Çeşitli Açılardan Gezi Külliyatı Tahlili

Haziran Direnişi’ni Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı ayaklanması olarak görmek mümkün. Bu ölçekte bir ayaklanma kuşkusuz sürekli genişleyecek bir yazınsal alanı da ortaya çıkaracaktı. Özellikle Türkiye gibi on yıllar sonra bu çapta bir silkiniş ve uyanış yaşayan bir ülkenin bu tip deneyimlere özlemi düşünüldüğünde, Haziran’ın ne kadar büyük bir yazınsal gıda sunduğu daha net anlaşılacaktır.

Direnişin Türkiye gibi büyük bir ülkede muazzam genişlikte kitleleri kapsaması, kuşkusuz çok farklı yorum ve analizlerin dolaşıma sokulduğu bir durumu beraberinde getirdi. Çok farklı yönelimleri, alışkanlıkları, siyasal-kültürel formasyonları olan geniş bir toplamın ortak saiklerle sokağa çıkması, direnişin analiz edilmesi açısından pek de alışık olmadığımız bir zenginlik sunuyor. Ancak bu durum, direnişin esas yörüngesinden çıkartılıp, gerçekliği olmayan bir içeriğe büründürülmesini, hatta içeriksizleştirilmesini de beraberinde getiriyor. Bu yönelim, akademik yorumlama biçimini bir kenara koyarsak, sol içerisindeki değişik yönelimlerin direnişten kendince manalar çıkarıp, Haziran’ın solla ve sosyalizmle de barışık olan içeriğini de soyup soğana çevirebilecek yorumları ortaya çıkarıyor.

Haziran üzerine yazılanlar, direnişi birçok açıdan (siyasal-ideolojik yönelimi, kentsel ve ekonomik boyutu, kimlik eksenli incelemesi vs.) ele alan, nadir de olsa bunları harmanlayıp daha sağlıklı bir bağlama yerleştirebilen bir külliyat. Birçoğu direniş boyunca yazılan günlük yazıların derlemesinden oluşan eserler olsa da, hızla artmaya elverişli bir alan olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu anlamda, bu yazıda direnişin en revaçta olan yorumlarının mümkün olduğunca çok yönlü bir izleğinin sunulması amaçlandı. Tüm bir külliyatı edinmek mümkün – ve gerekli de – olmadığı için, parçalı, ancak direniş üzerine yapılan yorumların tümünü temsil edebilecek nitelikte bir bütünlük oluşturulmaya çalışılacak.


 

Direnişin Gulyabanileri: Kimlikler, Parçalılığın Kutsanması, Otorite Karşıtlığına İndirgeme…

Haziran’ın çok zengin bir içerik taşıdığından bahsettik. Ancak bu zenginlik zaman zaman çok farklı algıların oluşmasına yol açıyor. Aslında içeriği zenginleştiren, kitlelere enerji yükleyen, çok farklı siyasal hatlara sahip farklı muhalif kesimlerin kümülatif bir şekilde AKP’ye yönelmiş tepkileri ortaklaştırabilmesinden kaynaklanıyor. Yani bütünüyle siyasal bir olgudan bahsettiğimiz açık:

“Bu hareketi siyasal mercekten okumak yanlış. Meydan hareketi siyasal partilerden bağımsız, otonom olduğu ölçüde, ağaçların masumiyetini koruduğu sürece, demokrasinin toplumsal muhayyilesini, dokusunu yenileyebilir. Tersine, kendini siyasal hareket yerine koyduğu takdirde, demokrasiden uzaklaşacaktır. Bu nedenle saygıya davet ile istifa çağrısı farklı dinamiklere işaret eder. Haysiyet ayaklanmasıyla, iktidarı devirme arayışı birbirine karıştırılmamalıdır. Bu, sokağın demokrasi kurallarını çiğnemesi, seçimleri saymaması anlamına gelir.”1

Bu çapta bir ayaklanmayı siyasal içeriğinden soymak bir yana, hükümeti he-def alan milyonları, hükümetin en sık kullandığı “sandık” söylemiyle terbiye etmeye çalışmak, Haziran’ı yanlış anlamayı değil, karşıya almayı içeren bir tutum. İktidarı devirme arayışının lanetlenmesi de bu tutumun bir parçası olarak görülebilir. Her ülkede insanlar mevcut iktidardan, yönelimlerinden hoşnutsuzluk duyabilir ve istifa talebiyle sokaklara çıkabilir. Nitekim tarih de bunun örnekleriyle doludur ve bu tip örneklerde en önemli parametrenin meşruiyet olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir. Bunu, bugün seçimleri kutsayan iktidar çevrelerinin gerektiğinde seçimlerin işlevsizleştirileceği bir ortamın doğmasını arzulayacaklarını da akılda tutarak belirtmek gerek. Bunu da mücadele belirler. Meşruluğun her zaman seçilmişlikle inşa edilebileceği yanılgısı, siyasetsizlik övücülüğünün yanı sıra, siyasetten de anlamamak demektir. Haziran direnişi, zamanla birikerek yoğunlaşmış, bütünüyle siyasal olan saiklerin sokağa taşmasıdır. Aksini düşünmek, içi ve altı boş bir muhayyilenin ürünü olabilir ancak.

Sırrı Süreyya Önder’in Express dergisindeki yazısında da siyasallığın farklı türde dışlandığı bir örnek görüyoruz:

“Belki de kolektif tartışma ve hareket etme konusunda hız kazandık. Örneğin, parktaki besin ve sağlık merkezlerinin örgütlenmesi noktasında ‘örgütçülük’ değil, ortak bir ‘örgütlenme’ halinin aktif olması gerçek anlamda başarılı olmamızı sağladı. Bu, sanıyorum, son zamanlarda başımıza gelen en önemli şey. Üstelik radikal demokratik bir anlayış yaratıldı. Saatlerce süren tartışmalar, her ne kadar alışılmış karar mekanizmalarında ve yukarıdan gerçekleşen yönetim süreçlerinde ‘lanetlenmiş’ olsalar da.”2

Direniş boyunca yaratılan tartışma ortamlarının ileriye dönük zengin bir birikimi ortaya çıkardığı kesin. Ancak park forumlarının toplumu örgütleyici bir karakter, AKP’yi karşısına alan bir içerik kazanamadığını da söylemeliyiz. Yanı sıra, bunun işlevli bir model olarak savunulması da göz önünde bulundurulmalı. Direniş boyunca süren tartışma zenginliğinin, Haziran’ın ana doğrultusu olan AKP karşıtlığıyla içeriklendirilmesi gerektiğini unutmamak ve “örgüt”ün tukaka edilip sol-sosyalist örgütlenmeyi karikatürize edecek bir tutumdan uzak durmak gerekiyor. Sonuçta Haziran, örgütlenme ve doğrultu ortaklığı ihtiyacını silikleştirmeye yol açacak şekilde kutsanan “saatlerce süren tartışmalar”ın çok ötesinde bir deneyimdi:

“Bugün Portekiz, İspanya ve Yunanistan’da gençlerin tepki verdikleri şeyler bizde az çok kanıksanmış durumda. Belki bu kanıksamanın yol açtığı sıkışma hissi rol oynamıştır. Fakat yine de, ben bunu anti-otoriter bir ayaklanma olarak görüyorum. (…) Yapmamız gereken, insanların bu kolektif öz-güçlerine dair, kolektif öz-örgütlenme kapasitelerine dair özgüveni değerlendirmek ve desteklemek.”3 

“Üstelik, artık ekolojik mücadelenin giderek radikalleşeceği bir dönemdeyiz. Eskisi gibi kentli orta sınıfların mücadelesi değil bu; doğası itibariyle anti-kapitalist yönelimi olan militanca bir mücadele. Önümüzdeki dönemde bunun örneklerini daha fazla göreceğiz. Yeşil ve çevreci söylemi naif bir söylem olarak görüp hafife almak yanlış olur. Özellikle sosyalist hareketin böyle bir eko-sosyalist perspektifi daha çok içselleştirmesi gerekiyor.”4 

Ekolojik mücadelenin anti-kapitalist bir karakter kazandığı ve sosyalist hareketin bunu içselleştirmesi gerektiği bir gerçek. Ancak direnişin bir bütün olarak bu alana tıkıştırılması gibi bir tarzın karşısında durmak gerekiyor. Haziran direnişi, kentsel alanların yağmalanmasının veya ekolojik kaygıların ötesinde, çok daha genel bir siyasal karakter kazandı. Oysa bu gibi örneklerde direnişin bahsettiğimiz kapsamlı karakterinin tikel alanlar üzerinden yeniden üretilme çabası, sosyalist siyasetin uzaktan yakından ilgisinin olmadığı bir yaklaşım biçimi. Bunun yanında AKP’nin yoğunlaştırılmış ve topyekûn siyasal-ideolojik basıncına bu perspektifle ne derece set çekileceği sorusu da bu anlamda müfredata alınmalı. Tabii böyle bir dert varsa.

Direnişi bir tür “dayanışma şöleni”ne indirgemek de benzer yaklaşımın başka bir veçhesi olarak karşımıza çıkıyor. Buradan bakınca, direnişin, siyasallığını ikincilleştiren bir tür “sevgi olayı”na eşitlenmesi gibi bir tabloyla karşılaşabiliyoruz:

“Kürt’ün Türk’le, geyin homofobikle, ateistin İslam dinine mensup olanla, BDP’linin MHP’liyle, başörtülüsünün dekoltelisiyle, sanatçısının halkıyla yan yana durduğu onurlu bir Türkiye ortaya çıkmıştır. Aslında orada yaşananlar ve dünyayı bile şaşkınlığa uğratan bu özgünlük kendiliğinden fışkırmış ve ilk ağacın köklerinden beslenerek çok dallı, çok yapraklı bir demokratik ortama, birlikteliğe dönüşmüştür. (…) Bugün Gezi Parkı’yla başlayan direniş, Türkiye tarihinin en önemli sevgi ve beraberlik hareketlerinden biri olarak anımsanacaktır.”5 

Farklılıkların direnişi zenginleştirici bir unsur olduğunu kimse inkâr edemez. Direniş boyunca kendini gösteren dayanışma ruhunun çekiciliğiyse kesinlikle baş köşeye yazılması gereken bir başka güzellik. Bu, hareketin içerisine özgü ve başat bir olguydu. Siyasal-ideolojik doğrultu ortaklığına olan gereksinim ise başka bir olgu. Gezi direnişi bahsettiğimiz anlamda ileriye dönük muazzam bir zenginlik devrediyor. Ancak direnişin bahsettiğimiz ortaklaşmayı çeşitli sebeplerle yakalayamamış olması, iktidarın da işine gelen bir handikaptı. Bu nedenle, söz konusu zenginliği, direkt olarak AKP’ye, dinselleşmeye dönük bütünüyle aydınlanmacı bir tepkiyle birlikte düşünüp, bu zenginliğin direnişe bu anlamda enerji katan bir içeriğe sahip olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Bu bağlamdan sıyırıp ele aldığımızdaysa pek bir anlam ifade etmediğini de eklemeliyiz.

Birbirini açıkça itebilecek yapıda olan kimliklerin direnişteki temsiliyeti esnasında mücadele tutkalıyla birbirlerine kenetlenmeleri, birbirlerini sahiplenmeleri sol açısından da büyük bir kazanım. Farklı kimlik ve grupların “demokratik bir model” inşa etmelerinden daha önemli olansa, düzen karşıtı bir mücadelenin örülmesinde onlara hangi parametreler üzerinden ortak bir doğrultu kazandırılabileceği. Enerjiyi ortaklaştırma iradesinden çok uzak olan dar grup kimliği seviciliği, Haziran direnişinin karşısına aldığı iktidarın ekmeğine yağ süren bir politik tutumu dışavuruyor. Öz olarak, dar grup kimliklerini başatlaştırıp merkeze koyan bir usulün, post-modern biçimin en temel bileşeni olduğu biliniyor. Bu yöntemin en iğreti çıktısı da, her toplumsal-siyasal gelişmeyi şabloncu bir şekilde okumak ve oradan çıkıp gerçekdışı, hülyalı bir alemde gezinmek anlamına geliyor:

“Taksim protestoları, devrimden bir iktidar vurgununu, bir katharsis’i anlayanlara da hevesler yaşattı – ama oradaki ‘sahih’ devrimci uğrak bu değildir. O cevher, insanların eylemle dönüşme tecrübesindedir. (…) Gezi eylemlerinden devrim romantizmi çıkartmaya kalkıyorlar diye solcularla alay eden muhafazakâr idraklere sığmayan devrimci uğrak da işte budur. Elbette aslında bir idrak sorunundan çok, devrim korkusundan söz ediyoruz – hayata karşı bir korkuya dönüşebilen devrim korkusu. Adı üstünde: muhafazakârlık!”6 

Haziran direnişinin AKP karşıtı karakterini gölgeleyecek en kullanışlı argüman, “devrim” kavramının bu kadar savruk kullanımından kaynaklananı olsa gerek. Devrimlerin siyasal ve toplumsal boyutlarına değinilebilir. Kavram, toplumsal bir altüst oluşu olduğu kadar, sınıfsal bir el değiştirmeyi de içeriyor. Direniş örneğinde bir tür “çalkalanma” halinin yaşandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak bunun ötesini zorlamanın, Haziran’a da haksızlık olacağını akıldan çıkarmamalı.

Burada bir algı farkı olduğu açık. Ancak söz konusu yaklaşımın sanıldığından fazla alıcısının olduğunu da unutmamak gerekiyor. Her toplumsal olguya “devrim” denmesinin, “kolektif öz-örgütlenme” modelleri türetme ihtiyacının arkasında yatan temel sebep, öne sürenlerin ileriye dönük toplumsal-siyasal tahayyüllerini oluşturdukları kadrajın buğulu olmasından kaynaklanıyor. Bu anlamda bir “hedef ” yoksunluğunun oluşu, sadece Türkiye’de değil, dünyada cereyan eden her toplumsal hareketlenmeyi bir tür kutsama ayinine dönüştürüyor. Bunun, ne devrimci siyasetle, ne de devrimci siyasete özgü mantık örgüsüyle ilgisinin olmadığı açık.7

 


 

Direnişi Doğru “Okumak”: Sol Karakter, Pusulanın AKP’yi Göstermesi ve Dinselleşme Vurgusu

Haziran direnişini farklı bir bağlamda ele alan yazın alanı da mevcut. Burada dikkat çeken, direnişin bir bütün olarak solla barışık yapısının öne çıkarılması ve direnişi yıllardır süregelen, topyekûn bir dinselleşme atağına karşı çıkışın ifadesi olarak görme eğiliminin ilk sıraya alınması oluyor. Ancak bu örnekleri sunmadan önce, saydığımız özelliklerin bütünüyle karşısında, biraz daha zorlansa mizahi bir yönü de olabilecek örneklerden yalnızca birine değinebiliriz:

“Türkiye’deki Gezi’de ise, Sol’un ne entelektüel ve moral bir üstünlüğü; ne de maddi gücü vardı.

Bu nedenlerle Gezi ile Sol neredeyse birbirine tamamen ters özellikler gösteren yapılardır ve aralarında bir bakıma yapı ve doku uyuşmazlığı vardır. (…) Özetle Kürtlere yakın Sol, ulusalcıları ve ulusalcıları gözetenleri dengeleyerek, Kürtler ve Politik İslam’a yer açarak, Gezi’nin kendisini ifadesini kolaylaştırmıştır.”8

Haziran’daki öfke patlamasının barındırdığı meşruluk, örgütsel değil ideolojik olarak sol değerlerle barışık, hatta onunla kaynaşan, iç içe geçen bir zemine oturdu. Direniş günleri boyunca egemen sınıf içerisindeki çelişkilerin berraklaşması, iktidar temsilcilerinin komik duruma düşmeleri vs. hep bu meşruluk zemininin ortaya çıkardığı durumlardı. Haziran pratiğiyle solu başka yerlere konumlandırmak ise direnişin meşruluğunu sorgulamayı değil, bütünüyle reddetmeyi beraberinde getirecektir. Burada denklem, Haziran Direnişi’nin solla doku uyuşmazlığı olduğu belirtildiğinde sağ ile uyuştuğunu ima etmek kadar açıktır. İktidarı her anlamda sarsan, direnişin aydınlanmacı ve laik karakteriydi. Yıllardır süregelen dinselleşme baskısı, Türkiye’de bir türlü ortadan kaldırılamayan seküler damarın farklı siyasal kanallarda birleşerek fazla basıncın neden olduğu bir patlama halini doğurdu. Dinselleşme baskısına karşı çıkış da özü gereği solun kendisi ve tek tek değerleriyle barışık olan milyonların sokağa çıkmasıyla gerçekleşebilirdi ve öyle de oldu. Aksi takdirde, iktidarın yıllardır ilmek ilmek ördüğü, düzenin de varlık sebebi haline gelen zemini -paçavraya çevirmese de- bu kadar sarsacak bir karşı çıkış mümkün olamazdı:

“Gezi eylemi ve onunla dayanışmaya öncülük, tamamen sol-sosyalist kadroların hüneri, emeği. Yıllardır AKP’nin gerici, neoliberal pratiğine muhalefet eden sosyalistler, bir türlü harekete geçiremedikleri kitleleri nihayet sürüklediler. Öyle ki, rejimden yaka silken ama sinen, korkan kim varsa sürüklenip geldi. Orhan Pamuk, Cem Boyner gibi AKP muhibbi figürler, bir dizi ‘yetmez ama evetçi’ bile direnişçilerin arkasında hizalandı. Bu, hiç de kendiliğinden değil, planlı, sol-sosyalist aktivistlerin başarılı bir eylemidir. (…) Bilelim ki eylem politiktir, önderlik sosyalistlere aittir. Cinin şişeden çıkması başarılmıştır ve şişeden çıkanın da yeniden şişeye girmeye hiç niyeti yoktur. Her şey daha yeni başlamaktadır.”9 

Haziran’ın düzeni ve başat aktörlerini sarsacak ölçüde bir etki yapması, onun solla olan ilişkisinden kaynaklanıyor. Türkiye sağının hemen bütün ideolojik öğelerini kendi siyasi hattında toplamayı başarabilen bir iktidar partisine dönük tepkilerin solla barışık ve onunla ilişkili olmaması düşünülemez. İslamcılığın, birikmiş ve onca müdahaleye rağmen toplumsal alandan silinememiş seküler ideolojinin taşıyıcısı olan kitleleri aşırı baskılayacak hamlelere yeltenmesi, kıvılcımı çakan en önemli olgudur. Bunu baş köşeye yazmadan, Haziran’ı ne anlamak, ne de anlamlandırmak mümkün olacaktır.

“Gezi Külliyatı” içerisinde direnişi bir tür “kişilik olayı”na indirgemek de çok güçlü bir eğilim. Bunun, Erdoğan’ın otoriter eğilimlerine “ahlaki” bir karşı çıkışı ilk sıraya yerleştirip, direnişi esas zemininden ve bağlamından koparmak gibi bir amaca hizmet ettiğini söyleyebiliriz:

“2013 Haziran’ında Gezi Parkı Direnişi çerçevesinde patlayan Haysiyet İsyanı’na neden olan ihtilaf, aslında küçük bir kentsel sorundu. Başbakan’ın yaşadığı iktidar sarhoşluğu, tek adam saplantısı kendi sarsılmaz otoritesini koruma hırsı ve bunlara direnemeyen, sessiz de kalsa biat eden AKP yönetiminin yakalandığı akıl tutulması barut fıçısını patlatan kıvılcım işlevi gördü.”10

AKP’nin dinselleşme politikası ve halkı hiçe sayan otoriter muhtevası, “sonradan olma” bir durum veya bütünüyle Başbakan’ın kişiliğine bağlı bir olgu olarak görüldüğü zaman, AKP iktidarına özgü özelliklere münferit örneklermiş gibi bakılacağı açık. Oysa tüm bunlar bizzat AKP’nin siyasal-ideolojik karakteriyle doğrudan bağlantılı, hatta onun parçası. Yani yaşananlara bir tür “iktidar hırsı” olarak bakılınca, Haziran Direnişi’nin AKP’nin inşa ettiği yeni rejimle derdi olan insanların ördüğü bir deneyim olarak görmek de imkânsızlaşıyor. Oysa gerçek bu:

“Birileri, ‘Haysiyet mücadelesi’ filan gibi oldukça spontan teşhisler koymaya kalkıyor. Aslında farklı hesaplarla da yapılıyor bu. Elbette ki haysiyet mücadelesi bu ama arka planında AKP rejimi ile didişen, mücadele eden, rejimin insan haysiyetini aşağılamasından son derece incinen solsosyalist kimlikli insanlardan söz ediyoruz.”11 

Sönmez’in ifadelerine katılmamak mümkün değil. Direnişin “AKP rejimi ile didişen” kitlelerin ürünü olduğu gerçeğini bir tarafa yazarsak, bu kitlelerin solun içinde veya solla barışık bir toplamı meydana getirdiğini de tüm berraklığıyla görebiliriz. Bu gerçek bir tarafa, direnişin örgütlü bir iradenin programından yoksun olması gerçeği de başka bir tarafa not edilmeli.

AKP’nin halkla yıllardır alay etmesi elbette böyle bir toplumsal patlama ha-line “haysiyet” kavramını yerleştirmeyi gerekli kılıyor. Ayarlarıyla oynanan, aydınlanma değerlerine bağlı halkın somut yaşamsal pratiklerinin dışında, onuruydu da. Ancak bu durumu başa yazmak, Haziran’daki tepki yoğunlaşmasının esas odağının silikleşmesine yol açacaktır. Bunun hangi “hesaplarla” tercih edildiği bu yazının konusu değil. AKP’den beklentileri olan kesimlerin her türlü gerçeği perdelemeye meyilli olduklarını söyleyebiliriz. Burayı geçersek, bu gerçekleri oldukça açık bir şekilde ortaya koyan yazarlardan Mustafa Kemal Erdemol’a kulak verebiliriz:

“Gezi Parkı direnişi, İslamcı bir iktidara karşı çıkıştı. (…) İktidar talebi olmayan ama sistemi müdahalelere zorlama amacını içeren Gezi Parkı Direnişi’nde en gerçekçi, en devrimci sloganlar ‘Boyun Eğme’ ile ‘Diren’ sloganlarıydı. Her iki sloganda yer alan, hayata geçirilmesine de çalışılan bu iki tutum her şeyden önce siyasi iktidarı ‘geriletmeyi’ hedeflemesi açısından büyük önem taşıyordu. Kazanmak için önce geriletmek gerek çünkü…

Gezi Parkı Direnişi, ‘geriletme’nin başlangıcı olmuştu.”12 

Direnişe ulusalcı hattın hakim olduğu savına da değinmek gerekiyor. Bu sav, AKP ileri gelenlerinin dışında, onlarla siyasal-ideolojik dirsek teması olanlarca da dile getirilerek direnişi “hizaya getirme” amacıyla sıkça kullanıldı. Haziran boyunca hep ön planda olan ve kitlelerin elinden hiç düşürmediği bayraktan duyulan alerji de burada büyük bir rol oynuyor. Aslında rahatsızlığın temelinde, bayrağın düzen tarafından hep etkili bir araç olarak kullanılması karşısında, kitlelerin bayrağı bu defa bu şablonu sarsacak ölçüde daha farklı bir düzleme yerleştirmesi olgusu yatıyor. Her zaman en önemli meşruiyet kaynağı olarak kullanılagelen bayrağın bu kez halkın elinde dalgalanmasının, direniş boyunca AKP’yi yıpratan faktörlerin başında geldiğini söyleyebiliriz:

“Faşizmin elinden alınan bayrak yeniden yurtseverlerin, devrimcilerin eline geçti ve bir direniş sancağına dönüştü. Taksim direnişinde ay yıldızlı bayraklarla, sosyalist örgütlerin flamaları yan yanaydı. Kemalistler ve cumhuriyetçiler, sosyalistler ve devrimcilerle birlikte yürüdü ve direndi.

Bu arada cumhuriyetçiler ya da ulusalcılar, küçük bir-iki gerginlik dışında Kürt düşmanlığı anlamına gelecek tek slogan atmadı, dışlayıcı tek söz söylemedi.”13

Direnişin sarsıcı etkisi tam da buraya dayanıyordu. Yıllarca faşizmin başat sembolü olarak kullanılan bayrağın sol bir hatta yerleştirilip gerçek bir mücadele aracı olarak kullanılması, sadece AKP’yi değil, düzenle barışık tüm aktörleri büyük oranda boşa düşürdü. İktidarın her zaman bir meşruiyet zeminine sahip olması gerektiği gerçeğini de göz önüne alarak söylersek, böylesine güçlü bir meşruiyet kaynağının somut olarak el değiştirmesi bu boşa düşme durumunun şiddetini daha net ortaya çıkaracaktır. Direniş boyunca bir tıkanmanın da göstergesi olarak iktidar çevrelerinin oldukça absürd açıklamalar yapması biraz da bu durumla bağlantılı.

Bununla birlikte direnişin sınıfsal karakteri hakkında da çok şey söylendi. Gezi külliyatı içerisinde sıklıkla karşılaştığımız ve özellikle akademik çevrelerde direnişin “orta sınıf ” karakterini vurgulamak oldukça revaçta. Ancak bunun dışında duran örnekler de mevcut:

“Marksist perspektifle bakıyorsak, orta sınıflar terimine kuşkuyla yaklaşmamız gerekiyor. Dikkat ediniz ‘terimine’ diyorum; ‘kavramına’ değil; zira, Amerikan siyaset bilimi gevşekliği içinde kullanırsak, ‘orta sınıflar’ın tanımlanması o kadar güçtür ki, bu ifadenin ‘kavram’ mertebesine layık olmayan iki sözcükten ibaret olduğunu söylemek zorunda kalırız. (…) Gezi direnmesinde sınıfsal bir karşı koyuş var mıdır? Eylemleri tetikleyen olaya, Taksim projesinin uygulanmaya başlamasına baktığımızda, kanımca, olgunlaşmış bir sınıfsal tepki vardır: Yüksek nitelikli, eğitimli işçiler, yarınki sınıf yoldaşları (öğrenciler) ile birlikte, profesyonellerin de katılımıyla, kapkaççı burjuvazinin ve onunla bütünleşmiş siyasi iktidarın devâsa kentsel rantlara el koyma girişimine karşı çıkmaktadır.

Bu, yağmacı kapitalizme karşı olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırıdır.”14

Bu anlamda, akademik yazın alanında da sıkça karşılaşılan “orta sınıf ” vurgusuna ihtiyatla yaklaşmak gerek. Vurgunun bu kadar revaçta olmasının nedeni, yıllarca “işçi sınıfı” kavramının içinin boşaltılıp başka bir içerikle anlamlandırılmasından kaynaklanıyor. Sınıf profilinin ve çehresinin büyük oranda değişmesinin de bu yanlışa düşmede payı büyük ancak söz konusu tavır biraz da Boratav’ın bahsettiği “gevşekliğin” ürünü. Gezi direnişi tipi toplumsal ayaklanmalara “sosyolojik” bakışın sınırlarını zorlayınca, eğitimli ve nitelikli çalışanları “orta sınıf ” kategorisine yerleştirmek de kaçınılmaz oluyor.


 

Sonuç

Gezi direnişi üzerine yazılanlara ana hatlarıyla baktığımızda oldukça dağınık bir alanla karşılaşıyoruz. Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı toplumsal hareketlenmesi söz konusu olduğunda bu durum normal karşılanabilir. Direnişin sınıfsal karakterini çözümleme çabalarından, bu hareketlenmeyi nasıl bir bağlama yerleştirme tartışmalarına kadar birçok yorum gün geçtikçe bu külliyata dahil oluyor. Kabaca kategorize edecek olursak, yukarıda birtakım örneklerle gösterdiğimiz gibi aslında tüm bu alanın içeriğini, ayaklanmanın siyasi iktidarı hedef alan yönünü silikleştirip tali unsurları başatlaştırma eğilimi veya siyasi iktidarı hedef alan muhtevasını merkeze alıp çözümleyen bir skala oluşturuyor.

Bahsettiğimiz ilk eğilimin içerisinde sadece sol değil, sağda ve hatta iktidar çevresinde olanların da olduğunu söyleyebiliriz. Gezi direnişini, yıllarca yüklenen enerjinin oldukça kontrolsüz bir biçimde dışa vurulması olarak da ele alırsak, program ve sabit bir hedeften yoksun oluşunun da andığımız kesimleri yüreklendirdiğini söyleyebiliriz. Bu anlamda, direnişi “iktidardan talepleri olan milyonlar” gibi sunmaya yol açacak bir çerçeve içerisine sokma çabalarıyla çok sık karşılaşıyoru:

“Bu hareketi belli bir program için yola çıkmış, hedefe kilitlenmiş ve onun için sevk ve idare edilecek bir hareket olarak görmek büyük yanılgı. Diyelim ki, Ankara’da Arınç’a verilen liste bir tamam yerine getirildi, herkes Sırrı S. Önder’in beklediği gibi bir şölenle evine mi postalanacaktır? Olmaz. Cin şişeden çıktı ve şişeye geri dönmez, dönmemeli. Bu bir ruh hali ve yaşatılmalı, Gezi’den taşınsa bile ayakta kalmalı, onu yaşatacak eylemliliklerin sonu gelmemeli.”15 

Direnişi AKP karşıtı özünden koparmaya çalışan ve onu mevcut iktidardan çeşitli beklentileri olan bir hareket gibi yansıtmaya çalışan herkesle ve her kesimle hesaplaşmak, solun tanımlı görevlerinden biri olmalı. Haziran direnişi, AKP’den beklentileri veya talepleri olanların bir araya geldiği değil, AKP’den kurtulmak isteyenlerden oluşan ve bu yüzden enerjilerinin büyük bölümünü dışa vurabilecekleri en doğru yer olan sokakta süren bir mücadeleydi. Direniş, AKP’nin sonunu getirecek birçok parametreyi tetikledi ve AKP açısından oldukça tahripkâr bir sürecin kapısını sonuna kadar açtı. Cin şişeden çıktı ve onu tekrar şişeye döndürme çabalarıyla her alanda şiddetli bir mücadele vermek gerekiyor.

Dipnotlar

  1.  Nilüfer Göle; “Gezi: Bir Kamusal Meydan Hareketinin Anatomisi”, http://t24.com.tr/yazi/ gezi-bir-kamusal-meydan-hareketinin-anatomisi/6824
  2.  Sırrı Süreyya Önder, “Bildiğimiz Siyasetin Sonu”, Express; Sayı: 136, s. 9.
  3. Foti Benlisoy, “Anti-Otoriter Ayaklanma”, Express; Sayı 136, s. 40..
  4. Foti Benlisoy, “Anti-Otoriter Ayaklanma”, Express; Sayı 136, s. 41
  5. Neslihan Yalman, “Kıymeti kendinden menkul bir başlık, ikincisine gerek yok: ‘Her yer Taksim, her yer direniş’”, Kültür Mafyası; Sayı:10, s. 33.
  6.  Tanıl Bora, “Gezi Direnişi: Bir yanımız bahar bahçe…”, Birikim; Sayı 291-292, s. 26.
  7.  Bu konu Gezi vesilesiyle tekrar tedavüle girdiği için biraz açmak gerekiyor. Açıkçası so-run, basit bir anlayış farkının çok ötesinde. Mevcut iktidara karşı mücadeleyi baş sıraya koymayıp, “iktidar” kavramının kendisiyle bir tür kör dövüşü yapmak, siyasal perspektifsizlik gibi bir durumla neticeleniyor. Zamanında teorik gıdayı “Marksizmin revizyonu” çabasını üst sıraya koyan, sonrasında kuramsal alanda ciddi tahribatlar yaratan bir ekolden alıp “iktidar kirletir” sloganını başa yazınca, Marksist siyaset anlayışını da sağa sola çekiştirip sınıfları öteleyip dinsel, etnik kimlikleri birincilleştirmek, “devrim” olgusunun da içini boşaltmak kaçınılmaz oluyor. Aslında sık karşılaştığımız bu durum, “iktidar” kavramına hastalıklı muamelesi yapılmasından kaynaklanıyor. Hal böyle olunca da iktidardan kaçış, iktidarı hedeflemeyen her hareketlenmeye “devrim” etiketiyle tapınmayı beraberinde getiriyor. Bunun yanında, siyasetin, hele devrimci siyasetin durmadan “iktidarı aramak” olduğu görüşünü lanetleyince, iktidara akıl vermekten başka çıkar yol kalmıyor. Kısacası olgunun kendisi, “iktidar” kavramına olan yaklaşımla doğrudan bağlantılı.
  8.  Demir Küçükaydın; “Gezi Parkı ve Sol Hareketler”, http://demirden-kapilar.blogspot.com/2013/11/gezi-park-ve-sol-hareketler.html?spref=tw
  9.  Mustafa Sönmez; Kent, Kapital ve Gezi Direnişi, NotaBene Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2013, s. 32-33
  10.  Ahmet İnsel, “Tek adam günlerinde otoriter tahakküm”, Birikim; Sayı 291-292, s. 14
  11. Sönmez; age, s. 33..
  12. Mustafa Kemal Erdemol, Gezi Parkı Direnişi, “Küçük Bahçede Büyük Kıyamet”, Yazılama Yayınları, Eylül 2013, s. 94.
  13.  Merdan Yanardağ, “Başbakan İslamcı Bir Militan Gibi Davranıyor”, Bağımsız Dergisi; Sayı:21, s. 3.
  14.  Korkut Boratav; “Olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırı…”, http://www.sendika.org/2013/06/ her-yer-taksim-her-yer-direnis-bu-isci-sinifinin-tarihsel-ozlemi-olan-sinirsiz-dolaysiz-demokrasi-cagrisidir-korkut-boratav/
  15.  Sönmez; age, s. 36.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×