Bir Tartışmada Yeni Ufuklar

Bu yazıma bir tedirginliğimi ifade ederek başlamak istiyorum. Gelenek Dizisi’nin bu kitabında ağırlık noktasını “sosyalist devrim” perspektifi oluşturuyor. Burada, bir tür “kimlik kartı”nın okuyucuya sunulması söz konusu. Şimdiye kadar başka sorunlar, başka konular vesilesiyle kendisini ifade etme şansına sahip olan bu “kart”, bu kez, bizzat bir sorun olarak, hem de az buz değil, çok önem verilen, hatta bir anlamda merkeze konan bir sorun olarak, Gelenek Kitap Dizisi’nin gündemine geliyor.

Tedirginlik de burada başlıyor. Tedirginlik, “kart”ın sunulmasındaki zorluklardan kaynaklanmıyor. Zaten, bugün sözü edilen “kart”ın sunulmasında bir zorluk ile karşılaşılmaması gerek. Eğer bu, gerçekten bir kimlik sorunuysa…

Tedirginliğin kaynağı başka bir yerde. Bir sorunu az çok merkeze alıyorsun; hatta bu sorunun, sosyalist hareketin teorik-pratik tüm açılımlarında artık temel motif olması gerektiğini söylüyorsun. Peki, bu denli ön plana çıkardığın sorunun ciddiyetini daha baştan hissettirebiliyor musun? Türkiye sosyalist hareketinin gündeminde olan sorunlarla bu temel sorun arasında derin bağları, “psikolojik olarak” gösterebiliyor musun?

İşte tedirginliğin kaynağı bunlar… Tedirginliğin kaynağı, geliştirilen kimi tezlerin doğruluğunun teslim edilmesi halinde bile öneminin anlaşılmamasında. Tedirginliğin kaynağı, ön plana çıkarılan sorunun Türkiye sosyalist hareketinin iç dinamiğinde aşıldığının peşinen ileri sürülmesinde…

Yanlış anlaşılmasın, kimileri için bazı tartışmalar zaten bitmiştir. Bitmiştir çünkü, bu kimileri, sosyalist harekette ve sosyalist hareket için bitmişlerdir. Bunlar için tedirginlik duyacak denli yufka yürekli olunabileceğini sanmıyorum. Ancak başka kesimler var, başka sosyalistler var. Giderek, sosyalist hareketin kendi ayakları üzerinde doğrulabilmesi için daha fazla kafa yoruyorlar, kimi ayak bağlarından kurtuluyorlar. İlkönce bu kesimlerin “sosyalist devrim” tartışmasına geride kaldı gözüyle bakmalarından, hatta geçmişten kalma ön yargılarla, geri teorik tezlerle soruna yaklaşmalarından tedirginlik duyuyorum.

Gözlerini 12 Eylül sonrasına açanların, bu tartışmanın önemini yeterince kavrayamaması olasılığı vardır. İkinci olarak, bu olasılığın gerçek olmasından tedirginlik duyuyorum.

Bu nedenle sosyalist devrim çerçevesinde yürütülecek çalışmaların önemi üzerinde durmak istiyorum.

Her ülkede sosyalist hareket, bir dizi tartışma ve ayrışma ile kendi kimliğini bulur. O tartışma aşıldığı bütün teorik ve siyasal uzantıları ile işlendiği oranda, ayrışma sağlıklılık ve mücadelenin yeni bir ivme kazanması sonucunu doğurur.

Bugün şöyle bir baktığımızda, Türkiye sosyalist hareketinin gündeminde önemli bir yer tutan tartışmalarının pek azının geride kaldığını söylemek mümkün. Daha açık olması için tartışmaların nasıl seyrettiğine hiç değinmeden son derece çarpıcı bir durumdan söz etmek istiyorum.

Tartışmalardaki ayrışmaların belli bir mantığının, iç tutarlığının olması gerekir. Bu mantık ve iç tutarlılık da şudur: Her tartışma bir diğer tartışmanın yarattığı açıklık sayesinde yürütülür. Her tartışma bu anlamda bir başka tartışmanın “ölüm fermanı”dır.

Türkiye’de rahatsız edici bir durum var. Tartışmalar ne sağlıklı ayrışmalarla sonuçlanıyor, ne de yeni bir adım ileriye götürücü tartışmalara yol veriyor.

Bu durumun nedenleri üzerinde durmak istemiyorum. Ancak Türkiye’de, önümüzdeki bir-iki yılda artık bazı tartışmaları bitirici, bazı gerekli ayrışmaları sağlayıcı ve yeni soruları öne çıkartıcı bir mücadelenin gerekli olduğu kesinlikle vurgulanmalıdır.

Ülkemizde belli dönemlerde parlayan tartışmalar içerisinde sayabileceğimiz “örgütlenme biçimi”, “devrim stratejisi”, “mücadele biçimleri”, “marksizmin evrensel mirası ve reel sosyalizm” gibi konuların aşıldığını, bir tartışma olarak geride kaldığını söylemek çok zordur.

Bu tartışmalardan önemli açılımlar sağlanmış, önemli noktalara ulaşılmıştır, ancak en azından yirmi yıldır gündemde olan bu sorunların Türkiye sosyalist hareketinde kalıcı, yol açıcı ayrışmalara neden olduğu nasıl iddia edilebilir?

Türkiye’de “parti” kavramı üzerinde hassasiyetle duranların, başka konularda, işi “devrimci hareketin kendiliğinden girişkenliği”ne bırakan eğilimlerden daha “geri” konumda olduğunu sık sık görmüyor muyuz? Sosyalist ülkelere pek de dostça bakmayan bir çizginin, hemen her konuda, reel sosyalizme yakınlık konusunda adeta bir tekel oluşturduğunu iddia eden kimi partilerden daha doğru tavır aldığına tanık olmuyor muyuz?

Türkiye’de hiçbir ayrışma hiçbir tartışma, gereken sonuçlarla kapanmamıştır. İki istisna ile.

Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı konusundaki tartışma ve devrimci dönüşümlerin öncü sınıfı konusundaki tartışma, esas olarak tamamlanmıştır. Belki, tartışmaya taraf olanlar arasında, yine kalıcı bir ayrışmadan söz etmek güç olacaktır, ama hiç değilse bir zamanların favori tartışması, bugün kimi Saçak yazarlarının utangaç girişimleri dışında gündemimizin çok uzağında.

Kanımca Türkiye sosyalist hareketi, bu iki istisna dışında, bekleyen ve biriken konularda oldukça hızlı, ardarda gelen ayrışmalar yaşayacaktır. Türkiye sosyalist hareketinin bu anlamda daha fazla “yüklü” kalması mümkün değildir.

Bu durumda, kalıcı ayrışmaların ve yol açıcı birlikteliklerin yararı konusunda kuşkusu olmayan herkesin netleşme ve kimlik edinme süreçlerini hızlandırmaları gerekmektedir.

Bizi ilgilendiren, geleneksel solun kendi içerisinde yaşayacağı hatta yaşamakta olduğu bir ayrışmada, mümkün olduğu kadar kesin sınırlarının çizilmesi, ama bir yandan da, geleneksel sol dışındaki kesimler içerisinden, geleneksel solun sınırlarını zorlayan radikal kopuşlar için gereken teorik ve siyasal yardımın yapılabilmesidir.

Hedef böyle konduğunda, kopuş ve ayrışmanın mümkün olduğunca az hastalıklı olmasını istemek de doğal karşılanacaktır.

Hastalık nerededir; ayrışmanın, geleneksel sol içerisindeki ayrışmanın konusu ne olacaktır?

Bağımsızlık…

Türkiye’de sosyalist hareket, örgütsel ve ideolojik bağımsızlığını garanti altına almak zorundadır. Kopuş, bu bağımsızlığı isteyen ve bağımsızlığın garantörlerini sağlamaya çalışanlar ile, burjuvaziden böylesi bir kopuşu istemeyenler ve bu kopuşu bir türlü beceremeyenler arasında gerçekleşecektir. Bu kopuş sürecine yeterli donanımlarla girilmediği sürece, en küçük sorunda bile doğru tutarlı yaklaşımlar içerisinde bulunmak mümkün değildir. Türkiye sosyalist hareketi, nesnellik zamanı daraltmadan bu kopuşu düşünmeye ve hızlandırmaya çalışmalıdır.

Sosyalist devrim tartışmasının gündeme getirilmesinin altında yatan neden budur. Sosyalist devrim perspektifinin ön plana çıkartılmasının temel gerekçesi budur. Sosyalist teori ve pratiğin evrensel plandaki kimi sorunlarını da dikkate alırsak, yukarıda sözü edilen kopuş için en kapsamlı ve güvenilir olanağı “sosyalist devrim” perspektifinin oluşturduğunu bilmek gerekir. Ancak bu, sözü edilen kopuşun bu perspektif dışında hiçbir biçimde gerçekleştirilemeyeceği gibi, oldukça kompleksli bir iddia olarak değerlendirilmemelidir. Yalnızca şu bilinmelidir:

Dönemeç noktalarına en sarsıcı, en net ve en problemsiz ideolojik donanım ile girmeyi istemek bir tercih meselesidir ve bu tercihi başkalarına da tavsiye etmek ciddiye alınması ve hakkı verilmesi gereken bir yükümlülüktür.

Dönemeç noktalarına girerken, eski alışkanlık ve hastalıklardan mümkün olabildiğince arınmak gerektiğini herkes biliyor. Ben burada Türkiye solunun yakın geçmişinde özellikle göze batan bir ideolojik gerilikten söz etmek istiyorum:

Türkiye solu, sosyalizmin güncelliğini hissedememiş, gerek teorik, gerekse siyasal boyutlarıyla başka arayışlar içinde olmuştur. Eğer Türkiye sosyalist hareketi ideolojik ve örgütsel bağımsızlığını garanti alma yönünde bir kopuş yaşayacaksa, bunun içerisinde sosyalizmin güncelliğini öne çıkaran teorik siyasal araçlara sahip olmalıdır.

Ve geçmişinden, bu anlamda kopmamalıdır…

Türkiye sosyalist hareketi, kimlerin yazdığının artık pek önemli olmadığı aşağıdaki görüşlerden kesin olarak kurtulmalıdır hem de bir an önce:

“Türkiye devrimi; bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm olgularının üçünü üçlü bir evrede degil; “bağımsızlık ve demokrasiyi” bir sosyalizmi de bir evrede olmak üzere iki evrede aşacaktır.”

“Önümüze koyduğumuz bağımsızlık, feodal kalıntıların temizlenmesi ve ulusal sorunun çözümlenmesi gibi görevler demokratik görevlerdir ve iktidara yönelen sınıflar ittifakı da, demokratik devrimin ittifakıdır “

“Emperyalizmden bağımsızlık tamamen demokrasinin bir sorunudur. Ama demokrasi sadece işçi sınıfının bir sorunu değildir. Ancak, demokrasinin gerçekleşmesi, işçi sınıfının sosyalizmi kurma yolunun tastamam açılması demektir. Bu her iki ayrı devrim ayrı ayrı süreçlerde gerçekleşecektir.” “TİP her iki devrimi birbirine katmakla, oportünist mayasını ispatladığı gibi, demokratik devrim görevini unutarak, devrim şiarını atmakla, “gericilik” yüzünü açığa vurmaktadır…”

Bu görüşlerden çoğunun bugün telaffuz edilmesi güçtür. Ama, eğer Türkiye sosyalist hareketi ısrarla vurguladığımız kopuşu çok da eski sayılmayacak, üstelik bugün de bir çok tezin içerisine sindirilmiş olan bu saçmalıklardan kurtulmak zorundadır.

Sosyalizmin güncelliğini iddia etmenin, sosyalist devrim stratejisinin geçerliliğini savunmanın “gericilik” ile suçlandığı bir ülkede, sosyalist hareketin çok köklü bir kopuşa ihtiyacı vardır.

Türkiye sosyalist hareketi için MDD-SD tartışması kesinlikle aşılmamıştır. Kimi ortodoks MDD yorumlarının terkedildiği hatta geçmişte MDD’nin sonsuz türevlerinden bazılarını savunanların bugün sosyalizmin güncelliğini hissetmeye başladıkları doğrudur. Ancak yazımda da göstermeye çalışacağım gibi, sosyalist devrim perspektifi, sosyalist ideolojinin ve örgütsel olarak sosyalist hareketin bağımsızlığının sağlanmasında özel ve ek bazı güvenceler sağlamaktadır. Bu özel ve ek güvenceler değerlendirilmelidir. Ayrıca, bir dönemeçte, olanaklı olduğu ölçüde geçmişten en radikal kopuşu gerçekleştirmede özel bir yarar da bulunmaktadır. Sosyalist devrim stratejisi bugün, yani Türkiye sosyalist hareketi henüz siyasal bir alternatif oluşturmadığı bir sırada geçmişten kopuşu sağlamada önemli bir rol sağlayabilir; sağlamalıdır…

Geçmişte, 1978-80 arası dönemde, yani Türkiye’de bir devrimci nesnelliğinin yaşandığı bir sırada sosyalist devrimi “titizlikle” savunup da, bugünkü göreli daha durağan, ama gelişme vaadeden bir dönemde “sosyalist devrimin savunusunun önemsizleştiği”ni, hatta “aşıldığını” savunanları anlamak mümkün değil.

Bugün, daha önce sözünü ettiğim kompleksli tutuma hiç girmeden sosyalist devrim perspektifinin mümkün olabilen en net analizi ve savunusu yapılmalıdır. Yazıda bunu yapmaya çalışacağım.

Nereden Nereye?

Metin Çulhaoğlu bu kitapta yer alan yazısında, Türkiye solunda kabaca “MDD-SD” ayrımı üzerinde yükselen tartışmaların bir tarihçesini sunmuş olacak. Bu nedenle bu tartışmalara ve SD perspektifinin teorik ve siyasal çerçevesinin nasıl çizildiğine değinmeye fazla gerek duymuyorum. Ancak yine de, sosyalist devrim perspektifini benimseyen sosyalistlerin ne tür sorunlar üzerinde durduklarını hangi kaygılarla bu perspektifi benimsediklerini açmak istiyorum.

Türkiye’de özellikle 1965 sonrasındaki SD-MDD tartışmasında birinciden yana tavır koyan sosyalistler, bu tartışmayı büyük ölçüde “Türkiye kapitalist mi, sosyalist mi” tartışmasının bir fonksiyonu olarak gördüler. İstisnasız bütün ülkelerde, devrimci hareketin doğum sancısına tekabül eden “sosyo-ekonomik yapının analizi”, Türkiye sosyalist hareketinin doğum değil, açılım sancılarına denk düştü.

Ve bir eksikliği doğurdu!

Nesnelliğin tanımlanmasını, devrimci hareketin kendi özel perspektifini belirlemesi izler. Yani sosyo-ekonomik yapıya ilişkin tartışmalar, bir strateji tartışmasını da başlatır. Birincisi ikincisini doğurur. Ama ikincisi bir kopuşu da ifade eder. Türkiye sosyalist hareketinde sosyalist devrim perspektifini savunanlar iki tartışmayı bir türlü birbirinden koparamadılar.

Ve eksik kaldı.

Rus devrimci hareketinde Plekhanov, Lenin, Struve gibileri, daha sonraki Menşevikler, 1900’lere gelinceye kadar, “Rusya kapitalist mi değil mi; öncü işçi sınıfı mı değil mi” kavgasını verdiler. Hep beraber. Lenin’in ilk çalışmalarına bakın, hepsi bu tartışmaya taraf olan çalışmalarıdır. Sorun yeni yüzyılın başından itibaren, Rus Narodnikleriyle yollarını ayıranların kendi aralarında değişik yollara yöneldiklerini görüyoruz. Üstelik de, zaman zaman birbirlerine yakın konumlara gelseler de bu yol ayrımlarının “kesin” ve “nihai” olduğunu da…

Neydi bu yeni yol ayrımı?

Bu yol ayrımının bir tarafı Ne Yapmalı’dır, öteki tarafında ise Avrupa sosyal-demokrasisinin küçümsenmeyecek bir süre boyunca benimsediği ve giderek bir alternatif olmaktan çıkan tezleridir. Daha önce Narodniklere karşı birlikte mücadele edenler, şimdi başka bir konuda, “işçi sınıfıyla ama nasıl” sorusuna verdikleri cevapta ayrılıyorlardı.

1971 öncesinde SD tezini savunarak kimsenin sahip olmayacağı bir onur sahibi olanlar; Boranlar, bu anlamda kendi Menşeviklerini yaratmadılar, kendilerini de aşamadılar. Belki biraz da bu nedenle kendileri, sonraları, yaratamadıkları oynamak talihsizliği ile baş başa kaldılar.

1971 sonrasında Türkiye sosyalist hareketinin gündeminde “Türkiye kapitalist mi, değil mi” tartışması daha az yer almaya başlamıştı. Kısacası Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısını “yarı kapitalist-yarı feodal” olarak nitelemek giderek güçleşiyordu. Ancak tek başına bu nesnelliği tanımlamaya yönelik tartışmanın MDD çizgisini bitirmeyeceği de ortaya çıkıyordu.

MDD çizgisi kendisini ıslah etme yoluna gitmişti. Peki ya sosyalist devrim tezi?

Belli bir süre, sosyalist devrim perspektifini tek başına omuzlayan 1975 Türkiye İşçi Partisi Programı, bu anlamda kendini yinelemiş olmaktan çok uzaktı.

Kendini yenilemeyen aşılır…

Etkinliği çok sınırlı olan Sosyalist İktidar dergisinde 1979 ve 1980 yıllarında yazılanlar TİP Programı’nın, kimi doğrular içermesine karşın devrini doldurmuş tezlerini aşmıştır.

Tek bir noktayı merkeze koyduğu için: İktidar.

Ancak, Türkiye’deki tartışmalara katılan bu yeni boyut da, tek başına yeterli olmamıştır. SD perspektifi, örgüt teorisi ve siyasal açılım kanalları ile beraber bir türlü savunulamamıştır. Yani, sosyalist devrim perspektifi, 12 Eylül öncesinde eksikli olmaktan kurtulamamıştır.

Bugün Gelenek Kitap Dizisi’inde ele alınan her konu, yapılan her araştırma ve savunulan her tez, ama doğrudan ama dolaylı olarak bu eksikli olma haline son verme çabasındadır. Bu çabanın son derece önemli ürünler verdiğini düşünüyorum. Bu ürünler Türkiye sosyalist hareketinin kimi hastalıklardan “kopuş” sürecinde önemli görevler omuzlayacaktır. Hiç kuşkunuz olmasın…

Sekiz ay: Kıssadan hisse

Gelenek Kitap Dizisi’inde 1917 Şubatı’ndan aynı yılın Ekim ayına kadar geçen süreye ilişkin az sayılamayacak miktarda yazı çıktı. Ben bu sekiz aya, sosyalist devrimler perspektifinde “yeni ufuklar”ı yakalamak için verdiği ipuçları oranında değinmek istiyorum. Bu sekiz aylık dönemin inanılmaz derecede zengin bir içeriğe sahip olduğunu hepimiz biliyoruz. Ancak, Şubat-Ekim arasının ana doğrultusunu bu zenginlik içerisinden çıkarabilmekte ne ölçüde başarılıyız? Kimi yayın organlarında Bolşeviklerin neredeyse bu dönemi diğer siyasi güçlerle beraber dozu hiç değişmeyen bir “anlayış” ve “nezaket” gösterisi içinde geçirdiğini, siyaseti eşit güçler arasında eşit olanaklara sahip olunarak icra edilen bir şey olarak gördüklerini ima eden yazıları gördükçe, Türkiye solunun bazı şeyleri anlamakta ciddi güçlükler çekeceğini düşünmeden edemiyor insan.

Şubat Devrimi’ni, geçici hükümeti, Bolşeviklerin geçici hükümete yönelik tavrını, Nisan Tezleri’ni, Temmuz’daki gösterileri, Kornilov Ayaklanmasını, Kışlık Saray’ın ele geçirilmesini ve bunlarla beraber tüm olup bitenleri burada ele almaya gerek yok.

Burada önemli olan, bu sekiz ayın nasıl, hangi perspektiflerle yaşandığıdır. Ben ilk önce, bu dönem boyunca Lenin ve beraberindekilerin yaşadıklarındaki ana çizgiyi belirtmek istiyorum.

Lenin’in 1917 boyunca ileri sürdüğü bütün tezlerde sosyalist devrime giden sürecin zorlanması esastır. Vladimir İlyiç, Rusya’daki koşulların, özellikle öznel koşulların değerlendirmesinde her zaman maksimalist olmuştur. Hiçbir zaman kendisinden daha “sol” tezlerle ortaya çıkan olmamıştır. Devrimin güncelliğinin hissedildiği belli zaman kesitlerinde, herhangi bir ülkede programatik olarak “sol sapma”nın etkinlik gösterebilme şansı hemen hemen hiç yoktur. Rusya’da da böyle olmuştur. Köylülüğün ittifaklar zinciri içerisinde yer almasını önemsememesi anlamında Trotskiy, “sol” diye nitelense de, bu saptamanın kendi kimliğini bulması, asıl devrimden sonra gerçekleşmiştir. Devrimci durum sırasında ve özellikle devrim anına yaklaşıldığında sosyalist devrim perspektifinin daha solunda bir stratejinin kendisini açığa vurması mümkün değildir.

1917 yılında (Ekim’den önce), “Lenin gerekenden daha az solda” diyebileceğimiz hiçbir durumla karşılaşmak mümkün değildir. 1917 yılı üzerinde düşünülürken bu hiç unutulmamalıdır.

1917 yılına bakarken, bir ön saptama daha yapmak zorunludur. Bu da daha önce birkaç kez değinildiği gibi, Lenin’in ve arkadaşlarının Bolşevikleşme sürecinde en fazla sıçrama yaptıkları kesitin 1917 yılı içerisinde olduğudur.

1903’deki RSDİP 2.Kongresi ile beraber Bolşevik-Menşevik ayrımı teorik olarak kendisini gerçekleştirme imkanı bulmuştur. Ancak, gerek nesnel koşullar, gerekse Bolşeviklerin öznel yetersizlikleri, bu ayrımın fiili gerçekliğinin tamamlanmasını 1917 yılına kadar bekletmiştir. Bu nedenle; örgüt teorisinde, bizzat parti örgütlenmesinde ve devrim stratejisinde bu ayrımın esas olarak 1903 yılında tamamlandığını iddia etmek, 1905’deki konum ve tezlere 1917’de yaşanan ve söylenenlerden daha fazla önem vermek, hatta daha fazla itibar etmek ortada bir “öz” varsa, onu hiç kavrayamamaktır.

Lenin, 1917’de yeni bir kopuş ve sıçrama yaşamaları gerektiği için, “yeni bir parti kuralım” demiştir. Bolşevikleşme bir süreçtir ve bu anlamda örgüt teorisi sosyalist devrim stratejisinin bizzat yanı başında filizlenir; devrimin güncelliği üzerine oturur. 1917 yılının ana fikri budur.

Artık yavaş yavaş, “güzel şeyler söylüyorsunuz, ama neden işçi sınıfı ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünden hiç söz etmiyorsunuz” itirazlarına geliyoruz.

Evet, Lenin ve arkadaşları 1917 Şubatı’ndan önce kesinlikle “sosyalist devrim perspektifi”ni ön plana çıkarmamışlardır. Hatta, 1917 Şubat’ından sonra, SD perspektifinin ayak bağlarından tamamen kurtulması, Temmuz ayını bulmuştur.

1917 öncesinde, Rus toplumunun önündeki devrimci aşamanın bir burjuva demokratik devrim olduğunun ileri sürülmesine yönelik olarak çok fazla şey söylemek mümkün değildir. Burjuvazinin iktidarda olmadığı bir durumda kısacası iktidara yönelik hesaplar içine girebileceği, girdiği bir durumda, işçi sınıfının ve emekçi kesimlerinin somut sınıf karşıtı olarak burjuvaziden çok aristokrasiyi gördüğü bir durumda ileri sürülmüştür. “demokratik devrim” tezi.

Kanımca 1917 öncesinden çok, 1917 yılı içerisinde, bir burjuva demokratik devrim beklentisinden sosyalist devrime uzanan yoldaki tartışmalara, bu tartışmalara neden olan gelişmelere göz atmak çok daha büyük bir önem taşıyor.

Rusya’da 1917 Şubatı’nda burjuvazi iktidara gelmiştir. Bu, 1905’le birlikte ikinci Rus Devrimidir. İktidara gelme sürecinde bir sınıfın, kendi kitlelerini yaratması, geniş emekçi kesimleri, küçük burjuvaziyi peşine takması, hatta devrimci demokrat eğilimleri paralize etmesi büyük ölçüde kaçınılmazdı. Kısacası, 1917 Şubatı’nda Rus burjuvazisi hareketliydi, canlıydı. Yani Anayasal Demokratlar anlamında değil, Menşevikler ve SR’lar da bu canlılık içerisinde kimlik yitirdikleri oranda hareketli ve canlıydılar.

Burjuvazinin hareket ve canlılığı yalnızca “iktidara yönelen” bir sınıf olmasından kaynaklanmıyordu. Canlılık ve hareketliliğin bir başka nedeni, ülke ve uluslararası koşulların ilginç bir kesişim noktasında bulunmalarıydı. Burjuvazi, büyük ölçüde Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı nedeniyle, ülkedeki sınıf ayrılıklarının ötesine geçebilen bir ideolojik vurguyu siyaset arenasına yansıtıyordu. Hareket ve canlılık buradan da kaynaklanıyordu.

Karşı devrim ile devrimi iç içe yaşayan bir burjuva demokratik devrim süreci, ne Bolşeviklerin ne de bir başka devrimci eğilimin zihninde yaratıldı. Bu süreç bizzat bir gerçekliğin ürünüydü. Nitekim 1917 Şubatı’nda gerçekleşti de. Elbette Lenin dahil, Bolşeviklerin beklentisinin çok uzağında bir biçimde. Bu anlamda, demokratik devrim beklentisinin terkedilmesi ve sosyalist devrim perspektifinin bütün cüret ve haşmetiyle ön plana çıkması pek kolay olmadı.

Bolşeviklerin geçici hükümete katılmamaları ve ona karşı mücadele çağrısında bulunmalarına rağmen, hatta birçoklarına göre “sosyalist devrim tezinin manifestosu” olan Nisan Tezleri’ne rağmen, sosyalist devrim perspektifinin gereken sıçramayı hemen yaptığını söylemek güçtür. Bu perspektif sıçramayı, Lenin “artık yeni bir sınıf, burjuvazi iktidarı almıştır, burjuva demokratik devrim esas itibariyle tamamlanmıştır” dediği sırada değil, burjuvazinin canlılık ve hareketliliğinin düşüşe geçtiği bir sırada yapılmıştır.

İşte arada geçen bu sürede, “devrimci demokratik diktatörlük” hedefi öne çıkmıştır. Bu hedef, burjuva devriminin tam anlamıyla karşısına çıkarılan yeni bir devrim hedefinin (ki bu sosyalist devrimlerden başka bir şey olamaz) ürünü değil, burjuvaziye bir anlamda taban yaratan ve ikili iktidar denen dönemin taraflarından birisi olan Menşevik-SR bütünlüğünün elinde bir iktidar tekleşmesinin yaşanmasıdır. Menşevik ve SR’cı üslubun egemen olduğu bir iktidarın sosyalist devrim kimliğini taşıması mümkün değildir. Bu anlamda Lenin, iktidarın Sovyetler elinde tekleşmesini çoğu kez, burjuva devriminin en radikal ürünü olarak değerlendirmiştir. Bu, o koşullarda ileri sürülebilecek en “sol”da hedeftir.

Ancak, sonuçta burjuva devrimlerin mantıki ürünleri duruma hakim olmuştur. Yani, burjuva demokratik devrim tam anlamıyla bir burjuva karakter almaya başlamış, iktidarın tekleşmesi bu karaktere uygun olarak gerçekleşmiştir. İşte bu süreç, Lenin’in önce adı konmayan bir proleter devrim perspektifine daha sonra da bizzat sosyalist devrim stratejisine sahip çıkmasını gerektirmiştir.

Lenin bu dediğim gelişme sürecinde, emekçilerin yeni kurulan burjuva iktidarının kitle tabanını oluşturma durumunun ortadan kalkması kaygısını her zaman duymuş, aktif ve siyasal olarak canlı bir kitle bu yeni iktidarın dümen suyuna gittiği sürece sosyalist devrim programının gerçekleşmesi sürecine girmesinin güçlüğünü hissetmiştir. Devrimci demokratik bir iktidar beklentisi belli bir süre boyunca bu kaygının bir ürünü olarak varlığını korumuştur.

Burjuvazinin büyük ölçüde Menşevikler ve SR’lar aracılığıyla kendi çekim alanında tutabildiği kitlelerin bu çekim alanından kurtulabilmeleri için Lenin, 1917 boyunca burjuva iktidarının yalnızca olumsuz yanlarını vurgulamıştır. Küçümsenemeyecek bir demokratik ortamın yaratılmış olmasını hiç önemsememiştir. Burjuvaziyi Menşevikler gibi pohpohlamayı hiç düşünmemiştir. Ve, özellikle altını çiziyorum, 1917 Şubatı’ndan itibaren bu anlamda hiç yapıcı olmamıştır. “Mevcut durumu korumaya yönelik çabamız ancak bir proleter iktidardan sonradır 1 anlayışını hiç terketmemiştir.

Daha sonra da sırası geldiğinde değineceğim. Türkiye’de bir burjuva demokratik devrimi, şu veya devrimci demokratik ad veya içerikle öngörenler, burjuvazinin bir kesiminin, bir devrim sürecinde, bir devrimci nesnellik sırasında, kitlelerin devrimci beklentilerini tatmin edebilecek, bu anlamda onları peşine takabilecek, bir tarihsel örnek olarak Rusya’daki hareketlilik ve canlılığa ulaşabilecek bir dinamizm, bir sınıfsal dinamizm taşıdığını sanıyorlar demektir. Bu olasılığın dışında, bu olasılığı düşünmenin dışında, sosyalist devrim perspektifine sahip çıkmamak için başka hiçbir aşılmaz gerekçe bulunamaz.

Türkiye’de yeni bir burjuva demokratik devrim süreci için hiçbir dinamik yoktur.

Rusya’da, burjuva demokratik devrim, Şubat ayında esas itibariyle tamamlanmış, ancak bu devrimin sosyalist devrim önünde bir engel oluşturması için birkaç ay daha geçmesi gerekmiştir.

Bu sürecin anlaşılması için biraz daha yol alınmalıdır.

Lenin 1917 yılının 8 Nisanı’nda “devlet iktidarının bir sınıftan diğerine geçişi bir devrimin kelimenin hem bilimsel hem de siyasal anlamıyla birinci ve temel işaretidir. Bu anlamda Rusya’da burjuva veya burjuva demokratik devrim tamamlanmıştır” 2 diye yazıyor. Bundan sonrası kitlelerin demokratik devrim sürecinden koparılması için sancılı bir mücadeledir.

Burjuva demokratik devrimin tamamlandığını söyleyen Lenin, aynı sıralarda “sosyalizmi gündeme getirmek bizim acil görevimiz değildir” 3 diyebiliyor. Hatta, işçilerin ve köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğünün alacağı önlemlerin “sosyalizm” olmadığını özellikle belirtiyor. Önerilen, proletarya diktatörlüğü değil, proletaryanın ve yoksul köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğüdür. 4

Neden?

Birincisi, birkaç sayfadır üzerinde duruyorum, Lenin burjuvazinin program ve siyasal uygulamalar bağlamında hareketlenmiş kitlelerin bu program ve uygulamalardan kopma süreçlerinin diğer iktidar odağı olan Sovyet iktidarının çatısı altında, iktidarı onda tekleştirerek mümkün olabileceğini düşünüyor. İkinci olarak, genel anlamıyla işçi ve emekçi kesimlerden öte, Rusya’da büyük önem taşıyan köylülüğün burjuva devriminin ideolojik ve siyasal çerçevesini aşmasını sağlamak gerekiyor. Bir üçüncü nokta var ki, bu da (daha sonra değineceğim) Trotskiy’in tersten ele aldığı birşey: Rusya burjuva devriminin en uç noktada, yani yarattığı iktidar odaklarından biri olan Sovyet iktidarı anlamında bir ürünle sonuçlanmasından sonra, Avrupa’da gelişen proleter devrimin Rus devrimine tamamen sosyalist bir karakter kazanacağı düşüncesi ile bağlantılı.

Lenin birkaç ay içerisinde bu düşünceyi tamamen terketmiştir.

Lenin’in deyimiyle henüz doğrudan sosyalizme yönelmeyecek olan bu iktidarın en önemli işlevlerinden birisi, bu anlamda, savaştan çekilmek olacaktır. Rusya’nın savaştan çekilmesi ile birlikte Avrupa, özellikle Alman sosyalist devriminin önünün açılacağını düşünen Lenin, bunun doğal olarak proleter kimliğe sıçramasına neden olacağını da düşünmüştür. Nitekim, Lenin Mart ayında, en devrimci ve öncülük konumuna yakın işçi sınıfının Almanya’da olduğunu belirtmiştir. Oysa bir kaç ay sonra Lenin’in kafasında çok net bir düşünce şekillenmiştir.

Sosyalizme geçiş çağını Rus proletaryası, başkalarının çekim gücü olmadan kendisi başlatmalıdır.

İşçilerin ve köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü üzerine bu değerlendirmeleri bitirmeden önce bir noktayı daha vurgulamak istiyorum. Söz konusu devrimci demokratik iktidar, Lenin tarafından burjuvazinin iktidarı almasından sonra bir ileri hedef olarak öngörülmemiştir. Zaten fiilen, sınıflararası ilişkiler anlamında, varolan, gerçek olan bir iktidarın otoritesinin artması 5 olarak düşünülmüştür.

Artık, Mayıs ayına gelinmiştir. Lenin “Bütün iktidar Sovyetlere” sloganına daha fazla ağırlık vermeye başlamıştır. Bu sıralarda küçük burjuvazinin, sınıf bilincine sahip olanları da dahil, proletaryanın üzerine ölü toprağı atmakta olduğunu da vurgulamaktadır. 6 Kısacası, tüm demokratik devrim süreçlerinde olduğu gibi, proletarya Rus Şubat Devrimi’nde de hızla kişiliksizleştirilme sürecine girmiştir. Ve bu anlamda artık bir devrimci demokrat iktidar, yani küçük burjuvazinin damgasını vurduğu ve hiçbir önemi kalmamaya başlayan bir iktidar odağı yerine bir proleter devrimi gündeme gelmeye başlamıştır. 7 Bunalımdan çıkışın “tek yolu proleter devrimdir.” 8

Burada biraz soluk alıp, 1917 yılı içerisinde Lenin’in zaman zaman ileri sürdüğü devrimin barışçıl gelişmesinin olanıklı olduğu tezleri üzerinde durmak gerekiyor. Lenin’in “burjuvazinin bir iç savaşı göze alamayacağı açıktır” dediği durum, biri geçici hükümet, öteki de Sovyetler olmak üzere iki iktidar odağının varlığından kaynaklanıyordu. Lenin, ikincisinin elinde yaşanacak bir iktidar tekleşmesinin devrimin barışçıl gelişimine yol açabileceğini içtenlikle düşünüyordu. Bu olanağı hissettiği ölçüde, sosyalist devrimin altını fazla çizmemeye titizlik gösterdi. Olanaksızlığı gördü, tezlerini daha somut ve radikal hale getirdi, bir ara menşevik ve SR’ların bazı olumlu yaklaşımları nedeniyle bir kez daha gündeme gelen “barışçıl geçiş” olanağını, yine bir kez daha ve son kez terketti.

Daha sonra yeniden değineceğim, Lenin’in bu ihtiyatlı tavrı, kesinlikle tek bir nedene dayanır: Ülkede, menşeviklerin kontrolünde olsa da, devrimci demokratik bir iktidar odağının varlığı. Bu nedenle bolşevikler, kendi sosyalist programlarına yönelirken, sürekli olarak bu iktidar odağını gözetmek zorunda kalmışlardır. Ta ki, o iktidar dağını bizzat ele geçirinceye dek. Bu da, burjuvazinin devrilmesiyle aynı anda gerçekleştirilmiştir. Özetle, Rus sosyalist devrimi yalnızca burjuvazinin değil, menşevik ve SR’cı Sovyet yönetiminin de alaşağı edilmesidir.

Sosyalist devrim perspektifinin açıkça savunulması sonucu ne olmuştur?

“Küçük burjuvazi kapitalistlerden devrimci işçilere doğru savrulmuştur.” 9

Bolşeviklerin dönemi bundan sonra başlamıştır. Arada yukarıda değindiğim temkinliliğe de dikkat ederek hızlı bir örgütlenme sürecine girmişlerdir. Tam anlamıyla “burnunun doğrultusunda gitmek” türünden bir çalışmadır bu. Gerek kadro, gerekse kitlesel anlamda bir genişleme, hem de sıçrayarak genişleme sürecidir. Nereye kadar?

Bir ülkede devrimin arkasına alabileceği kalabalıkların matematiksel olarak ifadesi mümkün değildir. Bu işin istatistik formülleri yoktur. Ama bir eğilim olarak kimi ilke ve kurallar vardır.

1917 yılında sosyalizmi arzulamayan ama devrimci bir ruhla hareketlenen geniş bir kitle vardı. Nüfusun önemli bir bölümü, hatta çoğunluğu bu hareketliliğin içerisindeydi. Bolşevikler için hedef kitle işte bu önemli bölümdü. Devrimci nesnellikte, bizzat sosyalist program ve örgütlenmenin etkisi olmadan hareketlenen kitlelerin genel nüfusa oranı veya miktarı aynı zamanda, sosyalist hareketin hedef kitlesinin de oran ve miktarını gösterir. Bu kitle, sosyalist hareketin potansiyel alıcısıdır.

1917 yılında Bolşevikler, Nisan’dan itibaren, Şubat devriminin siyaset sahnesine itelediği kitlelerin çoğunluğunu kazanmaya çalışmışlardır. Ancak devrim, bu çoğunluğun elde edildiği an değil gerektiği an gerçekleşmiştir.

Her yerde böyledir. Yani devrim, devrimci bir nesnellikte hareketlenen kitlelerin çoğunluğunu elde etmeye yönelik mücadele henüz tamamlamadan gerçekleşir. Bu, eşitsiz gelişim yasasının doğal bir sonucu olarak, öncü sınıfın ve öncü örgütün, kitlesel bir atılımın hep bir adım önünde olması, geniş yığınların eş zamanlı bir sıçrama yapmasının mümkün olmaması nedeniyledir.

Çoğunluğun kazanılmasına yönelik mücadelenin temel dönemi ise iktidarın ele geçirilmesinden sonra başlar.

Lenin, çoğunluk arka arkaya alınarak gerçekleştirilebilecek bir devrim olanağını hep, devrimin barışçıl gelişimi olanağı ile beraber düşünmüştür. Bu anlamda barışçıl geçiş olanağının tamamen ortadan kalktığını düşündüğü “Siyasal Durum” (Temmuz 10) başlıklı dört tez, devrimin sosyalist niteliğinin ve jakoben yanının daha fazla vurgulandığı tezler olmuştur. “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganı, bir başka biçimde yeniden gündeme gelmek üzere terkedilmiştir.

Sonuç: Sovyetler, 1917 yılı içerisinde bolşeviklerin hem bastıkları toprak, hem de zaafları olmuş, hatta belli dönemlerde sovyetler bolşevikler için bir ayak bağı teşkil etmiştir.

Temmuz ayı, bolşveklerin kendi kimliklerini ortaya dökme döneminin iyice belirginleştiği bir ay olmuştur. Bundan sonraki dönemlerde bolşevikler, kendilerini menşevikler ve SR’lardan tamamen ayırmaya özen göstermişlerdir. Yayın organlarında ısrarla Jakobenizm’den sözetmeye başlamışlar, “kriz olgunlaşıyor” mesajını vermişlerdir. Hatta Lenin, “partimiz diğer herhangi bir parti gibi, kendi siyasal egemenliğinin peşindedir” 10 diyerek, alışılmış kalıp ve üslubun tamamen dışına çıkmaya başlamıştır. Bir başka yerde, genel anlamıyla bir Sovyet iktidarının kendileri için bir anlam ifade etmediğini, kendi görüşleri doğrultusunda bir Sovyet iktidarının önemli olduğunu belirtmiştir. 11

1917 yılından çıkarılacak dersler elbette bu kadar değil. Ancak ben, şimdiye kadar üzerinde az durulan ya da bir kez daha hatırlatılması gereken kimi noktalara değindim.

Bu bölümü son vermeden, biraz da Trotskiy’e göz atmak gerekiyor. Trotskiy, “sosyalist devrim stratejisinin büyük dehası” olarak ısrarla sunulduğu sürece, bu göz atışın bir zorunluluk olduğunu düşünüyorum.

Trotskiy, üç temel nedenden dolayı sosyalist devrim stratejisinin dehası olarak görülemez.

Birincisi, sosyalist devrim perspektifi, en az kendi arı formülasyonları kadar, bu formülasyonların burjuva demokratik devrimden, kökleri Marx’a kadar uzanan devrimci demokratik diktatörlük perspektifinden kopuşu bağlamında da sahiplenilmelidir. Bu kopuşun tarihinde Trotskiy yoktur. Rus devriminin tarihine Trotskiy esas anlamıyla 1917 yılı içerisinde girmiştir. Belki “azami program” veya “nihai hedef”in vurgulanması anlamında bir Trotskiy tarihi sözkonusudur ama, bu tarih ile Rus devriminin tarihi bir türlü biraraya gelmemiştir.

İkincisi, bolşevikler sosyalist devrim perspektifini örgüt teorileriyle, emperyalizm çözümlemeleriyle ve başta eşitsiz gelişim yasası ile beraber geliştirdiler. Trotskiy’de bu bağlar birbirinden kopmuş haldedir. Eşitsiz gelişim yasası ise çok daha önce vurgulandı, Trotskiy tarafından arizi bir durum olarak değerlendirilmiştir.

Üçüncü Trotskiy, Rus devrimini hiçbir zaman kendi iç dinamiği içerisinde değerlendirmemiştir. Onun gözünde bu devrim, dünya sosyalist devrimini ateşleyen bir kıvılcımdı. Bu anlamda sosyalist devrim teorisinin sahiplenilmesi, Avrupa’nın ileri ülkelerindeki devrim süreçlerine gözünü diktiği orandadır; bunun ise çok fazla anlamı yoktur.

Dördüncüsü ise bugün “sosyalist devrim perspektifine” sahip çıkan trotskist ve kimi yeni solcularadır. Bu kesimlerin “biz de sosyalist devrimi savunuyoruz” türünden çıkışları, burjuvaziden somut bir kopuş olarak görülse de, bizzat sosyalizm yerine bir demokrasinin savunulması nedeniyle yine pek bir anlam taşımamaktadır. Yalnızca sosyalizmin güncelliğini hissetmenin yetmediği, sosyalizmden ne anlaşıldığı da büyük önem taşıyor.

Eski tartışmada eski üslup

Yazımın başında sosyalist devrimin yalnız başına bir ülkenini kapitalist olması nedeniyle ulaşılabilecek bir perspektif olmadığını belirtmiştim. Bu bölümde, sosyalist devrimin savunulması için kimi “eski” dayanaklara kısaca değineceğim. Hemen başta şunu söylemeliyim:

Kapitalistleşme sürecinde önemli denebilecek bir mesafe katedilmiş ve egemen üretim tarzı kapitalizm olan ülkelerde bir eğilimden de öte, gündemdeki devrim, ilkesel olarak sosyalist devrimdir.

Bu ortodoks yaklaşım büyük ölçüde benimsendiği için, sosyalist devrim-MDD tartışmalarının en az bizdeki kadar önem taşıdığı bazı Latin Amerika ülkelerinde “sosyo-ekonomik yapının tanımlanması” devrimci hareketlerin teorik çalışmalarında özel bir önem taşıyor. Kısacası, gündemdeki devrim aşamasını belirtmek için “nesnel” kıstaslar aranması yalnızca bize özgü olmamıştır. Ancak burada, bu tartışmalar için oldukça önemli gördüğüm bir nokta vardır.

Bir ülkedeki egemen üretim tarzını saptamak için temel olarak “üretim” sürecinden hareket etmek gereklidir. Ancak aynı ülkedeki devrim stratejisinin belirlenmesi, nesnel temelde yalnızca “üretim” sürecinde değil, “pazar”ın da gözönüne alındığı bir tahlil ile gerçekleştirilebilir. Emperyalizm çağında başka türlüsü mümkün değildir. Emperyalizm çağında, tek tek dünya pazarı içerisinde kendisini az-çok bir yer edinmemiş, entegrasyon sürecinin dışında bir ülke düşünmek çok güçtür. Yine bu nedenle, emperyalizm çağında eğilim hep, sosyalist devrim perspektifine doğrudur. Kapitalizmin sınırlı bir gelişkinlikte olduğu ülkelerde de…

Stalin 1924 yılında bu konuda şöyle yazmaktadır:

“Eskiden proletarya devrimine hazırlık döneminin önkoşullarının tahlili, genellikle tek başına ele alınan şu ya da bu ülkenin ekonomik durumu bakımından yapılırdı. Şimdi artık sorunun bu tarzda alınması yetersizdir. Şimdi sorunu, bütün ülkelerin ya da ülkelerin çoğunluğunun ekonomik durumu açısından, dünya ekonomik durumu bakımından ele almak gerekir; çünkü ülkeler ve ulusal ekonomiler denilen bir zincirin halkaları haline gelmişlerdir; çünkü eski “uygar” kapitalizm gelişerek emperyalizm olmuştur; emperyalizm ise dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun bir avuç “ileri” ülke yararına, mali bakımdan köleleştirilmesi ve sömürgeci baskı altına alınmasıdır.

“Eskiden ayrı ayrı ülkelerde ya da daha doğrusu, gelişmiş şu ya da bu ülkede, proletarya devrimi için nesnel koşulların varlığından ya da yokluğundan söz etmek adetti. Şimdi, bu görüş artık yetersizdir. Şimdi devrim için, nesnel koşulların, dünya emperyalist ekonomi sisteminin tümünde bir eksiksiz bütün olarak bulunup bulunmadığından sözetmek gerekir; çünkü sistem, tümü ile, devrim için olgunlaşmış ise, ya da daha doğrusu, olgunlaştığı için, bu sistemin içinde sanayi yönünden yeter derecede gelişmemiş bazı ülkelerin bulunması, devrim için aşılmaz bir engel olamaz.”

“Eskiden, gelişmiş şu ya da bu ülkede proletarya devriminden sermayenin şu ya da bu ulusal cephesine karşı duran, bu cephenin taban tabana karşıtı olan belirli ve kendi kendine yeten bir varlık gibi sözetmek adetti. Şimdi artık bu görüş yetersizdir. Şimdi artık dünya proleter devriminden söz etmek gereklidir, çünkü sermayenin ayrı ayrı ulusal cepheleri, emperyalizmin dünya ölçüsünde cephesi denilen ve bütün ülkelerin devrimci hareketinin genel cephesi ile çatışma halinde bulunan bir tek zincirin halkaları haline gelmiştir.” 12

Bu uzunca aktarmadan sonra söylenecek şu olmalıdır: Emperyalizm ve sosyalizme geçiş çağında, sosyalist devrim bilimsel olarak ve ana perspektif olarak gündemden hiç düşmez. Şu veya bu ülkede devrimin demokratik bir kimlik içerisinde gelişmesi ise arizi bir durumdur.

Emperyalizmin, kapitalizmi bir dünya sistemi haline getirdiği, bunalımın eşitsiz bir biçimde bütün kapitalist dünyaya yayıldığı, kapitalizmin şu veya bu ülkeye sunacağı bir gelecek olmadığı oranda, sosyalist devrim bütün ülkelerde geçerlidir. Daha doğrusu, “sosyalist devrim, en geri ülkeler için bile bir zorunluluk haline gelmiştir. 13   Bu zorunluluğun yerine getirilmesi ise ayrı bir “iş”tir. Lenin’in bu zorunluluğu vurguladığı 1918’den bu yana, bu zorunluluğun gerçekliğe dönüşme sürecinde sıçramalar ve geriye dönüşler yaşanmıştır. Ama esas olan sosyalist devrimler perspektifidir; bunun dışındakiler arizidir…

Devrim stratejisinin “nesnel koşullar” tarafından belirlendiği tartışmalar etrafında dolaşmaya devam edelim.  

Sosyalist devrimin küçük burjuvazinin büyük bir bölümünün proleterleştiği, kapitalizmin kendi iç dinamiğinde en üst noktaya kadar ulaştığı gelişmiş ülkelerde gündeme geleceği iddiası 1917 Ekimi’ne kadar marksist teorinin “ortodoks” yaklaşımlarından birisiydi. Öyle ki, Marx ve Engels, zamanında Rusya’nın kapitalistleşme sürecine girmesine hiç de memnuniyetle bakmadılar. Hatta tedirgin oldular. Oluşturulan modelde, bir ülkenin kapitalistleşme sürecine girmesi ile birlikte kapitalizmin bütün mantıki aşamalarını yaşayacağı öngörülüyordu. Rusya için bu nedenle tedirgin oluyorlardı. Eşitsiz gelişim yasasının pek kendini göstermediği bu tezlerde sosyalist devrimin sözkonusu mantıki aşamalarının aşağı yukarı tamamlandığı, kapitalizmin gelişme evrelerinin üst basamaklarına gelindiği toplumlarda gerçekleşebileceği düşüncesi egemendi. Bu nedenle Rusya’nın köy komünleri üzerinden kapitalizmi atlayarak sosyalizme yönelmesini arzuluyorlardı.

Rusya sosyalizme yöneldi. Ama Marx ve Engels’in pek öngörmediği bir biçimde. Günümüzde devrim stratejileri üzerinde yapılan tartışmalara giderek verili ülkenin sosyo-ekonomik karakterinin belirlenmesinin ötesine geçmektedir. Gelişkinliği pek tartışmayı gerektirmeyecek birçok Avrupa ülkesinde bir takım gerçeklerle komünist partileri programlarına demokratik devrim perspektifini almışlardır.

Gündemlerine değil; programlarına…

Avrupa’nın ileri ülkelerinde, dünyanın bütün ileri ülkelerinde bir devrim gündeme gelecekse bu kesinlikle sosyalist devrim olacaktır…

Gerek evrensel planda, gerekse Türkiye için kapitalist gelişmenin ölçüsünü belirlemek yolunda bir çabanın artık pek bir anlamı kalmadığını söylemek mümkün. Ama eski tartışmada eski üslup ile “yeni” birşey söylenemez mi?

Sanırım söylenecek şu olmalı:

Bir ülkede kapitalistleşme, siyasal ve ideolojik olarak kendisini “öncü” konuma getirebilecek bir işçi hareketi için nesnel zemin sağlamamışsa, o ülkede bir eğilimin de ötesinde, ilkesel olarak sosyalist devrim gündemdedir. Şu veya bu ad altında demokratik devrim sürecinin bir bunalım anına damgasını vurması, bu nesnelliğin değerlendirilmemiş olmasından kaynaklanan arizi bir durumdur.

Türkiye’de işçi sınıfını siyasal ve ideolojik olarak öncü konuma getirebilecek bir nesnellik kesinlikle vardır… Türkiye’nin gündeminde sosyalizm vardır.

Tüm dünyada sosyalist hareketler, sosyalizmin kimi ara aşamalar olmaksızın gündemde olduğunu artık farketmek durumundadırlar.

Ne nedir?

Sosyalist devrim perspektifinin “yeni tezleri”ne geçmeden önce, sırası gelmişken kavramsal bir soruna açıklık getirmek istiyorum.

Sosyalist devrim nedir?

Lenin İki Taktik‘te “sosyal-demokrasi tarafından ‘iktidarın ele geçirilmesi’ sosyalist devrimin ta kendisidir ve bu kelimeler doğru ve anlaşılan anlamıyla kullanılıyorsa, başka şey olamaz” 14 diyor. Evet, sosyalist devrim sosyalistlerin iktidara gelmesidir

Peki işçi sınıfına dayanan her devrim süreci “sosyalist” midir? Burada şu söylenmelidir: Burjuvaziden ideolojik ve örgütsel anlamda bir kopuş yaşanmadığı durumlarda devrim süreci, bu kopuş yaşanana kadar sosyalist değildir. Stalin, 1920’lerin başında Almanya’da gelişen devrime bu nedenle proleter tabanlı bir burjuva devrimi demiştir. Evet, sosyalist devrim, işçi sınıfının siyasal hareketinin ideolojik ve örgütsel olarak burjuvaziden koptuğu bir süreçtir.

Sosyalistler için, burjuva iktidarı ile proleterya iktidarı arasında bir üçüncü alternatif var mıdır? Lenin bu soruya Ekim devriminin deneyimi ışığında şöyle cevap veriyor: “Bir üçüncü biçim veya yönetim arayanlar gericidir.” 15 Oysa devrimin arifesinde kaleme aldığı Devlet ve İhtilal’de çok farklı düşünmektedir16 Arada ne olmuştur?.. Evet, Ekim ile birlikte sosyalistler için burjuva demokrasisi ile sosyalist demokrasi arasında bir üçüncü alternatif arama dönemi kapanmıştır. Bir üçüncü alternatifin ortaya çıktığı durumlar ise kesinlikle arizidir, sosyalist teori ve pratiğin zenginliğinde hiçbir yerleri kalmamıştır.

Sonuçta sosyalist devrim, işçi sınıfının kendi siyasal örgütlenmesi aracılığıyla burjuvaziden ideolojik ve örgütsel olarak kopararak, kapitalizmi bütün kurumlarıyla ortadan kaldırma ve sosyalizmin inşası için siyasal koşulu yerine getirmek amacı ile gerçekleştirdiği köklü dönüşümlerin adıdır. Bu dönüşümlerin ne başka adı vardır, ne de yukarıda sayılan özelliklerin eksikliği durumunda bir sosyalist devrim…

Sosyalist devrim üzerine tezler

1) Devrim stratejisi üzerinde tartışmalarda ve devrim perspektifinin geliştirilmesinde nesnel tahlillerden öznelliğe geçiş önemli bir niteliksel sıçramayı gösterir. Her tartışmada nesnelliğin saptanmasından sonra, tartışmanın ekseni öznelliğe kayar ve bu bir ilerlemedir. Şimdiye kadar Türkiye’de demokratik devrim perspektifi birbirini izleyen üç ayrı gerekçeler yığını ile birlikte savunulmuştur. Bunlardan birincisi nesnel engeller ve nesnel sorunlardır. Feodalizmin varlığı, feodal kalıntıların varlığı, işçi sınıfının sayıca azlığı ve nihayet ilerleme çizgisinin büyük katkısı ile tekellerin varlığı! İkinci gerekçeler topluluğu, üst-yapısal engellerden oluşmaktadır. Burada demokratikleşme, demokratik kitle hareketlerinin yaratılması ve hukuksal çerçevenin değiştirilmesi gibi hedeflerin, sosyalist devrimin önündeki bir zorunlu aşama ile gerçekleşeceği söylenmektedir. Bir üçüncü gerekçeler topluluğu daha vardır ve bu demokratik devrim perspektifinin dayanmakta olduğu mazeretlerin en yeni kuşağıdır. Burada bizzat devrimci mücadelenin dinamiği, örgüt teorisi ve katılım gibi devrim sürecindeki güçlerin öznel durumlarıyla yakından ilişkili sorunlar ileri sürülmektedir. Türkiye solunda, sosyalist hareket bu üçüncü gerekçeler topluluğunu da aşacaktır.

2) Sosyalist devrim tartışmaları öznelliğin ana eksen alınacağı bir zemine çekilmelidir.

3) “Tarihsel maddecilik proletarya devriminin teorisidir.” 17 Tarihsel maddeciliğin ağırlık noktası başka herhangi bir bölmeye kaydırılamaz.

4) Kapitalizmin gelişkinliği ile sınıf bilinci arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Bu tez Lenin ile beraber, zamanında, sonrasının döneği Kautsky tarafından geliştirilmiştir. Sosyalist devrim stratejisinin gelişmiş ülkelerle sınırlandırılmasının mümkün olmadığı bu tezden yola çıkılarak ulaşılan bir başka tezdir. Önsel olarak ve bir başlangıç olarak, sosyalist devrim süreci, eğer ülke sosyalist bir programın ete kemiğe bürünme şansı varsa, şu veya bu nedenle dışlanmayacak bir stratejidir.

5) Sosyalist devrimin gerçekleşeceği ülkede proletaryanın genel nüfusun çoğunluğunu oluşturması hiçbir şekilde önkoşul değildir. “… Proletarya devrimi sorunu karara bağlanırken belirli bir ülkenin proletaryasının genel nüfusa oranı hakkında istatistiki hesaplara, emperyalizmin ne olduğunu anlamamış olan ve devrimden tıpkı vebadan korkar gibi korkan İkinci Enternasyonal yorumcularının verdikleri özel önem tamamen büyütülmüştür.” 18

6) “Batı Avrupa sosyal demokratları, sosyalist devrimde tüm burjuvaziye karşı proletaryanın tek başına hareket edeceği, proleter olmayan bütün sınıflara ve tabakalara karşı bağlaşıksız yürüyeceği düşüncesindeydiler. (…) Bu yüzden, Batı Avrupa sosyal demokratları, Avrupa sosyalist devrimi için koşulların henüz olgunlaşmadığı, toplumun ilerideki ekonomik gelişmesi sonucunda proletaryanın ulusun çoğunluğu, toplumun çoğunluğu durumuna geldiği zamandır ki ancak, bu koşulların olgunlaşmış sayılacağı düşüncesindeydiler. 19 Sosyalist devrim yalnızca işçi sınıfının değil, onun ittifaklarının da katıldığı bir iktidar mücadelesidir. Bu ittifaklar zincirinde hangi kesimlerin yer alacağı somut koşullar tarafından belirlenir. Ancak bir değişmez kural olarak, sosyalist devrim sürecinde küçük burjuvazi dışında herhangi bir burjuva kesimi kesinlikle yer almaz.

7) Devrim süreçleri ile örgüt ve örgütlenme perspektif ve teorileri arasında önemli bağlar vardır. Tarih, bu ikisinin zaman zaman biraraya geldiği durumlara, zaman zaman da birbirlerinden ayrıldıkları durumlara tanık olmuştur. Devrim perspektifi ile örgüt teorisinin aynı anda gelişim kanalları bulunmadığı bir durumda, ikisi için de bir “talihsizlik” sözkonusudur. Her biri bir diğerinin yaratıcısıdır.

8) İşçi sınıfı partisi, sosyalist devrim perspektifi dışında kurulamaz. Sosyalist devrim perspektifini taşımayan bir parti işçi sınıfı partisi değildir.

9) Sosyalist hareket için esas olan, öncülük durumunu koruyabileceği işbirliklerine girmek, ittifaklar oluşturmaktır. Bu anlamda işbirliği ve ittifakın ortağı olabilecek sınıf ve katmanlar bellidir. Sosyalist hareketin, işçi hareketinin öncülük kudreti sınırsız değildir.

10) Sosyalist idealler halkın ilgisini çekmiyor, çekmez türünden bir mazeret, bırakalım gerçeklikle olan ilişkisini, bir mantık yürütme biçimi açısından son derece sakattır. Sosyalist devrimci bir programın kitleselleşemediği veya kitleselleşemeyeceği varsayılarak alternatif bir programı getirmek, istenildiği kadar titiz davranılsın, sınır tanımaz bir oportünizme gebedir.

11) Sosyalist mücadelenin sürekliliği ile sosyalistlerin her dönemin “birinci adamı” olmaları arasında önemli bir farklılık vardır. Sosyalistler, çelişkilerin kendilerini “davet” ettikleri dönemin adamıdırlar. Sosyalist program ve perspektif de temel olarak bu döneme damgasını vurur. Bu yüzden sosyalist devrim perspektifi “gerçekçi değil” diye eleştirilemez. Emperyalizm çağında sosyalist devrim perspektifinin gerçekçi olmaması mümkün değildir.

12) “Her devrim aynı anda burjuva devriminin hem gerçekleşmesi, hem de aşılmasıdır.” 20 Bu tez doğru olmakla beraber, sosyalist devrimin burjuva devriminin bir kesin inkarı olduğu da unutulmamalıdır. Sosyalist devrim süreci kendi içinde burjuva demokrat süreçleri de kapsar.

13) Hiçbir sosyalist devrim, “saf” sosyalist unsurların bloklaşması ile gerçekleşemez.

14) Sosyalist devrim süreci, sonsuz dinamik unsurun harmanlandığı, ama sosyalist program ve örgütlenmenin damgasını vurduğu bir süreçtir.

15) Sosyalist devrim sürecinin öncü gücü, değişik devrimci dinamiklerin toplamının yarattığı otorite boşluğunu doldurmayı hedefler. Devrimin niteliği değişik devrimci dinamikler değil, öncü gücün bu boşluk doldurma fiili belirler.

16) Sosyalist öncü ve sosyalist ideoloji devrimci durum sırasında hareketlenen kitleleri, devrimci demokratik süreçleri, kendisini sağa kaydırarak değil, kitleleri, devrimci demokratik süreçleri siyasal olarak kendi sınıfsal söylem ve eyleminin alternatifsizliği ile kendisine çeker.

17) Bütün tarihsel eylemler, daha önce başkaları tarafından hazırlanmış ve olgunlaşmış koşulların daha öteye götürülmesi, geleceğin eylemlerine yeni zeminler hazırlanmasıdır. 21 Sosyalist hareket, kendi dinamiklerini öldürmüş devrimci demokrat süreçleri sosyalist devrim perspektif ve programı ile taşıdıkları özün çok ötesinde bir siyasal sürecin içerisine doğru çeker.

18) Sosyalist devrim, kitle katılımı kesik kesik ve anlık sıçramalarla arttırılan bir devrim sürecidir.

19) Sosyalist devrimin asıl kitle tabanı devrimden sonra yaratılır.

20) Sosyalist devrimde, iktidarın alınmasından sonraki ilk yıllar çok önemlidir. Hareketlenen kitlelerin devrimci ruh hali, kadroların coşkusu ve hareketin prestij devrimin ilk anlarında doruğa ulaşır. Ve bu dönemde ne ekersen onu biçersin. İktidarın alınması fiiline ve iktidarın bu çok önemli ilk dönemlerine sosyalist devrim ideolojisinin damga vurmasında büyük yararlar vardır.

21) Devrimin ilk dönemlerinde yeni kurulmakta olan düzene, sisteme entegre edilecek olan kitlelerin hangi ruh ile, hangi ideolojik çerçeve ile canlı tutulacakları çok önemlidir. Bu dönem devrimci demokratik bir kimlik ile gerçekleştirilemez. Yeni düzen yeni tabanını sosyalist ideolojiyle yaratmalıdır.

22) Burjuva ideolojisinin etki gücünün minimuma indiği bir dönemdir devrim dönemi. Burada, eğer daha sonra bir takım problemlerle karşılaşılmak istenmiyorsa, sosyalist ideolojinin en radikal kimliği ile çıkılmalıdır burjuva ideolojisinin karşısına, özellikle üretim araçlarında özel mülkiyetin kaldırılmasına yönelik adımlar, güçlü ve “arı” ideolojik kuşatma olmadan gerçekleşemez. Aynı biçimde eski ahlak yapılarının kırılması ve ateist propoganda için benzer ideoloji “arı”lıklar özellikle devrimin ilk anlarında gereklidir. Sosyalist devrim, devrim anındaki ve hemen sonrasındaki ideolojik kavgaya bazı yeni ve ek avantajlar sağlar.

23) Hangi adla anılırsa anılsın, bir demokratik devrim sürecinde sınıfsal özden, kimi ulusal öğeler adına fedakarlıkta bulunulur. Lenin’in 1908 yılında Paris Komünü’ne ilişkin yaptığı eleştirilerden en önemlisi, Komün’ün yurtseverlik ile sosyalizmi birleştirme çalışmasına yönelik itirazlarıdır. Sosyalistler için, devrim süreçlerindeki görevlerden birisi mümkün olduğunca sınıf temelinin altını çizmek ve varsa kimi demokratik-ulusal unsurların etkinliklerinin yokedilmesini sağlamaktır. Bu ise ancak sosyalist devrim perspektifi ile gerçekleşir.

24) “Savaş şartları devrimin iç güçlerinin hareketini şekilsizleştirmekte ve anlaşılmaz hale getirmektedir. Fakat devrim süreci boyunca bu şartlar aynı iç güçler, yani sınıflar tarafından belirsiz bırakılmayacaktır.” 22 Dış dinamiğin ön plana çıktığı dönemlerde, örneğin savaş dönemlerinde, sınıfsallığın üzerine ulusal bir toprak atılmaktadır. Sosyalistler için en önemli sorunlardan birisi, devrim süreçlerinde özgün uluslararası koşulların yarattığı geçici ulusal birlikteliklerin değil, sınıfsal bir ideoloji ve ruhun ön plana çıkmasını sağlamaktadır.

25) Devrimci nesnelliğin gelişimine hangi çelişki ve çatışmaların damga vurduğu çok önemlidir. II. Dünya Savaşı sırasında bazı Avrupa ülkelerinde, sınıfsal temel henüz kendisini hissettirmeden olgunlaşan devrimci kriz, bu ülke devrimlerine ulusal ve demokratik bir kimlik ve çözülmemiş sınıfsal sorunlar miras bıraktı. Devrimler işçi sınfı hareketinin burjuvaziden kopuşundan önce gerçekleşti. Devrimin, işçi sınıfı hareketinin burjuvaziden ideolojik ve örgütsel olarak kopamadığı bir durumda eski iktisadi ve ideolojik yapıların tasfiyesi son derece sancılı bir hal alır.

26) Demokratik devrim, bir olanak veya zorunluluk, veyahut bir öngörü değil, kesinlikle bir zaaftır.

27) Her pratik teorik olana, her somut soyut olana, her tekil genel olana şu veya bu oranda bir katkıdır. Burjuvazinin ilericiliğini ve herhangi bir devrimci dinamik taşıyabilme özelliğini yitirmesi ve bunu diyelimki 1917 yılı içerisinde Rusya’da çok açık ve net bir biçimde yaşaması, genele, soyut olana ve sosyalist teoriye neden bir katkı olarak görülmüyor da, mutlaka aynı evreler içerisinde yeniden yaşanması gereken bir süreç olarak değerlendiriliyor? 1917 yılı ile birlikte, bir devrimci demokratik diktatörlüğün ya da demokratik devrim perspektifinin program anlamında benimsenmesi çağdışılıktır.

28) Kapitalizmin Marx tarafından yapılan analizlerinde, artıdeğerin gerek bir kategori olarak varlığı, gerekse gerçekleşmesi, ortalama emek süresini, fiyatın oluşumu gibi temel süreçler, üretimin toplumsallaşması olgusu ile beraber ve onun bizzat bir parçası olarak değerlendirilmiş, sistemin bir bütün olarak işlediği ortaya çıkmıştır. Daha sonra Lenin tarafından geliştirilen eşitsiz gelişme yasası, bu bütünselliğin sistem içi eşitsizliklerle nasıl beraber durabildiğini göstermiştir. Sistemin, verili bir ülkede, parçaların eşitsizliğine rağmen bir bütünlüğe sahip olduğu marksizmin bilimsel kazanımlarından birisidir. Sosyalist devrim perspektifi bu bütünlüğün can damarına yönelirken, demokratik devrim perspektiflerinde kısmi, parçalar üzerinde yoğunlaşan kesik ve tevekkülcü bir eğilim hakimdir.

29) Herhangi bir kapitalist ülkede, devrimci durum, eğer devrimci durumdan tüm ülkeyi saran bir kriz olmaksızın varolabilecek birşey olarak sözetmiyorsak, ağırlıklı olarak büyük burjuvazinin ve büyük ölçüde sanayi kapitalizminin yeniden üretim sirkülasyonundaki aksamalardan kaynaklanan bir bunalım sonucu ortaya çıkar. Demokratik devrim perspektifleri, bizzat bu bunalım kaynağına yönelmedikleri oranda devrimci krizin hakkını vermeyen stratejidirler; eksiktirler…

30) Sosyalist devrim, teorik olarak evrensel bir stratejidir. Ancak ideolojik ve siyasal olarak bu teorik evrenselliğin her zaman yaşanabileceği söylenemez. Arizi, eksik ve zaaflı devrim süreçleri yaşanmaya devam edebilir.

31) Sosyalist hareket hiçbir zaman programına arizi olanı, eksik olanı, zaaflı olanı koyamaz.

32) “Kanatlarını çırpacaksın, ama hiç uçmayacaksın.” Bu Arife’de Bersyenev tarafından Şubin’e söylenmiştir. Türkiye’de sosyalist devrim perspektifini savunanlar şimdiye kadar hep kanat çırpan ama uçmamaya mahkum olanlar gibi değerlendirildi. Türkiye’de uçacak olan varsa, bu sosyalist devrim perspektifi olacaktır. Kanatları çırpmadan açmak mümkün değildir!

 

Dipnotlar

  1. Lenin, “Collected Works”, Cilt 25, s. 285.
  2. age, Cilt 24, s. 44.
  3. age, Cilt 24, s. 22.
  4. age, Cilt 23, s. 330.
  5. age, Cilt 24, s. 44.
  6. age, Cilt 24, s. 65.
  7. age, Cilt 24, s. 65.
  8. age, Cilt 24, s. 87.
  9. age, Cilt 24, s. 214.,
  10. age, Cilt 25, s. 306.
  11. age, Cilt 25, s. 189.
  12. Stalin, “Leninizmin Sorunları”, Sol Yay., s. 28.
  13. Lenin, “Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine”, Işık Yay., s. 146.
  14. Lenin, “İki Taktik”, Sol Yay., s. 28.
  15. Lenin, “State and Revolution”, s. 51.
  16. Lenin, “Colected Works”, Cilt 28, s. 63.
  17. Lukacs, “Devrimin Güncelliği”, Belge Yay., s. 7.
  18. Stalin, age, s. 53.
  19. Stalin, “Parti Tarihi”, s. 97.
  20. Lukacs, age, s. 153.
  21. Plehanov, “The Role of Individual in History Lawrance and Wishart”, s. 20.
  22. Trotskiy, “1917 Yılı”, Köz Yay., s. 15.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×