Bir Leninizm Hatırlatması

“Sosyal demokratların Lenin’in egemenliğinden acı acı yakındığı günlerde eski arkadaşı Kırizhanovski dayanamadı artık, Fiyodr Dan’dan sordu: ‘Siz böyle diyorsunuz ama, dedi nasıl oluyor da tek bir adam koca bir partiyi batırıyor da, hepiniz buna ellerinizi bağlayıp seyirci kalıyorsunuz’

Dan’ın karşılığı şu: ‘Günün yirmi dört saatinde Devrimle uğraşan Devrimden başka bir şey düşünmeyen, yatağına yattığı zaman bile düşünde Devrim gören başka kimse yok da ondan!

Böyle adamla başa çıkılır mı?” 1

Bir zamanlar alıntılar vardı

Türkiye solunda 1970’li yıllar, marksist-leninist külliyatın sanıyorum en fazla referans gösterildiği dönem olmuştur. Ancak bu genel tutumun, uluslararası teorik birikimin ülkemizde derinlikli karşılıklarının oluştuğu yolunda anlaşılması doğru olmaz. Derinlikten ziyade, daha yüzeysel olarak ustaları tanıklığa çağırmak, bir mihenk noktası aramaktan söz edilmesi yerinde olur. Solun farklı kesimleri güncel pozisyonlarını evrensel atıflarla gerekçelendirmeye ve meşrulaştırmaya eğilimli, hatta bu noktada oldukça ısrarlı olmuşlardır. Bu tutumun uç biçimi, kendisini alıntıcılık olarak dışa vurmuştur.

1980 sonrasında ise bu ısrarın ciddi ölçüde aşınmaya başladığı görülür. Ama asıl darbeyi temel referans kaynaklarındaki sarsıntılar gündeme getirdi. Elbette en fazla Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) önderliğinin giriştiği reformların, Glasnost ve Perestroyka başlıkları altında giderek pratik ve teorik bir tasfiyeciliğe dönüşmesiyle…

Ancak sadece geleneksel sol için değil, benzeri sarsıntıların uluslararası hareketin diğer belli başlı odakları için de yaşandığı kaydedilmelidir. Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) emperyalizm ile siyasal yakınsamasını, uluslararası sermayeye, ardından piyasa ekonomisine açılarak devam ettirdi. Bir referans kaynağı olmak için en güdük örneği sunan Arnavutluk da sosyalist ülkeler cephesi sarsılırken korunaklı kalamayacaktı. İlle de bir sosyalist rejim karşılığı olması gerekmiyordu, referans kaynağı sayılmak için. Troçkist hareketler ve batılı yeni solcu akımlar, kâh Glasnost’un demokratizmi, kâh Perestroyka’nın piyasacılığıyla bir beslenme bağı kurmayı hayal ettiler. Bunlara göre, geleneksel solun tıkanması ve özeleştirisi, hatta çözülmesi yeni tür bir sosyalizmin dizginlerinden boşanacağının işaretiydi. Sonucu biliyoruz! Geleneksel solun krizi, burjuva sosyal demokrat akımları bile uçuruma çeken bir anafor yarattı.

Burada bizim için anlam taşıyan nokta, marksist teorinin referans kimliğinin yerini sözü edilen tarihsel dönemeçte, oldukça gündelikçi zihin egzersizlerinin almış olmasıdır. Daha önceki alıntıcılık gider, yerini her anlamda yenilenmecilik alır. Yenilenme dendiğinde, ister istemez, Glasnost-Perestroyka dalgasının teori alanına Yeni Düşünce pankartı ile çıktığı hatırlanmalıdır.

1980’lerin sonlarında ve ’90’ların hemen başlarında solda gündemi fazlasıyla işgal eden Yeni Düşünce adlandırması, sol siyaset veya marksizmle 1992-93 yıllarında tanışan genç kuşaklarca belki de hiç duyulmamıştır. Açıkçası o günleri yoğun okuma, tartışma, sorgulama halinde yaşayanların da geleneksel sol için utançtan ibaret bu kavramlaştırmayı hatırlamakta zorlanacaklarını düşünüyorum. Acaba sosyalizmin bütün tarihinde, gerisinde bu denli silik izler bırakan bu kadar geniş ölçekli bir akım olmuş mudur? Sanmıyorum…

Yeni Düşünce iz bırakmadan silindi gitti, ama teorik referans ısrarını da ağır biçimde hırpaladı. 2 Bugün Türkiye solunun ortalama profili, gündelikçidir. Bu açıdan Türkiye’nin dünya solunda bir istisna oluşturduğunu zannetmiyorum. Gündelikçilik, bunu paylaşmayan komünist hareketimizin önüne çok kritik bir görev dikiyor; daha doğrusu her daim varlığını koruyan bir görevi acil kılıyor: Teorinin ortalama solcu için göreli önemi arttırılmalıdır. Üstelik bu itibar iadesi, eski tip alıntıcılık ile herhangi bir benzerlik de göstermemelidir. Eski tip alıntıcılığın yenilenmeci operasyon karşısında yaşadığı çöküş kalıcı oldu; bırakalım kalıcı olsun. Marksizmin kaba alıntıcılara yardım eli uzatma görevi asla yoktur.

Solun ortalama profilinin gündelikçi olduğu belirlemesi okura yabancı gelmiş olabilir mi?

İkna etmek için, bugün sol yayıncılığa bakıldığında, taş çatlasa üç teorik odağın göze çarptığını hatırlatabilirim. Biri, okumakta olduğunuz yayındır. Ancak Gelenek‘in de 1990’larda, yaratıcılığı ve teorik kimliği değilse bile, periyodunda somutlanan bir bozulma yaşadığı açıktır. Henüz bir yılı bulmayan bir süredir, bu zayıflamanın telafisi için hamle yapılabiliyor. Bu noktada hiçbir Gelenekçi’nin gerçek mazeretlere topu atmaya hakkı bulunmuyor. Elbette “başka işlerimiz çok yoğundu”… Ama burada zaten teori alanına verilen göreli önemin yaşadığı değişimden ve göreli gerilemelerin sakıncalarından söz etmiyor muyuz?

Diğer iki odaktan biri Maocu İP, diğeri liberal Birikim olarak gözümün önüne geliyor. Her ikisinin bugünkü durumlarının teorik ağırlığını tartmak için basit arşiv taramaları önerebilirim. Bugünkü Teori dergisinin aynı hareketin eski yayınlarıyla teorik yoğunluk açısından karşılaştırılabilir yanı bulunmuyor. Aynı şey Birikim için de geçerlidir, üstelik Birikimci’lerin başka işler mazeretleri de söz konusu değildir! Ancak kimin ne ürettiğinden daha fazla önem taşıyan, solda ortaya çıkan boşluğu hisseden bir alıcı kitlenin kendini hissettirmiyor olmasıdır.

Alıntıcılık bitmiştir. Yenilenmeci arayışlar, burjuva demokratizmine ve neoliberalizme indirgenmiştir. Türkiye solunun pratik açılımları ise, bunlarla ters orantılı olarak, zenginleşmiştir. Solda teorik ilginin geri çekilmesine karşılık uzun bir pratik denemeler listesi yapılabilmektedir. Bu pratik denemeler, geçmişten farklı olarak kendilerine usta veya kardeş parti aramamaktadır! Alıntıcılığa geri dönmeyeceğiz, başka yerlerde rehber de aramayacağız. Tek çıkış yolu, komünist çizginin, güncel siyaseti marksist-leninist teorik birikimle test etme çabasında ilkeli ve üretken bir performans sergilemesidir.

Bu noktada, bahsi geçen ihtiyaç karşısında leninizmin özel bir donanım sağladığını hemen söyleyeyim. İsterseniz leninist çerçevenin açtığı ufuklara dair bir söyleşiden ibaret sayabileceğiniz bu yazının ilk belirlemesini yapmış olalım ve yeniden altını çizelim: Solda, 12 Eylül yenilgisi, sosyalist ülkeler yenilgisi ve burjuva liberalizminin kuşatması üst üste bindiğinde taşlar o denli yerlerinden oynamıştır ki, bugün komünist bir siyasal pratik kendisini ille de teoriye referansla test etmekte hassas ve öz disiplinli davranmalıdır.

Teorisiz pratik, dayanılmaz hafiflik

1990’larda Türkiye solunda başvurulmayan alternatif, denenmeyen yol kaldı mı? Aklın zor alacağı sayıda deneme yapılmıştır, geride bıraktığımız on yıl boyunca. Öncesinde sol harita ne kadar yalınmış meğer! Geleneksel sol, devrimci demokrasi ve yeni sol kavramları uzunca bir süre açıklayıcı ve kapsayıcı bir tasnif için yeterli olmuşlardı.

Neler mi denendi?

Bugünkü Türkiye Komünist Partisi (TKP), Gelenek-STP-SİP ile leninizmin gerek siyasal iktidar perspektifi, gerek işçi sınıfının öncü partisi modeli açısından bir geleneksel yol ısrarını temsil etmiştir. Bizim hattımızı, burada hiç tevazu göstermeden teorisiz pratik ya da dayanılmaz hafiflik kategorisinin dışına yerleştiriyorum.

Devrimci demokrasi, kent yoksulları hareketlenmesini esas alan plebyen, radikal kollar açığa çıkarttı. Gazi direnişinde doruğa çıkan bu yönelimi birkaç hareket paylaşıyordu. Ama devrimci demokrasinin bazı kesimleri de süratle yeni sol, yeni-liberal eğilimlerin belirleyiciliği altına girdiler. Devrimci Yol (DY) bunun has temsilcisi oldu.

Başka varyantlar, benzer kaynaklardan çıkıp işçici oluverdiler. Köy kökenlilikte başa oynayanların sendikalist olmaları da bizim ülkemize özgü bir şaka sayılabilir…

Elbette devrimci demokrasi Kürt dinamiğinin çekim gücünü de yer yer iliklerine kadar hissetti.

Yeni sol, liberalizmin, önüne sol sıfatı konamayacak uç yorumlarına kadar giderken, 1990’ların başlarında tabancı ve ihtilalci eğilimler de çıkartmıştı. Troçkist kimi damarların, hiç olmazsa bir dönem görüntüleri bu yöndeydi.

Geleneksel solun diğer kesimleri, liberal korolara ses katarak solu [örneğin TBKP’nin likide edilmesi için uğraş veren bir bölük kadro ve kimi eski troçkistler, Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi’ne (YDH) binerek] topluca terk ediyor, kimileri toplumsal muhalefet dinamikleri adı altında girişimlere kalkışıyordu. ÖDP içindeki geleneksel sol kökenli kadro öbeklerinin önemli bir kısmı böyle bir dönüşüm yaşadı. Bu hengâme içinde toplumsal muhalefet hareketlerinin parti olmayan partisi içerisinde geleneksel solu olduğu gibi muhafaza etmeyi tasarlayanlar, bu platform oluşumundan işçi sınıfının öncü partisini üretmeyi amaçlayanlar olduğu gibi, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) gibi kendi dar ölçeklerinde “biz hiç değişmedik” diyenler de oldu.

Yukarıda, ülkede teorik odak arandığında, biraz zorlayarak adı telaffuz edilen PDA-İP geleneğinin, 1980’lerin ortalarında dincilerle demokratça ilişkilerde ve sivil toplum jargonunda dışa vurulan liberal eğilimi, bir ara Gorbaçovculuğu, sonra sendikalizmi bu arada Kürt dalgasının batıda temsilciliğini (!) açmayı, ardından üçüncü dünyacı-maoist standartları en sonu has kemalizmi denediğini, 11 Eylül sonrasında islam ile barışma eğilimi gösterdiğini bir film şeridi gibi geçirin gözlerinizin önünden…

Bu manzara, solun söz konusu dönem boyunca çeşitli olasılıkların has örneklerini ürettiğini anlatıyor. Öyle ki, solun farklı kesimleri üzerinde liberalizmin, kemalizmin, Kürt dinamiğinin sendikalizmin vs. etkisinin görüldüğünü söylemek yetersiz kalmaktadır. Türkiye solunda bu dışsal kaynaklardan etkilenmiş varyantlardan değil, düpedüz liberal soldan, kemalist soldan, Kürt sempatizanı soldan, sendikalist soldan söz edilmelidir.

Siyasal tartışmaların masa başında başlayıp bitmesi mümkün değil. Bir tartışmanın mutlaka güncel somut karşılıklara göre, yani pratik boyutlarıyla da yürümesi gerekir ve dahası, sağlıklı olan da budur. Bizde, tartışmalarda yükün çok büyük bir kısmının pratiğin sırtına vurulduğunu söyleyebiliriz. Solda yalnızca farklı tezler dile getirilmiş, yazılmış, polemikler yapılmış değildir. Aynı zamanda farklı pratikler de örülmüş, bunlar arasında siyasal bir rekabet yaşanmıştır. Genel olarak da yazılı tartışma, pratik ürünlerin rekabetine göre çok daha az önem taşımıştır.

Pratik ürünlerin rekabetinin daha fazla rağbet görmesi, teoriye ayrılan enerjinin sınırlılığına işaret eder. Ama çok daha açık seçik bir gösterge, bu denli has pratiğin ortaya çıkmış olmasıdır. O kadar ki, bir enerji israfından kesinlikle söz edilebilecektir! Davranışlarını teori ile test etme kültürü olan bir sol hareketin bu enerji israfına mahkûm olmayacağını düşünmeliyiz. Türkiye solunda gerçekten, hakkında karar verilebilmesi için pratiğe dökülmesi hiç gerekmeyen görüşler üretilmiş ve beyhude pratikler sergilenmiştir.

Ancak teorik geleneklerin düzeyi verilidir ve olsa olsa istikrarlı bir üretkenlik sonucunda orta vadede, yeni kadro kuşakları yetiştikçe manzara değişebilir. O halde şu an için yapacak fazla bir şey yoktur; ve bize, pratiklerin tokuşturuluyor olmasına, bu yöntem sonuç vereceği için sevinmek kalacaktır!

Bu denemelerin büyük çoğunluğunun iç teorik örgülerinin pek zayıf olduğunu ekleyeceğim. DY’nin dilinde 21. yüzyıl sosyalizmi vardır, ama bu söylemin arka planında anti sovyetizmden başka bir şeye rast gelemezsiniz! Aslında 21. yüzyıl sosyalizmi sözcükleri, teorik bir akıl yürütme ile yargılanabilir olmaktan çok uzak bir toplumsal söylemdir. Anti sovyetizm de sol içi bir tartışmadan zi yönelik ilgisi ise hayati herhangi bir değeri olmayan türden boş vakit sohbetleriyle eyade, toplumsal ideolojik seslenme açısından işlev görmektedir. Ancak toplumun bu tartışmaya yönelik ilgisi ise hayati herhangi bir değeri olmayan türden boş vakit sohbetleriyle eşdeğerdir. Dolayısıyla teori alanındaki zafiyetin karşılığında başka bir alanda ikramiye kazanılması da söz konusu olmamıştır.

Bir üst bölümü kapatırken yazdığım teorik hassasiyet ya da öz disiplin vurgusunu, yine yeri gelmiş olsa da tekrarlamayacağım. Bu noktada, karşımızdaki tablonun leninist-komünist hareket için de bir tuzak içerdiğinin altını çizeceğim. Alternatifleriniz ile, teorinin oyun kurallarının kabul edildiği ve itibar gördüğü bir sahada mücadele edemiyor olmak, tarafların tamamı için teorik yoksullaşma ya da teorinin gereksizleşmesi yönünde bir basınç yaratacaktır. İşin daha tehlikelisi, bu basınca karşı herhangi bir maddi/nesnel direnç kaynağı bulunmamaktadır. Direnç, öznenin öz kaynaklarından türetilebilirse türetilecektir!

Gündelikçilik savurur. Başıboş demir tarayan bir tekne olmamanın yollarından biri, hele iradeci eylemi özel önem taşıyan sol için konuşuyorsak, teoriden geçer. Buna karşılık, teori de bağımsız bir faktör değildir. Teorinin suya yazılmış yazı olarak yok olmaması, için kimi ek kriterler olmalıdır. Ben bugün leninizmin başka akımlara oranla özel avantajlarla donanmış olduğunu düşünüyorum.

Leninizm ve evrensellik

Lenin’in önderlik ettiği bolşevik hareketin dünya işçi sınıfı hareketinin ve komünizmin tarihinde kapladığı alan hep tartışılmıştır. Lenin’i Marx ve Engels’in toptan karşısına koyan ve iktidar perspektifi dendiğinde, aklına darbecilik gelen yorumları bir kenara bırakalım. Bunlar, burjuva demokrasisinin bir gün kitleleri ikna etme şansını kendilerine tanıması için dua edebilirler. Leninizmin bununla bir ilintisi bulunmuyor. Leninizm önce, burjuva demokrasisine güvensizliktir. Lenin’in, her şeyde olduğu gibi demokrasi kategorisini de sınıfsal içeriğine göre tartmaya çağıran ünlü ilkesi unutulmamalıdır. Buna göre genel ve soyut bir demokrasi tartışması reddedilir. Ama eğer devrimci sürecin önünde bir burjuva demokratik dönemin kaçınılmaz olduğu varsayılıyorsa, Lenin bu varsayıma ancak demokrasinin burjuvaziden kopması ve söz konusu dönemin sosyalizme açılması açısından olumlu yaklaşmıştır. Öyle ki, 1917 Şubat Devrimi’nin herhangi bir istikrarlı rejim doğurmamasına, en açıklayıcı kavramın ikili iktidar olmasına karşın, Lenin o günleri burjuva demokratik aşamadan kurtuluş olarak selamlamıştı. Nisan Tezleri’ne bile gelmeden, daha Petrograd Garı’na inmeden, Uzaktan Mektuplar‘da bolşevik partiye Şubat’ı desteklemek yerine aşma yolunu gösterir:

“Oktobristlerin Kadetlerin, Guçkov ve Milyukovların hükümeti, samimi olarak istese bile (ama yalnızca çocuklar Guçkov ve Lvov’un samimi olduklarını düşünebilir) halka ekmek, barış veya özgürlük veremez.

Barış veremez, çünkü bir savaş hükümetidir (…)

Ekmek veremez, çünkü bir burjuva hükümetidir. En iyisinden, Almanya’nın yaptığı gibi ‘başarıyla organize edilmiş açlık’ verebilir. Ama halk açlığı kabul etmeyecektir…

Özgürlük veremez, çünkü bu, halktan korkan ve şimdiden Romanov hanedanıyla pazarlığa başlayan bir toprak sahibi ve kapitalist hükümetidir.” 3

Lenin’in burjuva demokrasisine beslediği bu güvensizliğin kaynağında yalnızca geri kalmış Rus toprağını görmek doğru ya da yeterli olur mu? Kuşkusuz Rus burjuvazisinin aristokratik devlete, eski düzene, Fransız Devrimi’nin tabiriyle ancien régime’e dayanması yeterli güvensizlik ortamını temin etmiştir. Genel hatlarıyla Rus demokratik devrimcileri, karşılarında temsil etmeye soyunacakları, umut bağlayacakları, yaslanacakları bir burjuva sınıfı bulamamışlar, burjuvalar da böyle riskli yönelimlere kalkışmayı fazla düşünmemişlerdir. Burjuva devrimine duyulan yakıcı ihtiyaç ve devrimci burjuvazinin varolmaması, Rus devrim tarihinin temel düğümüdür. Böyle bir burjuvaziye elbette güvenilmez.

Ama leninist güvensizlik Rusya ile sınırlı değil ki! Lenin uluslararası sosyal demokrat hareketi tasnif etmekten geri durmamıştır. Rus toprağında üretilen devrimci siyaset tanımının evrensel uzanımları olduğu, Lenin’in yaklaşımlarında içkindir. Bu yaklaşım Lenin’in II. Enternasyonal merkezciliği ve revizyonizminden koparken gönlünün oldukça rahat olmasını sağlamıştır.

Leninist sistematiği belli zaman ve mekan verileri içerisinde doğru devrimci örnek saymak, yani onun tikel olduğunu öne sürmek, aynı zamanda leninizme yönelik inkarcılığın da örtülü biçimini oluşturur. Bu üslup, leninist katkıyı, kendi toplumsal koşullarında kendine özgü bir devrimci eylemde bulunan ve uluslararası alanda coşku, motivasyon, dayanışma gibi unsurları canlandıran bir pratik olarak görmeye dayanır. Peki leninizmi yerel ve tikel ilan ettiğinizde ne yapılmış olur?

Bir; geri ülkede devrim olgusuna emperyalist zincirin zayıf halkası odağından değil, istisnai ve rastlantısal bir durum olarak, hatta yerine göre, bir talihsizlik veya sapma olarak bakılır. 4

İki; burjuva demokrasisinin, proleter devrimi ve proletarya diktatörlüğü karşısında nötr, tarafsız değil, bunların karşıtı olduğu yaklaşımı Rusya’ya özgü sayılır. Batının has burjuva demokrasilerine, hep işçi sınıfının sahip çıkacağı boyutları arayan gözlerle bakılır. Bu yaklaşım solu, ileri kapitalizm söz konusu olduğunda savunmacı bir konuma çeker, iktidar perspektifine yabancılaştırır.

Üç; devrimi gerçekleştiren örgütlülüğün modern kapitalist toplumların sınıf mücadeleleri alanına uygun düşmediği, çok daha arkaik olduğu ve olsa olsa doğu despotizmlerinde geçerlilik taşıyabileceği söylenir.

Ekim Devrimi’nin erken ve zamansız, işçi sınıfına mal edilemeyecek yöntemlerle ve ileri toplumlarda geçerliliği olmayan hedeflerle yapıldığını düşünenlerin, aslında tikel ve yerel olarak Ekim’e değer atfetmeleri bir sahtekârlıktır. Elbette Ekim Devrimi’ne mesafeli duran bütün eğilimlerin böyle bir sahtekârlıkla malul olduklarını söylemek yakışıksız olacaktır. Ama -aklıma geldiği gibi söyleyeyim- Bulgar veya Vietnam devrimlerinin evrenselleştirilmesi güç özgünlük düzeyiyle Rus Devrimi’ne bakmak, sahtekâr değilse de çok saf olmayı gerektirir!

Leninist katkı denen bir düzlemi, elbette Ekim Devrimi’ne ve Sovyetler Birliği’ne borçluyuz. Bu tarihsel başarıların olmadığı noktada, Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin, marksist bir siyasetçi ve tartışmacı olarak kategorize edilir, muhtemelen bu kategorizasyonda da sınıfa güvenmeyerek Blankizme/Bakuninciliğe meyleden bir kulvarda resmedilirdi. Lenin’in Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi’nden başlayıp Ne Yapmalı?‘dan geçip Devlet ve Devrim‘e gelen büyük eseri Ekim 1917’ye kadar, eninde sonunda bir tezdi. Katkı olduğunun kabul edildiği anı ise, Komintern’in kuruluşu temsil eder. Doğası gereği, siyasal teori -ya da siyasal mücadelelerin teorisi- masa başında ve kağıt üzerinde tescil edilemez. Siyasal mücadeleye yön verme iddiasındaki teorik çabaların yalnızca takdir edilmeyi değil, tarihin tescilini murat ettikleri kesindir.

Durum böyledir, ama teori yine de teoridir ve kendi kriterlerine sahip olduğu için siyasal pratikten, yukarıda Türkiye solu için eleştirdiğim sığ açılımlardan farklıdır. Lenin’in teorisinde kendine özgü kriter arandığında bir teorik kavramdan ziyade teorik metodolojiyi ifade eden eşitsiz gelişme yasası ile karşılaşılır.

Bir parantez: Eşitsiz ve bileşik gelişme yasası kavramlaştırmasının çağrıştırdığı olgu, kapitalizmin toplumsal süreçlerin tamamını ve her boyutunu eşdeğer bir ivmeyle geliştirmediği, kimilerinin öne çıkarken bazılarının geri kaldığı ve ileri ile gerinin birbirlerinin varlık nedeni olabilecek ölçüde iç içe geçtikleridir. Bu kavramlaştırma yerinde olmakla birlikte, eşitsiz gelişmeden daha sınırlı olarak, kapitalizmin sosyo-ekonomik analizi çerçevesinde başvurulmaya elverişlidir.

Eşitsiz gelişme yasasını metodolojik düzeye yükselten, bu kavramın sunduğu açının, ideolojiden örgüte, devrimin dinamiklerinden kültürel oluşumlara kadar oldukça geniş bir alanda sağladığı ufuktur. Örneğin leninist örgüt teorisinde işçi sınıfına önderlik temel halkalardan biridir. Önderlik, işçi sınıfının iç kompozisyonundaki eşitsizlikler ile anlam kazanır. Kapitalizm kitleleri türdeş niteliğe kanalize edecek bir maddi eşitlenme yaratmaz. Leninist parti sınıfın en ileri/öncü unsurlarını burjuva ideolojisinin kuşatmasına karşı korumaya alan, kapitalizmin eşitsizleştiren, yani bölen etkisini tersine çeviren bir mekanizmadır.

Ya da, kapitalizmin gecikmişliği ve burjuvazinin az gelişmişliği, devrimci dönüşümleri sahipsiz bırakıyorsa, yani ortada maddi bir gerçeklik olarak kapitalizm ile ona denk gelen sınıf olarak burjuvazi arasında bir eşitsizlik varsa, işçi sınıfı bu boş alanı temellük edebilir ve bu eylemiyle yepyeni bir enerji açığa çıkartabilir.

Eşitsiz gelişme yasası kavramlaştırması, Rusya’nın geri kalmışlığının, Rusya’nın devrime gebeliği biçiminde okunmasını sağlamaktadır. İşçi sınıfının bölünmüşlüğü ve kuşatılmışlığından, sınıfın ileri örgütlü çekirdeğinin misyonunun arttığı sonucu bu sayede çıkabilmektedir. Emperyalizmin kapitalizmin bir üst aşaması olması ile mutlak bir çürüme anlamına gelmesi birbirini reddeden iki alternatif değil, aynı olgunun temel nitelikleri olmaktadır.

Kuşkusuz marksist diyalektik eşitsiz gelişme yasasını içerir. Bu anlamda yepyeni bir felsefe ya da başlı başına bir düşünsel sistemden söz edilemez. Ancak eşitsiz gelişme yasasının siyaset teorisinde zengin olarak kullanıma girebilmesi için, burjuva devrim çağının tıkandığının açıklık kazanması gerekirdi. Burjuva devriminin en parlak ürünlerini verdiği kapitalizmin merkez coğrafyası, bu açıdan ideolojik/geleneksel engeller barındırıyordu. Burjuva devrimi iktidarını olgunlaştırmış ve işçi sınıfı üzerinde kurumsal bir tahakküm tesis etmişti, buna paralel olarak burjuvazi devrimci ideolojisini terk etmiş ve gericiliğin her türüyle barışmaya ya da bunları yeniden üretmeye yönelmişti. Bu tablo, devrimin yükseldiği, proletaryanın burjuva devrimi içinde siyasallaştığı, özgürlük ütopyasıyla kendini bulduğu, mücadele içinde kimliğini geliştirdiği evreden farklıdır. Burjuva devrimiyle aynı yönde ve onunla birlikte ilerleyen proleter devrim yerine, burjuvazinin karşı devrimcileşmesiyle boşalan alana akan bir proleter devrim… Burjuva devriminin yarattığı dalgaların üzerinde adım adım yükselen değil, geri çekilen dalgaların boş bıraktığı sahili ani hamleyle fetheden bir strateji.

Bu dönem farklılaşmasının ve eşitsiz gelişme metodolojisinin siyasal teoride daha rahat öne sürülebilir olmasının somut karşılıkları var. Sosyal demokrasinin ekonomik mücadeleye ve sendikalara bakışı, işçi sınıfının bilincinin gelişimi çerçevesinde evrimcidir. Bolşevizmin yaklaşımında ekonomik mücadelenin, mutlaklaştırıldığı ölçüde yükselen bir merdivenin basamağı değil, burjuva hegemonyasını kabullenen bir sapma, trade-unionism ya da ekonomizm anlamına geleceği vardır.

Bir tarafta parlamenter beklentiler diğerinde parlamenter alanı, ancak istismar edilecek bir imkan sayan güvensizlik vardır.

Bir tarafta, geri kalmış ulusların kapitalizm tarafından ileri çekilmesi ve süreç içerisinde bu halkların ya gelişkin uluslara entegre olarak ya da kendi iç olgunlaşmaları sonucu modern sınıf mücadelesiyle tanışmaları beklenir. Leninist öneri geri kalmış uluslar ile işçi sınıfı arasında ittifak kurmaktır.

Benzer bir diğer örnek köylülükle ilgili olarak verilebilir: Sanayi öncesi bir kategori olarak köylülük, tarımın kapitalistleşmesiyle doğrudan ve en yalın biçimiyle tarım burjuvazisi ile tarım proletaryasına dönüşecek ve sosyalist strateji bu beklenti üzerine mi kurulacaktır; yoksa mülksüz veya küçük mülk sahibi, ama genel olarak yoksul köylülüğün bütünü -geleceğe ertelemeksizin- müttefik olarak mı görülecektir?

Kapitalizmin tekelleşme süreci mantıksal sonuçlara doğrusal bir hat üzerinde ilerleyecek ve nihai olarak bir dünya tekeli ve bir dünya devletinin şekillenmesiyle, sosyalist/proleter devrime gerek kalmayacak mıdır; yoksa tekelleşme sürecinin oluşturduğu zemin üzerinde büyüyen gerilimler, savaşlar, krizleri tetikleyecek ve proletarya bu krizlerden sosyalist devrimiyle çıkabilecek midir?

Bir dizi başlığa uzatılabilen bu örneklerde bir iç tutarlılık var. İç tutarlılığın teorik zemininde eşitsiz gelişme yasası büyük fonksiyon üstleniyor. Leninizmin katkılarını yerel ve tikel saymak, leninist iddianın ayrılmaz bir öğesini reddetmek olmaz mı? Söz konusu katkıları olumlamak, ama geçen yüzyılın başlarına ve Rusya’ya hapsetmek, zaten eşitsiz gelişme yasası ile ilgili metodolojik iddianın reddi olacaktır.

İç tutarlılığın diğer öğesi, kuşkusuz yine iktidar perspektifidir. Leninist vurgu, çarenin mutlaka ve mutlaka siyasal iktidarın ele geçirilmesinden geçtiğine yapılmaktadır. Dolayısıyla başka ara yolları tartışmadan, ön birikimler, aşamalar tarif etmeden, devrime giden en kısa yol araştırılır. Siyasal iktidar son derece aydınlatıcı bir kriter, bir kerteriz noktasıdır. Bu duyu, evrenselleştirilmeye bütünüyle elverişlidir. Dünyamızda herhangi bir zaman ve mekanda, siyasal iktidarın ele geçirilmesinden daha öncelikli görevlerden, sosyalizm adına söz edilmesi mümkün müdür? Bunun mümkün olduğu her örneğin, devrimden kaçışı ve kapitalizmin aklanışını temsil ettiği kesindir.

Ve son bir vurgu olarak, eşitsiz gelişme ve iktidar perspektifinin bu tarz bir sistematikle ortaya çıkmalarını, Lenin’in çok önemsediği özne/örgüt boyutuna borçlu olduğumuzu söylemeliyiz. Lenin için söylenen “devrimden başka şey düşünmeyen adam” leninist örgütün, işçi sınıfının öncü partisinin ta kendisidir. Ya da parti, işte böyle olmalıdır.

Leninizm ve toplumsallaşma

Elbette ne leninizm dışı yolların toplumsallaşma yetileri kısıtlı olması kuraldır, ne de leninizmin toplumsallaşma gücü yasa hükmüdür. Burada verili zaman ve yerde leninistlerin siyasal üretim ve faaliyetlerine bakmak durumundayız. Eninde sonunda sahip olunan kimliğin genel olarak yol gösterici olmasının ötesinde, siyasal mücadelenin bizzat kendisi sonucu belirleyecektir. Siyasette kimsenin elinde lehte veya aleyhte garanti belgesi yoktur.

Bu açıdan bakıldığında, karşımıza birden fazla leninizm çıkar… Öyle değil mi? Rus bolşevikleri ile III. Enternasyonal’e katılan bütün partileri aynı kefeye koymak mümkün mü? Ama leninizm Komintern geleneğinin temel çerçevesidir.

Bu leninist kanalın içerisinden, sonraları tasfiyecilerin de çıktığını biliyoruz. Üstelik içinde herhangi bir noktadan da değil, tepesinden çıktılar!

Öte taraftan komünizme, dolambaçlı bir yoldan gelen gerillacı kökenli Castro hareketi, leninizmi bir kez keşfettikten sonra içselleştirmekte son derece başarılı olabilmiştir.

Aynı gelenek, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Yunan partisinin devrimci denemesine, yanı başındaki Yugoslavya’nın geleneği terk etmesine, Fransa ve İtalya partilerinin ise iktidardan kaçmalarına sahne olmamış mıdır?

Yine, kuşkusuz geleneği paylaşan kardeşlerinden bir kısmına, Komintern’in kurucu partisi Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) hiç de güvenerek bakmamıştır. Daha “SolKomünizm ile bizzat Lenin, batılı komünist partilerin emperyalist savaşın bitimindeki devrimci krizi kaçırdıklarını hissettirmekte ve deyim yerindeyse itidal tavsiye etmektedir.

Sonradan ayrı düşmüş ve her biri farklı yönlere gitmiş olmakla birlikte Trotskiy, Buharin, Beria, Hruşov, Garbaçov, Yeltsin bir zamanlar geleneği paylaşmamışlar mıdır?

Bütün bu versiyonların kalıcı olarak değil, ama yaşamlarının belirli evrelerinde leninist platformu paylaştıkları reddedilmez. Konumuza dönersek, bu denli farklı siyasal çıktıları olabilen bir platformun bütün bileşenlerinin toplumsallaşma konusunda eşit şansa sahip olduklarını düşünemeyiz; leninizm her kapıyı açacak bir maymuncuk değildir.

Yukarıda Türkiye solunun eski alıntı merakına değinmiştim; alıntıcılık kaynaklardan maymuncuk imal etme sanatıdır! Bu maymuncuklar her kapıyı açacaklarına ilişkin yanılsamalar yaratarak, kadro birikimlerini çarçur etmekte birebirdir!

Lenin’in işçi sınıfı ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü formülünü sosyalist devrimin karşısına çıkartmak için az uğraşılmamıştır. Ne demeli, Lenin’in 45 ciltlik eserinden bunu destekleyen bir sürü alıntı yapmak mümkündür. Oysa telaffuz edildiği çok açık olan demokratik devrim aşaması Lenin’de, kapitalizmin gelişimini ve modern sınıfların olgunlaşmalarını bekleyen legal marksistler ve menşeviklerle araya çekilen ayrıştırıcı çizgidir.

Bugün Türkiye’de leninizm türevlerinde sadeleşme yaşanıyor olması son derece hayırlıdır. Elbette alıntıcılık, ağırlığı azalsa da, ayıp örtmeye yarayacağı düşünüldüğü sürece tamamen sıfırlanmaz. Örneğin leninizmin gözden kaçırılması imkansız en önde gelen unsuru, işçi sınıfına siyasal seslenme olmasına karşılık, bugün bir yandan “işçinin sağcısı solcusu olmaz” diyen, öte yandan da Lenin’den kitaplar yayınlayan bir EMEP söz konusu olabilmektedir. Ama sanıyorum, bu çizginin tabanının değilse de, tepesinin Lenin konusunda iddialı bir tartışmaya girme niyetleri olmayacaktır. 5 Aynı şekilde, “bir zamanların devrimcisi” Lenin’i, toplumsal muhalefet dinamiklerinin esin kaynakları arasına yerleştirmek isteyen kimi DY yorumcuları hayatta olabilir. Ama belli ki bu saçma bir fantezidir ve sivil toplumculuğun sol versiyonları, ilk ağızda, Lenin’le hesap kapatmak gerektiğini uzun süredir bilmektedirler. Kaldı ki, bilindiği üzere yeni slogan “21. yüzyıl sosyalizmi” herhalde Pol-Pot veya Berlinguer’i reddetmek için uydurulmuş değildir. 20. yüzyıl sosyalizmi diye bir kavramı duyan her aklı başında solcunun gözünün önünden Komintern’in enternasyonalist geleneği geçecektir. Başka örnekler de verilebilir, ama ne gerek var… Biz, leninizm zemininde geriye ne kaldığına bakabiliriz. Daha sonra da leninist platformun dışında kalanların bugünün Türkiyesi’nde toplumsallaşma imkanları olup olmadığına…

Bugün Türkiye solunda demokratik devrim-sosyalist devrim tartışması tarihsel önemini değil ama güncel yakıcılığını yitirmiş görünüyorsa, demokratik devrimciye rastlamanın oldukça zorlaşmış olmasındandır. 6 Bugün esas olarak devrimin karakteri üzerine değil, devrim gerekip gerekmediği konulu bir tartışma yürümektedir. Elbette devrimi gereksiz saymakla birlikte sözcüğün cazibesinden kopmak istemeyenler aşkta, gündelik hayatta, şeytanın gizlendiği ayrıntılarda ya da çevre kirliliğine, erkek egemenliğine karşı devrimlerden söz edebilirler! Bu lügat kirlenmesini bir yana bırakıp devrimi siyasal iktidarın ele geçirilmesi anlamında kullanacaksak, devrimin gerekliliğini savunan sol kesimlerin, bu devrimin sosyalizme geçiş anlamı da taşıdığını genel olarak varsaydıklarını görürüz. Bugün solda devrimci ile sosyalist devrimci arasında bir fark kalmamıştır.

Ancak sorunlar böylece tüketilmiş olmuyor. Zira devrim deyip, Ekim Devrimi’ne sahip çıkıp, Komintern geleneğine bağlı, Sovyet çizgisine saygılı bir tutum izleyen, parti formunu doğru bulan kesimler için başka siyasal üretim başlıkları mevcuttur. Bana kalırsa devrimcilik ve geleneğe bağlılık, ne derece önemli olursa olsun, örneğin Türkiye devriminin tarım siyasetini, sendikaların karşı tarafın kontrolüne girmiş olmasını, sosyal demokrat partilerle mesafe tayinini aydınlatmaz. Başka bir dizi başlık daha sıralanabilir; ancak hepsinden önemlisi, bugün Türkiye solunda tarımdan sendikalara, sosyal demokrasiden Kürt dinamiğine kadar uzanan güncel ve stratejik, hem teorik hem politik başlıklar hakkında kafaların boş kalmış veya eski kalıplarla doldurulmuş olmasıdır. Sosyalist devrim pankartının taşınmasında değilse de, sosyalist devrimci kimliğin yeniden üretilmesinde bu ve benzeri sorular kritik önem taşımaktadır. Solda bu tartışma konularının çektiği ilginin pek fazla olduğunu zannetmiyorum.

İlgi çeken, solun topluma yönelik müdahalelerinde gündelik propaganda, ajitasyon ve örgütlenme çalışmalarında pratik çıktıları olan başlıklardan ziyade, solun kendine ilişkin tanımlar ve formlar olmaktadır. Oysa bu ilgi sapması, hemen ve hiç duraksamaksızın liberal yenilenmecilere bırakılabilir. Yeni Düşünceciler gibi, bugünün sivil toplumcuları da, esas olarak leninist yapının eleştirisi ve reddi ile ilgileniyorlar. Bu yönelim, çağdaş kapitalizmin belli sol formları nihai olarak yenilgiye uğrattığı yargısı üzerine kurulmuş ve iyi niyetli olabilir. Ancak iyi niyet en fazla başlangıç anı için geçerlidir. Çünkü sonra çağdaş kapitalizmin sol namına ancak bazı çizgilere alan sunabileceğini kabul ederek yola devam edilmektedir. Liberalizmin vahşi ve yağmacı bir kapitalizm anlamına geldiği açıkken, bu akımla demokrasi ütopyalarını paylaşmak soldan uzaklaşmaktır. Bunlar baktıkları her nesnede komünist ve devrimci hareketlerin hayaletini görmekte, durmaksızın kendilerini soldan ayırmaya çabalamaktadırlar. İki farklı siyasi parti, YDH ve ÖDP’nin “parti olmayan parti” seslenmesinde birleşmelerini temin eden aynı hayalettir. Bu kompleksli anti komünizme sol dışı kesimlerin ilgi göstermeleri için ben bir neden bulamıyorum. Halkın konuyla ilgilenmesi için bir gerekçe var mı? Halkımız siyasete çok meraklı da aktif mücadele içine girmesini engelleyen, partilerin merkeziyetçi örgütlenme biçimleri mi? Dipten gelen dalgalar var da biz uyuyor muyuz?

Elbette YDH’nın Kürt sorununa ilişkin çağrısı, ÖDP’nin Susurluk günlerindeki aktivizmi gerçek anlamda politik içeriğe sahipti. Ancak sorun şudur ki, her ikisinin has sahipleri vardı ve ürkek adımlarla, Kürt sorununa ne vaat ettiğini söyleyemeden veya “ne o, ne bu” sloganları ile reel politik bir içeriği kitle dinamizmi haline dönüştürmenin imkanı yoktur. Geriye, liberal çağın dönen çarklarına soldan entegre olmak kalır. Eğer bu ana misyonu, fiilen yani varlıklarıyla sabote edenler mevcutsa, bunlar yenilenmecilerin garezini kazanacaklardır.

Yenilenmecilik işte böyle bir sorunla maluldür: Kapitalist düzenin devrimci altüst oluşundan ziyade, liberal/özgürlükçü yeni düzenlemelerle ilgilenen bu akım, birincisi kendi içerisiyle fazla ilgilenmek durumundadır; ikinci olarak da yenilenmeye gelmeyen dinamiklerle didişmeden edemez. YDH örneğinde, Kürt sorununun konjonktürel yakıcılığı yüksek ve solun göreli gücü geri olduğu için, didişmenin tarafı daha fazla Kürt hareketi olmuş, ancak Boyner yıldızının ömrü kısa sürdüğünden bu durum çok da berraklaşamamıştı.

ÖDP’nin ise dağılma günlerine bakarsanız, manzara gerçekten ilgi çekicidir. Birinci olarak, değişik tarafların ortak paydası, yenilenmenin kodlamasından ibaret olan çoğulculuktur. Çoğulculuk niceliğin yüksek olmasını, niceliğin yüksek olması da partinin topluma yönelik siyasal aktivitesinin güçlü olmasını çağrıştırıyor. Oysa bu çağrışım yanlış ve son derece yüzeyseldir. Çoğulculuk, tam tersine içe dönüklüktür. Birbirine benzemeyenlerin aralarındaki ilişkilerin ayarlanması inanılmaz boyutlarda bir enerji çeker. Enerjisini bu biçimde içeri akıtmaya alışan kadroların siyasallığı ise, eğer siyasetten toplumun değiştirilmesini, yönlendirilmesini anlayacaksak çok su götürür.

İkincisi; temalar ve gündem maddeleri, topluma açılmaya elverişli olmamaktan öte buna kapalıdır. Örneğin ÖDP merkezinin son dönem açıklamalarında, üzerinde oldukça düşünülmüş olması gereken ayrılık temaları telaffuz edilmektedir: Açlık grevlerini desteklemek-ölümlere engel olmak, Kürt dinamiğini desteklemek-Kürtlerle dayanışma göstermek, sola (sosyal demokratlara) düşmanca yaklaşmak, sola (sosyal demokratlara) açık olmak… ÖDP’nin kimi ayrışan kolları tartışma süreçleri tarif etmektedir… Basına yansıttıkları kadarıyla, bir grup ayrılırken, partinin yüzde kaçını temsil ettikleriyle uğraşmış, arada solda çoğulcu olmayanlara dokundurmayı ihmal etmemiştir. 7

Medyanın pompalamasından ve birlikçiliğin rüzgarından dolayı ortaya çıkan resim gerçekte olduğundan büyük görünmekte, ortada büyük bir politik aktivasyon var zannedilmektedir. Ama 1999 seçimlerinden ÖDP için benim aklımda kalan öğeler arasında iki sloganı paylaşmak istiyorum. Biri birleşik oy pusulasında partilerin yerinin belirlendiği kura çekiminin marifetidir: Evet en sola. Diğeri ise çalıntıdır: Yağma yok ÖDP var. Siyasetin en popüler, en dışa dönük aracı olması gereken sloganların, hele bir seçim döneminde, hali buysa, burada tabirin liberal anlamıyla değil, toplumsal siyasete niyetsizlik anlamında da parti olmayan partiden söz edilmelidir. 8

Bu devinimlerden toplumsallaşma çıkmıyor. Öte yandan başkalarından çıkabileceğini de zannetmiyorum. Ben, restorasyonun kazandırdığı itilimlere karşın, 1920-1930 dönemleri kemalizminin devrinin kapandığını düşünüyorum. Bugün Türkiye’de kemalizmin canlı bir siyasal kaynak olabileceği sanılmamalıdır. Esasen kemalizm güncel operasyonlara argüman servisi yapılan bir eski depodur. Hal böyleyken solun kemalist referanslarla kalkındırılmaya çalışılması abes olmaktadır. Türkiye toplumunda kemalizme saygının yitip gitmesi için herhangi bir neden görülmemektedir; ama kemalizmin resmi, soğuk, itici giysilerinden sıyrılıp halkın içine dönme olasılığı bundan daha fazla değildir.

Benzer bir çıkışsızlığın uvriyerist/sendikalist parti için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Çok fazla üzerinde durduğumuz gibi, sendikal yapının içeriden tedavisi imkansız hastalıkları var. Sendikalist partinin kaderini bu yapıya bağlamakta gösterdiği ısrar, aslında siyasetten kaçış anlamına geliyor. Bu stratejik yanlışın Nazım’ı anma komiteleriyle telafisi imkansızdır!

Sonuç yerine

Sosyalizm mücadelesindeki iç örgünün herhangi bir kesiminde aşırı ağırlık kaybının sonuçları yıkıcı olmaktadır. İç örgü, marksistler açısından evrensel teoriden başlayan, ülke özgünlüklerine, ideolojik mücadele motiflerine, somut programa, siyasal hatta, mücadele kültürüne, örgütsel ilkelere, örgütsel pratiğe ve örgütsel işleyişe uzanan hiyerarşik bir dizgedir. Hiyerarşik bir dizge olduğu için, bağımsız ve mutlak başlıklar dizgenin alt ve en somut satırlarına inildikçe azalacaktır. Hiyerarşinin aşağısı giderek daha fazla bağımlı değişkenlerle doludur. Teori departmanında boşluğu olan bir siyasal hareketin, refleksif olarak, bu açığını başka katlara eğilerek kapatmayı tercih ettiğine çok sık rastlanmıştır. Oysa söz konusu iç örgüde asla dört dörtlük bir sonuç alınamayacağı bilinse de mükemmele ulaşma uğraşından vazgeçilmesi kabul edilemez. Mükemmeliyetçilikten taviz verildiği anda, burjuva siyaseti ve burjuva ahlakı (yoksa ahlaksızlığı mı demeli) zayıf noktalardan sızmaya başlıyor.

Türkiye solu içine girdiğimiz konjonktürde burjuvaziyle daha doğrudan yüz yüze gelmeye hazırlanıyor. Sol, harcadığı emeğin sınıf mücadelesi olduğunu açıkça hissedeceği bir evreye giriyor. Teorik gelenekleri netameli olan ülkemizde siyaset, büyüdükçe, olağanın ötesinde pratiğin ve pragmatizmin güdümüne girer.

Leninizm, ama alıntıcı, uydurma türleriyle değil; teorik gücüyle leninizmin bugün güncellenmesi gerek. Yanlışlara karşı sigorta olsun diye değil, menşevik rakibinin itiraf ettiği gibi, leninizmin yaratıcı enerjisi devrimi düşlemekten kaynaklandığı için… Bugün Türkiye’de ve solda devrimi düşlemenin tam zamanı olduğu için…

Dipnotlar

  1. WILSON Edmund, Lenin Petrograd’da, çev. Can Yücel, Ağaoğlu Yay., İstanbul, Nisan 1967, s.443.
  2. Burada, bir görüşün kendisini marksist klasiklerden alıntılarla destekleme çabasından söz ediyorum. Solda bunun eskiye oranla pek önemsiz hale geldigini görüyoruz. Ama bir baska alıntıcılık devam ediyor. Bazı yayın organları var; bunlar bizim yayınlarimizdan alınti yapmakta büyük bir yaratıcılık sergiliyorlar. Geçenlerde gördüm ki Gelenek’te Türkiye kapitalizminin bağımsız ve antiemperyalist oldugunu söylemişiz. Zaten askerleri antiemperyalist sayıyormuşuz. Sonra emek-sermaye çelişkisinin devrimlere kaynaklık edemeyecegini de savunmuşuz… Bütün bunlar “alintilaniyor”. Ben göremedim ama yoldaşlarım aktardı bir başka derginin keskin gözlerine yakalanmışım: Meğer ben Mustafa Suphi’lerin öldürülmelerini olumluyormuşum. Vallahi bunu da yazmışlar! Elbette ve üstelik alıntılara dayanarak!Bu anlamda alıntıcılık elbette devam ediyor. Burjuva ahlakını ve siyaset anlayışını solun içinde yeniden üreterek…
  3. LENIN V.I., “Letters from afair. First letter. The first stage of the first revolution” (Uzaktan Mektuplar. Birinci mektup. Birinci devrimin birinci aşaması / Mart 1917) Between the Two Revolutions, Progress Publishers, Moskova 1976, s.20-21.
  4. 1980’lerin sonlarinda Glasnost’un rüzgarı Karadeniz’i geçip bizim ülkemiz soluna ulaştığında sol aydınlar arasında bir “esneme” modası türemişti. Stalin’i pek hızlı harcayanlar tarih içinde geriye doğru yolculuklarında bir nakarat olarak 1917 Ekimi’nin “erken” oldugunu saptıyorlardı. “Devrim yapmayı düşünmeden önce yere çöp atmamayı ögrenmek gerekir” türünden ayarsız analizlerle devam ettiler. Bütün bunları partili gelenekten gelenlerin söylemesi etkiyi kuşkusuz arttırıyordu. (Bu noktada dönüp eski polemiklerimize bir göz attım. Gelenek’in 24.sayısında -Mart 1989- Serdar Aydın imzasıyla yayınlanan “Bir Zamanlar Politika” makalesini hatırladım. O sıralar sadece oto likidasyon yolculuğuna çıkan Türkiyeli Gorbaçovcuları değil, geleneksel solu canlandırma misyonuyla yola çıkıp Glasnostçu esnemelerin tartışma alanı haline gelen Görüş dergisiyle de az ugraşmamışız.) Yoksa yakın zamanda o mirasın izini sürdüğünü gösteren Taner Akçam gibilerinin bilinen tarzları o denli sarsıcı olmuyordu. (Can Dündar’ın Milliyet’teki Akçam röportajının tam ÖDP bölünmelerinin su yüzüne çıktığı sıralara denk gelmesi rastlantı olmasa gerek… Ali Mert söz konusu röportaja geçenlerde müdahale etti: “Sol tarihiyle nasıl hesaplaşmalı?” Sol 168, 18 Ocak 2002, s.8-9)
  5. Mehmet Kuzulugil’in Gelenek’in 65.sayısındaki (Temmuz 2001) polemiğinden -“Çubukçu Neyi Teorize Ediyor”- sonra işler biraz karıştı galiba. Geçen yıllarda “işçilerin bu kadar meselesi varken Nazım için imza toplamayı” abes sayan EMEP’lilerin, 2002’yi “Nazım Komitesi” ile karşılamaları ve sabahlara kadar televizyonda tartışma programı izleyip TKP’ye atacak laf toplamaları siyaset anlayışlarında derin bir değişimin habercisi olabilir mi?
  6. 1980’lerde “birlik” problematiği ortalığı kasıp kavurmaya başlamadan hemen önceye kadar devrim stratejisi tartışmaları güncelliğini korudu. Eski Gelenek’leri karıştırırken bir diğer polemiğe rast geldim. İlginç bir ara kategori şekillenmişti. Devrimden vazgeçmek istemiyorlardı, ama sosyalist devrimci olmadan devrimci kalmanın güçleştiğini de hissediyorlardı. Daha doğrusu Gelenek’le tartışırken bu şekilde bir sıkışma yaşamaya başlamışlardı. Çıkıs yolunu devrim stratejisi tartışmalarının değersiz olduğunu ortaya atmakta aradılar. Bir örnek hatırlatmakla yetineceğim: AYDIN Serdar, “İktidar Yolu: Eleştiri Çıkmazlarında ‘Biraz’ Asamacilik” (Gelenek 22 Kasim 1988; s.130-140)
  7. Bunu hiç gocunmadan üzerimize alınıyoruz ama bu incelikli polemik üslupları nedeniyle kendilerini kutlayamıyorum. Neden başkalarıyla ugraşmak yerine memleketle ilgilenmiyorsunuz diye sormak istiyorum. Üstelik tartışmalarınızla bizim ne alakamız var?
  8. “…Türkiye’de 12 Eylül sonrasında solda kimse birbirine ‘neden şunu denedin?’, ‘neden şunu yaptın?’ diye hesap sorma hakkına sahip değildir. Bugün herkesin son derece sogukkanlı bir biçimde solun genel durumuna dair hızlı bir değerlendirme yapması ve harekete geçmesi gerekir. Bu süreçte ÖDP deneyinin bir referans noktası olarak kullanılmasi söz konusu olamaz. Bu deney bir an önce unutulmalıdır.” (Kemal Okuyan, “2002… TKP”, Gelenek 70 Ocak 2002, s.16) Kemal bu çok haklı saptamaların ardından “kendi açımızdan konuşursak” diye devam ediyor ve TKP’nin yürütmek isteyeceği tartışmalara değiniyor. Ben de aynı çıkış noktasını geçenlerde bir toplu sohbette dile getirmiştim. Benim varmaya çalıştığım nokta şuydu: Komünistlerin bir bölümünün 1990’li yılları “komünist partili” olarak geçirmemiş olmalari bir vakıadır ve geriye dönük hesaplaşma konusu edilmek yerine mümkünse aşılmalıdır. 1990’li yıllarda solda farklı yol arayislarinin tamamı, genel olarak mesruiyete sahiplerdi.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×