Biyografilerden ne öğreniyoruz?

Üç büyük devrimci liderin biyografilerinden bahsediyorum: Marx, Lenin ve Stalin…

Muzaffer Ekim Devrimi, Karl Marx’ın eserlerini de yaşam öyküsünü de ilgi odağı yaptı. Ekim Devrimi’nin zaferinin üzerinden henüz çok az vakit geçmişken ve Sovyetlerde sosyalizmin kuruluşuna henüz yeni yeni adım atılırken dünyayı fiziken terk eden büyük ihtilalci Lenin’in, yalnız kaleminden çıkan ve ağzından dökülen sözlerin değil, temas ettiği her insan üzerinde yarattığı etkinin öyküsünün de ilgi odağı olması elbette hiç şaşırtıcı değildi.

Dünya, Paris Komünü’nü saymazsak, ilk defa bir “proletarya diktatörlüğü” görmüştü ve dünya bu sefer ilk ve ilk defa bir “sosyalizmin kuruluşu”nu görüyordu. Sosyalizm İkinci Dünya Savaşı’ndan prestijle çıktığında artık, tarihte örneği olmayan bir yolun kat edildiği ülkenin büyük önderinin, Stalin’in yaşam öyküsü de elbette ilgi odağı olacaktı.

Peki, ama aradan çokça zaman geçse dahi özellikle bu üç liderin biyografilerinin bitmeyen popülerliğinden ne anlamalıyız? Bilinen biyografilerin yeniden basımından bahsetmiyorum yalnızca. Biyografilerin değişen ve yeniden yorumlanan içerikleriyle sürekli gündemde olmasından, yeni yazarların eklenmesinden, araştırmacılar için bitmeyen bir maden oluşundan ve ortaya çıkan yeni örneklerin hep bir basımcısının bulunabilmesinden de bahsediyorum. Bunu, “çünkü satıyor” yanıtıyla geçiştiremeyeceğimiz açık.

Acaba her yeni biyografi yazarı “bu sefer” tarihsel karakterin yaşamının bilinmeyen gerçek yönlerine nihayet ışık mı tutmaktadır? Söz gelimi bir Lenin biyograficisi birtakım yetenekler kazanmış; -nihayet- Rusça bilme, Marksist külliyat ile tanışık olma, gizli arşivlere daha kolay erişebilecek bir ilişki ağını geliştirebilme yeteneklerine bir de genel tarihe hakim olma yeteneğini ekleyerek bütün “tik”leri tamamlamış ve sonunda bize daha gelişmiş bir üst sürüm mü hediye etmiştir?

Söz konusu başka bir lider ya da tarih araştırmasının başka bir inceleme nesnesi olsaydı buna belki “evet” yanıtı verebilirdik; fakat söz konusu bu üç lider olunca durum değişmektedir.

Neden?

Bunun birbiriyle bağlantılı birkaç nedeni bulunuyor.

Bir yanıyla, son derece bugün ve yarın ile ilgili bir mesele olmasından dolayı… Kapitalizmin krizi kitleleri farklı arayışlara iter ve kitlelerin ilk uzanacakları kaynak sosyalizm olmak zorunda olmasa bile, en önemli kaynak kesinlikle sosyalizmdir. Düzen dışı hareketleri en aza indirmek ve kontrol etmek için sosyalizmle usulünce oynamalı ve mümkünse “seyrelterek” vermeli…

Bazı tarihsel figürler bu açıdan asla ilgi kaybına uğra(ya)mazlar. Sosyalizmin yaşanmış öyküsünün ya da fikrî içeriğinin cisimleştiği karakterler oldukları için… Bir tarihsel kesite ya da bir dünyagörüşüne erişim sağlamak istediğimizde hemen bu karakterlerle temasa geçer ve iletişim kurarız.

Fakat iletişimin nasıl kurulduğu her şeyi belirler.

Arşivcilikten kurtulup tarih bilimine adım atmak istiyorsanız elinizin altında belgelerin ötesinde bir veriler dünyasının olduğunu, “kurgu” olmadan yaşam öyküsü çıkarılamayacağını görmeniz gerekir. Örneğin “romandan belge mi olur?” diyenden ya da belgelerden normalin ötesinde bahsedenden belki bir tür tarihçi olur ancak bilimci olmayacağı kesindir. Kurguya cephe alanın ise kendi kurgusunun yolunu açmaktan başka bir şey yapmadığı kesindir.

Bunlara, “tarih nedir” ya da “tarihte bireyin rolü nedir” sorularına kapsamlı yanıtlar vermek için değinmiyorum. Amacım (özellikle de söz konusu araştırma nesnesi bir yaşamın öyküsü olduğunda) tarih yazımının bir diyalog yönünün olduğunu vurgulamak. Tarihçinin, incelediği tarihsel kesiti ya da “insanlar senaryosu”nu anlayabilmesi için iki şeyi yapması gerekir: Hem o tarihsel kesitin tarihin genel akışıyla ilişkisini; hem de “insanlar”ın bu genel akış ve “senaryo” ile kurduğu ilişkiyi anlayabilmesi gerekir. “Anlamak” ise diyalog kurmak demektir. Tarihçi diyalog kurar.

Fakat bizim örneğimizde diyalog kurduğumuz, herhangi bir tarihsel karakter değildir. Birincisi, içinde bulunduğu tarihsel kesite yön vermek anlamında yüklendiği nitelik, bazı örneklerde çok ağır bir sorumluluk da demek olan bu nitelik, karakteri “sıra dışı” yapar. Onu derinlemesine incelemeden bir adım bile atamayız. İkincisi, karakterin özel türden bir dünyagörüşüne sahip olması “sıradan kurgu”nun bütün dinamiklerini altüst eder.

Evet, Marksizm’den bahsediyorum (ve bir miktar ileri giderek) daha ötesini de ifade etmek istiyorum. Marksist bir büyük liderle diyalog kurabilmek, sıradan tarihçinin “dile çok hakim olmak” gibi “gizli arşivlere erişebilmek” gibi birtakım yeteneklerinin ötesinde bir kavrayış gücünü gerektirir. Şimdilik, “bu tarihçi iyi bir Marksist olmalıdır” demeyeceğim ama “en azından belli ölçülerde bir gönül bağı olmazsa olmazdır” demekle yetineceğim. Tarihçinin bu yeteneği –tarihçi yeteneği- nasıl geliştirebileceğini fazla kurcalamadan… Fakat bu meseleye Marx’ın yaşam öyküsünü, Marx’ın eserlerinin sadece öyküsünü değil, içeriğini de detaylı inceleyerek anlatmayı deneyen yeni bir örneği ele alırken tekrar değinmek zorunda kalacağım.

Şimdi, yetenek üzerine ifade ettiklerimi akılda tutarak Marx, Lenin ve Stalin biyografilerini bir bütün olarak ele almamıza neden olan sorunu inceleyebiliriz.

Lenin rahat bırakılabilir mi?

Konu Stalin olunca bugün kitapçı raflarında karşılaşacağınız biyografi örneklerinin çok büyük bir kısmının odak noktasının “despotizm” olduğunu göreceksiniz. Yazarın ciddiyetine göre bir miktar değişse de, vaziyet despotizm – canilik skalasının bir yerine mutlaka denk gelir.

Bu yeni bir durum değil ve sanıldığının aksine “Batı”nın keşfettiği bir şey de değil.

Batı, yıl 1943 iken önemli bir dergisine Stalin’i kapak yapabilmekte ve “fena değil” diyebileceğimiz bir içeriği de dergi boyunca okuyucularına sunabilmektedir.1 Bunda, savaş sırasında Avrupa’daki güçler dengesinin ve ABD – Sovyet yakınlaşmasının etkisi olsa da savaşın kazanılmasıyla daha da artacak biçimde bir Stalin prestijinin var olduğu kuşku götürmemektedir.

Bu durum elbette değişecekti; çünkü ABD merkezli Batı’nın bir antisovyetizm ve antikomünizm geliştirme zorunluluğu vardı. Ancak, o noktadan Stalin’in zihinsel kabiliyetlerinin sorgulanmasının olağan kabul edildiği bir noktaya gelinmesinde önemli pay Hruşçovlu 20. Kongre oldu. Batı, bugün kullandığı pek çok argümanı buradan devşirdi. Buna daha sonrasında Garbaçovlu Glasnost eklendi.2

Sovyet ülkesinin dönüm noktalarından olan iki tarihi tek bir meseleye indirgemek mümkün değil; fakat buradan işimize yarayacak bir doğrultu çıkarmak mümkün. Stalin ile uğraşan 20. Kongre de Garbaçov reformları da Stalin’in kişiliğinin ötesine taşan bir “Stalin paradigması”nı kurcalamıştır. Bu paradigmada Sovyet ülkesinin izlediği belli bir yolun temel saikleri bulunur. Sosyalizmin kuruluşuna dair benimsenen düşünce; kolektivizasyon – sanayileşme hamleleri; tercih ve hamle yapan, direten bir siyasi irade bu saiklerden bazılarıdır. İki tarih, bu saiklerle farklı şekillerde oynama ihtiyacı hissetmiş ya da bunun zorunluluğunu duymuştur. Ancak Batı bundan büyük cesaret almıştır. Ve bu noktada Batı’dan kastımız artık yalnızca antikomünist resmi ideoloji değildir; “Batı Marksizmi” de böyle nefes almıştır.

Bahsettiğim saikler temel mesele olmasına, yaşanmış geçmişin Sovyet toplumunu da aşan bir prestiji olmasına rağmen konuyu bu haliyle tartışmak elbette mümkün olmayacaktı. Farklı mekanizmalar devreye sokulmalıydı. Bunlardan biri kişisel özellikleri oldu. Bir diğeriyse tarihçinin elindeki veri dünyasını mümkün olduğunca bozmak… Gizli arşivlerin otoritesi ya da kişisel tanıklıkların kesinsiz fakat sinsice etkileyen yönü büyük bir olanak oldu.

Gizli arşivlerden ne alınabildiği, buna kimlerin izin verdiği ve orada neyin kaldığı, neyin korunduğu ayrı bir muamma olsa bile “yeni açılan gizli arşiv belgeleriyle yapılan bir çalışma”nın etkileyici olduğu, Sovyet ülkesinin yıkılmış bulunduğu bir dünyada kuşku götürmezdi. Bu iş oldukça bilinçli yapılan bir kurgu işiydi. Bu yüzden kişisel özellikler de öyle bir biçimde devreye sokulmalıydı ki gerçek olan ile tahminlerin harmanlandığı bozuk toplam, gerçek olmadığı belli olmayan ve etkileyici bir kurgu haline gelebilmeliydi. Bu sayede okuyucunun karakterle bir gönül bağı kurmasının daha baştan önüne de geçiliyordu. Her bilimsel eser estetik bir yana sahip olsa da bahsettiğimiz ürünler fazlasıyla “estetik”ti.

Stalin biyografilerinin ağırlıklı bölümü bunlardan ibaret. Durum, hiçbir ciddi tarihçinin okumaya değer bile bulmayacağı kitapları kelimenin gerçek anlamıyla süsleyip raflara dizmekten ibaret. Hatta bu “iş” öyle bir hâl aldı ki artık kitabın kapağını açmadan kitabı anlamak mümkün hale geldi.3 Fakat bunlara itibar etmeyenleri, Stalin döneminin temel meseleleriyle temas kurabilenleri ilgilendiren başkaları da mevcut. İşte bu noktada Lenin ve hatta Marx ile bağ kurulması kaçınılmaz oluyor. Çünkü sorun dönüp dolaşıp Stalin’in attığı adımların Lenin’de bulunup bulunamayacağında ya da Lenin’i Marx’tan ayrıştırmanın mümkün olup olmadığında düğümleniyor. İstediğiniz biyografiyi okuyun bu üç lideri birleştiren çizgiye temas etmeniz kaçınılmazdır.

Lenin bu açıdan merkezi bir figür. Teorisyen yönüyle, kişisel özellikleriyle, muzaffer bir devrimin tartışmasız önderi olmasıyla etrafından dolaşılamayacak bir figür.4Lenin’in hayatına dair tahminler, kişisel özelliklerinin fazlaca boca edilmesi ya da kişisel tanıklıkların değerlendirilişindeki boşluklar… Bunların hepsi ciddi diyebileceğimiz Lenin yazarlarında mevcut olsa da mesele dönüp dolaşıp Lenin’den Marx’a ve Stalin’e uzanan bağlara geliyor, gelmek zorunda kalıyor.

Çünkü kitleleri hiçbir dünyagörüşünün etkileyemediği kadar etkilemiş bir dünyagörüşünün temellerini ortaya koyabilmek, isminle anılabilecek bir düşünce-eylem sistemi yaratabilmek ya da devrimin olanaklı olduğunu dünyanın gözleri önünde ispat ederken adını Marx’ınkinin yanına yazdırabilmek pek “olağan” şeyler değildir. Tıpkı devrim ve yıkılış gibi… Doğum (ya da Lenin’in deyimiyle “bir çocuğun dünyaya gelişi”) ve ölüm olağanüstü deneyimlerdir. Olağanüstü yaşanmışlık, geriye dönüp bakılırken her defasında başka bir yönün görülebileceği bir zenginliktir; çünkü biraz gizemlidir. O halde “neden” sorusu en çok bu iki deneyim için vardır.

Bu noktada, doğum ile ölümü birbirinden ayrıştırmak ya da birbirinin tamamen içine sokmak iki yöntem olarak karşımıza çıkar. İkincisini deneyenin işi görece kolaydır. Zaten doğal olarak birbiriyle bitişik bir süreçler dizisini çorba edip “zaten hiç olmamalıydı” demek mümkündür ve alıcısı çoktur. Fakat bundan tatmin olamayacakların sayısı hiç de az değildir. İlk yöntem ise bir açıdan refleksiftir. Stalin Lenin’den ayrıştırıldığında ya da Marx Lenin’den damıtıldığında elinizde “bozulmamış” bir embriyonun hâlâ mevcut olabileceği yanılsamasına kapılmanız mümkündür.

Bu iki uca savrulmayanların ise önündeki büyük engel mikro bağlama sıkışmaktır. Yani bir tarihsel kesitin önde gelen karakterini incelerken o karakterin, dünyagörüşünün temel saikleriyle bağlantısına (Marksizm’le), dolayısıyla tarihin genel gidişatına (komünizme) dair benimsediği tavra yeterince odaklanamadan değerlendirmede bulunmak, kaçınılmaz bir biçimde ilgili tarihsel kesiti tarihin genel akışından koparmakla sonuçlanır.

Demek istediğim, Marx’ı devrim ve proletarya diktatörlüğü için eylemde olmaktan uzak ele alamayacağınızdır. Lenin’i sosyalizmin kuruluşunun gerektirdiği geri çekiliş ve ileri atılışların ikisini birlikte, ancak mutlaka komünizme yürünen yol kapsamında ele almanız gerektiğidir. Buna özen göstermemek, iki büyük karakteri kısırlaştırmak anlamına gelecek, kendi dönemlerinde ifade ettiklerini, belli bir sorun için ileri sürdükleri çözümleri ve nihayet karakter özelliklerini dünyagörüşlerinden koparmak anlamına gelecektir. Bilerek ya da bilmeyerek…

Doğrudan isim vererek devam etmeyi tercih edeceğim. Herhalde son dönemde yayınlanmış en ciddi Lenin yazılarından bazılarına sahip Lars T. Lih’in Lenin biyografisinden, daha doğrusu yazarın ucunu açık bıraktığı bir meseleden söz edeceğim.5Bu mesele benzer başka yazarları da kesiyor. Problem, yazarın bizim yukarıda kişisel özelliklere ve kurguya dair söylediklerimiz konusunda az çok doğru bir tavır takınmasına rağmen en önemli noktadanefesinin tıkanmasıyla ilgili.

Mesele şudur: 1) Lenin’in Leninizm’iyle Stalin’in Leninizm’i birbirinden kopartılabilir mi? 2) Lenin Sosyal Demokrasi geleneğinden kopartılabilir mi?6 Lih’in verdiği yanıtlar, birincisi için “evet ve durum biraz karışık”; ikincisi için ise daha net bir “hayır”dır.

Lih, “köylülük meselesinde Lenin ile Stalin arasında bir süreksizlik vardır” derken önemli bir noktaya değinmektedir. 1921-23 (NEP’i de kapsayan) tartışmaların can alıcı noktası sosyalist kuruluşta köylülüğün konumudur. Devrim Rusya’da işçi sınıfının öncülüğünü yaptığı bir işçi-köylü ittifakıyla gerçekleşmiştir ve iktidarı elde tutabilmenin kritik iki parametresinden biri dünya koşulları (emperyalizm kuramı) ise diğeri de köylülüğün durumudur.

Tartışmaları uzun uzadıya buraya taşımam mümkün değil; ancak Lenin’in aktif politik yaşamının sonlarında işçi-köylü ittifakını korumanın sosyalist devrimin ülkede gelişimi açısından yaşamsal bir önemde olduğunu birkaç kez vurguladığını hatırlamak gerekir.7 1917 yılında siyasi iktidarı almak konusunda cüretli bir siyasi irade gösteren Lenin tarih 1923 olduğunda bu meselede “kır”da hâlâ fazla hızlı gidilemeyeceğini düşünmektedir.8 Lenin’in aklında aynı zamanda uluslararası koşulların yarattığı görece avantajlı durum vardır. Bu koşullarda kırdaki sınıflar kompozisyonunu sosyalizmin kuruluşu lehine hızla ve zorla dönüştürmek gibi bir sorun kendini dayatmamıştır.

Öte yandan, Lih’in Lenin’i Yeniden Keşfetmek’teki9pozisyonu buradakiyle örtüşür. Lih, Lenin’in despot ve şiddete başvurmayı seven bir profil olarak resmedilmesine karşı çubuğu öteki yöne doğru fazlaca bükmektedir. Lenin’in daha çok Sosyal Demokrasi geleneğinden gelen ve Rusya’da politik özgürlük için mücadele eden bir sosyal demokrat olarak resmedilmesi ile onun köylülük konusundaki “yumuşak” tavrı birleştirilir.10 Lenin’in buradaki pozisyonu ile Stalin’in sosyalizmin kuruluşunda köylülüğün sınıf kompozisyonunu değiştirmek doğrultusunda attığı cüretli adımın uyuşmadığı ifade edilir. Stalin’in, Lenin’in Leninizm’inden devraldığı köylülükle ittifak perspektifini terk etmek zorunda kalan bir Leninist olması yüzünden; Lenin’in ise devrimden sonra gerçekleşen çalkantılı ve gelgitli süreç içerisinde politik özgürlük bağlamında amaçladığı ya da tahmin ettiği yerden farklı bir yere varmak zorunda kalan bir sosyal demokrat olduğu için paradoksa düştüğünü dile getirir!11

Fakat Lih’in bıraktığı yer belirsizliktir. Ya da bıraktığı yerden bir tür Buharincilik veya Kautskicilik’ten başka bir çıkış olamaz. Lih vardığı (daha doğrusu varamadığı) noktada işi eline yüzüne bulaştırmıştır. Bu haliyle Lenin’i Stalin’den ayırmak da mümkün olamamıştır. Daha doğrusu Lenin’i ayırdıktan sonra koyacak yer bulunamamıştır…

Halbuki yıl 1929 olduğunda Sovyet ülkesi ne dünya koşulları ne de köylülük konusunda aynı yerdedir. Dahası, Sovyet önderliği 20’lerin başında benimsenen politikanın somut sonuçlarını aradan geçen zamanda (Leninsiz geçen en az 5 yıl ile birlikte) daha net değerlendirebilme olanağı elde etmiştir. Sovyet ülkesi bir ayrımın eşiğine gelmiştir. Bu tarihte kolektivizasyon ve “hız sorunu” ülkenin kapitalizme evrilme ve kapitalist dünyada erime tehlikesi sorunudur. Stalin liderliğindeki Sovyet önderliği, oldukça da önemli bir destekle ve bir siyasi irade ile hamle yapılması doğrultusunda tercihte bulunmuştur. Çünkü Leninizm “bir dönemin Leninizm’i” olamaz. Sovyet ülkesinde sosyalizmin kuruluşu için atılan her adımın teorileştirmeye uygun olmayacağı açık olsa da “iktidarı aldıktan sonra bir Leninizm’den bahsedemeyiz” demek büyük bir yanlış olacaktır. Leninizm ne bir “işçi-köylü ittifakı”ndan ibarettir; ne de Bolşevizm, Sosyal Demokrasinin Rusya’da gerçekleştirilmiş bir sürümünden ibarettir. Leninizm bir Marksizm olarak sınıflar mücadelesinde alınan tavırdır, eylemdir ve siyasi iradedir.12

Bu nedenle bu iki lider, komünizme yürünen yolda benimsedikleri ve kendilerini konumlandırdıkları dünyagörüşünün bütününden hareket edilmeden anlaşılamazlar. Yani büyük Marksist liderlerin nihai hedefle kurdukları ilişki temel alınmadan onların her bir dönemeçte ne yapmaya çalıştıkları da anlaşılamaz. Mikro tarihçiliğin en iyi ihtimalle bir bataklığa saplanması bu yüzdendir.

Buradan bir Lenin’in yaşam öyküsü çıkmaz.

“Madem baktın, oynayacaksın”

Buradan Marx’ın yaşam öyküsü de çıkmaz.

Yine örnek vererek devam edeceğim. Michael Heinrich’in Karl Marx ve Modern Toplumun Doğuşu: Marx’ın Yaşamı ve Çalışmalarının Gelişimi yakında raflarda olacak.13 Bu çalışmayı ilgi çekici yapan özellik kitabın adında mevcut: Marx, gerçekten de çalışmalarının gelişimi ve içeriği titizlikle incelenerek anlaşılabilecek bir büyük devrimci. Öte yandan Heinrich’i, Marx’ın Kapital’i ile ilgili yazdığı yazı ve kitaplardan da tanıyoruz.14 Bu yüzden, gelecek kitabının doğum hastalıklarını tahmin etmenin boşuna konuşmak olmayacağını düşünüyorum. Çünkü anladığım kadarıyla Heinrich, bütün entelektüel yeteneğini, Marx’ın kapitalizm analizlerinin merkezinde bulunan kapitalizm-kriz-devrim üçgeninden kopartmak için seferber etmiş durumda.

Kapitalizm-kriz-devrim ilişkisinin şemalara sığmayacak oluşu Heinrich’in elini güçlendiriyor ve Heinrich Marx’ın kendi dönemindeki krizlere yaklaşımı ve çalışmalarının gelişimi ilişkisini buradan aldığı güçle kurgulamaya çalışıyor. Bunu başarabilmek için Lenin’den kurtulması gerekiyor ve bu yüzden “Marx’ın kapitalizm analizleriyle Lenin’in emperyalizm kavrayışı arasında bir bağlantı yoktur”u ileri sürüyor.15

Anlayacağınız Lenin’i rahat bırakmak yine mümkün olmuyor.

Kapitalizmin işleyiş mekanizmaları, Marx’ın bunu nasıl bir yasa kavrayışıyla ele aldığı, krizlerin bu kavrayıştaki yeri ve bunun emperyalizm kuramıyla bağlantılarını başka bir yerde çok özet biçimde de olsa ele almayı denemiştim.16 O yüzden doğrudan çıkan sonuçla ilgileneceğim.

Heinrich “geleneksel” ya da “Leninist” gibi sözcüklerle andığı resmî Marksizm’i eleştirirken dünyagörüşü olarak Marksizm (Weltanschauungsmarxismus) de diyebileceğimiz kavramı devreye sokar.17Engels’ten Sovyet kökenli Marksist üretime uzanan bir çerçeve tarif eder. Bu çerçeveyle ima edilen Marksizm anlayışını ya da çerçevenin kendisini tartışmayacağım; ancak yazının başında bahsettiğim tarihçi yeteneği ile ilgili yönü açısından dünyagörüşünün Marksist bir büyük liderin yaşam öyküsünün yazımı açısından sonuçlarına değinmek istiyorum.

Burada ironik bir yan bulunuyor. Açalım…

Marksizm politik ekonominin eleştirisinden ya da düşünce sisteminden ibaret değildir. Bir analiz yöntemi de değildir Marksizm. Bunların hepsini içinde barındıran; ancak aynı zamanda bireyin kendisini dünyada konumlandırabilmesini ve harekete geçebilmesini sağlayan, daha doğrusu bunu zorunlu kılan, bir dünyagörüşüdür. Bu bütüncül yanı, tarihi kavrayışıyla ya da yine ironik bir biçimde kendi önermelerinin tarihselliğiyle (gelip geçiciliğiyle) uyum içerisindedir. Sanılanın aksine tam da var olanı olumlamanın haklı temeli değil durmadan dönüştürmenin sınırsız enerji kaynağıdır. Burada istek, etik, bilinç, tercih; kısacası özne olmaya dair her şey vardır. Özne ile tarihin arasındaki o çok tartışılan ilişki, bu verimli ve devinimli ilişki ancak Marksizm ile mümkündür.18

Bu noktada şunu diyebiliriz: Marksizm’in özgürlük sorununu “kurtuluş” fikriyle birlikte ele alması, yasallıklarla meşruiyet sorununu birbirinden ayırmaması ve nihayet “bilme”nin daha en başından istemek, değer biçmek, bu doğrultuda bir “etiğe” sahip olmakla birleşik bir süreçte gerçekleştiğini ileri sürmesi özneye, müdahale etmek, devrim yapmak ve en sonunda da siyasi irade göstermek konusunda bir hak tanır.

Bu neden önemlidir? Çünkü eğer devrim yapma hakkı19Engels’in dediği gibi “tek gerçek tarihsel hak” ise ve tarihsel meşruiyeti sorgulanamaz ise bu meşruiyetin yaşam kazandığı temeli bir dünyagörüşü olarak ortaya koymanız gerekir. Şuraya varmak istiyorum: Bu kavrayış öznenin, bir nihai amacı odağına alarak kendi hayatına dair genel hatları belli bir senaryo oluşturabilmesine olanak tanır. Böylece özne, etrafını ve kendi benliğini dönüştürmek doğrultusunda müthiş bir yetki ve enerji elde eder. İşte bu anlamda ne Marx’ın ne de Lenin’in kişiliğini “iyi bir Marksist” olmadan kavrayabilmek mümkündür. İki yaşam da kelimenin tam anlamıyla bir dünyagörüşünün ürünü olduğu için…

Marx zaten Marksizm’in kurucusu olduğu için bu böyledir denilebilir. Halbuki bu Lenin için de geçerlidir. Lenin’in Marx ve Engels ile kurduğu diyalog hem bu diyalogun kendisi hem de ürünleri olan “Lenin eserleri” açısından müthiş öğreticidir:

“Ve bir başka konu daha. Engels’in Konut Sorunu’nu 1887 önsözüyle birlikte tekrar okuyorum. Biliyor musun bunu? Muhteşem! Marx ve Engels’e hâlâ “aşığım” ve onların suistimal edilmesi karşısında sakin durup oturamıyorum. Hayır, onlar gerçek insanlardı! Onlardan öğrenmeliyiz. Bu temeli terk etmemeliyiz. Bu temel hem sosyal-şovenistlerin hem de Kautskicilerin terk ettiği temeldir.”20

Bizim yaşam öykülerinden öğreneceğimiz budur.

Ya “diğerleri”?

Marksizm “mistik” olmadığı, rasyonel bir yana sahip olduğu ve tam da devrimci olduğu için kimilerinin yakıştırdığı gibi bir tür din değildir. Fakat bütüncül oluşunun doğası gereği “dışarı kapalı”dır. Yani başka bir dünyagörüşüne

Bu, Marksizme yeni adım atan biri için elbette engel değil; fakat büyük devrimcinin yaşamını anlatmak isteyen biri için engeldir. Onu bir dünyagörüşü olarak kavrayamadığı için… Çünkü daha henüz anlama aşamasında bir gönül bağı kuramamıştır ki kavrama ve anlatma aşamasında başarılı olabilsin.

İşte burada devreye başka yetenekler girmeye başlar. Amacım “Marx’ın yaşamını sadece Marx anlatabilir”e varacak türden şeyler söylemek değil. İçrek (ezoterik), anlamı dışarı tamamen kapalı bir kaynaktan da söz etmiyorum; ancak yaşamını tüm dinamikleri ve olağanca içeriğiyle devrime adamış bir Marksist’in yaşamından anlam devşirebilmek için sizin de önünüzde böyle bir amaç, benzer bir tutku, ders çıkarma arayışı; kısacası bir asgari gönül bağının mevcut olması gerekir. Bu tutku (ya da adına ne derseniz deyin,  bu şey) başka tutkularla simüle edilemez.

Bu durum Heinrich gibi, Marx’ı, yaşam öyküsünü yapıtlarının detaylı içeriği ve tarihsel gelişimi ile birlikte anlatmayı deneyenler için bir açıdan müthiş korkutucu olmalıydı. Heinrich ne hissetmiştir bilemiyorum; ancak anlattıkları itibariyle ancak “uslu” bir Marksizm’in ortaya çıkabileceğini görüyorum.

Heinrich, kapitalizmin krizlerinden mutlaka sosyalizmin güçlenerek çıkmayabileceğini (faşizm ve milliyetçilik), kapitalizmin kitlelere yaşattığı yoksullaşmanın mutlaka bir devrimci enerji yaratmayacağını, krizlerin mutlaka devrimlere neden olmayacağını, Marx’ın kapitalizm analizinin mutlak bir “çöküş” teorisi olarak ele alınamayacağını, sınıf bilincine sahip prolertaryanın illa devrimci olmayacağını söylerken yanılmamaktadır.21 Fakat sorun Heinrich’in bundan başka bir şey söyle(ye)miyor oluşundadır. Tarihe bakan herkes bunları az ya da çok söyleyebilecek gözlem yeteneğine sahiptir. Heinrich’in krizleri ele alış tarzı kapitalizmin kendini rehabilite etmesinden başka bir yere çıkmamaktadır.

Heinrich, Marx’ın politik amacının kapitalizmi alt etmek olduğunu teslim eder. Yerine gelecek toplumun komünist toplum olduğunu da elbette… Fakat sorun komünist topluma dair Marx’ın ne düşündüğüdür. Heinrich’e göre Marx’ın kapitalizm eleştirisi ve komünizm ideali Hristiyan etiğini çağrıştıran bir ahlaki yana sahiptir. Ve Marx bu tavrını Kapital ile birlikte terk etmiştir.22

Aslında, Marx’ın mevcut düzene yönelik eleştirisinin kaynağı yalnız Kapital’den değil, (Engels ile birlikte) en azından “eski felsefi görüşleriyle hesaplaştıklarından” beri ahlak zaten değildir. Fakat Marx’ın üretim ilişkilerinin maddi dünyasını incelerken geliştirdiği eleştirideki etik yan, bu eleştirinin geliştirilme sürecine içkindir. Bu ikisini ayırmak Marx’ı eylemden yoksun bırakmak anlamına gelir. Fakat bir sorun daha bulunmaktadır. Her tipik Batı Marksist’i gibi konu dönüp dolaşıp Marx’ın ana hatlarını belirlediği komünizm anlayışıyla Sovyet ülkesinde gerçekleşenler arasındaki farkın analizine dayanır. Burada bırakılan açık uçlar, metin boyunca doğru ortaya koyulan analizlerle birlikte değerlendirildiğinde tutarlı bir mesaja evrilemez. Daha doğrusu ortadaki bir kolajdır ve evrildiği yer komünizmin maddi temeli olarak kapitalizmin çöküşe eğimli yapısını bilerek geri plana itmek olmaktadır.

Hiçbir yenilik barındırmayan bunca entelektüel zahmete ne gerek vardı diye sorulabilir.

Heinrich bu kurguya Marx’ın (işçi sınıfının yenildiği ya da krizlerin devrimlere neden olmadığı) her tarihsel dönemeçten sonra çalışmalarını nasıl güncellediğinin ve yeni malzemelerle nasıl çalıştığının öyküsünü ekleyerek bir “yenilik” yapmak istemiştir. Bu noktada titizlikle çalışmıştır. Fakat Heinrich’in elinde ortaya çıkan Marx, dünyayı gözlemleyip yeni durumu betimlemekten başka pek de bir şey yapmayan iyi bir politik ekonomi eleştiricisidir artık.

Yine de göreceğiz… Ama bu kurgudan adanmış bir devrimci profili çıkabilmesine pek ihtimal vermiyorum. Böyle bir biyografiden enerji alınabileceğine de…

Fakat bu büyük devrimcilerin yaşam öyküleri önemlidir.

Diyalog kurabilenler için…

İnsan, bu liderlerin yaşam öykülerinde bu karakterlerin “büyük lider” olmak ve bundan zevk almak gibi fetiş bir amaçla hareket etmediklerini, kişiliklerinin tüm yalınlığıyla tarih, toplum ve yakınındakilerle kurdukları bağda “gerekeni” yaparken nasıl büyük bir zevkle “var olabildiklerini” görür. Bu hâlin yapmacıklık ve kanıksama barındırmadığını da…

Marksizm bize sahte olmayan bir çıkış yolu verdiğinden beri bu böyledir. İnsanın kendisini gerçekleştirebileceği, yani özgürleşebileceği tek yerin komünizm olduğunu biliyorsak, bunun gerçek ve mümkün olduğunun bilincine varıyorsak, bugün de bu amaç için çalışarak “başka türlü” yaşayabiliriz.

Onlar öyle yaşamışlardı.

Dipnotlar

  1.  Life Magazine, March 29, 1943 Special Issue USSR. Şuradan da incelenebilir: https://goo.gl/TKun8Y Son Erişim: 21.01.2019
  2. Glasnostun sonuçlarından biri Stalin’in sevilen mirasından kurtulmanın yolunun propagandadan geçtiği düşüncesi oldu. Batı buradan uzun zamandır çok şey almıştı bile.
  3.  Yalnızca bir örnek: Oleg V. Khlevniuk, Stalin: New Biography of a Dictator, 2015
  4.  Etrafından dolaşanlar da mevcut elbette. Fakat tehlike popülerize edilmesinin kendisinde. Bir örnek “yeni” bir Lenin biyografisinin yazarı Victor Sebestyen. Maalesef kitabın sadece adını yazmakla yetineceğim: The Man, the Dictator, and the Master of Terror, 2017.
  5. Yazarın iki kitabı Türkçeye Ayrıntı Yayınları tarafından çevrilmiş durumda: Biri Lenin vediğeri Lenin’i Yeniden Keşfetmek.
  6. Yakından bakıldığında meselenin Lenin’i konumlandırırken Batı Marksizm’ini de konumlandırmak işlevi göreceğini; daha da yakından bakıldığında ise Marx’ı tarihin gidişatına yön verilen herhangi bir politik eğilimden koparmak anlamına gelebileceğini görebiliriz. Mesele kuşkusuz uzun zamandır bilindik; ama her defasında bu sınırlara gelip çarpıyorsak tekrar bakmamız gerekiyor.
  7. 1923 tarihli yazılarına bakılabilir. Bir örnek: https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1923/mar/02.htm Son Erişim: 21.01.2019
  8. Ancak unutmayalım, NEP Lenin için kesinlikle geçici bir politikaydı.
  9. Lars T. Lih, Lenin’i Yeniden Keşfetmek, Ayrıntı Yayınları 2018.
  10. Benzer bir şeyi August Nimtz’de de görmek mümkündür. Nimtz, Lenin – Kautsky bağı konusunda daha temkinlidir; onu Marx’a bağlayan bağları haklı olarak daha ön plana çıkarır. Öte yandan, Lenin’e “zorba” kıyafeti geçirilmesiyle mücadele etmenin meşruiyet payı yüksek olsa da Lenin’i politik özgürlük mücadelesine fazlaca bağlamanın onu kısırlaştıracağı kanısındayım. “Kitlelerin politik eğitimi”nin Marx-Lenin’de ne anlama geldiği, bunun Marx ve Lenin’in özgürlük sorunu ve devrim kavrayışlarında nereye denk düştüğü elbette ayrı bir çalışmanın konusu.
  11. Dikkatli okur bu çorbada bir miktar Kautsky tuzu olduğunu fark edecektir. Ayrıca Lih, Lenin’e Sosyal Demokrat mercekten bakmanın sonucu olarak Lenin’in “kitle eğitimi” ve “aydınlatma” ile ilgili olarak dile getirdiklerinin kişisel izdüşümünü aileden aldığı mirasa bağlıyor. Lars T. Lih, Lenin, Reaktion Books, 2011, s.200.
  12. Ayrıca bkz. Nevzat Evrim Önal, “Sovyetler Birliği’nde Tarımda Kolektivizasyonun Mantığı”, içinde 100. Yılında Büyük Ekim Devrimi, Yazılama Yay. 2017.
  13.  https://monthlyreview.org/author/michaelheinrich/  Son Erişim: 20.01.2019. Kendisinin Monthly Review çizgisiyle nasıl bir ortaklığa geldiği de ayrı bir konu…
  14. Michael Heinrich, An Introduction to Three Volumes of Karl Marx’s Capital, Monthly Review Press, 2012. Heinrich’in kriz kavrayışı için ayrıca bkz:                   https://goo.gl/nytmMV Son Erişim: 20.01.2019
  15. Heinrich, An Introduction…, s.215.  Aslında Heinrich’in kitap boyunca Lenin ile ilgili ileri sürdüğü tezler büyük ölçüde çarpıtmadan ibaret. Heinrich’in Engels-Marksizm ilişkisi ve Marksizm-Leninizm hakkında söylediklerinde yeni hiçbir şey yok. Batı Marksizm’inin zaten yapmaya çalıştığı şeyi Marx’ın “politik ekonomi eleştirisi” üzerinden tekrar deniyor.
  16. Anıl Çınar, “Emperyalizm Kuramına Bir Katkı”, Gelenek sayı 135. https://goo.gl/uCc99R Son Erişim: 20.01.2019
  17. “Weltanschauung”un, bir kavram olarak yüklendiği anlamlarla ilişkisinin, “dünyagörüşü” ile karşılanmasının zorluğunu bilerek yazıyorum.
  18. Kastım “Marksizm hakikatin kendisidir” demek hiç değil; tam tersine bu bitmeyen sürecin hakikatini ortaya koymaktır.
  19. https://goo.gl/NVpSbf Son Erişim: 20.01.2019
  20.  Lenin, “Letter to Inessa Armand”, January 30, 1917 (Çeviri bana ait).  https://goo.gl/sJYh7M Son Erişim: 20.01.2019 Ayrıca insan gerçekten hayret ediyor. Ortalık, Lenin’in Armand’a yazdığı mektupları okurken bu kadar değerli satırlar üzerine düşünmek yerine Lenin’in cinsel hayatını tahmin etmeye çalışan “biyograficiler”le dolu!
  21. Heinrich, age., kitap boyunca.
  22.  age., s.220. Argümanı tanıdık bulanlar parmak kaldırsın!
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×