Çözülüşten Vazife Çıkarmak

Engels diyor ki, Fransa’ da Sınıf Mücadeleleri için yazmış olduğu tartışmalı Önsöz’ de, “devrim hakkı, tek gerçek tarihsel haktır”. Devrimci mücadele üzerine bir araba dolusu söz söylemek olanaklıdır ancak pek azı Engels’ inki kadar özlü, onunki kadar ufuk açıcıdır. Bugün verdiğimiz mücadele, biraz da işçi sınıfının bu hakkı kullanmaya rıza göstermesi için değil midir?

İstemekle olmuyor. Tarif çok ama konuyu kanımca en iyi özetleyen, Lenin’ in 1920 formülasyonudur: Sömürenle sömürülenleri aynı anda etkileyen bir bunalım olmaksızın bir devrimden söz edilemez.

Türkiye böyle bir bunalıma mı gitmektedir?

Türkiye’ de bunalım sözcüğünün içine yerleştirebileceğimiz gelişmelerin sayısındaki hızlı artış, bu soruya “hayır” demeyi güçleştiriyor. Zaten Türkiye’ de bunalım varsa devrimi büsbütün gündem dışına itmek kimin harcı? Ancak eğer devrimci bir çıkış arayacaksanız, bugün ülkeyi bunaltan gelişmelerin tarihteki benzerlerine göre oldukça özgün olduğunu da hesaplamanız gerekir.

Gelin şimdi hep birlikte o özgünlüklere yakından bakalım.

Devlet çözülürken

Uzun bir süre oldu, “devlet çözülüyor” diyoruz. “Bir ağlamadığımız kaldı” latifedir, zil takıp oynamadığımız da bir gerçek.

Kapitalist devlette başlayan çözülme sürecinden duraksamaksızın emekçi sınıflar için bir iktidar şansı yaratamıyor oluşumuzun nedeni çözülüşün sermayenin egemenliğinin zayıflaması ile paralel işlememesidir. Daha somut bir ifadeyle, başka bir durumda sistemin çözülüşünden dem vuracakken, 2006 Türkiye’ sinde devletin çözülüşünden söz etmemiz, devletle beraber sistemin çözüldüğüne ilişkin bulguların henüz ortaya çıkmaması ile ilgilidir.

Bu nasıl mümkündür?

Kapitalist toplumlarda devlet, sermaye sınıfının temel egemenlik aracı değil midir? Devletin çözülmesi ile birlikte sermayenin egemenliğini sürekli kılacak mekanizmaların etkisizleşmesi söz konusu olmayacak mıdır? Bu da adlı adınca sistemin çözülmesi ve buna eşlik eden bir devrimci bunalım neden değildir?

Devlet basit ve dolayımsız bir araç olsaydı bu sorulara tek bir doğrultuda yanıt verebilirdik. Oysa devlet, her ülkede sermaye egemenliğini sağlama alabilmek için bir ötekinden oldukça farklı ideolojik ve kurumsal bir yapılanma içerisine girer. Bu yapılanmanın kapitalizm öncesinden çok şey devraldığını, burjuva devriminin toplumsal tabanının eğilimlerinden ve taşıyıcı kadrolarının tercihlerinden etkilendiğini bölgesel ve uluslararası dengelere uygun özellikler kazandığını, sermaye sınıfının iç ahengini sağlayabilmek için onun hiyerarşisini düzenlediğini söyleyebiliriz.

Türkiye’ de yaşanan, devletin bugüne kadar taşınan yapılanması ile sermaye egemenliği arasındaki mesafenin ciddi ölçülerde açılmasıdır. Söz konusu olan devlet, sermaye egemenliği olmadan yapamaz, onsuz bir hiçtir, bu nedenle “çözülme” gözlenmektedir. Ancak çözülmeyi, eğer devrimci bir müdahaleyle bambaşka bir yola girilmezse, sermaye sınıfının yukarıda bir bölümünü saydığım parametrelerdeki değişimden yararlanarak devleti yeni bir konfigürasyonla toparlayışının izlemesi en güçlü olasılıktır. Burada “yeni” sözcüğünün, yaşanan çözülmenin şiddetini tam olarak yansıtmadığını özellikle belirtmekte yarar var.

Bu çerçeve, çözücü öznenin sermaye sınıfı olduğuna ilişkin bir kanaat yaratıyorsa, derhal bir düzeltme yapılmalıdır. Burjuvazi iktidardadır ve devletin eski konfigürasyonunun terk edilmesini kabullenmekten başka çaresi yoktur. Korkak, hain ve gerici bir sınıf olarak gereğini yapmakta, ortaya çıkan yeni durumu kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirmenin yolunu aramaktadır. Devletin çözülme sürecine açgözlülüğüyle katkı koyan Türkiye burjuvazisinin bu sürecin öncülüğünü üstlenecek ne cesareti ne de gücü olabilirdi.

O, emperyalist müdahalelerin açtığı kârlı yolda ilerlemekten başka bir şey yapamaz…

Egemenliğini borçlu olduğu devletin çözülmesine patron sınıfımızın bakışı her daim şımartılmış bir hayırsız evladın yüklü miras bırakacak zengin babanın ölümünü beklemesini andırmaktadır.

Peki, cinayeti kim işlemektedir?

Hiç kuşkusuz emperyalist karar merkezlerinde bu cüret var. Lakin esaslı bir serzeniş geliyor Türkiye Cumhuriyeti’ nden: “Ben sana ne yaptım?” Açık değil mi, hizmette kusur yok, daha ne isteniyor! Biz de sormuyor muyduk, ABD neden Türkiye’ yi hırpalamak istesin? Hırpalamak bir yana, neden küçültmek, neden parçalamak istesin?

İstiyor mu?

İşte bu soru tuzak! Bu soru, sermayenin dünyasında rasyonalite arayanların sorusu. Hâlâ komünistlerin rasyonel insanlar olup olmadığını tartışırken,1 emperyalizmin planlı programlı davrandığına ilişkin saçma fikri terk etmekte yarar var. Emperyalist karar merkezleri, eğer onlar büyük jüriyse, bilmemiz gerekiyor ki, onlardan daha büyük kâr arayışı var. Yani…

Emperyalistler işbirlikçileri çoğaltmaktan önce genişlemek, yayılmak, egemenliklerini pekiştirmek isterler. İşbirlikçi bunun için işbirliği yapacak. Evet, Türkiye sadık bir müttefik olarak gözden çıkarılamaz belki ama onlar Türkiye’ yi gözden çıkarmıyorlar ki!

Uşaklarının korkularını, kaygılarını, alışkanlıklarını ve kendi hesaplarını iplemiyorlar besbelli. Türkiye onlar için hâlâ değerli… “O”radaki işbirlikçiler de!

Emperyalizm genişlemeden, çürütmeden, yayılmadan, ilhak etmeden, teslim almadan yapamaz.

1917’ den kurtulmak

Emperyalizm 1917’ den kurtulmadan da yapamaz! 1917 Ekim Büyük Sosyalist Devrimi’ nin doğrudan sonucu olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği var olduğu sürece, ilgimiz haklı olarak sosyalist kuruluş üzerinde toplandı, devrimin emperyalist dünyaya olan etkisini de öncelikli olarak iki sistem arasındaki mücadelenin ortaya çıkışı açısından değerlendirdik. Sovyetler Birliği’ nin kazanımlarının zaman içerisinde kapitalist ülkelerdeki emekçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesinde önemli bir etmen haline geldiğini de dikkate alıyorduk mutlaka.

Ancak Ekim Devrimi’ nin, emperyalizm için yalnızca bir düşman gücün yarattığı tehdit olmadığını, onun kendisini gerçekleştirme mekanizmalarını da ciddi ölçüde bozduğunu, ne zaman Sovyetler Birliği dağıldı, işte o zaman gerçek boyutlarıyla gördük. Uzatmaya gerek yok, 1916 yılında tasvir edilen barbarlığa 1991’ de tekrar geri dönülmüştür:

“Emperyalizm bir ilhak eğilimidir; Kautsky’ nin tanımı siyasal yönden bu noktaya indirgenmektedir. Doğru ama çok eksik bir tanım; çünkü emperyalizm genellikle bir şiddet ve gericilik eğilimidir.”2

Şimdi görülüyor ki, 1917 Ekim Devrimi, emperyalizm için 70 yıllık bir işkencedir. Bu süre boyunca emperyalizmin ekonomik ve siyasi özgürlüğü kısıtlanmış ve 20. yüzyıl boyunca sayıları hızla artan ulus devletlerin hareket alanı ve pazarlık gücü Sovyet devletine bağlı olarak artmıştır. Oysa Birinci Dünya Savaşı’ nda açık bir biçimde ortaya çıktığı üzere, emperyalizm öncesi kapitalizme eşlik eden burjuva devrimleri ve uluslaşma süreçleri, 19. yüzyılın sonlarından itibaren yerini tekelci aşamanın acımasız sömürgeleştirici müdahalelerine bırakıyordu. Birinci Dünya Savaşı bu anlamda tamamlanamadı. Belki Sovyet Devrimi önceleri çok fazla ciddiye alınmadı ama hem emperyalist güçler arasındaki kanlı hesaplaşma beklenmedik bir biçimde sonlandı hem sermayenin işçi kitlelere dönük saldırısı büyük bir direnişle karşılaştı hem de sömürgeleştirilmek istenen ülkeler Sovyetler Birliği’ nin şahsında çok özel bir müttefik buldular.

Bakın Birinci Dünya Savaşı sırasında emperyalizmin sınır tanımazlığı şöyle değerlendiriliyordu:

“Büyük devletlerin sahip oldukları sömürgelerin yanına küçük devletlerin hafif bir yaygınlık gösteren sömürgelerini de koyduk. Bu sömürgeler, denebilirse olanaklı ve olası bir ‘yeniden paylaşma’ olayını bekleyen topraklardır. Söz konusu küçük devletlerin çoğu, kendi sömürgelerini, ganimeti paylaşmak için bir araya gelip anlaşamayan büyük kuvvetlerin çıkar çatışmaları ve sürtüşmelerinden ötürü elde tutabilmektedir. Yarı-sömürge niteliğindeki devletlere gelince, bunlar, doğada ve toplumda rastlanan geçici şekillerin örneğini oluştururlar. Mali sermaye, ekonomik ve uluslararası ilişkilerde o denli önemli ve büyük bir güçtür ki, siyasal anlamda tam bağımsızlığa sahip devletlere bile boyun eğdirebilir; zaten eğdirmektedir de. Az ilerde bunun örneklerini göreceğiz. Ama kuşku yok ki mali sermayeye en büyük ‘rahatlığı’, en büyük üstünlükleri sağlayan şey, o boyun eğmiş bulunan halkların ve ülkelerin siyasal bağımsızlıklarını da yitirmekte olmasıdır. Yarı-sömürge ülkeler, bu yönden, ‘yarı yolda’ olan tipik örneklerdir. Dünyanın geri kalan kısmının tümüyle paylaşılmış bulunduğu bir çağda, özellikle mali sermaye çağında, bu yarı-bağımlı ülkeleri ele geçirmek için yapılan savaşımın sertleşeceği anlaşılıyor.”3

Bugün küreselleşme adı verilen saldırı, bir açıdan gecikmiş emperyalizmdir. Tekeller, 20. yüzyıla damga vuran uluslararası koşullarda çok büyük kârlar yapmışlar, dünyanın birçok bölgesinde ekonomik ve siyasal ağırlıklarını pekiştirmişler ama emperyalist dönemi mantıki sınırlarını taşıyamamışlardır.

Nazizmin yükselişi ve savaşa yönelmesi, kıstırılmış Almanya’ nın Sovyetler Birliği’ ne tahammülsüzlüğünün ürünüyse, bu yalnızca anti-komünizmle açıklanamaz. Hitler, tıpkı Churchill gibi, dünyanın sömürgeleştirilmesinde Sovyetler Birliği’ nin ne pahasına olursa olsun aşılması gereken bir engel olduğunu düşünüyordu. Churchill, daha 1920’ lerde bu düşüncesinin pratik karşılığının olamayacağını görmüştü, oysa Versailles’ da Almanya’ nın ayaklarına pranga, boynuna tasma takılmış, gözlerine mil çekmişti. Hitler göremezdi, o yerinde duramayan Alman tekelleri için savaşmak durumundaydı. Savaştı ve gördü, insanlığı köleleştirme operasyonu yine askıya alındı. Emperyalist dünya, işçi sınıfının direncini kıramama ve sermayenin yayılma hızını yavaşlatan malum faktörler nedeniyle krizden çıkamadı.

Türkiye Cumhuriyeti’ nin, Ekim Devrimi’ nin yan ürünlerinden birisi olduğunu çok işledik, soL gazetesinde Yurdakul Er’ in ufuk açıcı “provokasyonları” ndan birçoğu bu gerçeğin üzerine bina edildi. Başka zamanlarda, tembellik işimize geldiğinde, Sovyetlerden Anadolu’ daki mücadeleye aktarılan silah ve parayı yazıp durduk, en fazlası, emperyalist cephenin ortaklaşa siyasi manevralarla zayıf düşürülmesinden söz ettik. Oysa Ekim Devrimi ile birlikte bir devrimci dönem muazzam bir “zafer” le kapanır ve geniş bir coğrafyada sosyalizm mücadelesi ertelenirken, emperyalist dünyanın hesaplamadığı ve içine asla sindirmediği bir uluslararası konjonktür de şekilleniyordu.

Türkiye’ yi bu nedenle hiç kabullenmedikleri, bir provokatif düşünceden ibaret değildir, gerçeğin kendisidir.

Türkiye’ nin yönetici sınıflarının en iyi kavradığı da bu olmuş ve başından itibaren “Batı” ile iyi geçinmeye çalışmışlardır. Emperyalist dünyada yer kapma perspektifi, gelişen kapitalizm söz konusu olduğunda ne denli nesnel bir olguysa, genç cumhuriyetin kadroları için o kadar “öznel” bir tercih anlamına da gelmiştir.

Anti-komünizmin de bu ülkede benzer bir öyküsü vardır. Bastığı toprağa hiç güvenmeyen sermayenin, işçi sınıfına karşı “önleyici savaşı” ne kadar anti-komünizmse, sermayenin siyasal öncülerinin emperyalizme yanaşma ve yaranma çabaları da o kadar anti-komünizmdir.

Sovyetler Birliği’ nin dağılışına kadar işler yolunda gitti. Türkiye NATO’ yla, askeri darbelerle kendini “unutturdu”, kapitalist sınıfımız bir Müslüman ülkeden beklenmeyecek aşırı kozmopolit yönelimleriyle Türkiye Cumhuriyeti’ nin kendisini saklamasına yardımcı oldu. Geldik bugüne… Ne diyorduk?

Emperyalizm genişlemeden, çürütmeden, yayılmadan, ilhak etmeden, teslim almadan yapamaz!

1917’ nin bütün sonuçlarının ortadan kaldırmaya yönelen emperyalizmin, Türkiye’ yi bugünkü haliyle kabullenmesi söz konusu değildir.

Çözülmenin mantığı

Bugün, devletin çözülmesindn söz ediyorsak, iç içe geçmiş, karmaşık dinamiklerin sonuçlarından hareket ediyoruz ama çözülüşün temelinde emperyalizmin sınır tanımaz saldırıları olduğunu da açık bir biçimde biliyoruz.

Türkiye’ de devlet, sermaye egemenliğinin idamesi için “kurduğu” sistematiği terk etmeye zorlanmakta ancak bunun yerine aynı etkinlik ve kapsamda yeni bir sistematik yerleştirmek konusunda yavaş kalmaktadır. Ortada bir yanlışlık yok, Türkiye’ de çözülmekte olan devletin yeniden “kurulması” için görev, çözülen unsurların üzerindedir. Sermayenin yeni aktörler çıkarması söz konusu değildir, emperyalistler ise mevcut olanları tımar etmekle meşguldürler.

Ancak şimdilik çözülmenin nerede duracağını ve devletin yeniden nasıl biçimleneceğini kestirmeye çalışmak anlamsızdır, çözülüş sürmektedir. Şu ana kadar ortaya çıkan ipuçlarını değerlendirerek çözülüşün mantığına ulaşmak daha verimli ve ön açıcı olacaktır.

1. Devlet, 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte kendisini değişik gelişmelere uyarlayabilme yeteneğini yitirmiş ve kendisini fazlasıyla karşı-devrimci bir üsluba yerleştirmiştir. 1996 restorasyon girişimi tek yönlülükten kurtulma çabası olarak görülebilir. Ancak artık çok geçtir, aşırı gerginleşen devlet, uluslararası gelişmelere, ülke içi dengelerdeki oynamalara hızlı yanıt veremeyecek kadar körelmiştir.

2. Sovyetler Birliği’ nin ortadan kalkması ile birlikte devlet, emperyalist merkezlerle iletişim sorunları yaşamaya başlamıştır. Komünizmle mücadelenin acil gerekleri ortadan kalktığında, Türkiye Cumhuriyeti’ nin bir dış politika vizyonuna hiç sahip olmadığı görülmüştür. Anti-sovyetizm, emperyalist ülkeleri Türkiye karşısında yatıştırırken, Sovyetler’ siz dünyada, Türkiye’ nin nasıl tutunacağına ilişkin tartışmalar, cumhuriyet tarihinde ilk kez oldukça farklı perspektiflerin devlette yer edinmesine yol açmıştır. Avrupa Birliği’ ne üyeliğin herkes için bir üst belirleyen haline getirilmesi, devletteki (ve burjuva siyasetindeki) dağılmayı engellemeye dönük bir girişim olarak da önem kazanmıştır. Ancak Avrupa Birliği’ nde son birkaç yıldır yaşanan gelişmeler, onun bir tutkal olmaktan çok, yeni bir dağıtıcı etmen olacağını göstermiştir.

3. Emperyalist dünyanın Sovyetler yıkıldıktan sonra ulus devletler üzerindeki yıpratıcı müdahaleleri, eski dönemin felsefesiyle kavranmaya çalışılmış, Balkanlar ile Ortadoğu’ daki süreç “Batı ittifakının genişlemesi ve güçlenmesi” olarak değerlendirilerek bu merkezde rol kapılmaya çalışılmıştır. Mekanizmanın başka türlü işlediğinin fark edildiği son birkaç yıldır (sermayeden göreli özerkliği iyice azalmış) devletin tek yaptığı, ABD ve Avrupa’ nın “Batı ittifakının selameti” nden başka bir düşüncesi olmadığına kendisini ikna etmeye çalışmaktır. Ne ki ıslık çalınan yer bir mezarlık değil, emperyalizmin durmaksızın saldırdığı bir coğrafyadır. Bu saldırıların Türkiye’ de devletin kuruluş felsefesine de dokunması, çözücü bir etki yaratmıştır. Durumu kabullenenlerle kabullenmek istemeyenlerin arasındaki fark, teslimiyet ve direniş arasındaki farkın çok uzağındadır. Kabullenmek istemeyenler, ellerindeki kartları en optimum biçimde kullanarak zararı hafifletmeye çalışmaktadırlar. İki taraf da Amerikancıdır, iki taraf da yeri geldiğinde Avrupacıdır, pazarlıkçılar zaman kazanmak için emperyalist projelerin komşu ülkelere odaklanmasını arzulamakta, bu projelere ölçüsüz bir yardımla “tehlike” yi bir süre daha uzakta tutmayı düşünmektedirler. Kabaca özetlediğim bu iki “kamp” arasındaki mücadeleden çözülüşü durduracak bir sonucun çıkması kısa erimde kesinlikle mümkün değildir.

4. Devlet, emperyalizmin parçalayıcı, küçültücü stratejileri ile Kürt sorununu yan yana getirirken, sınıfının dar görüşlülüğünün bedelini ağır biçimde ödemektedir. Bu stratejilerden Kürtlerin sorumlu olmadığını algılamaları bile gerekmiyordu, PKK ile mücadelenin bu stratejileri etkisizleştireceğine dair boş inancı terk etmek yeterli olabilirdi. Tam tersine devlet kendi stratejisini PKK’ yı etkisizleştirmek üzerine kurarak, gerek ABD’ ye gerekse AB’ ye4 inanılmaz bir fırsat sunmuştur. PKK’ yı etkisizleştirmeyi merkeze koyan 20 yıllık stratejinin, bölünmenin alt yapısını hazırladığını bir türlü anlamayan devletin, şu anda Türkiye’ de Kürtlerden daha “bölücü” bir unsurun, Türk unsurunun yaratıldığını kavramasını beklemek de saflıktır. PKK’ yı etkisizleştirmek için Barzanici bir model hayrına ağırlık koymaya hazırlanan devlet toparlanamaz, daha hızlı çözülür!

5. Devletin çözülme sürecini tetikleyen en önemli etmenlerden birisi, liberal ekonomik politikalardır. Devletin ekonomik işlevleri değil, ekonomik ağırlığı azaldıkça sermayenin gündelik refleksleri devlet kurumlarını daha fazla belirlemeye başlamıştır. Oysa Türkiye gibi ülkelerde kapitalist devletin selameti, bu gündelik reflekslerle mesafeyi açan bir mekanizmadadır. Bırakın mesafeyi, TSK dahil olmak üzere, şu anda Türkiye’ nin bütün kurumları, parçası oldukları burjuva sınıfının ortalama aklının ötesine geçme yeteneğini yitirmiş, o ortalama aklın ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bugün üniversite, yargı ve orduda giderek Özal felsefesinin takipçisi “iş bilir” kadroların öne çıkmaya başlaması, devletin çözülme sürecinin özel sonuçlarından birisidir. Geniş anlamıyla özelleştirme süreci toplumda çürüme, devlette çözülmeyi davet etmiştir.

Çözülmenin mekanizmasını anlamak için solun tasfiyesindeki ölçüsüzlüğün yarattığı ideolojik sarsıntıları ve dinci toplumsal tabanın kentlileşerek siyasi alana yerleşmesi gibi sarsıcı bir gelişmeyi de hesaba katmakta yarar var. Ancak bütün bunlar, çözülmenin merkezinde emperyalizmle ilişkilerde yaşanan savrulma olduğunu unutturmamalıdır.

Krize girenler

Çözülmenin merkezinde emperyalizm varsa, Türkiye’ nin önemli siyasal/ideolojik kuvvetlerinde yaşanan krizde de emperyalizm vardır. Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi, Temmuz ayındaki toplantısında üç kesimdeki gelişmelere dikkat çekmiş, devletin çözülmesine eşlik eden bu krizi küçümseyerek devrimci bir hamlenin gerçekleşemeyeceğini vurgulamıştı.

İslamcılar, kemalistler ve Kürtler olarak sıralanmıştı krize giren kesimler…

Elmalar, armutlar…

Aritmetik işlemi yapmıyoruz elbette ve bu üç kesimin kategorik farklılıklarına takılmanın bir anlamı yok. Hepimiz biliyoruz ki, İslamcılar dediğimizde bugünkü hükümetten, toplumsal dokuya yayılmış olan ve siyasal kimliklerini dini referanslarla düzenleyen çok geniş bir yelpazeden söz ediyoruz. Kemalizm üzerine soL’ da bir dizi yazmış ve onların da ancak tarihsel referanslarla var olabildikleri için sınırlarını silikleştirdiklerini vurgulamıştım.5 Kürtler ise elbette bir ulustur ama burada dinamik bir süreç geçiren bu ulus adına siyaset üreten karmaşık toplamdan söz edildiği açıktır.

Şimdi üzerinde duracağımız, bu üç kesimden ne anlaşıldığı değil, yaşanan krizdir. Devletin çözülüşü ve sistemin iç dengeleri bunların yaşadığı krizle yakından ilişkilidir. Devlet nasıl eskisi gibi yapamadığı ve yapamaz hale geldiği için çözülüyorsa, andığımız kesimler de eskisi gibi yapamadıkları için krize girmişlerdir.

Türkiye’ de İslamcılığa siyasal ve ideolojik iddia aşılayan, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD ve Almanya’ dır. Toplumsal dokudaki modernleşmeye ve ilerlemeye dönük direncin emperyalist politikaların içerisine yerleştirilmesi fazla güç olmamıştır. Devlet de komünizmle mücadeleye odaklanan bir gericiliğin nimetlerini sezmiş ve “Batı” dan gelen bu yönlendirmeye müdahale etmek bir yana, onu bizzat organize etmiş, kendi bünyesine çekerek devlet örgütlenmesinin ayrılmaz bir unsuru haline getirmiştir. Dolayısıyla bugün kapitalizmin gelişmesiyle siyasal alanda ağırlığı devlet bürokrasisini rahatsız edecek ölçüde artan İslamcı kesimlerin kurumsal planda devlette kabul görmelerinin yeni bir gelişme olduğu söylenemez.

Bugünkü krizin kaynağında, emperyalizmin Ortadoğu’ daki yönelimlerinin İslamcıların elli küsur yıl rantını yedikleri dengeleri sarsması ve ideolojik/siyasal yapılanmalarında şiddetli sarsıntılara yol açması yatmaktadır. İslamcılar eskisi gibi idare edemezler. Onları bekleyen, açık bir taraflaşma değildir belki ama emperyalizmle ilişkilerde yeni tutamak noktaları ve koordinat arayışlarıdır. Arayışın nasıl sonuçlanacağına ilişkin öngörülerde bulunabiliriz ancak peşin hükümler vererek henüz yeni yeni olgunlaşmakta olan bir krizi zihnimizde sonlandıramayız. Bizi asıl ilgilendiren, krizin İslamcı siyasetin etki alanındaki yaygın toplumsal kesimlere nasıl yansıyacağıdır. Gerçekten daha radikal ve anti-emperyalist dinci hareketlerin ortaya çıkıp çıkmayacağından daha önemli olan, gelişmelerin bu etkiyi azaltma olasılığıdır.

Bu anlamda solun işbirliği ya da ittifak için “unsur” arayışı yüz kızartıcıdır, iktidarsızlığın yeni bir örneğidir, üzerinde çalışılması gereken AKP’ nin, Fethullah’ ın, İslamcı yayın organlarının, Saadet Partisi’ nin, kısacası İslamcı olarak adlandırılan ve algılanan aktörlerin krize karşı takınacakları tutumun toplumsal sonuçlarından sosyalizan ve yurtsever bir enerji yaratmanın mümkün olup olmadığıdır.

Mümkündür, yolları araştırılmalıdır.

Kemalistlerin krizi de farklı değildir. Yıllar boyu emperyalizmle ilişkide “darbe almamak için dostça sarılacaksın” kuralıyla hareket eden kemalistler darbeden kaçınılamadığını fark etmişlerdir. Onların toplumsal tabanı sınırlı ama toplumsal etkileri sanıldığından fazladır. Emperyalist ülkelerle dostluğun huzur, barış ve istikrar getireceğine, yani içerdeki modeli kurtarmaya yeteceğine ikna olan kemalistlere geçmişin tarihsel referansları bugün gelinen noktada ayak bağı olmaya başlamıştır. Ama ya o tarihsel referanslar olmadan yapamıyorlarsa! Ya o tarihsel referansların üzeri örtüldüğünde kemalizmin varlık nedeni tartışmalı hale gelecekse! Kriz buradadır ve kemalizmin toplum üzerinde bu tarihsel referanslar sayesinde kurduğu baskı yavaş yavaş kalkmaktadır. Ancak o tarihsel referanslar ortadan kalkmadığına göre…

Daha önce de vurguladığım gibi, bugün kemalizme anti-emperyalist, hatta eşitlikçi öğeler yakıştırarak hareket edenlerle komünistlerin mücadele etmesi ve söz konusu tarihsel referansları terk etmeye zorlaması son derece anlamsızdır. O referanslarda biz de varız!

Son olarak Kürtler… Burada bir halkı değerlendirmiyoruz, Kürtler dendiğinde bu kapsamda akla gelen siyasi özneleri ve Kürtler adına hareket eden ya da o iddiayı taşıyan aktörleri akla getiriyoruz. Onlar da benzer bir kriz yaşıyorlar. Düne kadar ABD ve Avrupa Birliği, istisnasız bütün Kürt unsurlar için “doğal” birer müttefik olarak görülürken, şimdi daha belirgin hale gelen ABD projelerine Kürtlerin bir bütün olarak sığmasının olanaksızlığı ortaya çıkıyor. Emperyalist merkezlerle işbirliği ya da yakınlaşma Kürtler için hak edilmiş bir tercihti. Kimileri bu tercihi hiç yadırgamazken, kimileri taktik bir açılım olarak değerlendiriyordu. “Herkes ABD’ yle iyi geçiniyor, bize neden laf ediliyor” serzenişi, Kürt öznelerin politikalarını rasyonalize etme yöntemlerini çok iyi açıklayan bir örnek olmanın ötesinde, emperyalizmle ilişkilerde açılan alanın boyutlarını göstermesi açısından da ilginçti.

Zaman zaman devlete “benimle işbirliği yapın, Kürtleri büyük güçlere mahkum olmaktan çıkarın” diyen Öcalan’ ın, bu önerileri yaparken dahi ABD ve AB kozunu kullandığı açıktı. Kendisi büyük güçlere mahkum Türkiye Cumhuriyeti’ nin uzun süre kendi kurum ve kadroları nezdinde tartıştığı “Öcalanlı Kürt çözümü” nün şimdilik devre dışı kalmasıyla birlikte, Ankara ile Washington, Barzani modelinde uzlaşmış gözüküyorlar. Bu model Kürtlerin krizidir… Bazı unsurlar dışarıda kalacak, modele içerilecekler ise hem başkalaşacak hem de bugüne kadar kullanageldikleri hareket alanına sahip olamayacaklardır.

PKK eski haliyle yapamaz ama legal Kürt siyasetçisi de eskisi gibi yapamaz. PKK’ yi kısmi bir tasfiyenin ve dönüşüm sürecinin beklediğini sık sık yazıyoruz, aslında süreç ama tasfiye ama dönüşüm ama eklemlenme biçiminde herkesin sürecidir. Bu süreç krizi çözmeyecek, derinleştirecektir.

Bir başka deyişle, Barzanicilik yaygınlaşacak ama herkesin bayrağı olmayacaktır.

Olmaması için uğraşılmalı ve Kürtler adına söz söyleyenlere ortak ve anti-emperyalist bir mücadele için el uzatılmalıdır. Düşmanlığa, savaşa, bölünmeye karşı uzanacak bu elin sahibi aynı zamanda Kürtlerdir.

Vazife

Devlet çözülüyor; bu, henüz sistemin çözülüşü anlamına gelmemektedir dedik. Sürecin, sermayenin egemenliğini pekiştirmesi sonucunu doğurabileceğini de vurguladık. Çözülmenin merkezinde emperyalizmin yönelimleri olduğunu söyledik.

Buradan vazife çıkar mı?

Çıkar!

Devlet, işbirlikçiliğinin, emperyalist ülkelerle kurmuş olduğu kişiliksiz ilişkinin bedelini ödüyor. Ancak devlet, sermayenin egemenlik aygıtıdır. Sermaye egemenliği pekişiyorsa, süreç, devletin toparlanması ve başka bir dengede yeniden kurulması anlamına gelir.

Sermaye devletine sahip çıkma fikri, marksizme yabancı, devrimci mücadeleye aykırı bir ihanet çizgisidir. Ancak emperyalizmin tacizine karşı mücadele, emekçi sınıfların kazanımlarını korumaya dönük vazgeçilmez bir tutum olmanın ötesinde sosyalist iktidar stratejisinin olmazsa olmazıdır. Bugün çözülmekte olan devlet; sol, durumdan vazife çıkaramazsa, emekçi sınıfların üzerine yıkılacaktır. Egemenliğin devrine, merkezi yapının zayıflatılmasına, yerelciliğe direnmeden, emperyalizmin parçalayıcı ve küçültücü müdahaleleri karşısında birlikçi bir tutum almadan devrimci bir strateji örmek olanaksız hale gelmiştir.

Sermaye egemenliğinin devletten şirkete geçişinin durdurulamaması işçi sınıfının 150 yıl geriye yuvarlanmasından başka bir anlam taşımayacaktır. Sovyetler Birliği, emperyalizmi 70 yıl dizginlemişti, şimdi sermaye bu ertelemenin intikamı peşinde koşuyor.

Buna izin vermemek, dünyada ve Türkiye’ de devrimci mücadelenin giderek güçlenen umududur.

Dipnotlar

  1. Yıllar önce, tıpkı şimdiki gibi sigaraya karşı militanca mücadele verirken “bu akılsızlığı nasıl yaparsın” diye diklendiğim bir yoldaşım “ben rasyonel değil, komünistim” demişti bir olasılık o sıralar yayınlanmış olan Merkez Komitesi’ nde Cinayet romanından esinlenerek. “Bulmuşsun her şeye kafa sallayan bir ülke, daha ne istiyorsun” diye sorsaydık söz gelimi Amerikalılara, onlardan da “ben rasyonel değil emperyalistim” yanıtı gelirdi muhakkak.
  2. Vladimir İlyiç Lenin, Emperyalizm, Sol Yayınları, 1978, çeviren: Cemal Süreya, s. 110.
  3. a.g.y., s. 98.
  4. İki gücün Kürt stratejisinin şu sıralar ötüşmediğini, Avrupa’ nın Türkiyeli, ABD’ nin ise Iraklı bir perspektifi sahip olduğu biliniyor. Bilinmesi gereken bir diğer gerçek ise bu iki perspektifin birbirini dengelemediği ya da Türkiye üzerindeki baskıyı hafifletmediğidir. İki farklı yöne çekiştirilen sorunun “bölücü” etkisi azalmamakta, artmaktadır!
  5. 8-10 Ağustos 2006, www.sol.org.tr. Bu yazılarda kemalizmin “sınıfsızlık” iddiasının özellikle önemli olduğunu, bu iddia sayesinde çok önemli başlıkların yanından dolaşıldığını vurgulamıştım. “Sınıfsızlık” ile birçok burjuva devriminin özelliği olan “sınıflar üstülük” birbiriyle karşılaştırılmamalıdır. Türkiye’ den farklı olarak birçok burjuva devrimi tüm halkın burjuvazinin şahsında cisimleştiği sınıfsal bir kimliğe sahip olmuştur, sınıfların ve sınıfsal çıkarların varlığının bizdeki gibi sistematik bir biçimde reddedildiği pek az örnek vardır.