Bir Mücadele Alanı Olarak İstanbul İmgeleri*

Giriş

İstanbul’un imgelerini ele almak istediğim bu yazıya Türkiye’nin modern dönemi ile başlayacak olursak, 19. Yüzyıl’da yaşanan dönüşümlerin Osmanlı Devleti’ni daha sonraki yüzyıla taşıyan önemli bir dönemeç oluşturduğunu söylemek gerekir. Esas değişim Tanzimat’la başlar, kabaca 1840-1880 arasında hemen hemen tüm hukuki ve idari düzenlemeler yapılmıştır. Hele yüzyılın son çeyreğinde değişim kentin günlük yaşamında gözle görülür bir hal almıştır. 1908’den itibaren ise belediyecilik ve diğer kentsel işlevlerde günümüzde tartıştığımız tüm değişkenlerin mevcut bulunduğunu söyleyebiliriz. İstanbul’u Avrupa kentlerini referans alarak modernleştirmeyi hedefleyen Şehremini Dr.Cemil Topuzlu anılarında Gülhane Parkı’nın yapılmasından, kaldırımlara, temizlik işlerinden kent planına uzanan geniş bir çerçevede görevini modern bir kent oluşturmak ve işletmek olarak tarif eder.1 Kentin nüfusu 1896’da bir milyon 181 kişidir. Yani İstanbul eskiden beri büyük şehirler kategorisinde yer alır.2

Cumhuriyet döneminde İstanbul’un yaşadığı dönüşümleri modernleşme hamlesi, sanayileşme çabalarının kentte yarattığı dönüşümler, 1980 sonrası ve AKP dönemi olarak incelemek yerinde olur. Aynı zamanda her ne kadar çerçevemizi aşsa da her dönemi elbette kendi içinde sistematize ederek, alt dönemlere ayırarak incelemek gerekir. Her dönemin kendine özgü, özgül mücadeleler ve küresel dinamiklerle etkileşim halinde ilerleyen iktisadi, siyasal yapısı ortaya çıkmakta, böylece kentin dönüşümü ile bu dönüşümün imgelerle ifadesini tartışacağımız bir zemin oluşmaktadır.3

Kent sembolleri ve Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana geçen dönemleri, toplumsal değişmeyi temsil özelliği olan on yılları düşünecek olursak, 1920’leri Batı ile barışılan yıllar olarak not etmek gerekir. 1930’lar ise yeni Cumhuriyetin kendini, kadrolarını oluşturduğu ve anlattığı yıllar olmuştur. 1930’ların sonlarından başlayarak 1940’lar toplumsal açıdan gayet baskıcı özellikler taşır. Kent ekonomisi açısından planlama ve özel girişimin bir arada işlediği, kentin yeni, modern ve planlı bölgelerinin eskinin izlerini silerek genişlediği yıllar olarak hatırda kalır. Bunu zorlu savaş yılları, ardından Demokrat Partili, Soğuk Savaşlı, Amerikan yaşam tarzı özentisi 1950’ler, 1961 Anayasasının damgasını vurduğu özgürlükçü ve demokrat 60’lar izler. 1970’ler ise Türkiye sol hareketinin ülkenin siyasetine ve geleceğine yönelik güçlü bir kalkışma denemesi olarak değerlendirilebilir.

1980’ler Türkiye’de kent imgeleri açısından bir başka milat oluşturur. 12 Eylül sonrasının baskıcı yılları ve onu izleyen ANAP’lı yıllar 1980’lere damgasını vurmuştur. 1980 ve 80’li yıllarda yaşanan köklü dönüşüm, Türkiye’nin yakın dönemini incelemek için iyi bir başlangıç noktası oluşturabilir. Siyaset ve gündelik yaşam bu yıllardan itibaren köklü biçimde değişti. Ülkemizin son otuz yılı küçük kent ölçeğinde özelleştirmelerle, AVM patlamasıyla, kapalı, güvenlikli sitelerle, ulaşımın ve kamusal alanların tüketim mekanları olarak yeniden şekillenmesiyle daha net görülebilen, İstanbul’un devasa ölçeğinde ise görünmez olan ya da bütünlüklü olarak görülmesi, ölçülmesi ve kavranması ve analiz edilmesi zorlaşan hızlı değişimlere sahne oldu. Bu devasa ölçek aynı zamanda büyük kentlerde sol siyasi müdahaleyi, siyasal ve kültürel hegemonya kurulmasını giderek zorlaştırdı. Rıfat N.Bali 1980’den 2001 krizine kadar geçen dönemi ele aldığı çalışmasında, bu dönemin yeni zenginlerini, zenginliklerini ve süslü yaşam tarzlarını ortaya dökmeyi seven, görünür kılan, afişe eden üslubunu medyadan örneklerle belgelemişti.4 1980’lerin temizlediği zemin üstüne oluşturduğu girişin üstüne 1990’larda yeni, genç, hırslı patronlar, Özal’ın prensleri tüketimi özendiren, yeni yaşam alanları ve yaşam biçimlerini, zenginliklerini alenen halkın önünde sergileyen üsluplarıyla tüm ülke insanlarını tüketime ve tüketim mekanlarına sürüklemişlerdi. Kamusal alanlar “kapitalizmin” alanları, tüketim mekanları olarak yeniden şekillendi. Özal, “ben zenginleri severim” diyordu. 1980’ler ve 1990’lar bununla uyumlu olarak marketlerde, raflarda her çeşit peynir ve kahvenin bulunduğu, alışveriş ve lüks yaşamın nimetlerinden yararlanmanın özendirildiği, kredi kartlarının patlama yaptığı, yoksullar için borçlanmanın arttığı bir dönem oldu. Bu dönemin zenginleri artık bir önceki dönemin kendilerini içine soktuğu “cendere”den, baba otoritesinden, utanma, sıkılmadan kurtulmuş, “hem zenginim, yatta, lüks arabada gezerim, hem de göbek atar, çiğköfte yer, arabesk dinlerim, size ne” diyorlardı. Sümerbank kundurası ile dalga geçerek ithal İtalyan ayakkabısı giymek, bu fabrikaların kapatılmasına ve emekçi mahallelerinin boşalmasına eşlik ediyordu. Bu kara gözlüklü, kör gözlü, haz yönelimli, günü yaşayan, toplumsal sorumluluklarından ve zincirlerinden boşanma tarzının devlette temsilcisi bizzat Turgut Özal’ın kendisi ve ailesi olmuştu. Köprüden geçerken kendi kullandığı arabada eşine “Semra koy bir kaset şuradan, neşemizi bulalım” diyordu. Sovyetler ve sosyalist sistemin günah keçisi haline getirildiği, yıkıldığı, sol düşüncenin aşağılandığı, ayaklar altına alındığı bu uzun dönemde, muhafazakârlığın iddia ettiği gibi yoksulluk, yoksul olanların bir kabahati olarak görüldü, yoksullar yok sayıldı, gecekondular “varoş” olarak aşağılandı, kent merkezinden uzaklaştırıldı. Özelleştirmeler, esnek çalışma biçimleri ve artan işsizlikle zenginle yoksulun arasındaki açı büyüdükçe yoksulların çocukları, gençleri aracılığıyla kent merkeziyle, solla kurdukları ilişki azaldı, böylece kent merkezinden ve merkezden, kent kültüründen daha da uzaklaştılar, muhafazakâr ideolojiler tarafından teslim alındıkları kent dışına sürüldüler.

1990’larda ise ülke siyasal krizin ve koalisyon hükümetlerinin, Çiller-Kozakçıoğlu-Menzir’in özel harp yöntemleri ile yüzyüze kalmış, bunu Refahlı belediyeler ve Refah-Yol’cu koalisyon hükümetleri izlemiştir. Aynı dönem iç savaşın yükselmesi ile de hafızalarda yer etmiştir. AKP’li yıllar olarak 2000’leri ele alabiliriz. İstanbul’u farklı açılardan temsil edecek bambaşka imgeler olduğunun bilinciyle kent imgeleri arasında bir seçme yapmaya çalıştık. Bunu yaparken her temsilin bir seçimi ve her seçimin de bir daraltmayı ve kimi tercihleri gerektirdiğini unutmamak lazım. Elbette Cumhuriyet tarihinin her on yılında burada yer verdiklerimizin dışında da kültürel, kentsel simgeler olduğu açıktır. Bu çalışmada İstanbul’a dair tanınırlığı olan ve zihinlerde yer etmiş, kent imgesini oluşturan görüntüler arasından bir seçme yaptık.5


 

“Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız nesneleri görüşümüzü etkiler”6

Kenti semboller ve kent imgeleri üstünden düşünmek yeni bir yaklaşım değil. Manuel Castells 1970’lerde kent hakkında yazarken mekanın anlamla dolu olduğunu, biçimlerin ve planların birbirleriyle sembolik bir yapı içinde eklemlendiğini yazar.7 O yıllarda marksist bir çerçevede düşünen Castells için elbette bu sembolik yapıyla sosyal eylemin kristalize olmuş hali olarak düşünülen kentsel doku eşdeğer değildir. Uzam ve kentsel görüngüler bir gösteren olarak sosyal yapının göstergesidirler.

Kentler yalnızca maddi yönleriyle ele alabileceğimiz, salt üretim ve yaşam biçimiyle kırdan ayrılan ya da kalabalık bir insan nüfusunun yaşadığı mekanlar değillerdir. Aynı zamanda hayal ve temsil edilen, maddi kaynakları için olduğu kadar imgeleri ve temsilleri için de uğruna mücadele verilen yerlerdir. Kent plancıları işlerine dair birçok düşüncenin yanı sıra bu konu üstünde de çalışmıştır. Kentte yalnızca konutları ve ulaşımı değil, çevreyi de planlar ve inşa ederler. Kent imgesi insanların tek tek tahayyülünde oluştuğu ve paylaşıldığı gibi aynı zamanda modern dönemde oluşturulmuş bir kent hafızası da mevcuttur. Bu hafıza kişisel deneyimlerimizin ötesinde temsillerden, hafıza mekanlarından, mekanlara dair anlatılardan oluşur. Kente dair düşünce ve duygularımızı görsel imgeler harekete geçirir, destekler, yönlendirir. Bunun gerçeklikle bir bağlantısı elbette vardır, ama kent imgeleri kent gerçekliği üzerine farklı yaklaşımları, tutumları, tercihleri ve ideolojik/siyasi pozisyonları da yansıtır.8

İmgelerin anlamı, onlara yüklenen anlamlar zamandan zamana, insandan insana, sınıftan sınıfa değişiklik gösterir. Mücadele eden insanları gösteren bir fotoğraf kimileri için kendisinin de dahil olduğu bir özgürlük ya da hak mücadelesini temsil ederken başkaları için düzen bozucu, “terörist” faaliyetler olarak değerlendirilip bunun kanıtı olarak kullanılabilir. Dolayısıyla imgelerin anlamı içinde yaratıldıkları “toplumsal bağlama” dayanmaktadır. “Bu terimi geniş anlamıyla, tasvirin sipariş edildiği özel durumun ve maddi bağlamın, bir başka deyişle görülmesi planlanan fiziksel mekanın yanı sıra genel kültürel ve fiziki fonu da içine alacak şekilde kullanıyorum.”9 Yani imgelerin yalnızca ortaya konulmuş olması değil, bunların içinde anlam kazandığı kültürel ortam da önem taşır.

Diğer yandan sanatçının öznelliğinden, sanat yapıtına kendi görüşünü, rengini, dünyaya bakış açısını katmasından da söz etmeliyiz. Modern dönemde ortaya çıkan fotoğraf, film, video gibi teknik gelişmeler görsel imgelerin oluşturulması ve değişimine, çoğaltılması, yaygınlaşması ve farklılaşmasına olanak sağladı. Ama fotoğraftan söz edeceksek, vizörün arkasındaki göz, imgeyi oluşturan sanatçının farklı tutumlarından söz etmeliyiz. Fotoğrafı çeken hem yansıttığı nesnellik ve hem de kendi bakış açısına dair bize bir şey söyler. Ara Güler’in bir belgeselde söylediği gibi, hele günümüzde dijital fotoğraf makineleri ve cep telefonları sayesinde herkeste benzer teknik olanaklar, aynı fotoğraf makineleri olabilir, ama fotoğrafı, gören göz, akıl, beyin, sanatçı çeker.

Kente dönecek olursak, kentin çoğul gerçekliği bize her dönemde farklı görüntüler, imgeler sunar. Biz bunlar arasında bir seçme yaparız. Ne gösterildiği, neyi izlediğimiz, kentin nerelerini, hangi mekanlarını kullandığımız, hangi mekanlara özendiğimiz… Bir yanda farklı çıkarlar, farklı kentsel ütopyalar, vizyonlar kentin maddi altyapısını şekillendirirken bir yandan da kente dair hafızamızı şekillendiren çabalara maruz kalır, bir dizi hafıza mekanı içinde yaşarız.


 

Bir parantez: Hafıza mekanları

“Uzam ve mekan sabit, durağan, donuk ya da kemikleşmiş bir şey değildir. Uzam siyasi bir alandır.”10

Anıtların ve hafıza mekanlarının/düzenlemelerin işlevi ve anlamı tartışmaya, farklı yorumlara, farklı içerikle doldurmaya açıktır. Bunlar sivil ya da ulusal hafızayla ilgili olabilirler. Örneğin İstanbul için vapur/simit/martı üçlüsü sivil hafızaya örnek gösterilebilir. Belirli bir anıyı ya da lideri toplumsal hafızada canlı tutma amacı güden askeri anıtlar, heykeller vardır; anıtkabir gibi mekanlar ulusal hafıza mekanlarıdır. Pierre Nora’ya göre modern tarihin toplumsal hafızayla ilgisi bağlamında değerlendirmesinde şöyle özellikler göze çarpar: Tarih ve hafıza modern dönemde birbirlerinden ayrılmışlardır ve bizler bir takım imgeler, hafıza mekanları, anıtlar ve uyarlanmış tarihsel anlatılar aracılığıyla hatırlar hale geliriz. Hafızamız ve tarih duygumuz imgeler arasından yapılmış bir dizi seçme sonucu oluşur. Hafıza mekanları kalıntılardır; bir başka geçmiş dönemin şahitleridir; mitlerini, kutsallıklarını kaybeden toplumun ritüellerini, kutsallıklarını oluşturur. Hafıza mekanları modern dönemde oluşan topluluk hafızasının kaybı ile bağlantılıdır, ulusal ölçekte gruba bağlılığın sembollerini oluşturur. Böylece ulusal arşivler, yıldönümleri, seremoniler, cenaze törenleri bir gruba, bir ulusa ait olmanın yapı taşlarını ve güçlü kalelerini oluşturur. Biz onları birbirinden farklı amaçlarla, ulusal bir kimlik oluşturmak ve bunu korumak için kullanırız. Onlar “tarihin hareketinden kopmuş ama tarihe iade edilmiş tarih anları”dır. “Artık ne tamamıyla hayat, ne de ölüm vardır, canlı hafıza deniz çekildiğinde kıyıda kalan deniz kabukları gibidir.”11

Bunlar bazen hafıza mekanları, anıtlar, bazen de miniatürk gibi ulusal/tarihsel hafıza mekanlarını/olayları temsil eden tema parkları olabilir.12 Bu tür mekanlarda çağdaş kültürel atmosfer ve popüler kültür baskın görsel kültürel efektler kullanarak gerçeklik duygusunu ortadan kaldırır. Gerçeklik yerini temsile bırakırken tarihsel olgular bağlamlarından kopartıldıkları gösteri nesnelerine, kabuk anlatılara, mimari öğelere, anıtlar Miniatürk’te olduğu gibi oyun parklarının bir parçasına dönüşür. Kent sembolleri Taksim Gezi Parkı örneğinde görüldüğü gibi büyük ve önemli merkezleri içerdiği gibi yol kenarına, otoban refüjlerine yerleştirilen heykelleri de kapsayabilir. Bu kadar çeşitli olabilir. Tarihsel mirasın nasıl ele alınacağı, neyin elde tutulup neyin üstünün örtüleceği, neyin işlev değiştireceği dönemin hakim görüşleri ve güç ilişkilerine bağlı olarak şekillenir. Dolayısıyla tarihsel mirasın korunması denildiğinde, hangi mirasın korunacağı -nasıl bir seçme yapılacağıya da hangilerinin öne çıkartılacağı yalnızca siyasal iktisat ile değil, dönemin kültürel atmosferi ve güç ilişkileriyle, dönemin hakim ideolojik/kültürel yapısıyla da ilgilidir. Anıtların mekanda siyasal gücü, ekonomik, ideolojik ve siyasi mesajı birçok ölçekte müzakere eden yönleri vardır.13 Hafıza mekanları bağlanma çerçevesini belirler; bu yerel, ulusal ya da evrensel, insanlık mirasıyla alakalı ya da ümmete ait olabilir. Bunların olması kadar olmaması, varlığı gibi yokluğu, konuşması ya da susması siyasal mesajlar içerir.14

İstanbul imgelerinden bir seçme yaparak kentin değişen kent imgesini tartışmak istiyorum. Fotoğraf ve sinemanın çağında çelişki birikiminden kaynaklanan mücadele mekanı olarak, bazılarını çok çabuk ve düşünmeksizin kabul ettiğimiz, benimsediğimiz, değişimini gözlemleyemediğimiz İstanbul imgeleri üstüne düşüneceğiz. Tarihsel imgeler bütünüyle başarması pek mümkün olmasa da içinde yer aldığı dönemin öne çıkan karakterini, ruhunu yansıtır. Eksik bıraktığı toplumsal, siyasi, ekonomik özellikler mutlaka olacaktır. Bunları tümüyle, tüketici biçimde ele alamaz, yansıtamaz. Okur ilgili dönemdeki belirleyici tarihsel gelişmelerin farkında olmalı, öne çıkan semboller, sembolik olaylar, imgelerle bu gelişmeler arasındaki boşluğu doldurmalıdır. Yoksa bazen belirli bir bakış açısı ve siyasi konumla önem atfedilen kimi olaylar farklı çıkar sahiplerine farklı biçimde görünebileceği gibi Pieter Bruegel’in İkarus’un Düşüşü tablosunda olduğu gibi değişim normalleştirilerek ve doğallaştırılarak “tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış” şeklinde de düşünülebilir.15


 

İstanbul, İstanbul olalı…

İstanbul üç imparatorluğa başkentlik yapmış16, coğrafi konumundan ötürü Asya ile Avrupa’nın birleştiği, kesiştiği bir yerde kurulmuş, nüfusu itibarıyla hep bir büyük kent olmuş.17 Kenti anlatan, temsil eden imgelere pek çok yerde rastlamak mümkün. Örneğin National Geographic’in Marmaray Projesinin anlatıldığı belgeselinde kente dair klasik temaların pek çoğunun tekrarlandığını görüyoruz. Ana temasını “İnşaatın yüzleştiği en büyük sorun, gelecekte değil, geçmişte yatıyor.” olarak özetleyebileceğimiz bu belgeselde İstanbul tarihine dair bütün klişeleri bulmak mümkün. Tarihsel geçmişi mühendislik projeleri için bir ayak bağı, bir engel olarak görmek AKP döneminde had safhaya ulaştı. Buralardaki bulgular “kap kacak” olarak adlandırılıp, bunlar yüzünden projelerimiz yarım kalıyor, işler uzuyor diye şikâyet eden belediye başkanları, bakanlar, başbakan konuşmalarına şahit olduk. Belgeselin dili bile buna uygundu: “Bulgular tarihçilere neşe verirken, mühendislerin işini rayından çıkardı…”, “Geçmiş, geleceği rehin tutuyor.”, “Bu, geçmişle gelecek arasında 3 milyar dolarlık bir çarpışma.” 18

İstanbul’u ele alırken 1990’larda Çağlar Keyder’in bir yazısından hareketle “İstanbul’u Nasıl Satmalı” tartışmasından, İstanbul’u bir Avrupa kenti olarak nasıl gördüğüne, nasıl pazarlanması gerektiğine uzanan geniş bir literatür oluştu.19 Keyder bu ünlü yazısında kentin büyüme, küreselleşme ya da popülizm arasında bir tercih yapması gerektiğine değiniyordu. Küresel kentler belirli bir tarihsel birikim üzerinde şekilleniyor; ayrık yönü ulusal ekonomilerin şehirleri olmamaları. Şehir ekonomisi devletten otonomi kazanıyor, sermayenin hareketliliğinin, akışkanlığının sağladığı ve belirlediği bir tür “inisiyatif alan şehir” ortaya çıkıyor. Keyder ve bu alanda yazan kimi başka yazarlara göre eğer İstanbul küresel bir kent olacaksa, kapitalist küreselleşme süreçleri ile bağını güçlendirecek, buna uygun altyapı ve üstyapı gerçekleştirilecekti.20

Buradaki tartışma kentin farklı yaşam biçimlerinin metalaşması değil, bundan da ötesi, kentin kendisinin metalaşmasıdır. Böylece yalnızca kent mekanı, bu mekanda oluşturulan binalar değil, kent imgesi de bir meta olarak geliştirildi. Keyder İstanbul’u ele aldığı bir başka yazısında küreselleşme bağlamının kent açısından anlamları üstünde durur ve kent mekanını, kültürünü, yaşam ve tüketim biçimini sermaye mantığına bağlı olarak etkileyen ekonomik ağlardan söz eder. Bunlar gündelik yaşamın ve maddi kültürün her yönüne etki ettikleri gibi kent mekanının düzenlenmesi ve paylaşılması alanında da küresel bir düzene uygun hiyerarşiler oluşturmaktadır. Keyder’e göre İstanbul bu bütünleşmenin ortaya çıkardığı ardışık şoklardan etkilenerek emek, mekan ve toplumsal ilişkiler alanında büyük değişimler yaşamaktadır.21

“2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul” projesi kapsamında İstanbul’u yansıtan ve temsil eden birçok imge ortaya çıktı.22 Bu kapsamda bir tarih, geçmiş ve imgeler tartışması yaşanmıştı. Bu proje için hazırlanan görsel malzemeler ve videolarda İstanbul Tarihi Yarımada’dan başlayan görüntüler, Ayasofya dahil camiler, Dolmabahçe Sarayı, vapur ve Haydarpaşa ile resmedildi. Resmi videolarda Ayasofya’nın içi, kubbesi ve restorasyon çalışmaları, havadan Kapalıçarşı görüntüleri paylaşıldı. Bazı kaybolmaya yüz tutmuş zanaatlar, Eminönü, Yeni Cami ve güvercinleri, kubbeler ve minare görüntüsü yansımış masada çay içip kitap okuyan sakallı, mütedeyyin görünümlü yaşlı ve genç erkekler, berber, Çingene çiçekçi gibi klasikler, kuşbakışı Süleymaniye medresesi, Topkapı Sarayı, surlar, düğünden çıkan insanlarla Kilise kapısı, bol bol cami manzaraları, vapurla köprünün altından geçiş, martılara simit atanlar, trafiğin az olduğu saatlerde Boğaziçi Köprüsü’nden geçiş, haliç köprüsünde tramvay, vapurdan inen insanlar, arka planda Sarayburnu ve camiler olmak üzere rastalı gençler ve İstanbul Modern gösteriliyordu. Bu görüntülere seçkin bir mekanda oynayan ve gülen çocuklar, Tünel Meydanı’nda sokak müziği ve giderek iş kuleleri, gökdelenler, yüksek binalardan oluşan kuşbakışı kent manzaraları, gökdelenli kent silueti eşlik ediyordu. Gün akşama vardığında yine cami, köprülü Sarayburnu, aynı camiler, Galata Kulesi ve gökdelenleri, iş kulelerini, Taksim Meydanı ve otelleri, İstiklal’in ışıklı gece manzarasını izliyorduk.23 Bunlar daha çok o yıllarda bir “dünya kenti” olarak pazarlanan İstanbul’u yurtdışı piyasalarda pazarlamak ve imajını parlatmak için çekilmiş görüntülerdi. Bu görüntüler yine modern bir oryantalizmi, gerçeği yerine loş ışıkta tüllere sarınmış, pembe, lacivert ipliklere bürünmüş İstanbul’u gösteriyordu: Aya İrini’de konser dinleyenler, film çekenler, defile, Boğaziçi Köprüsü, Kızkulesi, Ortaköy Camii arkasında köprü manzarası, Kariye Müzesi vb. Kimsenin metrobüs kalabalığını İstanbul imgesi olarak pazarlayacak hali yoktu elbette.

National Geographic belgeselinde de değinildiği gibi, yarım milyon yıldır insanlar bu boğazı aşmakta, burada yaşamaktadır. Marmaray kazısı sırasında ortaya çıkan, bir kısmı örtülerek ve yok edilerek bir kısmı gün yüzüne ve bilim insanlarının araştırmalarına açılan kalıntılar gösteriyor ki burada Türkler, Osmanlılar, hatta Bizans öncesinde de hayat vardı. Aslında bu gerçekler, paleolitik dönemlere dair bulgular daha önceki on yıllarda Yarımburgaz mağarasında24 ve Fikirtepe höyüğü25 çevresinde yapılan kazılarda da ortaya çıkartılmış, ancak bu yerler yerleşim bölgelerince yutularak insanlık tarihi içindeki yeri itibarıyla görünmez hale gelmişlerdir.

İstanbul’a dair modern dönemde üretilmiş birçok imge mevcuttur. Bunlar kimi zaman gidip yerinde görülen, kimi zaman paylaşılan, çoğaltılan, duvarlara asılan, üzerine efsaneler düzülen imgelerdir. Bu imgeler çoğunlukla “ulus olarak bizi biz yapan” öykülere kaynaklık ediyor, yaşamımıza anlam katıyor, bütünlük ve aidiyet, ayağın yere basması duygusu yaratıyor. Yazıda belirli dönemlere ait seçilmiş imgelerin İstanbul’un kent tarihi açısından bize neler söylediği üzerinde durulacak. Ama asıl bunların arkasında yatan toplumsal ilişkiler nasıl değişiyor, nereden nereye evriliyor; değişen imgeler bize yönetici sınıfların, siyasal iktidarların topluma giydirmeye çalıştığı deli gömleği, ideoloji, toplumsal rıza’nın inşası hakkında ne söylüyor?

Toplumun geniş bir kesimince izlenen dizi filmlerde İstanbul bir taraftan zenginlerin, sermayenin İstanbul’u diye düşüneceğimiz kuşbakışı gökdelenler, plazalar ve ışıklı caddeler, bulvarlar, köprü görüntüsü ile temsil edilirken, insani ölçek, artık mevcut olmayan ya da hızlı bir değişime uğrayan mahalle çerçevesi içinde kaldı. Günümüz kentlerinde sınıflar fiziksel / coğrafi olarak birbirinden ayrılıyor. Yüzyüze, birbirini tanıyan insan ilişkileri tüm sınıf kesimlerinde azalıyor. Kent merkezlerinin niteliğinin değişmesi, mahallenin gerilemesi, yalnızca mekan düzenlemesi olarak görülemez. Bütün bunların toplumsal ilişkilerle, üretim ilişkileriyle ilgisi var. Üretim sürecindeki yeni yapılanmalar ve yabancılaşmanın had safhaya ulaşması insan ilişkilerini de derinden etkiliyor. Mahalle dizileri de bunun henüz tam olarak gerçekleşmediği, bir tartışma ve çekişmenin sürmekte olduğu bir hayal, bir nostalji mekanı olarak kurgulanıyor.


 

İstanbul imgeleri

“Zamanla imgenin canlandırdığı şeyden daha kalıcı olduğu anlaşıldı.”26

Osmanlı devrinden, hatta ondan da öncesinin İstanbul’undan başlayacak olursak, Bizans dönemine uzanmak gerekirse, o dönemin en önemli kent imgesi İmparator I.Theodosius dikilitaşıdır. Günümüzde Sultanahmet’de, Hipodrom alanında bulunan I.Theodosius Dikilitaşı Mısır’da Firavun Tutmosis zamanında yapılmış ve bezenmiştir. Dikilitaş Roma İmparatoru I.Theodosius zamanında Mısır’dan Karnak Tapınağı’ndan getirilerek MS 390 yılında İstanbul’un merkezine dikilmiştir. Sütunun mermer temelinin dört tarafı İmparatoru Hipodromda gösteren kabartmalarla süslüdür. O dönemde Hipodromun ortası boydan boya çeşitli dikilitaş ve sütun ile süslüydü.27Bu alan zamanın “kamusal alanı” olarak çeşitli yarışma, gösteri ve Nika (Zafer) ayaklanmasında olduğu gibi siyasal olaylara ev sahipliği yapmıştı.

Kente dair izler Hıristiyan ikonografisinde de bulunabilir. İsa temsilleri tüm Hıristiyan dünyasında yaygın olarak bulunuyordu. Ancak Bizans döneminde üretilen mozaik ve duvar resimleri Doğu’ya özgü bir üslup içermekteydi. Resim, imgeler sadece bakılmak için değil, okunmak içindi, imgeleri okumak Hıristiyan geleneğinde dile getirilmişti.28 Aslında yalnızca temsillerin değil, yüzlerin, binaların, kentlerin de okunacak, yorumlanacak şeyler olduğu daha sonraki çalışmalarda vurgulandı. Bunların içinde İstanbul’la özdeşleşmiş bir tanesinden söz edelim: Bizans mimarisinin en önemli ve günümüze kalmış yapılarından biri olan Ayasofya’da İsa’nın pantokrator (her şeye kadir) olarak temsillerinden en ilginci, üst kat sağ kanatta bulunuyor. İmparatoriçe Zoe mozaiği olarak adlandırılan bu temsilde daha önceki temsillere benzer şekilde İsa ortada oturmakta, sol elinde İncil bulunmakta, sağ eli öğreten ve içeriye giren cemaati kutsayan durumunda tasvir edilmektedir. Seçilmiş kişiler başlarında bir hale ile resmedilmiştir. Diğer yandan bu mozaikte öncekilerden farklı olarak onu iki yanından çevreleyen İmparatoriçe Zoe ve İmparator Konstantin IX ona zenginlikler taşımakta, elleriyle vermektedir. 11.yüzyıla (yaklaşık 1042) tarihlenen bu mozaikte kente hakim egemenlerle İsa figürü eşit boyutta temsil edilmekte ve bunlardan da önemlisi renk, desen ve maddi ve zenginliklerle dolu dünyanın çok canlı etkisiyle şekillendirilmektedir. İmparatoriçe canlı bir koyu mavi giysi içindeki İsa’ya sunmak üzere elinde bir kâğıt rulosu tutmaktadır. İsa son derece “bu dünyaya” ait, zengin işi, imparatorlar işi bir tahtta oturmaktadır. Bu geç dönem Bizans temsilinde Hıristiyanlık Batı’dan ve Doğu’dan ayrılmakta, İsa figürü “insan” olarak ortaya çıkmakta, kelam ete kemiğe bürünmektedir. Stefanos Yerasimos’a göre “Bu durumda onun temsil edilmesi yalnızca meşru değil, aynı zamanda kaçınılmazdı.”29 Bu mozaiğin “bu dünyalı” biçiminin zanaatkâr Süryani mozaik ustalarıyla ilgisi kurulmaktadır. İmparatoriçe Zoe babasının zevk düşkünlüğü ve onunla pek ilgilenmemesi nedeniyle çok geç yaşta evlenebilmiş (mozaikte de yaşlı olduğu belli oluyor) ve bütün kocalarını öldürtmüş. Yalnız mozaikte yer alan Konstantin öldürülmemiş ama gözlerine mil çekilerek prens adalarından birinde bir manastıra sürülmüştür. Mozaikte imparatorun elindeki kesede yoksullara yardım için toplanmış bağışlar, imparatoriçenin elinde de kentin tapusu ya da İsa’ya bağlılık ifade eden bir ferman bulunuyor. Bu mozaiği yapanların Süryani ustalar olduğu söylenmekte, Doğu’nun canlı, maddi kültürle tanışık geleneğini yansıtmakta, benzerlerine Mardin’de küçük köy kiliselerinde rastlanmaktadır.

 

 


İmparator I.Theodosius’un dikilitaşı ve Sultanahmet Camii, yaklaşık 1853. James Robertson kırk yıl yaşadığı şehri içinde yaşayan insanlarla birlikte fotoğraflıyor.**


**James Robertson, İstanbul Fotoğrafçısı, The British Coun­cil, 1991, s.18.İngiltere’de doğan James Robertson Sultan Abdülmecit tarafından İmparatorluk darphanesinde baş hak­kâk olarak çalışmak üzere davet edildiği İstanbul’da uzun yıllar yaşar; Pera’da kurduğu fotoğrafhanede çalışır. Başta İstanbul olmak üzere Kudüs, Şam ve Mısır’da, Kırım Savaşı sırasında Kırım’da fotoğraf çeker.

 


 


İstanbul’un ünlü temsilleri arasında bir klasik dönem, 16.yüzyıl, eserinden, Matrakçı Nasuh Efendi’nin İstanbul haritasından söz edilmeli. 1533 yılında yapılan bu kuşbakışı minyatür tarzı harita gemiler, evler ve canlı yaşama dair renkli, çiçekler, canlı öğelerle bezenmiş son derece değerli bir çalışmadır. Şekilleri tepeden değil, karşıdan görüyormuş gibi resmeder. Ama ele aldığı İstanbul, o dönemin İstanbul’unun bütününü temsil eder: Tarihi Yarımada, Galata ve Anadolu kıyısındaki yerleşimler. Bu haritada suriçi ve haliç’in canlı yaşantısını, ticaret gemilerini, canlı renklerini görürüz. Eserdeki ayrıntı bolluğu, incelik o döneme ve saray çevrelerinde yaşayan Bosnalı devşirme Nasuh Efendi’nin düş gücüne dair zenginlik, zekâ ve yaşam kültürü yansıtmaktadır. Resim şık, gösterişli, renkli ve dönemin ruhunu yansıtacak şekilde dolu doludur. Burası bir İmparatorluk başkentidir. Evet, genişlemeye, başka yerler fethetmeye yönelmiştir, ama imparatorluğun, devletin, dünyanın ve yaşamın merkezi burasıdır.


 

Oryantalizmin İstanbul’u

Pera’da 19.yüzyılın ikinci yarısından sonra fotoğraf atölyeleri kurulmuştur.

1890’dan sonra ise önce kartpostal ve resimli kartpostallar basılır. Fotoğrafçılık daha çok Rum ve Ermeni ustalar, onların yanında çalışan kimi zaman Levanten ve Batı kökenli teknisyenler eliyle sürdürülen bir zanaattır. İstanbul’un ilk fotoğrafçıları Abdullah Biraderler, Kargopulos’lar, Sebah-Joaillier bu toprağın insanıdırlar; ikona’ya, dinsel resimlere alışkın, imgelere aşina bir kesimden gelirler.30 Ele alınan konular çoğunlukla Dolmabahçe gibi modern saraylar, Beyoğlu, Pera, meslekler, tarihi binalar, tarihi yarımada ve diğer İstanbul manzaralarıdır. Haydarpaşa, köprü, Şehzadebaşı fotoğraflanan ve kartpostallara basılan popüler mekanlardır.31 Fotoğraflar ki bunların içinde stüdyo fotoğrafları da vardır, gerçek yaşantıları değil, Batının hafızasındaki Osmanlı imajını yansıtmaya başlamıştır.32 İstanbul’a yerleşip fotoğrafçılık yapan ya da gezileri sırasında Doğu’yu fotoğraflayanlar, dışarıdan gelip yerleşenler de olmuştur. Bunlar arasında gerçekçi ve içeriden görüntüler üretenler olduğu kadar oryantalist edebiyata katkıda bulunanlar da vardır. İlk yabancı bakışlar Berggren, Boufils gibi dışarıdan gelip İstanbul’a yerleşen, önce turistik görüntüler üreten, Osmanlı dünyasının görsel belleğini oluşturan fotoğrafçılardır. Pierre Loti, Le Corbusier gibi sanatçılar da bir dizi fotoğraf çekmiş, kentin görsel belleğinin oluşumuna katkıda bulunmuş ve bunu amaçlamasa da Batı dünyasında tanıtmıştır.33 Pierre Loti, Oryantalist bakış açısını özetlemek açısından ilginç bir örnek oluşturuyor. Doğu farklı, egzotik güzelliklere sahip, kadın gibi güzel, ulaşılmaz, mistik, suskun, içine kapalı, uysal resmediliyor, batılılaşmadan rahatsız, İstanbul imgesini dondurarak korumak istiyor; ‘olduğu gibi kalsın’ deniyor. “İstanbul’u eski haliyle görmekte inat ediyorum. Batının uğursuz soluğu halifeler şehrinin üzerinden geçti” diyor. Doğunun Oryantalisti olarak Osman Hamdi Bey’in gözünden Doğu kaplumbağa gibi, ruhen ağırkanlı, doku olarak kalın kabuklu resmediliyor.

Doğu’nun oryantalist imgeleri özellikle Doğu Akdeniz dünyasını ve Osmanlı kentlerini, kadınlarını, harem dünyasını yansıtır.34 Başlangıcı Napolyon’un 1798 Mısır seferine dayandırılan Oryantalizmin 1914 savaşının gerçekliği içinde sona erdiği düşünülür. Doğulu kostümleri içinde harem, cariye, göbek dansı ile temsil edilir.

İstanbul’un oryantalist pek çok temsili üretilmiş, yaygınlaştırılmıştır. Bunlar arasında en eski gravürleri, 19. yüzyıl oryantalist ressamların eserlerini sayabiliriz. Oryantalist yaklaşım yalnızca bu yüzyıllarla ve Batılı ressam ve sanatçıların üretimleriyle sınırlı değildir. Kendi gerçekliğini böyle bir gözle gören çağdaş eserler de vardır. Sinemadan bir örnek vermek gerekirse, Ferzan Özpetek’in Hamam (1997) ve Harem Suare (1999) filmleri modern dönemin oryantalist İstanbul tasvirleri olarak değerlendirilebilir.

Bir baskı tekniği olarak gravür 15.yüzyıldan itibaren kullanılmış olsa da basılı kaynaklarda gravürler 19.yüzyıl ortalarından itibaren görülür. Klasik İstanbul tasvirleri bize daha çok 19.yüzyılın Oryantalist ressam ve çizerlerinden, gravürlerden kalmadır. Maddi yaşam koşulları ve maddi kültürden, gerçek hayattan çok tüllerle, peçelerle örtülmüş egzotik manzaralar, tercihan eski semtler, özellikle de Tarihi Yarımada fonunda tekneler, yelkenliler, gemiler resmedilmiştir. Beşiktaş’tan Tarihi Yarımada’nın görünümünü resmeden aşağıdaki gravür, pek çok benzeri gibi Osmanlı’ya dair görüntüleri Batı dünyası, bu dünyanın dergi ve kitaplara ulaşabilen okuryazarları için resmetmektedir. Oryantalist tasavvurların tersine Doğu’nun modern kentlerinde de üretim mekanları giderek değişim gösterdi; üreticilerin, işlik ve atölyelerin, fabrikaların, işçi mahallelerinin kenti büyüttüğü ve göçlerin de etkisiyle hızla büyüyen nüfusla birlikte kentler daha karmaşık hale geldi. Artan ticaret ve sanayi kentli emekçileri çeşitli mücadelelere sevketti. İlk örgütlenmeler, grevler, direnişler ortaya çıktı. Daha sonra yoksullar ve kirli işlikler zengin, nezih bölgelerden gözle görünür bir şekilde ayrıştırıldı, dışlandı ve yoksulluk ‘görünmez’ kılındı. Kentsel ayrışma diye adlandırılan bu sürecin farklı evrelerinden söz edilebilir, ancak Batı kentlerinde aydınlanma döneminden başlayarak üst sınıflar kendi kent vizyonlarına uygun yeni, planlı bölgeler inşa ederek buralara taşındılar.35

 

 

Sultanahmet mitingi

Tarihsel imgelere bakmaya devam edecek olursak, İstanbul’u anlatan en güzel kent imgelerinden birini işgal İstanbul’unda yapılan Sultanahmet mitingi oluşturur. İstanbul Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde siyasi kaygıların, farklı siyasal çıkış arayışlarının, milliyetçi hareketlerin, emekçi hareketlerinin merkezlerinden biri olmuştur. Ama korkulan başa gelmiş, ‘hasta adam’ savaştan savaşa sürüklenmiş, emperyalistler arası rekabetin kızıştığı bir dönemde dünyanın girmekte olduğu paylaşım savaşında müttefik olarak Almanya’ya yanaşmak zorunda kalmış ve 1915’te Çanakkale’den geri çevrilen düşman donanması İstanbul’da, Dolmabahçe önlerine demirlemiştir. Böyle bir siyasal ortamda 1919 yılında önce İstanbul’un, sonra İzmir’in işgalinin ardından İstanbul’da 15 Mayıs’ta Sultanahmet’te, daha sonra başka semtlerde de birden fazla miting yapılmıştır. Bu mitinglerde konuşmacı olarak Halide Edib Hanım’ın yanı sıra başka kadın konuşmacılar, örneğin Şükufe Nihal ve Nakiye (Elgün) de bulunmuştur. Ancak ünlü fotoğrafa konu olan daha sonraki mücadelesi ve tanınırlığı nedeniyle Halide Edib Hanım olmuştur. 23 Mayıs 1919 Cuma günü Sultanahmet Meydanı’nda yapılan miting birkaç yüz bin kişilik büyük bir kalabalığa sahne olmuş, işgal ve yarattığı çöküş havasını dağıtan, milleti dayanmaya ve işgale karşı koymaya çalışan konuşmalar yapılmıştır. Bu fotoğraflar hem İstanbul’un ve ülkenin siyasi kültürünün gelişkinliğini, işgalcilere karşı direnişini, İstanbul gibi daha sonraki dönemde işgal altında bir saltanat başkenti olarak aşağılanmasına karşın işgale karşı toplanmasını, hem de kadınların siyasette yer alışını göstermek açısından simgesel öneme sahiptir.

 


Halide Hanım kürsüde, siyah çarşafı içinde vekarla ayakta duruyor, kürsünün üzerine siyah bir bayrak gerilmiş. Ay yıldızının altında “ya istiklal, ya ölüm” yazıyor.***


*** Sabiha Sertel, Roman Gibi, Belge Yayınları, İkinci Baskı, 1987, s. 27-28.


 

Anılarında Sultanahmet mitinginden söz eden bir başka kadın, Sabiha Sertel’dir. Bizzat katıldığı mitinge dair anılarında şöyle yazıyor: “Sultan Ahmet Meydanı on binlerce insanla dolu… Halk kenar mahallelere taşmış… Meydana girebilmek hemen imkânsız bir şey… Evlerin balkonları, pencereleri, damların üstü insanla dolu… Ağaçların üzerinde yaprak gibi insanlar sallanıyor. Meydanın bir tarafında Fuat Paşa türbesindeki dar sokaktan girebildim. Çarşaf devriydi. Yüzümü sımsıkı örttüm.” Bunu söylerken bir yandan da kürsüdeki kadın konuşmacıya dikkat çeker.


 

Sarayburnu, Kız Kulesi

20.yüzyılın en etkili imgelerinden birini yine bir klasik olarak Sarayburnu ve Kız kulesi oluşturdu. Ünlü fotoğrafçı Othmar Pfercshy tarafından çekilen bu fotoğrafın altında ünlü şarkiyatçı Lamartine’in şu sözleri yer alıyordu: “İstanbul’u görünce gayri ihtiyari haykırdım ve Napoli körfezi ile onun büyülerini ebediyen aklımdan çıkardım. Bu lâtif ve muhteşem bütünle her hangi bir şeyi mukayese etmeğe kalkışmak, hilkate karşı bir hakaret olur. Yeryüzüne ancak bir kere bakmaya müsaade etselerdi, gelip onu buradan seyretmek gerekirdi.”36

 


 

Türkiye’yi 1930’lardan başlayarak 1960’lara kadar fotoğraflayan Pferschy’nin fotoğraflarının da kendine özgü bir tür “modern şarkiyatçı” yaklaşımı olduğu söylenebilir. Pferschy yukarıda sözünü ettiğimiz Oryantalist sanatçılar kuşağının bir devamı olarak görülebilir. Ülkenin ve kentin gerçekliğini değil, uzak ve gizemlileştirilmiş, ama modern bir imgesini yansıtan Pfercshy uzun yıllar Türkiye’de yaşadı ve başta İstanbul ve Ankara olmak üzere Cumhuriyet Türkiyesi’ni tanıtan fotoğraflar çekti. Cumhuriyet Türkiyesi’nin ne olduğunu, gerçekliğini değil, iktidarın dünyaya göstermek istediği imgesini oluşturan fotoğraflarından bazıları La Turquie Kemaliste dergilerinde yer almıştı. Bu dergi yayınlandığı yıllarda devletin bir propaganda yayını olarak işlev görmüş, adeta bir “Doomsday Book”37 olarak elde ne var, ne yok sayımının yapıldığı ve yabancı gözlere sergilendiği bir yayın olmuştur. İçişleri Bakanlığı’nın basın merkezi tarafından üç ayda bir yayınlanan La Turquie Kemaliste dergisinde yer alan bu fotoğrafların eşlik ettiği yazılarda ülkenin kalkınması, büyümesi ve modern yüzü Batılı okura tanıtılmaktadır. 38

Paşabahçe Şişe-Cam Fabrikası’nın bacalarını gösteren aşağıdaki fotoğrafta bacalar 1930’lu yılların üretkenliği ve yaratılan zenginliğin sembolü olarak gökyüzüne yükselmektedir. Fotoğrafın altında yıllık üretim rakamları ve üretim hakkında bilgi verilmektedir.


 

Planlanan modern kent İstanbul

İstanbul’da 1930 ve 40’larda dünya kentlerinde daha önceki dönemin eğilimlerine uyarak kent planlaması deneyleri yapılır. Yalnızca 1930 ve 40’larda değil, 19 ve 20.yüzyıllar boyunca, tüm iktidarlar İstanbul’u modernleştirmek istemiştir. 18. yüzyılda bunlara ve kentte yaşayan topluluklara ilişkin çeşitli düzenleme çabaları gözlenmekteyken Tanzimat döneminden itibaren merkezi devlet otoritesini yeniden ve modern biçimlerde tesis etmek üzere reformlara gidilmiş, batılılaşmaya aynı zamanda içsel nedenlere, devlet otoritesini sağlamlaştırma işlevi yüklenmiştir. “Osmanlı yönetiminin bina yükseklikleri, cephe özellikleri, kullanılacak malzemeleri belirleme, imara kapalı alanları açıklama, alım satımlara müdahale etme gibi yollarla, başka konularda olduğu gibi kent alanını çok titiz kurallara bağlamak istediğini görmekteyiz.”39 19.yüzyılda uygulanan kentsel düzenleme çabalarının üç işlevinden söz edilir: düzen, güzelleştirme ve sağlık. Yapılan düzenlemelerde güvenlik sorunları, yangınlardan korunma ihtiyacı dile getirilir. Ancak bir yandan da kaçak göçü engellemek, kentin kontrolsüz büyümesini kontrol altına almak, gayrimüslim mahallelerinin yayılmasını önlemek gibi çabalar da görülür. Yerasimos klasik İslam kenti ile Batı kentini karşılaştırırken İslam kentinin belirleyici özelliğinin durağanlık değil, aksine iktidar ile cemaat arasında kentsel mekana egemen olmak için süren bir çatışmanın sahnesi olmaktan kaynaklanan bir dinamik, hareketlilik olduğunu söyler. Fark kamu alanlarının oluşumu ve işlevlerinde, bireyi ve özel alanı iktidarın kenti düzenleme isteğine yani iktidarın gücüne ve düzenine karşı koruma çabasında görülebilir.40

 


19. yüzyıl İstanbul’unda büyük çoğunluğu Tarihi Yarımada ve Pera’da odaklanmak üzere merkezi yönetim bölgeleri, konut bölgeleri, daha önceki yüzyıllardan farklı olarak sur dışı banliyö semtleri ve gecekondulaşan bölgeler ortaya çıkmaya başlar. Kayıtlara göre kentin sur içi kısmını kapsayan ve Müslüman nüfusun ağırlıklı olarak yaşadığı “İstanbul” ile yabancıların ve Rum ve Ermenilerin ağırlıklı olduğu Pera kısmı arasında sermaye dağılımı açısından bir açı bulunmaktadır. Pera bölümüne kente yeni eklenen yerleşim yerleri olarak Feriköy, Pangaltı, Nişantaşı, Harbiye, Teşvikiye, Maçka ve Şişli sayılmakta, Kadıköy ve Beşiktaş’tan söz edilmektedir.41

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren İstanbul gözden düşmüş bir eski başkent olarak kenarda kalır. Bu durum elbette daha önceki dönemde geliştirilen ticaret ve sanayi üretim olanakları düşünüldüğünde kısa sürer. 1930’larda kent yeniden canlanmaya başlar, Ankara ile dargınlık bitmese de azalır. Mustafa Kemal İstanbul’a Cumhuriyetin kurulmasından sonra ilk kez 1927’de gelir, bundan sonra en çok gittiği yer İstanbul olur.42 Boğaziçi’nde, Büyükada Yat Kulübü’nde, Florya’da, Savarona yatında, Dolmabahçe’de ve diğer yerlerde yetkililerle ve halk içinde fotoğraf vermeye başlar. Yalova’da ve Dolmabahçe Sarayı’nda kalır, çalışma ve temaslarının bazılarını İstanbul’da gerçekleştirir.

Bu dönemin önemli ilkelerinden biri “muasır medeniyetler” seviyesine ulaşmak, bu seviyeye yakın, ilerlemeye elverişli bir yerde olma hayali üzerinden şekillenir. 1930-1950 arası yıllarda İstanbul’da plajlar, yat kulüpleri, Anadolu kulüpleri, Adalar, Modalar, Floryalar, salonlar, gazinolar, eğlence yerleri yeniden işlemeye, canlanmaya başlar. Buralarda yeni dönemin yeni zenginleri, yükselen orta sınıfları, modern, çağdaş Türkler boy gösterir, ağırlıklarını koyarlar. Yeni semtler, meydanlar ve yükselen yeni sınıfların yaşayacağı kentin modern kısımlarında yapılaşma, imara açılma ve düzenleme çabaları görülür. Bunlardan bir tanesi Taksim Meydanı’nın, Taksim Atatürk Anıtı’nın açılışı ile İstanbul’a kazandırılmasıdır.

 


Taksim Cumhuriyet Meydanı kentin modern planlara kavuşturulması kapsamında yenilen­miş, genişletilip büyütülmüş, böylece “İstanbul muhtaç, fakat mahrum bulunduğu bir tö­ren meydanına sahip olmuştur ki bunun maddi güzelliğinden başka manevi kıymeti de aşikârdır.”


 

Bu süreçte Taksim Kışlası ve müştemilatı da yıkılmış, böylelikle milli bayram ve törenlerin, askeri geçit resimlerinin yapılabileceği geniş bir alan sağlanmış, bu sayede milli törenlerde binlerce halkın bulunmasına imkân hasıl olduğu gibi, geçit resmine iştirak eden ordu kıtaları ve okul talebesi için geniş bir geçit alanı sağlanmıştır. Bütün bu kurguda, planlarda projelerin ölçeği dönüşmüş ve büyümüş43, kent eski İstanbul’dan, tarihi yarımada’dan çıkarak Galata tarafına doğru, Taksim-Osmanbey-Nişantaşı aksında büyümüş, ancak kentin bütünlüğü duygusu ve anlayışı korunmuştur.


 

Güzelleşen İstanbul

1930’larda İstanbul yeniden canlanmaya başlar, hep söylendiği gibi Kemalist kadrolarla eski devirden kalanlar ve ‘barışır’. Bu daha çok yeni yönetimin İstanbul burjuvazisi ile barışması şeklinde gerçekleşir. Onlar da İstanbul’a yeni bir gözle bakmaya ve kenti kendi modernleşme planları, vizyonları, ütopyaları içinde yeniden imar etmeye girişirler. Haziran günlerinde İstanbul halkının uğruna kıyametler kopardığı Gezi Parkı, o günlerdeki adıyla İnönü Gezisi halkın serbestçe gelip oturacağı, yürüyüş yapacağı, halka konserler verilen bir kamusal alan, örnekleri Batı kentlerinden alınan bir meydan olarak düşünülmüştür. Buraya Milli Şef İsmet İnönü’nü heykelinin dikilmesi planlanmış, ancak bu daha sonra gerçekleşmemiştir. Meydanın devamı manzaralı, Marmara’ya nazır bir balkon olarak düzenlenmiş, diğer tarafına şehir operasının inşa edilmesi planlanmıştır. Burası aynı zamanda ihtişamlı ve müstesna bir yer olacaktır. Bu bahçe modern Avrupa kentlerinde bir önceki yüzyılda inşa edilmiş büyük kent bahçelerinin, gezilerin, kentin yeni sınıflarının yeni kamusal alanlarının bir örneği olarak planlanmıştır.

 


La Turquie Kemaliste, no.47, 1943.


 

1940’lı yıllarda İstanbul Belediyesi tarafından yayımlanan Güzelleşen İstanbul adlı kapsamlı broşürde Yenicami ve Eminönü Meydanı’ndan başlayarak kentin değişim geçiren yerlerine yer verilmiş, meydanların açıldığı, seçilmiş tarihi eserler görünür hale getirildiği, eskimiş ve yıkık dökük yapıların yenilendiği, modern kent imgesine uyacağı düşünülen meydanlar açıldığı anlatılmaktadır. Bütün bunlar yapılırken örneğin Paris’in Etoile meydanıyla kıyas edilecek geniş ve imara layık bir saha olarak Beyazıt Meydanı açılmış, yine broşürde dile getirildiği gibi “öyle olunca da temaşasına doyulmaz iki şaheser, cami ve medrese, ortadaki haller kalktığı için karşı karşıya gelmiştir.”

Kentin eski ve Müslüman kısmını, yani aslında İstanbul’u Beyoğlu’na bağlayacak Atatürk Bulvarı’nın açılması büyük işlerden bir diğeridir. Bu bağlantı şöyle dile getirilmektedir: “İstanbul’la Beyoğlu asırlarca birbirinden ayrı kalmış bir hüviyete sahipdi. Atalarımızın bize yadigâr bıraktıkları birçok kıymetli san’at eserine bağrında taşıyan İstanbulla, medeni hayatın bütün icaplarına uyan Beyoğlu’nu en kısa ve en güzel bir yolla birleştirmek; imar bakımından değerli olduğu kadar, güzel İstanbulumuza modern bir şehir karakteri vermek bakımından da çok ehemmiyetlidir.” Bu önemli caddenin açılması sırasında solda, Zeyrek’te bulunan Bizans döneminin önemli eserlerinden Pantorkator kilisesi, Zeyrek Camii’nin görünür kılınması için çaba gösterilmediği görülmektedir. Aynı şey Taksim düzenlemelerinde önü açılmayan Aya Triada Kilisesi için söylenebilir. Taksim meydanının açılarak genişletilmesi sırasında Aya Triada Kilisesi’nin önündeki eski binalara dokunulmamış, daha sonra bu binaların yenilenmesine izin verilmiştir.


 

Modern Türkiye yaratılırken emekçilerin İstanbul’u

19.yüzyıldan itibaren modern kentler aynı zamanda birer tüketim mekanı olarak da kuruldu. Yeni ürünlerin, malların, kapitalizmin yeni üretimlerinin sergilendiği, yeni ihtiyaçların görünür olduğu mekanlar olarak sergiler, vitrinler, salonlar, pasajlar açıldı. Planlı kent merkezi kişisel olarak da boy gösterip görüldüğümüz ve diğerlerini gördüğümüz bir “gösteri alanı” olarak şekillendirilirken, emekçilerin üstüne bir görünmezlik perdesi örtüldü. Göçmenler, istenmeyenler, alt kültürler, siyah ve renkli ırklardan olanlar kentin şaibeli, girilmez (no-go areas) alanlarına hapsedilirken kent merkezleri temiz, bakımlı, planlı, üst sınıfa ait hijyenik ve steril yerler olarak şekillendirildi. Kent gerçeği böyle değişirken kente dair hafıza da yeniden şekillendi.

 


Ara Güler’in emekçileri de yine eski İstanbul fonunda fotoğraflanmıştır.

 

Kent hafızasını oluşturan önemli sanatçılardan biri gazeteci-fotoğrafçı Ara Güler, Batı’da örnekleri hızla artan foto-röportaj tarzında eserler verir. Güler Batılı meslektaşları, ünlü Magnum sanatçıları karşısında bir coğrafyanın içinden, buralı olmanın avantajlarını yakalamıştır.44 1940’ların sonlarından başlayarak on yıllarca biriktirdiği İstanbul fotoğrafları külliyatı kentin yalnızca arzulanan tarihi ya da modern görünümünü sergilemez. Burada işçiler, yoksullar, dilenciler, çöp toplayıcılar, surlarda yaşayanlar, Eminönü, Sirkeci gibi semtlerde ağır işlerde çalışanlar, çocuk işçiler de gösterilmiştir.

1960’ların sonlarında Çetin Altan’la birlikte Akşam Gazetesi için fotoğraflayıp izlenimlerini yazdıkları, bir fotoröportaj niteliği taşıyan İstanbul fotoğrafları Beykoz dalyanından Salacak kıyılarına, Gültepe gecekondularından Surlara, Yenikapı’ya ve Haliç kıyılarına uzanır. Bu İstanbul’da Bizans kalıntıları ile iç içe geçmiş köhne atölyeler, gecekondular, Anadolu’dan gelenlerle eski İstanbullu yoksullar bir arada yaşamaktadır. Ama bu aynı zamanda bir dönemin sonunu temsil etmektedir. Çünkü bundan sonra ya isyan edilir ya yok olunur. Edebi bir son söz olarak şunu söylerler: “Sonunda biz biteceğiz, İstanbul hiç bitmeyecek.”45

Daha önceki kuşaktan sanatçıların İstanbul’da çektiği fotoğrafların bilgisine sahip bu fotoğraflar, üslupsal özenine, sanat içermesine ve yüksek kalitesine ek olarak “gerçekçi” olma özelliği taşır. Daha doğrusu hem dramatik ve hem de gerçekçi yönü olan, mekansal belirlenimi çok net, ama içinde yaşayan insanı, çalışanı, yoksulu gösteren nitelikte belgeleyici fotoğraflardır.

1950’li yıllar aynı zamanda emekçilerin İstanbul’un çeşitli eski mahallelerine ve yeni kurdukları gecekondu mahallelerine yerleşme serüveni ile anılır. Bu yıllardan başlayarak kentin gecekondu mahalleleri şekillenir. Bu mahallelerin kurulması ve düzenlenmesi, savunulması için yalnızca mahalleleri kuran yeni göçmen emekçilerin değil, Türkiye solunun tüm kesimlerinin genç, yaşlı, kadın, erkek katılımıyla büyük mücadeleler verilir.46 Klasik gecekondu mahalleleri Türkiye’nin diğer büyük sanayi kentleri için olduğu gibi İstanbul kentinin de ayrılmaz bir parçası olarak kent siluetine dahil olmuştur. Gecekondular ve buralarda yaşayan emekçiler daha sonraki on yıllarda farklılaşan yaşam, çalışma ve mülk edinme tecrübeleri edinirler; dişleriyle, tırnaklarıyla kentte yer tutmaya çalışırken “Seni yeneceğim İstanbul” derler. Gecekonduların ve buralarda yaşayanların algılanışında ülkenin siyasal atmosferi ve ekonomisiyle bağlantılı dönemsel farklılıklar ortaya çıkar. Eski gecekondu sakinleri kentli kültürü bozan köylüler olarak görülürken, bir yandan da kent kültürünü değiştirirler. 50’li yıllarda yeni göçmenler, kentin yeni ve köy kökenleri görünen, vurgulanan konukları iken 60’larda yerleşik kent yaşamına ve Türkiye’nin geçirmekte olduğu siyasal değişimlerle birlikte siyasal mücadeleler, hak arama mücadeleleri içine girerler. Daha sonraki on yıllarda ise gecekondudan varoşa bir değişim yaşanır. Bu değişim ‘kent için’ mücadele biçimlerini de değiştirir.

 


 

İşçi sınıfı, kentli emekçi sınıflar konut için, iş için, ekmek ve sosyalizm için mücadele ederken aynı kenti paylaşan burjuvazi, sermaye sınıfı 1950’lerde Batılı modelleri, özellikle de Amerikan yaşam tarzını takip ederek modern bir kent tasarımına özenmiş, otomotiv sektörüne hizmet edecek geniş bulvarlar açmış, modern binalar, semtler inşa etmiştir. Bu yıllar İstanbul’da bulvarların, Hilton’ların damga vurduğu yıllar olmuştur. Burjuvazi balolarda, cemiyet olaylarında, Amerika’ya gidip gelen başbakanları karşılama ve uğurlama törenlerinde boy göstermiş, medyada bu olayların fotoğrafları yer almıştır.

1960’lar Türkiye’de demokrasinin, 61 Anayasası’nın sağladığı yasal olanaklar ve dünyada esen sol rüzgârların etkisiyle sosyalizmin örgütlendiği yıllar olmuştur. Yeni bir parti, Türkiye İşçi Partisi yasal alanda kurulur, örgütlenmeye ve mücadeleye girişir. 1965 seçimlerinde 15 milletvekili çıkartan parti hem programı ve hem de kadrolarıyla gelecek on yılın sol, sosyalist birikimine maddi ve manevi büyük bir katkıda bulunur.

1970’ler sosyalist hareketin kendini kent imgesinin ayrılmaz bir parçası haline getirdiği büyük eylemler ve mitinglerle anılır. 15-16 Haziran 1970’te emekçiler kent sokaklarına inmiş, varsıl semtlerde yürümüş ve yönetenlerin, sermaye sahiplerinin, üst sınıfların yüreğini hoplatmıştır. Emekçiler, yoksullar ve gecekondu ahalisi kalkıp kent merkezlerine doğru yürüyünce, merkeze inince kent havası değişir. Emekçiler 15-16 Haziran günlerinde 2013’ün Haziran günlerinde olduğu gibi tanklara nanik yapmış, topluca ve korkusuzca, elde bayrak, tığ-ı teber şahı merdan, o yıllarda “fruko” diye adlandırılan toplum polislerinin üzerine yürümüştür.

 


 

Kadını erkeği, genci yaşlısıyla emekçiler sokağa indiğinde, örgütlendiğinde, böyle bir halkı hiçbir kuvvet yenemez. 15-16 Haziran günlerinde, hele de zengin semtlerinde hissedilen bu duygudur. O yüzden Bağdat Caddesi apartmanları kendini, evini ve yaşam biçimini koruma refleksiyle Türk bayrakları asar.

Aynı dönemde ’68 kuşağının öne çıktığı ve övünerek andığı eylemlerden biri 6.Filo askerlerinin Dolmabahçe’den denize dökülmesidir. ABD’nin Akdeniz gücü 6.Filo’nun o günlerde İstanbul limanında bulunması, üstelik askerlerin Beyoğlu ve çevresindeki eğlence yerlerinde boy göstermesi o günlerin devrimci gençliğini harekete geçirir. Anti-emperyalist bir ruh hali içinde Amerikan askerleri denize atılır. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının “yanki go home” diyerek Amerikan askeri kovalaması ve denize dökmesi, bir dönemin bağımsızlık, yurtseverlik, emperyalizm karşıtlığı ve devrimcilik duygularını ve siyasetini özetleyen etkili ve unutulmaz bir eylem türü olmuştur.

Zenginlerin yüreğine korku salan 1 Mayıs 1977 ve 1978 mitingleri, Taksim Meydanı’nın 1 Mayıs alanı olarak adlandırılmasına, meydanın bundan sonra yapılan büyük mitinglerle anılmasına neden olur. İstanbul’un nabzı burada atmakta, bu yılların kent imgesini bu kareler temsil etmektedir. Dost ve düşmanın hafızasında bu böyledir.47 Bu yıllarda yapılan büyük mitinglere akın eden emekçi kitleleri özgürlük için, demokrasi ve sosyalizm için seslerini yükseltmiş, haklar için, sömürüye ve eşitsizliklere karşı sloganlarını kentin bu en önemli meydanında haykırmıştır.

 


 

Boğaziçi Köprüsü

1970’lerin en önemli kent imgelerinden biri, daha sonraki on yıllara da damgasını vuracak şekilde Boğaziçi Köprüsü olmuştur. Günümüzde de ışıklandırılmış haliyle Boğaziçi Köprüsü gece ve gündüz İstanbul manzarasının, daha doğrusu AKP döneminin kitcsh anlayışının bir örneğini oluşturuyor. Onun önünde fotoğraf çekilir, oradan yürüyerek geçmeye özenilir, sırf bu yüzden maratona katılanlar vardır. İnsanlar kendini öldüreceği zaman bile yaptıkları eyleme verdikleri sembolik önemi paylaşmak amacıyla burayı seçerler. Köprü gece ve gündüz görünümüyle dizilerin, filmlerin vazgeçilmez dekorunu oluşturur. Hatta denilebilir ki, ikinci köprü yapıldıktan sonra bile daha çok Boğaziçi Köprüsü görüntüsü paylaşılmış, romantize edilmiştir. Köprünün açıldığı 1973 yılından sonra kentin Anadolu yakası hızla genişlemiş, bu bölgede nüfus patlaması yaşanmış, bir taraftan diğer tarafa gitmek trafik yoğunluğu nedeniyle eziyet haline gelmiştir. Ama ne gam! Vurgulamak gerekir ki aynı kent sembolleri mücadelenin de mekanı ve sembolü haline gelebilir. Haziran günlerinde “ayıya dayı demeden”, yürüyerek bir çırpıda geçilen köprü kentsel hafızamızda kazandığı yeri bir kez daha pekiştirmiştir.

 


 

12 Eylül’ün İstanbul’u

1980’lerin İstanbul’u, karanlık bir kent imgesine sahiptir. Sokaklarında tankların dolaştığı, her sokak başında arama yapılan, geceleri sokağa çıkma yasağı uygulanan bir askerî İstanbul. 1980’leri İstanbul’da yaşayanlar bilir, sokaklarında üzeri gazete kaplı ölüler yatan, her köşe başında fotoğraflı arananlar listelerinin asılı olduğu, kucaklarında bebekleriyle bir yerden diğerine kaçakta gezenlerin İstanbul’dur bu. Mavi berelilerin okullarda, sınıflarda kitapların sayfa aralarını bile aradığı, otobüsleri durdurup, erkekleri indirip duvara dayayarak üst araması yaptığı bir yerdir. Ama aynı mavi bereliler Nişantaşı gibi semtlerde kadınları durdurup onların küçük el çantalarını da sırf eğlence olsun diye aramaktadır. Aynı yıllarda büyük mahkemeler kurulmuş, ülkenin aydınlık insanlarının hemen hepsi bu hapishanelerde ve mahkemelerde acı deneyimler edinmiştir. Bu bir toplu gözaltı, bir toplu cezalandırma halidir.

 


 

Kent imgesinin değişimi: AKP’li Yıllar

Yaklaşık iki yüz yıldır küresel ekonominin işleyiş mekanizmaları kentlere şekil veriyor, işin, üretimin yapılacağı yerler çevreye itilirken üst düzey yönetim merkezleri, yönetici ofisleri ve finans merkezleri kent merkezine yerleşiyor. Bunu “küresel kent” başlığı altında inceleyen, küresel kentleri mercek altına alan birçok çalışma yapıldı.48 Küresel kentler coğrafi olarak birbirinden uzak biçimde gerçekleşen üretim birimleri arasında bağlantısallık sağlayan özelliklere sahiptir. Böylelikle üretim mekanlarıyla pazarlar arasında ilişki ve aynı zamanda ekonominin sınır ötesi hareketleri için bir yönetim merkezi oluşturulmaktadır. Buralarda ekonominin işlemesini sağlayan ve kontrol eden yoğunlaşmış komuta merkezleri yer alır.49 Küresel kent içinde yer aldığı ülkenin diğer bölgelerinden bağımsız, küresel pazarlara bir açık pencere oluşturur.

 


“Reklam bu kültürün yaşamıdır –öyle ki kapitalizm onsuz varlığını sürdüremezve aynı zamanda bu kültürün ürünüdür de.” ****


**** Berger, Age., s.153.


 

Küresel kent olmak ve kent mekanlarının böyle pazarlanması yeni sosyal eşitsizliklere ve dışlanma biçimlerine yol açıyor. Şehir plancıları bunların yanlış planlama ya da plansızlık sonucu ortaya çıktığını düşünüyorlar. Bu durum kentin ülkenin bütününden ayrık ve sermaye egemenliğinde, hatta kapitalist ekonomilerin kriz koşullarında yeniden şekilleniyor olması ile ilişkili görülüyor. Sözgelimi 20.yüzyıl ortalarında Başbakan Adnan Menderes “İstanbul’u

1900’lerdeki görünümünden kurtaracağız” diyor. Bu görüş aynı zamanda İstanbul’u geniş bir jeopolitik bölgenin payitahtı olacak şekilde yeniden inşa etme ve modern bir anlayışla imar etme çabalarıyla bütünleşiyor. Kısacası İstanbul’u şekillendirmek ve yeniden şekillendirmek yalnızca harita üzerinde bir kenti planlamaktan ibaret değil, daha geniş bir çaba ve düşünce öbeğinin, siyasal ve ideolojik düşünce ve aktif tutumların bir yansıması olarak ortaya çıkıyor. Sadece plancıların işi olmayan, birçok faktörün devrede olduğu, güç ilişkileriyle, sınıf çelişkileriyle, etnik ve dini önceliklerle, benimsenen sembolizmle şekillenen bir denklemden, uluslararası ölçekte örnekler ve devletin, iktidarların, sermaye güçlerinin bunlar arasından yapmakta olduğu seçişlerden söz ediyoruz.50 Ama bu süreç aynı zamanda insanların somut günlük yaşantılarını, mekan ilişkilerini de etkilemeye, belirlemeye devam ediyor.

1990’larda Refahlı belediyeler döneminde de kenti bir marka şehir haline getirecek büyük etkinlikler yapıldı, çeşitli stratejiler hedeflendi. Aynı zamanda bu süreç kentin ölçeksel dönüşümünü etkileyen, sanayisizleştirme ve özelleştirme süreçlerinin yolunu döşeyen, bunların planlandığı ve ilk adımlarının atıldığı bir dönem oldu. Bir örnek vermek gerekirse Paşabahçe-Beykoz’da yaşanan köklü dönüşüm bir bütün olarak o dönemde planlandı ve ilk adımlar atıldı. 2000’lerde İstanbul’u, kent mekanını ve imgesini pazarlamak amacıyla 1980’lerden günümüze bir dizi strateji geliştirildi; bu alan mücadelelere sahne oldu. İstanbul’un kimi bölgelerinde, örneğin Ataşehir’de bir finans merkezi kurulması için girişimler başlatıldı.

Ancak 2002’den bu yana on yılı aşan AKP iktidarları döneminde İstanbul’un imgesi, silueti pek çok şeyi değişti, daha önceki tüm dönemlerden farklı olarak daha köklü biçimde tabir yerindeyse ‘rahatı, huzuru kaçtı’. 2004’te Küresel Kent İstanbul, 2010’da Avrupa Kültür Başkenti olarak İstanbul imgesi, İstanbul’un zenginlikleri alıcı gözler önüne serildi.

Ama aynı süreçte kentimiz bir inşaat alanı, bir şantiye haline geldi. Gökdelen alanları, gökdelen öbekleri, yüksek binalardan oluşan silueti reklamlardan dizilere, filmlere yeni ve popüler kent imgeleri haline geldi. Yürünmez, gezilmez, hafta sonları dışarı çıkılmaz, boğaza, Beyoğlu’na gidilmez ve metro istasyonları da bizi oralara taşıdığına göre ancak ve ancak çoluk çocuk AVM’lere doluşulan bir kent oldu. İstanbul’un sanayi ve emek yapısı değişti. Hızlı bir sanayisizleşmeye emekçilerin kent dışına sürülmesi, emeğin nitelik değişimi eşlik etti.

Küçük ölçekli kentlerde, kasaba ve köy yaşantısında kent hafızasını tanımlamak kolaydı. Kent orada yaşayanlar için bireysel ve cemaatsel bir geçmiş ve bugün’ün kültürel, sosyal ve siyasal tanımıyla ilgiliydi. Salt gerçeklik ya da tamamen hayali bir vizyonun, ütopyanın parçası değildi. Daha çok karmaşık bir zihin haritası ya da yabancı, dışsal olmayan bir yuva olarak algılanıyordu. Bu da gerçek gündelik hayat için etik ve korunaklı bir çevre oluşturuyordu.51 Böyle bir çerçevede anıtlar kültürel bir lokasyon (yer) duygusu veriyordu.

 


 

Ama kentler daha karmaşık, daha büyük ve küresel hale geldikçe kentlerin böyle tanımlı, kabul edilmiş tek bir imgesi olmaktan çıktı. Günümüzde giderek daha çok karmaşık ve çelişkili imgelerden söz ediliyor. Daha önceki yüzyılların modernistleri için kent mekanını açmak ve düzlemek, geçmişi silmek, geçmişten, eski rejimden kopmak anlamına geliyordu. Onlar mirası reddediyorlar, yeni alanlar, kendi yaşam kültürleri için temiz, minimal alanlar düşlüyorlardı. Eski şehri unutma, aşma, terk etme, onun kaotik, organik ve bozulmuş, kirlenmiş varlığından ve atmosferinden kurtulma arzusu, toplumun yeni ve yükselen sınıflarının, burjuvazinin yeni, planlı, düzgün, güvenli kendi modern kent ütopyasına uygun mekanlar ortaya çıkardı. Bunlar klasik geleneklerden kopmayı hedefledi.

Türkiye örneğinde Cumhuriyet dönemi klasiklerden, eski dönemlerden arta kalanların derlenip parlatılmasına, bazılarının da üstünün örtülmesine neden oldu. İstanbul’da burjuvazi kendi kent imgesine uygun yeni, modern mekanlar yaratırken, yalnızca kenti çevreye doğru büyütmekle kalmadı, eskilerin üstünü kapatmayı ya da radikal kararlarla yıkıp geçmeyi tercih etti. Günümüzde ise eski mahallelere soylulaşma ya da mutenalaşma adı altında sınıf atlatılıyor, ya da 1980 ve 90’larda dünya kentlerinde olduğu gibi eski ile yeninin üst üste konduğu, karmaşık, parçalı, postmodern yapılar ve alanlar kültürel yaşama yeni merkezler, yaşam alanları olarak armağan ediliyor. Ama aynı süreçte kent yoksullarından, emekçilerden temizlenmiş kent merkezlerinin yeniden değer kazandığı, kimi alanların kamusal kullanıma kapatıldığı, sosyal tesislerin yok edildiği, kamusal alanların en sonuncusuna kadar rant yağmasına açıldığı soylulaştırma/mutenalaştırmanın da işlediğini görüyoruz.

Yıllar boyunca bakımsız bırakılan, yatırım yapılmayarak çökmeye terk edilen işçi konutları, yoksul mahalleler, sosyal donatı alanları, oyun bahçeleri, spor alanları kentsel dönüşümün, rant yağmasının gerekçesini oluşturan argümanları desteklemek için kullanıldı. Deprem riskini de bunlara eklemek iktidar ve muhalefetin üstünde anlaştığı bir diğer argümanı oluşturdu.

Uzun yıllar yoksulluk ve bakımsızlık, yüksek işsizlik ile boğuşan, yüksek oranda göç alan bir bölge olarak Fikirtepe’nin bir kentsel dönüşüm örneği olarak gösterilmesi hem İstanbul Büyükşehir ve hem de Kadıköy Belediyesi tarafından desteklenen büyük bir proje oldu. Anadolu yakasının en eski gecekondu yerleşimi olarak bilinen Fikirtepe mevcut özelliğini hızla kaybederek bir rant ve talan alanı haline geldi. Burada yaşayanların bir bölümü, kiracılar ya da ekonomik gücü olanlar bölgeyi terk etti, diğer yandan AKP iktidarının, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın çeşitli dönemlerde işleri hızlandırdığı, kimi zaman uyuttuğu çalışmalar bölgeyi yaşanmaz, güvenliksiz hale getirdi. 2014 yerel seçimleri öncesinde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın bölgede açtığı iki büro aracılığıyla işleri hızlandırmaya, inşaat şirketlerinin adaları birleştirerek inşaata başlamasına çaba gösteriyorlar. Bunun bir seçim çalışması olmadığını özellikle vurgulayan yetkililer ruhsatları Kadıköy Belediyesi üzerinden vermeye devam ettiklerini söylüyor. Gerçekten de bu işte her iki belediye el ele, uyumlu biçimde çalışıyor.

 


Gülhan Kırdı, 2011
“Fotoğraf makinesinin fiilen gerçekliği yorumlamakla kalmayıp, aynı zamanda gerçekliği yakaladığı şeklinde bir anlayış söz konusuysa da, fotoğraflar –en az resimler ve çizimler derecesindedünyanın bir yorumudurlar.”
*****


***** Susan Sontag, Fotoğraf Üzerine, Çeviren: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, 2008, s.7.


 

Diğer yandan yaratılmış, gerçeklikten uzaklaşmış bir temsil halini almış kent imajı ile insanların, grupların gerçek deneyimleri arasındaki uzaklık ve gerilimler büyüdükçe, ara açıldıkça, kentlerin “hormonlu” ve “plastik” olma hali günlük yaşantıyı da gerçek olmaktan uzaklaştırıyor, insan eylemleri robotlaşıyor. İşte o zaman haberlerde ulaşım sorunları, ölümlü trafik kazaları ilk sıraya yükseliyor, bütün teknolojik ilerleme söylemine karşın bir yerden bir yere gitmek, kent yaşantısının en zor şeyi haline geliyor. Kamil Masaracı’nın Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanmış karikatür bandında bir zamanlar söylemek istediği gibi, bize sunulan her şeye sahip olduğumuzda, özgür olmak, kuş olup uçmak istediğimiz de bile gideceğimiz çok kısıtlı bir rota var: “Evden işe, işten eve…”

 


 

Bugünle kavgalı olanlar yüzlerini geçmişe dönüyor ve içinde bir zamanlar mutlu olduğu, mutlu anılar barındıran güvenli, sıcak yuvayı burada arıyor. Geçmişe duyulan özlem İstanbulluları ve kenti pazarlayanları kentin nostaljik sembollerini öne çıkarmaya yöneltti. Kentsel hafıza kenti ve geçmişi nasıl yeniden şekillendirdiğimiz, inşa ettiğimizle ilgili bir şey. Kent imajı kentte yaşayanlara ve daha geniş bir topluluğa o kente ait bir imge, geçmişe dair bir tutamak noktası sunuyor. Ondan sonra hatıralar değişiyor, kişisel olmaktan çıkıyor, bize gösterilen standart görüntü ya da anlatıları hatırlıyor, tekrarlıyoruz. Onları tarihsel bağlamlarından koparıp hep varmış gibi, hep aynı işlevleri üstlenmiş gibi düşünüyoruz. İçinde yaşadığımız hızla değişen, farklılaşan, koşulları kötüleşen bu “yabancılar diyarı” kenti aşina olduğumuz, içinde kendimizi evde hissedeceğimiz bir “yuva” olarak sunmak için bu tutamak noktalarına ihtiyaç duyuyoruz. O yüzden bitpazarına nur yağıyor, vintage modalar, ürünler, tarzlar, geçmişteki bir döneme takılan retro tarzlar, eski dönemin müziklerinin dinlendiği nostalji barlar bu kadar prim yapıyor.

Bu dönemin kültürel kent simgesi olarak nostalji tramvayını gösterebiliriz. Tabii Ara Güler’in bu fotoğrafı çektiği 1950’li yıllarda İstanbul’da tramvaylar hala ulaşım aracı olarak kullanılmaktaydı. Günümüzde ise İstiklal Caddesi ve Anadolu yakasında Bahariye Caddesinde çalışan tramvaylar işlevlerinden çok “nostalji” duygusunu yaşatmak için, turistik amaçlarla kullanılıyorlar. En çok da fotoğraflar ve hediyelik eşyalarda görüyoruz nostalji tramvayını. Tüm İstanbul’da hizmet veren raylı sistemleri söktükten, tramvay hatlarını kaldırdıktan, Beyoğlu’nun, Tarlabaşı’nın eski binalarını yıktıktan ve yenileme adı altında eski haliyle hiçbir ilgisi olmayan biçime soktuktan, neredeyse tüm pasajları kapatıp çok katlı, yürüyen merdivenli, Çin malları satılan alışveriş merkezleri haline getirdikten sonra “Bir Beyoğlu Düşü”nü canlı tutacak tramvay ancak nostaljik olabilir.

İstanbul’a yönelik kent suçlarını izleyen ve müdahale eden bir çalışmada ifade edildiği gibi: “On iki yıllık iktidarında yaşamın tüm alanlarına saldıran AKP’nin elinden kentler de nasibini fazlasıyla aldı. Özellikle İstanbul’un doğal, tarihi ve kentsel zenginlikleri hızla nakde çevriliyor; İstanbul’da kent sakinlerinin yaşamı gitgide zorlaştırılırken sermayenin oyun alanı her geçen gün genişletiliyor. İstanbul’a karşı işlenen kent suçlarını satırlara sığdırmak imkânsız…”52

Şehrin her yanına yüksek binalar, yeni camiler inşa edildi, Çamlıca tepesi, Göztepe parkı ve Taksim alanı gibi bazı önemli, sembolik noktalara yeni camiler inşa edilmesi tartışmaları devam etti. AKP döneminde kentsel dönüşüm alanlarında yer alan eski ve küçük camiler yıkıldı, yerine devasa camiler inşa edildi. Yeni camilerden-pek azı mimari açıdan modern camilerdir. Örnek vermek gerekirse, Yeşil Vadi Konakları camii ya da Kozyatağı Mehmet Çavuş Camii’nden söz edebiliriz. Bunların bazılarının da kapalı sitelerin alanı içinde kaldığı, özel kullanıma ayrıldığı biliniyor. Ama bir de Ataşehir Mimar Sinan Camii gibi, Tayyip Erdoğan’ın selâtin camii diye adlandırdığı cami var. Temmuz 2010’da yapımına başlanan, ilk olarak Ataşehir Anadolu Ulu Camii olarak adlandırılan caminin adı sonradan Mimar Sinan Camii olarak değiştirildi ve 2012 yılında tamamlandı. Bu camiyi Başbakan şöyle anlattı: “Avrupa yakasında bir Süleymaniye var, Mimar Sinan’ın İstanbul’daki ilk eseri Şehzadebaşı Camisi var. Bir diğer tarafta Sultanahmet ve Fatih camileri var. Fakat bu yakada böyle bir cuma camisi, bir selâtin cami mevcut değildi. Arzu ettik ki, bu yakada da birkaç tane selâtin cami, cuma camisi olması lazım. Bu kararı verdik. Tabii Ataşehir gelişiyor, gelişti, bu noktalara geldi. (…) Zira bir olmaya, birlikte olmaya, birlikte Türkiye’yi ve İstanbul’u inşaya mecburuz. Mimar Sinan adına ona adeta torunları olarak böyle bir eseri inşa etmek şüphesiz ki bizlerin göreviydi. Onun hatırasına yönelik böyle bir eser, ülkemizde ne yazık ki olmadı, ilk defa oluyor. Şunu söylüyoruz; ya rab, camilerimizi cemaatsiz, Kur’ansız, minarelerimizi de ezansız bırakma. (…) Onun için birbirimizi sevmeye mecburuz. Birbirimizi dışlayamayız, ötekileştiremeyiz. Dayanışma içinde, birlik içinde olacağız ve her yönüyle Türkiye çok daha farklı olacak.”53

 


 

Arka planda gökdelenler, postmodern binalar, inşaatlar bulunan bu taklit cami İslami post-modernizmin bir başyapıtı gibi İstanbul’un AKP dönemi sembollerinden biri olarak yükselmektedir.


 

Tayyip Erdoğan’ın büyüklenerek ve böbürlenerek, kendini büyük Osmanlı Padişahları ile aynı kefeye koyarak Selâtin camiler inşa etmeye kalkışması AKP iktidarının yalnızca yeni-Osmanlıcılık diye adlandırılan bir tarzı hayata geçirmeye çalışmasını değil, aynı zamanda bilgisizlik ve cehaletini de ortaya koyuyor. Çünkü böyle büyük camiler padişahların başarıyla gerçekleştirdikleri seferlerden dönüşte, bu seferin kazancıyla yaptırdıkları, çok şerefeli, minareli camiler. Klasik dönemin bu türden camileri padişahlara özgü; ayrıca büyük seferler ve zaferler kazanmamış padişahlar tarafından bile yaptırılmamış.

Modern ve laik özellikleriyle öne çıkan Ataşehir’de bu büyüklükte ve mimaride bir camiinin yapılmasından ötürü Başbakan eleştirildi. Sadece sözleriyle değil de mimarinin kendisi de eleştirildi. 21. yüzyılda mimaride halen Osmanlı mimarisinin kullanılıyor olması, dahası layıkıyla yansıtılamamasından ötürü tepki çekti. Ayrıca bölgede yaşayan ve kentsel dönüşüm planları, çekişme ve pazarlıkları içine sokulmuş bulunan İmar-İskân mahallesi sakinleri bu cami inşaatı başlayana kadar bölgede açıkta kanalizasyon aktığını, ancak cami duvarı yapılırken bunun kapatıldığını anlatıyorlar. Yani kendilerine yatırım yapmayan devlet, camisi için etrafı düzeltmektedir. Etrafta başka yeşil alan, park alanı yokken caminin bahçesi bir park alanı olarak civarda yaşayanlara önerilmektedir.

İstanbul’da çoğu Tarihi Yarımada’da yer alan ve kazandıkları turistik işlevle öne çıkan camileri ve Sarayburnu manzarasını bir tarafa koyacak olursak, muhafazakâr mekanların çoğaldığını söylemeliyiz. Bu türden eski mekanlar olarak sayılan Üsküdar Kanaat Lokantası, Tophane kahveleri, Ziya Şark Sofrası gibi yerlerin demode olduğundan, şimdi daha lüks boğaz manzaralı, Nakkaştepe gibi yerlerde mescidi olan, yemekleri güzel, içkisiz, ailece gidilecek yerlerden söz ediliyor. Ayrıca magazin dergilerinde muhafazakâr kesimlerin gözde semti olarak bilinen Çamlıca çevresinde değişik konseptlerde lüks restoranlar ve kafelerden, Fatih’te eskiden At Pazarı olarak bilinen yerde açılmış mekanlardan söz ediliyor. Ahmet Hakan’a göre müşterilerini muhafazakâr bohem burjuvalar, antikapitalist İslamcılar, öğrenciler ve aykırılar oluşturuyor. Burası Ramazanda iftar ve sonrasında çok geç saatlere kadar açık, yine de kalabalık, yer bulunamayan mekanlara sahip. Elbette boğaz kenarında çeşitli yerlerden de söz ediliyor, içki satılmayan, mescidi olan ve çok pahalı yerler.54 Ama bunların hiç biri İstanbul imgeleri arasına girmiş değil.

 


İstanbul’un popüler imgeleri arasına giren daha farklı, popüler postmodern imgelerden söz edilebilir. Bir örnek tarihi semtlerde ve aslında kentin birçok yerinde bulunan, örneğini Feshane ve Eyüp çevresinden verebileceğimiz tarih çağrışımlı eklektik mekan düzenlemeleridir.

Toplumcu mimar ve mühendislerin oluşturduğu meclis’in son dönemde hazırladığı bir raporda yer verildiği gibi AKP iktidarlarının damgasını vurduğu son on yıl için bir döküm yapmak gerekirse, İstanbul’un silueti bozuldu: Gökkafes, Şehrazat Konakları gibi yapılar silueti katlederken, Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nin siluet etkisini kaybettiği açıklandı. Taksim yayalaştırma projesiyle, meydana büyük mücadelelerle kurtarılan Gezi Parkı dışında tamamen beton döküldü; meydan insansızlaştırıldı. Emek Sineması, Maksim Gazinosu ve İstanbul’un ilk sineması olan Majik Sineması yıkılarak yerlerine AVM’ler inşa edilmeye başlandı. Haliç Metro Köprüsü’nün ve Marmaray’ın yarattığı tahribat, Aksaray’daki yıkımlar, Fener-Balat’taki acele kamulaştırma, Sulukule’deki yerinden edilme ve Yenikapı’da yapılan dolgu miting alanı sonucunda Tarihi Yarımada’da yaratılan tahribatlar, kültürel miras ve evrensel değer kabul edilen İstanbul’u bu niteliğini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı. Haydarpaşa Garı’nın artık gar olarak kullanılmayacağının ilanından sonra, Haydarpaşa’da 2010 yılında yangın çıktı ve akabinde kaderine terk edilen bina çürümeye başladı. Kuzey ormanları Üçüncü Köprü ve Üçüncü Havalimanı inşaatlarıyla katlediliyor; burada bulunan İstanbul’un önemli yeraltı ve yerüstü su kaynakları yok ediliyor. Dev Çamlıca Camii ve Külliyesi inşaatı nedeniyle Çamlıca Tepesi tahrip edildi. Sulukule, Tarlabaşı ve Ayazma’da yaşanan kentsel dönüşümle buralarda yaşayanların yaşam alanlarına el konuldu; onlar mahallelerinden sürülürken inşaatla büyüyen sermayeye yeni şantiye alanları açıldı. Sevda Tepesi’nin imar hakkı Erdoğan Bayraktar tarafından Suudi kralına ‘hediye edildi’; Sevda Tepesi ve Boğaziçi alanı imara açıldı. Tarihi Cenevizliler’e dayanan Karaköy’deki Salı Pazarı alanına Galataport Projesi adıyla kruvaziyer liman ve turizm alanı yapılmasını öngören proje onaylandı. TOKİ eliyle kamu arazileri lüks konut ve ticaret yapılaşmasına açıldı: Fatih Ormanı ve Şişli Ayazağa Gecekondu Önleme Bölgesi Maslak 1453 projesi için Ağaoğlu’na tahsis edildi. SİT alanları imara açıldı: Kadıköy Kuşdili Çayırı Otopark inşaatı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından onaylandı. Yasa dinlemeden ya da yasaları da değiştirerek gerçekleştirilen ve planlanan çılgın projelerle kent ve doğa tahribatı hızlandı. Aceleye getirilen Marmaray ve yapılması planlanan Kanal İstanbul bunların sadece ikisi. Mahkeme kararlarına rağmen kent suçlarında hız kesilmedi: Endüstriyel Miras olarak kabul edilmiş olan Mecidiyeköy’deki Likör Fabrikası yıkıldı ve mahkemenin olumsuz kararına rağmen üzerindeki Quasar İstanbul gökdelenlerinin inşaatı devam ediyor. Keyfi restorasyon uygulamalarıyla tarihi binalar, yıllar içinde gördükleri tahribattan çok daha fazlasına maruz bırakıldı: Kılıç Ali Paşa Camii, Hüseyin Ağa Camii, Abdullah Ağa Yalısı ve daha niceleri tanınmaz hale getirildi.55


 

Sona doğru: Bir başka İstanbul düşü

Henri Lefebvre uzamın bir sosyal üretim olduğunu söylüyordu. Bu anlamda uzam yalnızca içinde yaşadığımız bir mekan değildir. Burada imajlar ve semboller de mevcuttur; temsili mekanlar dilsel olmayan sembol ve imgelerin oluşturduğu az çok tutarlı sistemlerdir. Fiziksel uzamda bunun ötesinde mekanın sembolik işlevleri de vardır. Uzamda bulunan şeylerden daha da önemlisi uzamın gerçek üretimi meselesidir. Burada uzamda bulunan “şeyler” kadar bunlar hakkında söylem de üretime katılır.56 Ama uzam sadece okunmaz, aynı zamanda inşa edilir. Ve en önemlisi, uzam ve mekan sabit, durağan, donuk ya da kemikleşmiş bir şey değildir. Uzam siyasi bir alandır; uğrunda mücadele verdiğimiz, kazanmak için, kendi rengimizi çalmak, kendi düşüncelerimizi gerçekleştirmek için mücadele verdiğimiz bir alandır. Kapitalizmin bir özelliği de bir sınıfın hegemonyasını oluşturma yönüdür. Hegemonya etki ya da baskıdan daha fazla bir şeydir. Hem kurumlar ve hem de fikirler üzerinde işler, aynı zamanda bunlar aracılığıyla etkide bulunur. Hakim sınıf gücünü yalnızca maddi kaynaklar, baskı ve zorlama ile değil, düşünceler, semboller ve ideoloji ile de uygulamaya koyar. Geriye dönersek, yapılacak şey modern dönemde insanın doğallığının bozulmasına karşı kendiliğindenliği geri getirmek, doğaya dönmek değildir. Geri dönüş olanaksızdır. Olan bozulmuşun yerine başka bir başkasını, daha iyisini, insani olanı yeniden kurmaktır.

Şöyle tamamlayabiliriz, kentlere dair tek bir hikâye, tek bir anlatı olamaz. Yalnızca geçmişe yolculuk yapmaya kalktığımızda değil, günümüz için de birçok farklı görüşten, çıkardan ve hikâyeden söz edebiliriz. Yapısalcılar gibi kenti ve imgeleri salt metin olarak okuyan ya da salt kültür alanı içinde bir okuma yapanlar var. Elbette maddi gerçeklik kadar bunlara dair mitler, inançlar, arzular da anlatıları şekillendiriyor. Ancak imgelerin de toplumsal yapı ve ilişkilerle bağlantılı bir üretim ve kullanım biçimi var. Dolayısıyla bunlara dair eleştirel bir okuma yapılabilir. Buradan da kentin sol, muhalif bir imgeler zenginliğine ulaşmak mümkün olur. Gezi’de tüm zenginliği ile patlayan ve paylaşılan, devrimci olan budur.

Kimi özelliklerini ele almaya çalıştığımız uzun dönemde İstanbul’un şehir imgeleri, kentte, ülkemizde ve dünyada yaşanan değişimi içerecek ve yansıtacak şekilde değişti. Bu değişim yalnızca imgelerde değil, kentin bütününde, altyapısında, ulaşımında, konut ve kamusal alanlarında, merkezlerinde, iş çevrelerinde de ortaya çıktı. Ve bu yalnızca bir mekansal değişimi değil, kapitalizmin krizlerini, örneğin AKP iktidarı dönemindeki ideolojik/siyasi/kültürel tercihleri, ekonomiye sıcak para girişini, yatırım önceliklerini, emek ilişkilerini de içerecek büyük ve bütünlüklü bir değişimin sembolik izlerini oluşturdu.

İstanbul’da yaşayan farklı sesleri, farklı kimlikleri de “çoğulculuk” ve “bir zenginlik” olarak yansıtmayı hedefleyen, yazıların çoğunda “nostalji” havası ağır basan bir İBB yayınında tüm yaşamını Beyoğlu ve çevresinde geçirmiş eski İstanbullulardan Giovanni Scognamillo şöyle diyor: “Açık açık söylüyorum, içimde bir endişe var kâbusa benzer evet çünkü Manhattan’a benzemek için günün birinde Sultanahmet Meydanı’nda bir gökdelen görmek istemiyorum gerçekten.”57 Bu endişelerin ciddi ve gerçekçi olduğunu geçtiğimiz on yıl içinde İstanbul’da gördük. Taksim’in yayalaştırılması projesi sonucu meydana verilen tahribatın düzeltilmesi için gelecek yıllarda, kente dair farklı fikirleri olan, farklı toplumsal yapılanmaya dayanan iktidarların epey uğraşması gerekecek. Doğa kendinden alınanı uzun zaman dilimi içinde de olsa büyük ölçüde yerine koyma kapasitesine sahip, ama bu konuda acelemiz var. Diğer yandan maddi kültüre verilen tahribatın, kaybolan kültürel değerlerin, yok edilen tarihsel mirasın geri dönüşü yok.

AKP iktidarları İstanbul’un eski yerlerini muhafazakâr mekanlar olarak ihya etti, ama verdiği tahribat sadece bundan ibaret değil. Artık heykelli Cumhuriyet meydanlarının yerini devasa geniş kitlelere hitap edecek, kutsal aileyi ağırlayacak genişlikte balkonlu, ya da portatif kürsü kurulabilen meydanlar almış durumda. Asıl tahribat merkezi, modern mekanları, kamusal alanları tasfiye etmek suretiyle ortaya çıkartılan sağcı, popülist mekanlarda, üstlendikleri statükocu, gerici işlevlerde ortaya çıkıyor. Bunlar kimi zaman alışveriş merkezlerinin ortasında yer alan çölleşmiş, ortası havuzlu, insanların birbirinin yüzüne bakmadığı, oturacak yeri olmayan, geçilen, tüketim mekanlarının ağırlık koyduğu türden kamusal alanlar. Her miting ve toplaşma özgürlükçü olmadığı gibi her meydan ve buluşma da kamusal alan sağlamıyor.

Nihayet Haziran Direnişi döneminin Taksim imgesine ulaşıyoruz. Toplumsal değişimle, mücadelelerle bağlantılı olarak kent imgelerinin farklılaşmasına örnek olarak AKM’nin yıkılması/yerinde durması mücadelesinden Haziran günlerinin Boyun Eğmeyen AKM’sine ulaşıyoruz. Artık modern bir sanat merkezi olma işlevinin ötesinde, kent hafızasında, mücadele geleneğimiz içinde sembolik bir önemi var. Yavaş yavaş çökmeye terk edilmezse yıkmak için üstümüzden geçilmesi gereken yerlerden biri oldu AKM.

Taksim Gezi Parkı’na AVM, Çamlıca tepesine cami… Son olarak diyelim ki ülkeyi ve İstanbul’u ancak mücadele ederek elde tutabiliriz. O yüzden 2013 Haziran direnişinde Türkiye’nin her yerinde kitleler “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganı atarken bütün bunlar aklımıza takıldı.

Yaşasın kavgamızın şehri İstanbul

Ne güzelsin isyan ettiğinde…

 


*Böyle bir yazı yazma düşüncesini uyandıran fotoğrafçı Seyit Ali Ak’ın anısına. Yardımlarını esirgemeyen değerli dostum İrfan Ertel’e ve aydınlık, güzel bir İstanbul’un mümkün olduğunu hatırlatan Haziran direnişçilerine saygılarımla.

Dipnotlar

  1. Cemil Topuzlu 18 Ağustos 1912-7 Kasım 1914, 28 Ağustos-15 Aralık 1918, 5 Mayıs 1919-28 Şubat 1920 arasında İstanbul Şehremini olarak hizmet eder. Şehremini, günümüzün belediye başkanlığına tekabül eden bir idari mevkidir. Daha sonra 1946’ya dek İstanbul Belediye Meclis azası olarak çalıştığı bir dönem daha vardır. Dr.Cemil Topuzlu, İstibdat-MeşrutiyetCumhuriyet Devirlerinde 80 Yıllık Hatıralarım, İstanbul, Güven Basım ve Yayınevi, 1951.
  2.  İstanbul 4. yüzyıldan 18. Yüzyıl ortalarına kadar, üstünlüğü zaman zaman Paris ve İspanyol şehirlerine kaptırsa da, çok bariz bir süreklilik halinde Avrupa’nın en kalabalık şehridir. Bkz.Kemal H.Karpat, “İstanbul’un Nüfusu, Toplumsal ve Ekonomik Dönüşümü; Osmanlı Mikrokozmosu”, Osmanlı Nüfusu: 1908-1914 Demografik ve Sosyal Özellikleri, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003, s.142.
  3.  İstanbul’un kentsel gelişimi ve mekansal dönüşümünü incelemek açısından bkz.Hatice Kurtuluş, “İstanbul: Üçüncü Dünya Metropolünden Dünya Kentine!”, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No: 44, Mart 2011.
  4. Rıfat Bali, Tarzı Hayat’tan Life Style’a, İletişim Yayınları, 2002.
  5.  Elbette her seçme gibi burada yapmaya çalıştığımızın da öznel tercihlere dayandığını ve dışta kalanlar arasında önemli imgelerin bulunduğunu kabul ediyoruz.
  6.  John Berger, Görme Biçimleri, Çev. Yurdanur Salman, 17.Basım, Metis, 2011, s.8.
  7. Manuel Castells, The Urban Question: A Marxist Approach, İngilizceye Çeviren: Alan Sheridan, Edward Arnold, 1977, s.180.
  8.  Gary Bridge-Sophie Watson, “City Imaginaries”, A Companion to the City, Blackwell, 2003, s.7-17.
  9. Peter Burke, Tarihin Görgü Tanıkları: Afişten Heykele, Minyatürden Fotoğrafa, Çev.Zeynep Yelçe, Kitap Yayınevi, 2003.
  10.  Henri Lefebvre, The Production of Space, Blackwell, 1991, s.401.
  11.  Pierre Nora, Hafıza Mekanları, Dost Kitabevi, 2006, s.23.
  12. İstanbul’da bulunan tema parkı ile ilgili olarak bkz.İpek Türkeli, “Minyatür Türkiye Parkında Vatandaşlığı Modellemek”, İstanbul Nereye? içinde, Der. Deniz Göktürk vd., Metis, 2010, s.145-170. http://miniaturk.com.tr/, (erişim tarihi: 31 Mart 2014)
  13. Lisa Benton-Short, “Monuments and Memories”, The Sage Companion to the City, derl: Tim Hall, Phil Hubbard, John Rennie Short, Sage, 2008, s.94.
  14.  Hafıza mekanlarıyla ilgili birkaç örnek vermek gerekirse, eleştirel, sivil ve ulusal güvenlik vurgusu olan üç anıt ve mekandan söz edelim. İlki ünlü çocuklar için üretilmiş Belçika çizgi romanı Martine (bizdeki Ayşegül çizgi romanlarını hatırlayın). Martine gezip tozan, farklı mekanlar içinde yaşamını sürdüren, dünyayı gezen mutlu bir üst sınıftan beyaz çocuk olarak tasvir edilmiştir. Belçika’da Tournai kentinde küçük bir meydanda bulunan Martine Hasta (Martine est malade) heykeli bu çocuğu hasta, ayağı ve kolu sargılar içinde tasvir eder. Bu heykelcik, Martine’in hep sağlıklı ve mutlu haline bir eleştiri içermektedir. Diğerine örnek olarak Prenses Diana’nın anısına Ağustos 1997’de ölümünün ardından yapılan sivil anma törenleri ve dikilen anıtlar verilmektedir. Bir kazaya kurban giden güzel prensesin anısını sürdüren pop-art örnekler olan anıtlar ve anma biçimleri bir yandan nemrut kraliyet ailesine nanik yapma diğer yandan da yine kendini bu aileyle bağlantılandırma denemesi olarak okunabilir. Benton-Short, age., s.100. Bir diğer örnek ise New York’ta bulunan 11 Eylül olayları anısına ikiz kulelerin yerinde bırakılan boşluğun oluşturduğu anıt mekandır. Ground Zero olarak adlandırılan bu mekanın master planı ulusal hafızada bir boşluğu sembolize etmek üzere ünlü mimar Daniel Libeskind tarafından yapılmıştır. Bu boşluğun çevresinde bulunan tellere mesajlar bırakılması âdeti özendirilmiş, olayın büyüklüğünü ve görsel sembolizmini geride bırakmayacak, örtmeyecek farklı türden bir anı mekanı oluşturulmuştur. Ground Zero, http:// daniel-libeskind.com/projects/ground-zero-master-plan, ulaşım tarihi: 21.02.2014. Konuyla ilgili bir önemli tarihsel örnek Paris Komünü sırasında mücadele eden komünarların anısına karşı Montmartre tepesine inşa edilen görkemli Sacré Coeur Bazilikasıdır. Burası hala gerici bir anıt olarak dikildiği yerden, üstten Paris’e bakmakta, bir turist mekanı olarak kalabalıkları ağırlamaktadır. Harvey’e göre tüm tarih, her şeyden önce bir sınıflar mücadelesi tarihidir. Katoliklerle gerici monarşinin ittifakı sonucu 1875’ten sonra yapımı başlayan ve 1919’da tamamlanan bu gerici anıt Paris’in siluetinde yerini almıştır. David Harvey, “Monument and Myth”, Annals of the Association of American Geographers, v.69, no.3, Eylül 1979, s.362-381. Aynı metin için bkz.David Harvey, Paris, Modernitenin Başkenti, Çeviren: Berna Kılınçer, Sel Yayıncılık, 2012, s.403-439.
  15.  “İkarus’un Düşüşü Sırasında Bir Manzara” isimli 1558 tarihli bu tabloda İkarus kanatları eridiği için suya düşmekte, aynı anda sıradan insanlar, köylüler, çiftçi, çoban, balıkçı gündelik sıradan işlerini yapmaya devam etmektedir. Kimse İkarus’un trajedisinin ve gerçekliğinin farkında değildir.
  16. Literatürde genel olarak üç imparatorluktan söz edilse de İstanbul’un aslında dört imparatorluğa başkentlik yaptığı ileri sürülür: Roma de jure olarak bütünken bir süre Roma’nın da başkenti durumundadır. Dolayısıyla Roma, Bizans, Latin ve Osmanlı imparatorluklarının başkentliğini yapıyor İstanbul.
  17. Bir kaynakta değinildiği gibi 1927 yılında kentte nüfus 700,000’e kadar gerilemiştir TC İstatistik Umum Müdürlüğü, 1930 İstatistik Yıllığı, TC ˙Istatistik Umum Müdürlüğü, 1930, s. 64. Müslüman nüfus 448,000, toplam nüfus ise 690,000 olarak veriliyor.
  18.  The Marmaray Project National Geographic, http://www.youtube.com/ watch?v=cny8YNbUWSU, ulaşım tarihi: 13 Mart 2014. Aslında bu sorun tüm tarihsel şehirlerin başının derdi. Mesela, Selanik… Yunanistan’ın yaklaşımı da çok farklı değil. http://www. bbc.com/news/world-europe-21743758, ulaşım tarihi: 09 Nisan 2014.
  19. Çağlar Keyder, “İstanbul’u Nasıl Satmalı?”, İstanbul Dergisi, no.3, 1992, s.81-85.
  20.  Ceren Akyos-Didem Danış, “Küreselleşme ve Kent”, Küreselleşme ve Demokrasi içinde, Der.Özgür Adadağ-Cemil Yıldızcan, Dipnot Yayınları, 2011, s.141-185.
  21.  Çağlar Keyder, “A Brief History of Modern Istanbul”, The Cambridge History of Turkey, v.4, Cambridge University Press, 2008, s.515-516.
  22. Tuna Köprülü, Kültür Başkenti İstanbul, İBB, 2009. Bu çalışmada İstanbul’da bulunan üç medeniyete, Roma, Bizans ve Osmanlı’ya ait eserlerden bir seçme yapılmıştır.
  23. Istanbul 2010 – European Capital of Culture, http://www.youtube.com/watch?v=m-lh-6zH74nQ, ulaşım tarihi: 27 Şubat 2014.
  24. Tay Projesi, “Yarımburgaz Mağarası”, http://www.tayproject.org/TAYmaster.fm$Retrieve?YerlesmeNo=2826&html=masterdetail.html&layout=web, ulaşım tarihi: 24 Mart 2014.
  25. Tay Projesi, “Fikirtepe Höyüğü”, http://www.tayproject.org/TAYmaster.fm$Retrieve?Yerl esmeNo=901&html=masterdetail.html&layout=web, ulaşım tarihi: 24 Mart 2014.
  26.  Berger, age., s.10.
  27. Jane Talyor, İmparatorlukların Başkenti İstanbul, Çev. İnci Türkoğlu, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2000, s.22.
  28. Burke, age., s.38.
  29. Stefanos Yerasimos, İstanbul: İmparatorluklar Başkenti, Çev. Ela Güntekin-Ayşegül Sönmezay, İkinci Basım, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010, s.98.
  30. Semih Rıfat, “Josef’in Düşürdüğü Film ya da Yabancı Bakacından Türkiye”, Cogito, Sayı: 23, 2000, s.140.
  31. Behzat Üsdiken, “Beyoğlu’nda Resimli Kartpostal Yayımcıları”, Tarih ve Toplum, Nisan 1992, s. 219-226.
  32. Engin Özendal, Sebah & Joaillier’den Foto Sabah’a Fotoğrafta Oryantalizm, Yapı ve Kredi Yayınları, 1999, s.162-168.
  33. Tüm 19.yüzyıl boyunca toplam 14 ülkeden 167 sanatçı İstanbul’u ziyaret etmiştir. Bunların 57’si Fransızdır. Aynı dönemde Batı’da Oryantalizm rüzgârları eserken, Osmanlı’da değişim ve Batılılaşma yaşanmaktadır. Zeynep İnankur-Semra Germaner, Oryantalistlerin İstanbulu, İş Bankası Kültür Yayınları, 2002. Le Corbusier, Şark Seyahati: İstanbul 1911, Çeviren: Alp Tümertekin, İş Bankası Kültür Yayınları, 2009.
  34. Edward Said 1978’de yayınlanan Şarkiyatçılık / Oryantalizm eserinde “Doğu”yu oluşturan, yeniden inşa eden “söylem” ve “kurumları” analiz ediyordu. (Edward Said, Şarkiyatçılık, Çeviren: Berna Ülner, Metis, 1999.) Dikkatleri sömürgeci anlam ve söylemi yaratan yazınsal eserlere çeken bu eserde 18 ve 19.yüzyıl şarkiyatçılarının Doğu’yu olduğu gibi, gerçekliği ve değişim dinamikleri içinde değil, gizemlileştirilerek yeniden inşa eden bir söylem yarattıkları, bu söylemin de sömürgeci hegemonyayı pekiştirdiğini anlatılır. Orient (Doğu) bu söylemde siyasi, sosyolojik, askeri, ideolojik, bilimsel ve kurgusal olarak yeniden “inşa” edilir. Said’e göre oryantalizm Batı dışı toplumları temsil etmek ve siyasi olarak hükmetmek üzere oluşturulmuş bir yaklaşımdır.
  35.  Kent planlaması Batının kapitalist dünyasında yeni üst sınıflarla yoksulları, emekçi mahallelerini ayrıştıran bir işlev gördü. Aydınlanma dönemi planlı şehirlerine örnek olarak Lizbon’da 1755’te büyük yangının ardından inşa edilen planlı yeni kısmı ve Edinburgh’da1766’da inşa edilen Yeni Şehir bölümünü verebiliriz. Kent planlamasının yoksulların yaşadığı viran ev ve sokakları düzeltmek, hastalıklara bir son vermek üzere kullanılması mücadeleler sonucu 19.yüzyıl başlarından itibaren gündeme gelir.
  36.  İstanbul, Doğan Kardeş Yayınları A.Ş., Fotoğraflar: Othmar Pferschy, 1950.
  37. Domesday Book 1086’da William the Conqueror tarafından İngiltere’nin her köy, kasaba ve şehrinde bulunan her şeyi saydırdığı ve kaydettiği bir envanter çalışmasıdır.
  38.  La Turquie Kemaliste, No: 15, Devlet Matbaası, Ekim 1936, s.24. Dergi 1933-1949 yılları arasında yayınlandı. İlk çıktığı yıllarda matbuat müdürü Vedat Nedim Tör idi. Dergi periyodu giderek açılan biçimde 49 sayı yayınlanmıştır. Fransızca olarak yayınlanan derginin çeşitli sayılarında İngilizce ve Almanca yazılmış yazılar da yer almaktadır. İstanbul’da Foto Français sahibi Weinberg’in yanında teknisyen olarak çalışan genç Othmar Pferschy Matbuat Genel Müdürlüğü’nün kadrolu fotoğrafçısı olarak Türkiye’nin her yerinde 16 bin fotoğraf çekmiştir. Vedat Nedim Tör, “Türkiye’de Fotoğraf Sanatı ve Bir Anı”, Sanat Dünyamız, Yapı ve Kredi Yayınları, 1980, s.30-34.
  39. Stefan Yerasimos, “Tanzimat’ın Kent Reformları Üzerine”, Der. Paul Dumont ve François Georgeon, Modernleşme Sürecinde Osmanlı Kentleri içinde, 2.Baskı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999, s.6.
  40.  Yerasimos, age., s.15.
  41.  Edhem Eldem, “İstanbul 1903-1918: A Quantitative Analysis of a Bourgeoisie”, Boğaziçi Journal, Review of Social, Economic and Admisinstrative Sduties, v.11, no.1-2, 1997, s.66.
  42. Yücel Özkaya, “Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 1927 İstanbul ve Sonraki Gezileri”, Atatürk Yolu Dergisi, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Cilt: 4Sayı: 14, 1994, s.185-211. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/808/10284.pdf, (erişim tarihi: 13.02.2013)
  43. David Harvey, Paris, Modernitenin Başkenti, Çev. Berna Kılınçer, Sel Yayıncılık, 2012, s.22.
  44. Rifat, Agm., s.143.
  45.  Çetin Altan-Ara Güler, Al İşte İstanbul, Yapı ve Kredi Yayınları, 7.Baskı, 2013, s.167.
  46. Şükrü Aslan, 1 Mayıs Mahallesi: 1980 Öncesi Toplumsal Mücadeleler ve Kent, İletişim Yayınları, 2004. 
  47. Özellikle Özallı yıllarda “biz de 68 kuşağıydık, biz de mitinglere katılmıştık” diyen sağ kesimden siyasetçiler ve sanat erbabı külliyen yalan söylemekte, ama siyaset psikolojisi açısından düşünülürse kendilerini bu efsane ile ilişkilendirmekte yarar ummaktadır. Çünkü güzel olan ‘o safta’ olmaktır.
  48. Saskia Sassen, Cities in a World Economy, Second Edition, Pine Forge Press, 2000.
  49. C. Parnreiter, “Global Cities and the Production of Uneven Development”, http://www. lboro.ac.uk/gawc/publicat.html, ulaşma tarihi: 17 Mart 2012.
  50. Avrupa ölçeğinde kimi örneklere bakıldığında özellikle büyük kentlerde yapılan köklü kentsel dönüşümlerde o bölgede yaşayan halkın kimi zaman mahallelerinde, kent içinde yaşama hakkı için verdiği mücadeleler, projenin bütününü etkileyecek denli güçlü olabiliyor. Brüksel’de Avrupa’nın o dönemde en büyük binası olarak inşa edilen Adalet Sarayı’nın 1866-1883 yılları arasında yapımı sırasında çevrede bulunan eski semtler yerinden ediliyor ve yıkımlar gerçekleştiriliyor. 1960’ların son yıllarında Adalet Sarayı çevresinin açılması için yürütülen çabalara karşı burada yaşayan halkın direniyor. Marolles diye anılan mahallede birçok sokak ve binalar orada uzun yıllardır yaşayan yerleşik nüfusla birlikte korunuyor. Isabelle Doucet, Penser la Ville to Faire la Ville, Architecture’s and Brussels’ Engagement with the Real, Yayınlanmamış Master Tezi, 2010, s.34. Ayrıca bkz. Çevrimiçi: http://www.buildingsagency.be/realisatieberichten_fr.cfm?key=39, ulaşım tarihi: 21.02.2013.
  51. Bridge-Watson, Age., s.13.
  52.  http://toplumcumeclis.org/index.php/kent-suclari/item/339-akpnin-istanbul-kentsu%C3%A7lar%C4%B1-listesi-kabar%C4%B1k, (erişim tarihi: 27 Mart 2014)
  53.  Erdoğan “Anadolu Yakasında Selatin Camii Yoktu”: http://www.cnnturk.com/2012/turkiye/07/20/erdogan.anadolu.yakasinda.selatin.cami.yoktu/669647.0/index.html
  54. Ahmet Hakan “Bu Kafa Yine Yakar”, 26 Temmuz 2012, http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/21068963.asp, ulaşım tarihi: 15 Şubat 2014.
  55.  http://toplumcumeclis.org/index.php/kent-suclari/item/339-akpnin-istanbul-kent-su%C3%A7lar%C4%B1-listesi-kabar%C4%B1k, (erişim tarihi 27 Mart 2013)
  56. Lefebvre, Age., s.37-39.
  57. Giovanni Scognamillo, “İstanbul’a Bakıyorum”, Ben İstanbul’um, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ Yayınları, 2009, s.72. Bu çoğulculuk ve kültürel zenginlik vurgusunun küresel kent olmak için azınlıklara, farklı etnik gruplara ve kültürlere ihtiyaç duyulmasıyla ilgisi var. Yoksa eşit vatandaşlığın ya da farklı kültürlere saygının gerçekleşmediği, tam tersine tehdit altında olduğu, gerilediği, eski sağcı ideolojik tutumların ve dilin yeniden üretildiği ve açıkça kullanıldığı bir dönemden geçiyoruz.