Bu Memleket “Biz”im

Bu memlekette, “Bu memleket bizim” demek zor iş. Sadece sahiplenilen memleket şimdilik burjuvazinin iktidarında olduğu ve bu düzenin uzlaşmaz karşıtlıkları sınıfı ve öncüsünü kavgaya çağırdığı için değil; onu sahiplenen “biz”den olma iradesini göstermek de zor olduğu için… Birinci zorluk sınıf mücadelesinin nesnelliğinden kaynaklanıyor ve sosyalistler dün olduğu gibi bugün de kavga davetine yalnızca “kabulümüzdür” diye yanıt veriyorlar. İkincisiyse daha öznel bir zorluk. Bu yazının konusu olan aydınlar açısından, özellikle ikinci zorluk önem taşıyor…

Politik seslenişinin bulacağı yanıtları kontrollü bir şekilde geliştirebilmek için, sosyalist hareketin kimi ayrıştırmalara gitme ihtiyacı var. Örneğin sendikal bağları içinde kimi tıkanıklıklar yaşayan sınıf hareketi ve bu tıkanıklığa yerel çalışma eksenli bazı darbelerde bulunmak, bu türden bir ayrıştırmanın ürünü olarak sosyalist siyasetin gündeminde yer alıyor. Ancak iş aydınlar olunca, en az sendikal cendere kadar “nesnel” başka bir problemle karşılaşılıyor:

Türkiye toprağının çoraklığı…

Ve bu defa yanıt üretebilmek biraz güç ve çorak da olsa bu topraktan Kardelenler çıkarmak zorundayız.

Neredeyse “biz aşağıda imzası bulunanlar” ifadesi dışında “biz” demekten çekinen bir “entelijansiyası” olan bu memlekette, aydınlar hakkında yazmaya karar verip de “hangi aydın?” sorusunun muhatabı olmamak mümkün değil. Ancak bu kısa yazıda soruya bütünlüklü bir cevap verebilecek durumda değilim. Amacım, sadece, Türkiye’deki bilim, sanat ve kültür çevrelerinde bulunup da, toplumsal muhalefet şemsiyesi altına girmekten ve en azından zaman zaman “biz” demekten gocunmayan kesime “aydın kitlesi” diye bakarak sosyalist siyasetin bu kitleyle arasındaki mesafeye ve gelecekte bu mesafenin alabileceği biçimlere dair kimi değinmelerde bulunmak.

SOSYALİST HAREKET KARŞISINDA AYDIN

“Daha iyisinin yokluğunda marksizm”… Fazlasıyla iradesiz görünse de bu bile bir tercih. Bolşevik devrimin sert rüzgârları Avrupa’yı terk ettikten sonra, entelektüel biri kimi yeni dalgalarla alabora olamayan Avrupalı sol aydın kitlesini temsil eden bir aydının, Jean Paul Sartre’ın tercihi. Avrupalı aydın, daha sonraları Sartre’ın da katkılarıyla dışa dönük tercihlerine bir son verince, yalnızca kendi varlığını tercih etmeye başladı. Akıllı olanları, sonra, uzun uzun aydını kendisine kapatan kilitleri “tartışmaya” başladı. Büyük bölümü geri çıkmamayı sağlamlaştırmak için anahtarı bir delikten içeri attı, ellerini pislikte dolaştırmayı “arayış” olarak adlandırıyorlar.

“Varsa yoksa her şey marksizm idi”… Bu da, bir dönem çok fazla “bilmeden” yapılmış bir tercih karşısında duyulan yakınma. Türkiye’de 1965-80 arasında esen sol rüzgârların içinden döne döne çıkan ve 80 sonrası kültürel iklime damgasını vuran bir yakınma. Temsilcisi çok ve çoğunu aydın kitlesinin içinde düşünmek mümkün değil; pislik içinde yüzüyorlar. Akıllı olanları birkaç “nerede hata yaptık” çabasından sonra anahtarı üst cebine koyup kendisini kovuğuna kapattı. Kovuğundan çıkma iradesini göstermedikçe Avrupalının kaderine gittikçe yaklaşıyor.

Yazıda ele alınmayacak bir kesimi, gençleri, bu tablodan ayrı tutmak gerekiyor. Ancak kısa bir paragrafla “geçiştirecek” olursak; ilk önce henüz bir bütün olarak aydın adayı olduklarını ve bunun dinamizmini taşıdıklarını, sosyalist hareket karşısındaki konumlarının, “kovuk kuşağından” kimi mecburi izler taşısa da temelde ondan ayrıştığını söylemek gerekiyor. Sosyalist hareketin kadrolaşma sürecinin de birincil hedefi olan bu kesim, onun erim alanından uzak kaldığı sürece, Amerikan sosyolojisinin “yitik” adlandırmasıyla “X kuşağına” düşünmemeye ve tüketmeye de yakınlaşabiliyor. Bu “erken ölümün” daha çok Avrupalı gençleri yakaladığını ama Türkiye’deki üniversite ortamına da yavaş yavaş sirayet ettiğini belirtelim. Üniversitelere sosyalist düşünce ve eylemi taşıyan partili kadroların bunun gelişmesine izin vermeyeceğini de…

Türkiye’deki aydın kitlesinin sosyalist hareket karşısındaki duruşuna geri dönecek olursak, arayışlarını “buluş”a götürememe cesaretsizliği, temel bir belirleyen olarak karşımıza çıkıyor. Bu bilinen adıyla angajman bağlanma sorunu. “Teorik” olarak bildiğine, “pratik” olarak yakınlaşma cesareti, aydını özgün bağlanma biçimlerine doğru sürükleyebiliyor. Çoğu zaman da sürüklenilen odağın “hareketliliğine” bağlı olarak buna karşı gösterilen bir dirence. Tabii dönemsel olarak hareketlilik o kadar yüksek olabiliyor ki direnç büyük oranda kırılabiliyor. Bir zamanlar TKP’ ye kimlerin yakın durduğunu hafızalarda canlandıracak olursak, Müjdat Gezen’ e varıncaya dek bir dizi isme ulaşmamızın nedeni de hareketliliğin bu türden bir direnci kırabilmesi.

Sol dalganın böylesi bir hareketlilikten uzak olduğu bugün için ortaya çıkan özgün bağlanma biçimlerine gelirsek; demokratlık adına atılan sinik-destekçi imzadan, kavgasını da sahiplenen imzaya, “bitse de gitsek” katılımcılığından, onur kavgası veren sosyalistlerle omuz omuza dövüşmeye, kadar uzanan angajman türlerine rastlamak mümkün. Birincilere sıklıkla, ikincilere çok nadir…

Bu bağlanma biçimlerinin hepsinin ortak yönü “sempati”yi ifade etmesi. Hareketlilik boyutu eksik kaldığı zaman, sosyalist hareket karşısında aydının en ileri özelliği “sempati” duyması olabiliyor. Bunun “aktif sempatizanlığa” taşınması ise daha çok hareketin yükseldiği dönemlerde söz konusu oluyor. Sol grupların, “rutin” pratikleri üzerinden kazandıkları kendi sempatizanlarını, bu topluluğun dışında tutmak gerekiyor; bir bütün olarak solun aktif sempatizanlığını üstlenebilen nadir aydınları ise, sosyalizmin onuru olarak sahiplenmek. Sivas’ta kaybettiğimiz Asım Bezirci, hapishane duvarlarının arkasından, kalemini, sokaklara ve beyinlere tutmaya devam eden Haluk Gerger, Fikret Başkaya…

Bugün için en yaygın bağlanma sempati gösterme biçimi ise imzacılık. Sol kesimlere yapılan haksızlıklara ya da düzenin açık katliamlarına karşı duyulan tepkinin ifadesi olan imzaların büyük bir bölümünün altına, Voltaire yazmak gerektiğini düşünüyorum. Voltaire onuru, kendisi doğruluğuna katılmasa da başkasının söz söyleme hakkını sonuna kadar savunmaya dayanıyor. Günlük yaşamda yapıp ettikleri liberal solun barbarlık Yüzyılı’na makale yetiştirmekten, kaçkın romanlar yazmaya uzanan bu kesimlerin, sıra duyarlılık gösterisine gelince imzalarını esirgememelerinin altında, bu 18. yüzyıl onuru yatıyor. Hiçbir şey yapmamaktan iyi; ama imzacı bununla “tatmin” oluyorsa, “yalnızlığının gücüne!” geri dönmek için çırpınıp duruyorsa, uzak dursun bu “destek” bizden. İmzayı bir kalem izi olarak değil kavga sorumlğuluğu olarak görenler ise hoş gelmeye devam edecekler.

Bunların dışında ne mi var? Türk aydını yaşam öyküsü yazmaya devam ediyor. Ancak kendi yaşamından öykü çıkarması oldukça zor, daha çok yaşamak istediği yaşamların öyküsüyle uğraşıyor. Öyle ya; “yaşamayabileydi yazar mıydı hiç şiir, Yaşamayı bileydi yazar mıydı hiç şiir?”

AYDIN KARŞISINDA SOSYALİST HAREKET

Yaşamayı bilmeyenleri mücadeleye çağırmak “abesle iştigal” gibi gözüküyor. Ama tersinden bakıldığında aydınların yaşam istemleri mücadeleyi önemli ölçüde zenginleştirebiliyor. Sosyalist hareketin tarihi de, bu istemini, bağlanmaya taşıyan pek çok aydının katkılarıyla dolu. Sosyalist hareket, bugün de aydınların katkısına açık olmak, hatta çoğu zaman onu çekip koparmak zorunda. Ama nasıl?

Her şeyden önce siyasal üretimini güçlendirerek? boyutlandırarak. Siyasal etkinliğin güç kazanması, öncelikle, bu yazının kapsamı dışında bıraktığım genç aydın potansiyelinden sosyalist bir aydınlanma dinamiğinin türetilmesi açısından önemlidir.

Bugünkü “aydın kitlesi”ne gelince… Yukarıdaki tartışmalardan da çıkarılabileceği üzere, anlamlı bir dinamizm dahi sergileyemeyen bu kitle, şimdilik, özel bir politika üretimini hak etmemektedir. Sosyalist hareket açısından, aydın kesimi değil, onurunu koruyabilen tekil aydınlar önem taşımaktadır. Ancak siyasal etkinliğin artması ve somut kazanımlarla yol alınması, beraberinde bu tabloyu değiştirmenin olanaklarını da getirecektir. Sosyalist hareketin siyasal ve giderek siyasal belirlenimli bir kültürel çekim merkezi haline gelmesi, bu ülkenin aydınlarına yapabileceği en büyük yardım olacaktır.

Bu yardım, tek taraflı bir akışkanlık yaratmayacaktır. Kişilikli bir sosyalist çıkış, çekmenin yanında itmeyi de beraberinde getirir. Özellikle kavganın uçları belirginleştikçe ve uçta yer almayan her kesimin ortada kaldığı bir nesnelliğe doğru ilerlendikçe, bir çekim ve seçimden çok, “taraf olma” netliği gündeme gelir. Partili hareket, bugünden kapsama kabiliyetini artırırken, kişiliksizliğe yol vermemeye de kararlı. Bu anlamda, yukarıdaki kaba ve “pislikli” benzetmenin merkezi bir yerlerinde duran Enis Batur gibi simalara bile “ne olursan ol gel” mantığıyla yaklaşan Mevlana İşçi Partisi’nin, tam karşısında yer alıyor.

Diğer taraftan daha çok geleceğin bir sorunu olan “itme” ya da dışlama bugün için de yaşanabilirken, bunun kolaycı reddiyeler olarak gerçekleşmemesine özen göstermek gerekiyor. Çünkü sosyalist hareket defterinden kimi isimleri silerken ne kadar haklı olursa olsun, bu çorak toprakların nadide çiçeklerinden farklı renkleri harekete taşıma ihtiyacı hep sürüyor, sürecek. Çünkü bugün Çanakkale’deki kovuğunda akreplerle beraber yaşayan bir aydının, Ece Ayhan’ın mısralarında epey bir haklılık payı var; “Silgiler silerken silinir de”…

Bunlara eklenmesi gereken bir şey, güzelliğin aydını her zaman kendine çekmiş olmasıdır. Ve mücadelenin güzelleştirdiği insan, dün, bugün ve yarın sosyalizm kavgasının içinde yaşıyor. Çünkü bu düzende güzel olan kavga. Çünkü yalnızca haklı kavga güzelleştiriyor. Güzelliğin peşinde koşan gerçek aydının bu “kendiliğinden” çağrıya uzun süre sırt çeviremeyeceğini düşünüyorum. Bugün için hareketliliğinin iniş çıkışları açısından kimi belirsizlikler yaşayan Kürt dinamiğinin önemli bir aydın potansiyelini yanına çekebiliyor olmasında da bu söylenenlerin payı büyük. Sosyalistler hem kıskanarak hem sahiplenerek hem de kavgalarını gürleştirerek kendi çağrılarını oluşturmak zorunda.

Partili sosyalistler bu topraklara güzelliği, her gün daha çok serpiyor. Hem o tohumlarla yeşerecek aydınlıkları, hem de onun ışıltısına gelecek aydınları kapsama kararlılığında. Sempatizanlarını yaratmak ve mevcut sempatizanlarıyla birlikte onları aktifleştirmek önündeki önemli görevlerinden bir tanesi olarak duruyor. Sempatizanlarım partizanlara dönüştürme kararlığı ise bu göreviyle birlikte devrim andının en büyük güvencesi.

Partizanlar biliyor; bu memleket, “Bu memleket bizim”in yalnızca altına imzasını değil, önüne canını atanların…

 

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×