Bolşevizm Üzerine Notlar
Bu yazı geçen sayıda bolşevizasyon ve devrimci demokrasi üzerine değişik uçları zorlayan yazımın bir anlamda devamı ve toparlayıcısı olacak. Geçen sayıda, devrimci demokrasiden kalan önemli bir mirası sahiplenen ama çok daha gelişkin bir mücadele tarzı sonucunda iktidarı alan bolşeviklerin yolunu, gelinen noktada yeniden gözden geçirmeye başladım. Gelenek yazarı olmanın verdiği rahatlıkla, oldukça nitelikli bir okuyucu kitlesine seslenmenin ayrıcalığından faydalanıp bir tartışma sürecini başlatmak ve niteliği kinetiğe dönüştürmek istedim. Okuyucuları da tartışmaya katma isteği, tartışmaya davetkar bir üsluba karşılık bazı noktaların açık uçlu ve eksik görünmesine yol açtı. Okuyucuların bir bölümü bu yöndeki haklı eleştirilerini dile getirdiler. İşte bu yazıda birtakım değinmelerle bu eksiklikleri bir ölçüde gidermeye ve biraz daha açık olmaya çalışacağım. Bu anlamda ifadelerimin geçen yazıya göre daha netleşmiş görünmesi doğal karşılanmalıdır.
Bolşevizmi tartışmaya yönelik eleştirilerin bir bölümü, “Yine mi bolşevizm” “Gelenek bu konuda söyleyeceklerini söylemedi mi?” gibi argümanlardan oluşmaktadır. Bu tür bir yaklaşım, bolşevizmin aynı zamanda bir pratiğin teorisi olduğunu hatırlatması açısından yararlı olabilir. Bolşevizm, kimi konjonktürlerde yazmaktan çok yaparak daha iyi anlatılır ve yaşatılır. Bu yüzden pratiğe dair yapılan vurguları haklı görmeli ve bu vurguları gördükçe sevinmeliyiz. Ancak yaşadığımız pratiğin dinamik bir süreç olduğunu unutmamalı, daha önce yazdıklarımızı yaşadığımız pratiklerle yeniden gözden geçirmeli ve zenginleştirmeliyiz.
İşte bu bağlamda Gelenek’in Sosyalist İktidar dergisinden devraldığı ve 7 yıldır yer verdiği kimi tartışma ve tanımlamaları gözden geçirme görevimiz halen önümüzde duruyor.
Bolşevizasyon, zaman zaman Leninizm ile eş zamanlı kullanılmakla birlikte, genellikle devrimin pratiği olarak anlaşılıyor. Leninizm ise sosyalist devrimin teorisi olarak algılanıyor. İlk anda doğru gibi görünen bu bakış açısı, aslında leninizm sınırları içerisinde birlikte anılması gereken teori ve pratiğin birbirinden ayrı şeyler olmasının ön kabulüne dayanır. Devrim perspektifi içerisinde, teori ve pratik arasında verili uğraklarda değişebilir bir mesafenin bulunduğu doğrudur. Başka bir ifadeyle teori ve pratik her zaman birbirine aynı uzaklık ya da yakınlıkta bulunmayabilir. Bu nedenle Bolşevizasyon ve Leninizmi net sınırlarla ve değişmez mesafelerle birbirinden ayırmak doğru değildir. Teori ve pratiğin birbirinden net çizgilerle ve hep aynı uzaklıkta konumlanmasını, bolşevizm öncesi Rusya’da Narodniklerde veya kendisini legal marksist olarak tanımlayan kesimde görürüz. Aynı zaafiyete ülkemiz topraklarından verebileceğimiz pek çok örnek bulunmakladır. Oysa leninizm ve bolşevizm, teori ve pratik arasındaki mesafenin çeşitli dolayım ve araçlarla birbirlerini besledikleri bir tarzın adıdır. Bolşevizasyon ise daha çok yaşanan sürece verilen isimdir ve süreç olgusunu vurgular.
Leninizm ve bolşevizasyon ilişkisinden yola çıkarak yapılan bu tanımlama fazla biçimsel bulunabilir. Hatta bu yüzden açıklayıcı olmadığı da söylenebilir ve bir bakıma doğrudur. Bir süreci tanımlarken her şeyden önce, süreci oluşturan öğelerin belirtilmesinde yarar görüyorum.
İşte bu ön belirlemelerle açmak ve irdelemek kaydıyla bir bolşevizasyon tanımlaması yapmak mümkündür. Geçen sayıda yapılan tanımı aktarıyorum: “Bolşevizasyon eşitsiz gelişim yasasının geçerli olduğu bir ülkede, entelijansiyanın devrimci ve diri unsurlarını barındıran örgütlü bir öncünün başta işçi sınıfı olmak, üzere kitlelerin hareketliliğini, yönlendirerek sosyalist iktidarı kurma sürecidir.”
Şimdi bu tanımlamada yer alan öğeleri açalım:
1) Eşitsiz gelişim yasası: Bu yasanın neden bir yasa olduğu genellikle tam olarak anlaşılmaz. Birincisi, eşitsizlik her yerde ve her şeyde vardır gibi bir önermeye hemen herkes katılır. İkinci olarak, başlangıçta az gelişmiş bulunan bir özne, kişi ya da ülke belirli bir süre sonunda türdeşlerinden çok daha ötelere sıçrayabilir. Bu saptamayı, birinciye oranla daha az sayıda kişi anlayabilir. Ve nihayet, eşitsiz gelişmeyi yasa olarak kavramış çok daha az sayıda insan vardır.
Eşitsiz gelişim bir yasadır. Yasa olmak, eşitsizliği tekil bir durum olmaktan çıkarır ve kuralın diğer durumlara da uygulanabilir olmasını anlatır. Bu anlamda, Ekim devrimi ile göreceli olarak az gelişmiş bir ülkede sosyalizme geçişin mümkün olabileceği anlaşılmıştır. Ekim devrimi, bilimsel bir çabayla benzer durumda olduğu saptanan diğer ülkelere de ışık tuttuğu ölçüde, eşitsiz gelişim bir yasa haline dönüşmüştür. Tersinden ifade edersek, Ekim modeli kendi içine Hapsedildiği sürece, eşitsiz gelişim de bir yasa olamaz.
Aydınlık gazetesinde yapılan bir röportajda, Sadun Aren, Ekim modelini Rusya’ya özgü ve geçmişte kalmış bir model olarak gördüğünü, Türkiye’yi ise bir Avrupa ülkesi olarak tanımladığını, dolayısıyla tıpkı Avrupa ülkeleri gibi Türkiye’de devrimin mümkün olamayacağını samimi bir şekilde ifade etti. Sadun Aren’den daha farklı açıklama beklemiyorduk.Ertuğrul Kürkçü ise 12 kasım tarihli Toplumsal Dayanışma’da yapılan başka bir röportajda, Ekim modelinin artık dünya sosyalist devriminin modeli olmadığını belirtti. Bunun dışında birtakım başka yayınlarda da “kendine özgü” vurgusunda artış var. Yanlış anlaşılmasın, her devrimin kendine özgü birtakım motifleri vardır ve olacaktır. Ancak, sık tekrarlarla yapılan “kendine özgü” vurgularının nereye çıktığı biliniyor. Ekim devrimi yorumcuları içinde “kendine özgücü”ler seksiyonunun en eskisi olan Şevket Süreyya Aydemir 40-50 sene önce türünün en gelişkin örneklerini vermişti. Bence işin en kötü yanı, mücadeleyi 60 küsür sene önce bırakan Aydemir’in kimilerinin gözünde haklılık kazanması…
Eşitsiz gelişimi derin ve yıkıcı bir biçimde yaşayan bir ülke olmak, Ekim modeli için bir ön şarttır. Bu anlamda Avrupa ülkelerinin şansı olmadığını söylerken Aren kısmen haklıdır çünkü emperyalizmin kaleleri olarak bilinen Avrupa’nın bir kısım ülkelerinde devrim ufukta gözükmemektedir. Ancak, Avrupa’da eşitsizlikler barındıran pek çok ülke bulunmaktadır ve bu ülkeler, herşeyden önce, kendi devrim dinamiklerini analiz edecek öncü örgütlenmelere ihtiyaç duymaktadırlar.
2) ÖNCÜ ÖRGÜT: Eşitsiz gelişimi yaşayan topraklar, öncü örgütünü yaratamamış ise, eşitsiz geliştiğinin de farkına varamayacaktır. Bu ifadeden de anlaşılacağı gibi, öncü olma iddiasında bir örgüt yoksa, eşitsiz gelişimi yaşayan ülkeler sosyalist devrim şansını hiçbir zaman yakalayamazlar. Sosyalist devrim olasılığını değerlendirmek veya değerlendirememek öncü örgütün sorumlulukları dahilindedir.
Büyük ölçüde iradeye dayanan öncü örgütün de, kendi içinde bir nesnel gelişimi vardır. Sözü edilen nesnel gelişim, örgütün, devrimci bir mücadele içinde yoğrularak gelişmesidir. Bu noktada Rus devrim tarihine dönmek oldukça öğreticidir. Bolşevikler, narodniklerin devrimci mücadele yöntemlerini naif buldular ve onları marksizm ile aştılar. Marksizm sayesinde geliştirdikleri dönüşüm perspektifi narodniklerin çok ilerisinde bir sıçramaydı. Bolşevikler, narodniklerin çocukça yöntemlerini reddettiler ama onların ölümüne mücadeleciliklerini ise hiçbir zaman unutmadılar. Bu anlamda narodnizm ve bolşevizm iki farklı kuşağın kopuş ve sürekliliğine iyi birer örnektir. Yöntemde kopuş, iradi mücadelede ise süreklilik vardır.
3) İŞÇİ SINIFI: Burada sözü edilen mücadele, en başta işçi sınıfı olmak üzere kitlelerin desteğiyle sosyalist iktidarı kurma mücadelesidir. İşte marksist yöntem sayesinde, sosyalist devrim için Rusya’da kapitalizmin geliştiği ve sayıca az da olsa devrimci bir işçi sınıfının yaratılabileceği gösterilmiştir. Bolşevikler bu saptamaları yaptıktan sonra işçi sınıfını göklere çıkarmak yerine, tam tersine sınıfı zora koşmuşlar ve sosyalizm için zorlu bir mücadeleyi birlikte yaşamışlardır. Bolşevikler, sosyalist iktidara yakınlık gibi bir ölçü birimi sayesinde işçi sınıfını sorgudan geçirebilmiş ve yine bu sayede işçi sınıfı kuyrukçuluğuna yakalanmaktan kurtulmuşlardır. Hatta bu ölçü birimi ile, işçi sınıfı dışındaki dinamik unsurlara korkmadan uzanma cesaretini de gösterebilmişlerdir.
4) Eşitsiz gelişim, öncü örgüt, işçi sınıfı ve nihayet SOSYALİST İKTİDAR: Sosyalist iktidarın kurulması denildiğinde siyasal iktidarın alınmasıyla işin bitmediği, iktidarın alınmasıyla birlikte sıranın sosyalizmin yerleştirilmesine geldiği vurgulanır. Klasikleşmiş anlatımıyla, sosyalist devrimin siyasal ve toplumsal yönlerinin olduğu belirtilir.
Kanımca bu klasik anlatım, bugün eskisinden daha da günceldir. Siyasal iktidarı ele geçirmiş, ancak iktidarı elinde tutamamış öznelerin bol olduğu bir zamanda, sosyalist devrimin sadece iktidarı ele geçirme operasyonu olmayıp sosyalizmi kurmak olduğu daha iyi anlaşılmıştır. Bu saptama, Sosyalistlerin iktidar sonrası mücadelelerinin devam etmesi anlamına gelmektedir. İşte bu nedenle, bolşevizasyonu 1903 ile başlatıp 1917 ile bitirmek yerine, son bolşevik sayılan Stalin’in başkanlığının sonuyla bitirmek daha anlamlıdır.
İradi mücadelenin bittiği yerde bolşevizasyondan söz etmek mümkün değildir. Her iradi mücadelenin de bolşevizm olmadığı, yazının kapsamından anlaşılmış olmalı.
Fidel ve partisi, sosyalist iktidarı sürdürmek doğrultusunda gösterilen iradeye yaşayan bir örnek oluşturmaktadırlar. Fidel ve arkadaşları nesnel anlamda karşılığı bulunmayan iradi bir çabanın içindedirler. Eğer bugün mücadelelerini bırakıp daha fazla dayanamadıklarını söyleseler, herkes bunu çok doğal bulur ve nesnel durumun zorluğunu kabul eder. Oysa irade nesnel bir güçle ölçülemez.
İngiliz dostlarımız Devrimci Komünist Grup (RCG) militanları, çeşitli konulardaki derleme yazılarını Bolşevik Devrimin Mirası (Legacy of Bolshevik Revolution) adını verdikleri bir kitapta toplamışlar ve bu kitapta Guevara ile Fidel’e önemli bir yer tanımışlar. İngiliz dostlarımızın doğrudan ifade etmeyip sezgisel düzeyde de olsa Fidel ve arkadaşlarını Bolşevik mirasa dahil etmeleri anlamlıdır. Fidel ve arkadaşlarının iktidarı alış biçimi Ekim modeline benzemese de, iktidarı sürdürme konusundaki kararlılıkları bazı yönlerden bolşevizmi hatırlatmakladır.
Sosyalist iktidarı kurma sürecinde kolay olmayan bir dönemden geçiyoruz. Burjuvazinin şiddetle saldırdığı bu zorlu dönemeçte, ülkemizde ve dünyada sosyalistlerin mücadelede kararlılığı giderek artan bir önem kazanmaktadır. Bizler, sosyalist iktidar mücadelesinde tereddüt geçirenleri gördükçe kararlılığımızın bir göstergesi olarak bolşevizmin bayrağını yükselteceğiz.