı çıkanları aşiretlerine göre birimler halinde örgütlemeye ve bu yöntemle onların yerine aşiretçiliğe karşı, enter-nasyonalist benzeri, enter-aşiretçilerin egemen olduğu aşiretler kurmaya kalkışmadı. Aşiretçiliği ya da enter-aşiretçiliği dışlayan, anlamsız kılan bir yaklaşımla universalist din kardeşliği anlayışı ve buna uygun örgütlenmelerle zafer kazandı. Benzer şekilde, sosyalizm de, ulusçuluğa karşı çıkarken bile ulus prensibinin esiri olarak; yani kendini örneğin enternasyonalist olarak tanımlayarak; uluslar ölçüsünde devrimler yapmaya çalışarak; uluslar ölçüsünde örgütlenerek milletler ve milliyetçilik karşısında zafer kazanamazdı…” 2

Devrimciliğin bir ölçütü de, mevcut düzenin tanımı oluşturan fonksiyonu değiştirmek, parametreleri yeniden tanımlayarak yeni bir fonksiyon kurmaktır. Ancak yukarıdaki alıntıda göze çarpan önce, bir büyük dil sürçmesidir. İslama atfedilen “universalizm” sosyalizmin bugüne kadarki pratiği değerlendirildiğinde ancak bir hedef olarak telaffuz edilmektedir… Bu, yalnızca büyük değil felaket bir dil sürçmesidir. Bu haliyle de sürçmenin dilden ibaret olmadığı söylenebilir.

Birincisi, İslam aşiretlere bölünmüş Arap halklarının birleştiricisi olmuştur. İslamın bir devlet yönetimi öngörmesi rastlantı sayılamaz. Arap halklarının aşiretçi bölünmesi üretim ilişkilerinin gelişme düzeyiyle çatışan bir yapıdır. İslam bu ihtiyaca denk düşmüştür.

İkinci olarak, İslamın aşiretçi yapıyı tarih-öncesine atan bir devrimci kopuş sayılması yanılgı olacaktır. İslam, Küçükaydın ne derse desin, yola aşiretler bazında çıkmış, kimi aşiretler geleceklerini bölünmüş siyasal ve ideolojik yapının aşıldığı bütünlüklü bir Arap-İslam biriminin oluşumunda görmüşler, kimileri bu daha kapsayıcı birimleşmeye muhalefet etmişlerdir, kimi aşiretler ise yazarın deyimiyle enter-aşiretçi eğilimlerle karşıtlarını barındırmış, bölünmüşlerdir. Ancak İslamın bu yapıyı veri almadığı iddiası aslında İslamın gökten indiği düşüncesiyle aynı kapıya çıkacaktır. Ne İslam ne de sosyalizm gökten inmemiştir…

Üç; İslamcı bir universalizmden söz etmek söz konusu ideolojinin kendi içsel parametrelerini mutlak veri almak olur. Toplumsal yapının veri alınmamasını ve bir çırpıda aşılmasını öneren Küçükaydın devrimciliği, nedense İslamcı ideolojinin kendinden menkul iddialarını benimsiyor. İslam tek tanrılı dinler arasında üniversalizm iddiası taşımayan Musevilik bir yana, Hıristiyanlığa göre pek dardır. İslam uzun süre Araplar için bir üst kimlik olmuş, sonra birleştirici bir üst kimlik aranışındaki kimi halklar tarafından benimsenmiş, bir yandan da gerek Arap gerekse Türk-Osmanlı sömürgeciliğinin ideolojik aleti olarak işlev görmüştür. Batının oryantalizmi, uygarlaştırma söylemi nasıl sömürgeciliğin aleti ise, İslam dini de bir başka dünyada aynı işlevi üstlenmiştir. Universalizme gelince bu ideolojik yanılsamalar kategorisine sokulabilir.

Dört; oysa sosyalizmin universalist projesi, insanlığa yeni bir üst kimlik sunarken, verili burjuva (burjuvazinin egemen sınıf olduğu) ulusları değil, bunların proletarya bölmelerini kalkış noktası kabul etmektedir. Bu kalkış asla ideolojik yanılsama değildir. İşçi sınıfı sosyalizmini başka ideolojilerden farklı olarak bilimle barışık kılan nokta da budur: Proletarya kimliği, üzerindeki örtülerin kaldırılmasını bekleyen, tarihin ve toplumun motoru sınıf mücadelesinin bir öznesi olarak, sosyalist ideolojideki yerini alırken burjuva ideolojik yanılsamalarının karşısında bilimsel gerçekliği de temsil eder. Bu kalkış noktasının geleceğe uzanan unsuru ise sınıfsız (ve elbette ulussuz) toplum hedefidir. İslam ve sosyalizmin birer ideoloji olarak karşılaştırma kaldırır son yönleri herhalde universalizmleri olmalıdır.

Beşincisi, İslamın aslında Arap halkları için gördüğü işlevin batıda yüzyıllar sonra ortaya çıkacak olan uluslaşmayla arasındaki benzerliktir. Bu benzerlik elbette biçimseldir. Batı halkları için ulusçuluk motor gücünü kapitalistleşme sürecinden, iç pazarların oluşmasından, iç pazarların feodal bölünmüşlükle, özgür emekçi ihtiyacının da toprağa bağımlılıkla arasındaki çelişkiden almıştır. Batının uluslaşma süreci bu anlamda tarihsel olarak burjuva devriminin gündemindedir. İslamın benzerliği bölünmüş Arap halklarını birleştirmesinden geliyor. Ümmetçilik en azından birkaç yüzyıllık tarihinde ortak bir Arap dili ve belirli bir “ülke”nin varlığına paraleldir. Arapların uluslaşma sürecinin arka planındaki tarihsel özelliklerden önemli bir tanesi İslam dinidir. Üstelik İslam ulus kategorisinin dünya ölçeğinde kazandığı egemenlik karşısında tarihsel olarak aşılmış, ulus ölçeğinin gerisinde ve “altında” kalan bir kategori sayılmalıdır.

Ayrıca bugünkü Arap devletlerinin bir bölümünün ulus bile değil, aşiret yapıları üzerine kurulu olması, İslam dininin universalizminin yenilgiye uğradığının kanıtı görülebilir. Reel sosyalizminin yetmiş yıllık iktidarını yitirmesini onlarca özelliğinin iflası kabul ederken pek rahat davranan yeni solcuları, İslamın yüzlerce yıllık pratiğinin sonuçlarına bakmaya davet etmeye hakkımız olsa gerek…

Küçükaydın kötü bir analoji yapmıştır.

Parantezi kapattık ve “kendinde şey” kategorisine dönüyoruz.

Küçükaydın’ın çağdaş ulusçuluk literatürüne ilişkin bir tezi de, Marksist olmayan Gellner’in Marksist ulus teorisine en büyük katkıyı yapan kişi olduğudur. “Olmaz diye bir şey yok” diyebilir miyiz?

Gellner’in literatürdeki yeri ayrı ve daha kapsamlı bir çalışmanın konusu olacak. Küçükaydın’ı ve bu eleştiri yazısını ilgilendirdiği kadarıyla, Gellner’in ulus teorisinde sübjektivizm diyebileceğimiz bir kanalın iyi bir temsilcisi olduğunu söylemekle yetineceğim. Kısaca, ulusları “yapan” öğe Gellner’e göre ulusçular ya da ulusçu hareketlerdir. Sübjektivizm dediğim ise şu: Bu yaklaşıma kalırsa, ulus kategorisinin başka unsurları olmakla birlikte esas, en önemli belirleyeni bir ulus oluşturduklarını iddia eden kişilerin öznel iradeleri. Yine bu yaklaşıma göre, Marksizmin başka ulus teorileriyle paylaştığı temel yanılgı, ulusun tanım ve tarifine dahil edilmiş olan maddi parametrelerden söz etmek: Dil, toprak, kültür, ekonomik pazar, ideolojik kimlik, tarih, etnik köken, siyasal yapı… Bunların tümünü bir kenara atmakta fazla bir zarar görülmeyecek… Değil mi ki, ulusu oluşturan bireylerin ortak niyet ve iradesi var!

Ulus tanımının bileşenleri arasındaki ilişkinin nasıl kurulacağı pratiğe ilişkin bir sorundur. Kimi örneklerde dil birliği, başkalarında etnik köken, siyasal yapı/merkezi devlet geleneği ya da diğer öğelerin ağırlık taşıdığı görülecektir. Hatta kimi ulusal formasyonlarda ulus öncesi formasyonların belirleyici öğesi din faktörünün taşıyıcı unsur olabildiği görülür. Kimilerinde dil birliğinin bulunmamasını, siyasal parametreler massedebilmiştir. Niyet ya da irade ulusal kimliğin kimi örneklerde belirleyicilik kazanabilecek bir öğesidir. Elbette bu niyet ya da iradenin yalnızca düşünsel düzleme ait olduğu sanılmamalıdır. Örneğin dil birliği giderek tartışmalı hale gelmiş, farklı coğrafyalarda asırlar geçirmiş Yahudileri Filistin’e taşıyan gerekçede yüzeydeki görüntü niyet ve iradedir. Ancak başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere bu niyet ve iradenin şekillenmesinde sonsuz katkısı geçen güçler ihmal edilemez.

Peki yukarıda sayılan ulus tanımı öğelerinde hiç mi hiç ortaklık taşımayan bir kişiler topluluğu kalkıp ulus olma irade ve niyetini deklare edebilir mi? Ulusun kurucu maddi ve tarihsel unsurlarını ihmal ederek, topun milliyetçilerin ve milliyetçiliğin kucağına atılıvermesi metodolojik sübjektivizmdir.

Ancak başka bir vurgu daha dengeli ve yerinde olacaktır. Ulusun kurucu öğelerinin maddileşmesi bir zorunluluk değildir. Ekonomik pazar, eski ve yeni sınıflar arasındaki maddi güç dengeleri, dil, kültür gibi üstyapısal olsa da tarihe mal olmuş ve maddi güce dönüşmüş öğelerin önüne kimi zaman yalın siyasal mücadele geçebilmektedir. Kürtlerin bir ulus oluşturup oluşturmadıkları tartışmasını marksizm açısından sona erdiren gelişme siyasetin kendisi olmuştur.

Siyasal faktörün vurgulanması bu satırların yazarının hiçbir durumda itiraz etmeyeceği bir yaklaşım olacaktır. Ancak Küçükaydın’ın Gellner’den devralıp pazarladığı yaklaşım çeşitli öğelerin oluşturduğu bir fonksiyonun iç ağırlıklarından söz etmiyor. Küçükaydın, doğrudan ulusun maddi bir gerçeklik, nesnel bir olgu olduğunu reddediyor.

Peki nesnel ve maddi gerçeklik ne anlama geliyor?

Küçükaydın, marksizmi eleştirdiğini ifade eden Gellner’in aslında vülger marksizmi eleştirmiş olduğunu, bu anlamda marksizme katkı sunduğunu düşünüyor. 3

Elbette en vülger örneğini Stalin’in oluşturduğu konusunda tüm yeni solun müttefik olduğu Vülger Marksizm, ulus teorisi söz konusu olduğunda ulusu maddi bir olgu olarak tanımlıyor. Böyle yaparken, ulusun kurucu öğesini, irade birliğinin ise üzerinden atlanıyormuş…

Haksızlık etmemek için bir aktarma daha: “(Gellner’in) teorisinde de son duruşmada ekonomi belirler ulusçuluk ve ulusun ortaya çıkmasını ama bu doğrudan ve mekanik bir belirleme değildir. Modern geniş yeniden üretim, antik uygarlıkların basit yeniden üretiminden kaynaklanan toplumsal örgütlenme formlarıyla gerçekleştirilemeyeceği gibi çok sağlam bir hareket noktasına sahiptir” 4

Demek ki, Küçükaydın da ekonomi faktörünü ihmal etmemekte, ancak “son duruşmaya” ertelemektedir. Bu da kurtarıcı değildir. Küçükaydın’ın belirlenim düzlemleri arasında yaptığı bu mekanik sıralama kabul edilebilir değil. Marksist diyalektikte belirlenim ilişkisi değişik etkenlerin sıraları geldiğinde sahneye -ya da duruşmaya- çağrılmalarıyla gerçekleşmiyor. Tüm faktörlerin birlikte oluşturdukları bir yapının, iç dengeleri sınıf mücadelesinin konjonktürüne göre sürekli değişebilme kaydıyla icra ettiği güncel belirleyicilik ile bu faktörlerin kendi tarihsel iç yapılanışları birbirinden ayrılmalıdır. Kültürel ya da siyasal öğeler, hatta din faktörü bir uluslaşma sürecine pekala damga vurabilir. Ancak kültür, din, siyaset gibi üstyapısal faktörler ile maddi yaşamın yeniden üretimiyle bağlı altyapısal faktörler arasındaki tarihsel ilişki belirlidir. Faktörlerin iç hiyerarşisinde birinci kalem maddi yaşamın yeniden üretimi, bu anlamıyla ekonomidir.

Diyalektiğin en vülger el kitaplarında bile üstyapısal öğelerin, kültürün, ideolojinin, siyasal fikirlerin kitlelere mal olduklarında birer maddi güce dönüştükleri yazar. Stalin’in ulus tanımında ise her şeyin doğrudan maddi olana, örneğin pazar ve toprak birliğine indirgendiğine asla rastlanamayacaktır. Ancak vülgerlik Küçükaydın örneğinde tersinden sergilenmektedir. Doğrudan maddi unsurları ihmal edilebilir gören sübjektivizm, tek bir unsuru, ulusçuluğu ve ulusçuları motor güç olarak ilan etmektedir. Bu ulusçuluğun kaynakları sorgulanmıyor. Birilerinin hangi tarihsel ve maddi temeller üzerinden yan yana gelip “kaderlerini ortakça tayin etme hakkını” kendilerinde görebildikleri sorulmuyor. Tarih dışı ve ötesi birtakım özneler, her nedense bir gün buluşuyor ve “biz bir ulusuz” iddiasını atıyorlar. 5

İddia serbest; bu iddianın maddi bir faktör, siyasal bir güç haline gelmesi için öznelliğe ait olmayan kimi nedenlerin gerektiğinin reddi, maddi nedenlerin ihmal edilmesi de elbette vülger Marksizm olmayacaktır… Ama bu saçmalığı has Marksizm olarak pazarlamak da o kadar kolay olmayacaktır. Anlaşılan o ki, Küçükaydın yeni solcu ustalarının izinde, ulusçuluk-ulus bağıntısı üzerine yaptığı sübjektivist kurguyu, bizzat marksizme de taşımak istiyor. Tarihsal materyalizmin yapı-üstyapı ilişkilerine dair temel kabullerini yadsıyan bir marksizmin has marksist olması için birilerinin yan yana gelip bu iddiayı ortaya atmalarının yeterli olduğunu düşünüyor!

Oysa, yeri gelmişken biraz “vülgerlik” yapmakta sakınca yok, marksizm 150 yılı aşkın tarihinin sonucunda iddialarla kifayet etmeyecek bir maddi güç haline gelmiş bulunuyor. Burjuvazinin bile “işçi sınıfının ideolojisi” olarak tescil ettiği marksizmin alanında, marksist olma iddiası için maddileşmiş kimi kabullerden yola çıkıyor olmak gerekiyor!

Küçükaydın’ı enternasyonalizm üzerine düşünmeye sevk eden tarihsel ortam reel sosyalizmin yıkıntıları üzerinde yükselen milliyetçi/kabileci akımlarla bezeli. Reel sosyalizmin görmezden geldiği iddia edilen ulusal dinamiklerin serpilip boy atması on yıldır toplumsal bilimlerin ilgi konusudur. Ancak tarihsel ortamın, başladığı gibi sürüp gitmediği de artık görülmelidir. Ulus olma iddia ve niyeti onlarca küçük etnik topluluğu sarmış, ancak bu süreçten fazla bir şey çıkmayacağı, dünyanın yeni bir uluslaşma dalgası için fazla mekan sunmadığı kısa sürede açıklık kazanmıştır. On yıllık bir sürenin ulusların oluşumunda büyük bir tarihsel süreci ifade etmediğine herhalde itiraz gelmeyecektir… Dağılan Sovyetler Birliği’nin halklarının kimileri doğrudan batıya kapağı atarak kendilerini dengeye kavuştururken, birçoğu Bağımsız Devletler Topluluğu adı altında bağımsız uluslaşma projelerini dondurmuş, bir bölümü geçici de olsa kurtuluşu Türkiye devletine yakınlaşmakta bulmuştur. Batı kapitalist ülkelerine kadar uzanan milliyetçi dalganın sonuçları ise faşizmin mevzi kazanmasından ibarettir. Saf ayrılıkçı akımlar ise İtalya örneğinde olduğu gibi ancak magazin haberi niteliğindedir. Ayrı ulusal kimlik edinme sürecinde hala yol alan kimi topluluklar ise, iddianın ötesinde maddi gerekçelere sahiptir. Kafkas halklarında bu süreci ayakta tutan temel etken bölgenin hammadde kaynakları üzerindeki emperyalist planlardan başka bir şey değildir. Bunun yanına, örneğin Rusya’nın şiddete dayalı müdahalesinin yarattığı provokasyonun yeni bir kimliğin konsolide olmasını zorlaması, bunun da yetmediği yerde İslamın yeni ulusal kimliğin yardımına koştuğu görülmüştür. Balkanlardaki aranışın tarihsel arka temelleri çok daha güçlüdür; bu coğrafyada ulusal dinamiklerin yollarını sürdürmelerinde yine emperyalist merkezler arası dengelerin rolünü ihmal etmek körlük olacaktır. Küçükaydın’ın örnek vermekten genellikle geri durduğu çalışmasında, galiba tek doğru yaklaşım ise Kürtleri ilgilendirmektedir. Kürtlerin yaşadığı rönesansın aynı tarihsel dönemde rastlanan emperyalist bölünme dinamiğinden ayrı bir anlamı vardır, ve bu uluslaşma süreci daha fazla 20.yüzyılın gecikmiş Üçüncü Dünya uluslaşma süreçlerini andırmaktadır…

Ulusal hareket ve işçi sınıfı

Küçükaydın, her zaman olduğu gibi ustalarına başvurmayı sürdürerek kimi ulusları da bizzat entemasyonalistlerin yarattığını yazıyor. Herhalde yazar reel sosyalist dönemin üç ayaklı dünya devrim süreci formülasyonunu beğenmemiştir. Oysa neden kimi enternasyonalistlerin bir ulus yaratma sürecine aktif katkıda bulundukları bu formülasyonda içkindi.

Geleneksel solun beğenilmeyen vülger addedilmesinin bir gerekçesi “ekonomi indirgemeciliği” idi. “Sınıf indirgemeciliği” bununla paralel bir diğer öğeydi. Ancak her nasılsa bu sınıf indirgemeci sosyalizm, dünya devrim sürecinin sınıfsal özü belirginleşmemiş bir ayağından söz ederdi: Ulusal kurtuluş hareketleri. Kapitalizm ile sosyalizm arasındaki çelişki ve kapitalist ülkelerde burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki mücadeleye oranla, sınıf karakteri çıplak gözle görülemeyen ulusal kurtuluş hareketlerine neden böyle bir rütbe atfediliyordu?

Yanıtına geçmeden önce bu formülasyonun indirgemecilik eleştirilerini yerle bilettiğini tekrarlanmalıyım.

Yanıta gelince… En başa döneceğim. Ulusal kurtuluş hareketlerini işçi sınıfının nihai kurtuluş sürecinin parçası olarak analiz eden yaklaşım, kimi halkları tarihsel kimilerini tarihsiz addeden Marx ve Engels ile barışıktır. Sosyalizmin bir dünya sistemi haline gelmekte olduğu 20.yüzyılda bu analiz aynı zamanda politik bir iddiadır. Çağımızın uluslaşma süreçlerinin karşısında sosyalizmin çekici bir güç oluşturacağı iddiası. Bu iddia gerçekleşti. Çin Devriminden başlayarak, Asya ve Afrika kıtalarının onlarca halkını sararak, bugün Küba’da canlı örneğini sürdürerek…

Ancak yeni solun tipik özelliği politik rasyonalite yoksunluğudur. 20.yüzyıl ulusal kurtuluşçuluk türleri kendi içlerinde ayrıştırılmaya muhtaçtır. Bir türün asli niteliği burjuva modernizmidir. Yüzyılın başlarında Kemalizm, ikinci yarısında Baas hareketi örnektir. Bir ikinci tür son dönemin uluslararası emperyalist politikalara göre belirlenen ulusal hareketleridir. Bunların istisnasını Kürt hareketi oluşturuyor. Reel sosyalist formülasyonda yerini hak eden üçüncü tür ise anti-emperyalist yönelimini anti-kapitalizmle birleştiren sosyalist ya da devrimci demokrat önderlikli hareketler olmuştur. Dünya siyasetinin önemli bir ağırlık noktasına denk düşen bu dinamik, sosyalist ve işçi sınıfı hareketleri açısından bir mücadele alanı olarak görülmüş, ve önderlik ele alınabildiği ölçüde ulusal kurtuluştan toplumsal kurtuluşa açılan bir pencere kurulabilmiştir. Bu politik ortamda mevcut bir dinamiğin karşısına geçip, “ulusu bırakalım ulusçular yaratsın” demek olsa olsa yeni solcuların işi olurdu. Bereket yeni sol, hiçbir devrimci dalgada bunu icra edecek bir politik güce sahip olmadı…

Enternasyonalistlerin “kurduğu” uluslara gelince. Sosyalizmin dünya ölçeğinde çekici gücü varolduğu sürece bu açıdan bir sorun da yaşanmadı. Sosyalizm toplumsal projesini Kore’den Afganistan’a dünya halklarına sunmayı, insanlığın kollektif hafızasına parasız eğitim, parasız sağlık hizmeti, sanayileşme atılımları, planlı ekonomi örgütlü toplum gibi kolay kazınamayacak kazananları yazmayı başardı.

Ancak bu anlatılanların “kendi kaderini tayin hakkı” ilkesi ile bağlantısı bir başka tartışma konusudur: “Aslında Wilson prensiplerinin temelinde de Bolşevizm’den esinlenme vardır. Troçki’nin bu bolşevik prensibi ele alan bir makalesinin Wilson prensiplerinin formülasyonuna dolaylı bir ilham verdiğine dair bir şeyleri bir zamanlar bir yerlerde okuduğumu hatırlıyorum” 6

Tabii insanız, ve bu yaklaşıma “ben hatırlamıyorum” diye tepki vermek son derece insani olacaktır. Bu ciddiyetsizliği bir kenara bırakalım, Troçki ile Wilson arasındaki entelektüel münasebeti biraz da entelektüel bir düzeyde tartışmakta yarar olacaktır.

Leninist ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin özünü ulus teorisinin değil, odağına eşitsiz gelişme yasasının oturtulduğu sosyalist devrim teorisinin oluşturduğunu düşünüyorum. Marksizmin tarihinde Avusturya-Marksizmi ekolü, bununla paralel Rus legal marksizmi, ulusal soruna verili toplumsal yapı içerisinde çözüm arayan akımlar olarak yerlerini alıyorlar. Avusturya-Marksizmi Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun bir halklar hapishanesi olmaktan nasıl çıkartılacağını soruyor. Yanıtı ulusal topluluklara kültürel özerklik tanınmasında buluyor. Lenin ve Stalin’i ayrılma hakkı ve kendi kaderini tayin hakkı yaklaşımlarına doğru provoke eden bu akımdır. Bolşevizm, Çarlık Rusyası’nın oluşturduğu halklar hapishanesini ıslahata tabi tutmayı değil, bu sorunun sosyalist devrime nasıl bağlanacağı üzerinde duruyorlar. Ezilen halkların ulusal dinamiği ile işçi sınıfının iktidar mücadelesi: Kendi kaderini tayin hakkının leninist çerçevesi budur.

Wilson ise, ille de Marksizmin varyantlarına gönderme yapılacaksa, Lenin ve Trotskiy’den pek uzak, ama Otto Bauer’lere akrabadır.

Son olarak sosyalizmin ulus yaratma diye başlı başına bir hedefinin olmadığını söylemek gerek. Ama sosyalizmin uluslaşma süreçlerinin işçi sınıfı iktidarı altında yaşanmasını “tercih etmeye” herhalde hakkı vardır. Kaldı ki, sosyalizmin “sınıfsız ve ulussuz insanlık programı” proleter uluslaşma süreçlerinin aynı zamanda kendi karşıtını da üretmesini anlatıyor. Bu tarihsel sürecin enternasyonalistlerin istedikleri biçimlerde değil, sayısız etkenin sentezi olarak yaşandığı ihmal edilmemelidir. Reel sosyalizm bu karmaşık tarihsel süreçte yapılması gerekeni yapmış, süreci siyasal iktidar üzerinden kendi hegemonyasına almayı denemiştir.

Sınıf mücadelesi birimi olarak ulus

Avrupa’da feodal parçalanmışlığın üzerine giden burjuva devrimleri döneminde marksizmin kurucuları bir refleksi sosyalist siyasetin ajandasına yazdılar: İşçi sınıfı hareketi küçük devlet birimlerinden değil, büyük ulusal devlet birimlerinden yana olmalıdır. İşçi sınıfının maddi olarak oluşumuna, emekçi yığınlarının etnik, bölgesel, dar kültürel bölünmüşlüklerinin aşılmasına hizmet edecek olan bu yapılanma bir refleksti. Ancak Polonya ve Çarlık örneklerinde olduğu gibi hiçbir zaman siyasal taktikler ajandasının bütününü oluşturmadı. Polonya’nın bağımsızlığı her zaman desteklenirken, Rus Çarlığına güç kaybettirecek her dinamik alkışlandı.

Sosyalist hareketin taktikler kitapçığında büyük devlet birimleri refleksinin karşısında yer alan istisnalar ise dönemin değişmesiyle doğal olarak artmıştır. Feodal parçalanmışlığın aşılmasının değil, zayıf halkalarında emperyalist sisteme darbe vurma imkânlarının doğması, ön plana geçtiği ölçüde sosyalist taktikler yer yer “ayrılıkçı” olabilmiştir.

Taktikler ajandasının karakteristik eğilimleri böyledir. Küçükaydın’ın yaklaşımında şiddetle itiraz edilmeyi bekleyen öğe ise, yukarıda eleştirilen “keyfi” ya da “hayali” bir yapı olarak ulus teorisinden kaynaklanmaktadır. Ulus-devlet birimini maddi değil zihinsel bir oluşum saymanın kaçınılmaz sonucu, sosyalist siyasetin de keyfi tercihlerle hareket edebileceği yanılsamasıdır. Açık olmalıdır: Vietnam komünistleri ulusal kurtuluşa önderlik etmişlerdir ve bu sayede sosyalizmin kuruluşu imkanı yakalanmıştır. Küba devrimcileri gerici oligarşinin tasfiyesini burjuva liberalizminden veya burjuva demokratizminden beklemeyerek “meseleye el koydukları” için kumarhane ve fuhuş cennetinin yıkıntıları üzerinde sosyalizmi inşa edebilmişlerdir. Daha gerilere gidilirse, Avrupalı komünist partiler Nazi işgali döneminde Rezistans hareketine önderlik ettikleri ölçüde işçi sınıfını da kazanmışlardır. Sovyetler Birliği’nde sosyalizm İkinci Paylaşım Savaşının karanlık günlerinde canlandırılan “Anavatan” bilinci sayesinde ayakta kalmıştır…

Bu örneklerde keyfiyete yer olmadığını yeni sol asla anlayamamıştır.

Keyfiyete yer bırakmayan öğe yalnızca politik dengelerin dayatması olarak anlaşılmamalıdır. Böylesi bir yalın politik dayatma kesinlikle vardır. Ancak bunun da temellerini oluşturan başka bir yasallıkla birlikte: Ulus, nasyonalist ya da enternasyonalist akımların katkılarından bağımsız olarak insanlığın içinde bulunduğu tarihsel uğrakta bir maddi gerçekliktir ve kendisini insanlığın temel birimi olarak sunmaktadır. Sınıflara bölünmüş toplumlar ve bu bölünmüşlüğün mantıksal sonuçlarına akmasını engelleyen ulusal bütünlükler… Sosyalist siyasetin bu alanı egemen sınıfa terk etmesi mümkün müdür! Sosyalist siyasetin işçi sınıfının ulusal özelliklere göre bölünmüşlüğünü görmezden gelmesi nasıl düşünülebilir! İktidar mücadelesinin verili burjuva devletlerini muhatap kabul etmesi bir keyfiyet konusu değil, sınıf mücadelesinin yasallığıdır. Çünkü beğenip beğenmemek söz konusu olmaksızın verili devletler ve bunların dayandığı ulusal birimler çağımızın sınıf mücadelesi birimlerini oluşturmaktadır.

İşçi sınıfı hareketinin kendisini ulusal ölçekte örgütlemeyip de yeni bir “a-nasyonal” evrenselciliği nasıl somutlayacağına ilişkin iki çift söz sarf etmeden mücadelenin önce ulusal ve sonra enternasyonal kimliğini silip atmak büyük bir ciddiyetsizliktir. Küçükaydın ulusal olmayan bir mücadele biçimi önermek için, ulusal ya da uluslararası olmayan bir mücadele dinamiğine de işaret etmelidir. Dünya düzeninin ulusal kapitalist devletler esasına göre biçimlendiği koşullarda olmadığı koşullarda, işçi sınıfının önce kendi mülk sahibi sınıflarıyla ve onların devletiyle hesaplaşmaya yönelmesi kaçınılmaz bir olgudur. Akıl yürütme süreçlerinde herhangi bir siyasal mücadele öğesi yer tutmayan Küçükaydın “ulus işleriyle devlet işlerinin ayrılması” önerisini şu soruyla taçlandırmıştır: “din demiyorsak niye ulus diyelim ki?” 7

Sorunun yanıtı bellidir. Dünya kapitalizminin bugünkü yapılanmasında sınıf mücadelesinin birimleri dini cemaatlerde değil, ulus çatısı altındadır. Uluslararası kapitalizm dinlerin değil ulusların toplamıdır. Kapitalist devlet dini cemaatin bir kesimi tarafından değil, ulusun bir sınıfı tarafından yönetilmektedir.

Ama eğer insanlığı sınıfsız topluma taşıyacak olan özne olarak artık işçi sınıfı görülmüyorsa başka kurgular yapılabilir. Ancak işçi sınıfının tarihsel misyonunun yadsınması marksizm açısından bir diğer sınır çizgisidir. Demir Küçükaydın’ın, iki yıl önce yayınlanan yazısının final cümlesinin izinden yola devam edip etmediğini bilmiyorum. Bu cümleyi de aktarıyorum: “Enternasyonalizm, belki ‘bütün ülkelerin işçileri’ni birleştirebilir de ama ‘yeryüzünün bütün ezilenlerini’ birleştiremez” 8

Bu final, yazarının “kurtuluşun öznesi” olarak işçilerin yerine ezilenleri geçirdiğini anlatıyor. Tüm ezilenlerin birleşmesi için reel sosyalizmin sunduğu bir model vardı. Merkezinde işçi sınıfının, iktidarında komünist önderliğin bulunduğu ve çevresi “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”, “ulusal kurtuluş mücadeleleriyle dayanışma”, “emperyalist militarizme karşı barış”, “kadının kurtuluşu” gibi öğelerle bezenmiş bir modeldi bu. İşçi sınıfı hareketi, yeni sol farkına varamasa da, bir dönem yeryüzünün ezilenlerini birleştirecek büyük bir motivasyon jeneratörü olarak işlev görüyordu. Sosyalist hareket bu modelin dışında bir başkasını geliştirmiş değil. Ama başkaları geliştirdi: Ulusal bütünlüklerin bir mücadele birimi olarak tanınmadığı, işçi sınıfının merkeze oturtulmadığı bir başka model liberalizme ait ve Washington’da yapılan vaftiz töreninde adı “globalizm” konuldu. Ancak sol liberalizm ya da sol globalizmin yeryüzünün herhangi iki ezilenini birleştirebildiğine henüz tanık olunmadı…

Dipnotlar

  1. Küçükaydın Demir; “Enternasyonalizmin Sonu” Sosyalizmin Sorunları kitap dizisi- 2, Belge Uluslararası yay. İstanbul Haziran 1995, s. 87
  2. agm, s.81
  3. agm, s.85
  4. agm; ss.85-86
  5. “Bir köy halkı bile, ulus olduğunu ilan edip, kendi parlamentosunu seçip ayrılabilir”; agm; s.91
  6. agm; s.90
  7. agm; s.94
  8. agm; s.97