Cumhuriyet Neden Yenildi?

“Sovyetler Birliği neden yenildi” sorusunu yanıtlamak daha zor… Yükselen sınıfın ürünüydü hiç kuşkusuz sosyalizm…

Türkiye burjuvazisinin yükselişi ise kapitalizmin alabildiğine çürütücü emperyalist aşamasına denk düşmüştü. Bu yükseliş kendi projesini kimi öncü denemelerden sonra, son derece özgün tarihsel koşullarda ete kemiğe kavuşturdu.

Emperyalizmin planlarını bozduğu oranda ilerici, emperyalizmle buluşmak istediği sürece gerici; coğrafyamızın devrimci güçlerine yanaştığı ölçüde ilerici, karşı-devrim merkezleriyle pazarlık yaptığı noktada gerici; üretici güçlerin gelişimine yol verdiği sürece ilerici, gününü doldurmuş formasyonlarla uzlaştıkça gerici gerici…

Burjuva devrimleri öyle ya da böyle, hep aynı kaderi paylaşmamışlar mıdır?

Burada bir yenilik yok.

Burjuva devrimleri her durumda, yani bütün çelişki ve tutarsızlıklarıyla birlikte, birer “tarihsel ilerleme”dir . Örnek olsun, Türkiye’nin burjuva devrimi “kitle tabanı” açısından kısırdır ama öte yandan en önemli hamlesini emperyalist paylaşımın orta yerinde gerçekleştirip, bölgenin devrimci güçleriyle etkileşime girmesinin ürünü olan başka artılara sahiptir.

Gerçekleşene neden tarihsel bir ilerleme gözüyle baktığımızı defalarca ve değişik düzlemlerde dile getirdik zaten. Buradaysa malum olanı, cumhuriyetin burjuvazinin elinde çürümesinin kaçınılmazlığını, sürecin son evresindeki gelişmeleri merkeze koyarak, bir önerme olmaktan çok daha fazlasını ifade eden hareket noktamızı siyasal ve ideolojik mücadelelerin açığa çıkardığı somut sonuçlarla sağlama yoluna gidilmeye çalışılacak.

Cumhuriyetin yenilmesinden söz ediyorsak, hiç kuşkusuz galebe çalan bir özne var. Karmaşık, öte yandan “yabancı” olmayan bir özne… Buna geleceğiz. Ama önce cumhuriyetlerden ilkinin başarısızlığına odaklanmalıyız.

Şöyle başlayabiliriz: Hangi koşullarda “cumhuriyet bitti” demezdik, diyemezdik?

Kokuşmuş bir düzenin sürme olasılığından söz etmediğimiz açık. Öte yandan, hayırla anmadığımız bir gelişmeden, bir yer değiştirmeden söz ediyoruz. Olan, özetle şudur: Cumhuriyet kendi mezarını kazmış ve ikincisine yol vermiştir. Süreklilik, doğallık var…

Tam da bu noktada “cumhuriyet iki olasılıkta bitmezdi” diyebiliriz.

Birincisi, ki en uçta olanıdır, kapitalist düzen bitirilirdi, burjuva devlet aygıtı kırılırdı… Lakin kimse “cumhuriyet bitti” demezdi; sosyalizm cumhuriyet fikrini tamamen farklı ve yeni bir sınıfsal düzlemde yaşatırdı. Burada “cumhuriyet” kavramına dönük bir çubuk bükme, fetiş filan yok, tersine bir düzeltme işlemi var! “Kahrolsun TC” akılsızlığının milliyetçi bir tepkinin ötesinde, sol ideolojiye yedirildiği bir ülkeden söz ediyoruz. “Kahrolsun sömürü düzeni”nin yerini bu saçmalığın almasını baskı ve zulmün ürettiği “anlaşılabilir bir psikoloji” ile açıklamak fazlasıyla iyi niyet olur. Düpedüz bütün veçheleriyle ortalığa saçılmış bir sapmadan söz ediyoruz. Bu sapmanın yıkıcı etkisi, “cumhuriyetçiliği” sosyalist değerler bütünlüğünün içine yerleştirmeden, giderilemez.

Bir diğer olasılık daha vardı, cumhuriyetin başkalaşma sürecinde, henüz sosyalist devrim için yeterli olmayan ama ikinci cumhuriyetin zaferine de izin vermeyen geçici ama tarihsel açıdan son derece değerli bir direnç ortaya çıkardı. Bu hep iddia edildiği gibi statükocu güçlerin işi olamazdı. Bu, ciddi bir ideolojik eksen farklılaşması ve emek eksenli bir karşı koyuşun ürünü olabilirdi.

Sosyalizmin güncelliği her zaman mottomuz olmakla beraber, “cumhuriyetin bitmesini” engelleyecek bu olasılıklardan ikincisinin nesnellik hesaba katıldığında, daha elle tutulur, daha hakiki ve üzerinde çalışmaya daha değer olduğu açıktı. Bitişin, tükenişin şiddeti ve hızı bu seçeneğe de geçit vermedi.

Bundan sonra söyleyeceklerimizde zaman zaman yukarıda ne demek istediğimizi somut örneklerle açmaya çalışacağız.

 

Osmanlı’nın mağduriyeti Cumhuriyete iyi gelmedi

Malumunuz, “resmi tarih tezleri” İkinci Cumhuriyet’in bizzat kendinden önce egemenliğini ilan etmişti. “Ülkenin başına gelen en büyük felaketlerden birinin cumhuriyetin Osmanlı’nın reddi, inkarı üzerine kurulması” olduğu tezi de bunlardan başlıcasıydı.

Gerçekten böyle midir? Türkiye’nin burjuva devrimi “süreklilik ve kopuş” diyalektiğini zorlayacak bir reddi miras girişimi midir? Yoksa geç kalmış bir kopuşun, sürekliliğin yarattığı tehdidi hafifletmek için imparatorluk geçmişini toplumsal hafızadan silme gayreti içine girdiğini söylemek daha mı doğrudur?

Cumhuriyet’in Osmanlı’yla hesaplaşması son derece çelişkili, parçalı ve tutarsızdır. Bir yanda oldukça köklü bir sıçrama, diğer taraftan özenle korunan muhafazakar bir toplumsal dokuya dokunulmazlık kazandırma… Bir yanda çapsızlıkla, iradesizlikle ve düşkünlükle itham edilen Osmanlı hanedanı, diğer tarafta şanlı bir geçmişin mirasını sahipleniş…

Burjuva devrimlerinin yapısında var bu ama Türkiye’nin burjuva devriminde daha ötesi de var!

Her “kuruluş”, kendinden öncekinin yitirdiği meşruiyeti kendi hanesine yazar.

Oysa Birinci Dünya Savaşı, çürümekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun gayrı meşrulaşma sürecini yavaşlatmış, hatta emperyalist güçlerin “parçalama” girişimi, yarattığı mağduriyet görüntüsü nedeniyle Osmanlı’ya “meşruiyet öpücüğü” vermişti. Belki mağduriyetten meşruiyete geçiş milli mücadelenin de işine yaramış, Ankara’daki yeni iktidar odağının elini güçlendirmişti. Ancak, kemalist hareketi Osmanlı’ya karşı daha tavizsiz kılacak, böyle bir konumlanış için onun elini güçlendirecek ya da onu daha köklü bir kopuşa zorlayacak bir “fotoğraf” yoktu elde. Abdülhamit dönemimin astığı astık, kestiği kestik, zorba ve muktedir salatanatından geriye kala kala “işbirlikçilik” kalmıştı. Onun da üzerine işgalin gölgesi düşmüştü bir, işbirlikçiliği fazla kaşıyamayacak kadar “batıcı” bir hareket burjuva devriminin liderliğini ele geçirmişti, iki!

Üstelik Osmanlı’nın mağduriyeti devrimci güçlerce tescilleniyordu da…

Dönem, devrimci bir dönemdir; bu dönemin devrimci aktörlerinin olaylara ve öznelere yaklaşımı, ortalama yargıyı ve kamuoyu eğilimlerini fazlasıyla etkilemekteydi.

Ve onlar sayesinde uluslararası gericilik birçok konuda susmak durumunda kalmış, sessizliğe gömülmüştü.

Savaş komşu üç imparatorluğu fena çarptı. Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları emperyalist hesaplaşmanın ardından tarih oldu. Rus Çarlığı’nın ortadan kalkmasına derin bir oh çekilmesinin biricik nedeni Sovyet Devrimi değildi. Bu devasa Slav imparatorluğu devrim cephesinin canını acıtıyordu; Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun ardından ezilenlerin gözyaşı dökmesi de beklenmezdi; Osmanlı’nın mahkumiyeti ve parçalanmasıysa farklı duygular yarattı.

Savaş bitmiş, komşu üç imparatorluk, biri galiplerin safında savaşa girmesine karşın, farklı biçimlerde nihayete ermiş…

Gericiliğin kaleleri diyebilirsiniz, halklar hapishaneleri de… Üretim ilişkilerinin gelişiminin önünde bir engel olduklarını da ilan edebilirsiniz…

Avusturya-Macaristan, Rusya ve Osmanlı’nın birer imparatorluk olarak sonudur bu.

Gününü doldurmuş, tarihin ileriye doğru akmasının önünde engel olmuş büyük birimlerden söz ediyoruz.

Söz ediyoruz da, siz hiç zamanında Osmanlı’nın fiilen bitişi anlamına gelen 1918 uğrağından bir ilerleme olarak söz eden devrimciye rastladınız mı? Gericilikse gericilik, monarşiyse monarşi, ulusal sorunsa ulusal sorun. Bunların hepsi Osmanlı’da var!

Ama gelişmeler hiç de devrini doldurmuş geri bir yapının sahneden çekilmesi olarak değerlendirilmedi.
 

Biraz daha somutlayalım. Osmanlı’yı, İttihatçı ve saltanatçı kanatlarıyla bitiren, bu anlamda farklı ulusların acılarının sona ermesi için zemin hazırlayan bir gelişme neden marksizm adına olumlanmadı? Bugün “siz biliyor musunuz insanların Esad’dan, Kaddafi’den ne çektiklerini” diyerek emperyalist operasyonları öyle ya da böyle içine sindirip destekleyen, “halk ayaklanması” sosuyla bu operasyonları gizlemeye kalkanların dedeleri, neneleri acaba neden “öyle ya da böyle Osmanlı’nın dağılması her durumda isabetlidir” diyemediler?

Osmanlı düşkünlüğü, sözü edilen genetik zincir için yeni bir olgu ve bütünüyle Türkiye Cumhuriyeti, devrim, ilerleme fikri ve jakobenizm alerjisinin ürünü. Bu nedenle, hele hele Fransası, İngilteresi, ABD’si ve bir başka taraftan Almanyası Osmanlı’yı on yıllardır kıstırmışken, kanlı bir savaşın ardından gelen “bitiş”in selamlanmamasını bugünkü liberal mülahazalarla açıklamak inandırıcı olmaz. Fırsat varken emperyalist işgali de yeniden yapılanmayı da hararetle desteklerlerdi.

Peki ne oldu?

Emperyalizmden söz eden, emperyalizm olgusunu devrimci siyasetin merkezine koyan bir siyaset kültürü marksizme egemen oldu.

1917 Ekim Devrimi aradan sıyrılmasaydı, bütün kartlar yeniden karılırdı elbet ama bir şey muhakkaktı: Avrupalı marksistlerin önemli bölümü geri bir toplumsal formasyona dayanan ve halkları kilit altına tutan Osmanlı’nın “batılı” güçlerce tanzimini allayıp pullayacaktı.

Bolşevikler ve yeni doğmakta olan Üçüncü Enternasyonal geleneği buna izin vermedi. Osmanlı’ya güzelleme yapmadılar belki ama imparatorluğu dağıtan “dış etmene” açıktan tavır aldılar.

1908’de de böyle olmuştu. Lenin Osmanlı’nın iç dinamikleriyle geri ve zorba olandan kurtulabileceğine, bu nedenle Jöntürklerin kendi haline bırakılması gerektiğine her fırsatta işaret etti, sonrasında İttihatçıların batılı devletlerce tuzağa düşürüldüğünü, ona “burjuva devrimci” bir çizgide rahat verilmediğini yazdı.1

Türkiye Cumhuriyeti’nin, artık Birinci Cumhuriyet de diyebiliriz, tarihsel meşruiyetinden söz ederken bu noktayı da atlamayalım diye düşülen bir not olarak görülmeli yazının bu bölümü.

1920‘ler “geri” olanı aşmak, tıkanan ve tökezleyen burjuva devrimini esas hatlarıyla tamamlamak için çaplı bir girişim olarak ne kadar meşru ise, Osmanlı coğrafyasına dönük emperyalist yağmacılığa karşı ürkek de olsa bir itiraz ve düzeltme girişimi olarak da o kadar meşrudur. 1918’de Osmanlı’nın emperyalist hesaplar uyarınca de facto nihayete ermesine hiçbir bağlamda böyle bir meşruiyet yüklenemez oysa…

Aradaki farkı anlamayanlar ya da önemsemeyenler “Arap baharı”na vecd içinde bakmayı tercih ettiler. Tıpkı Birinci Cumhuriyet’in bitişine baktıkları gibi…

Bağlantı açık!

Sermaye egemenliğini yıkmak için mücadele eden komünistlerin Birinci Cumhuriyet’in sonlanışından bir “sevinç” çıkarmamalarının, tersine bu gelişmeleri öncesinde engellemeye çalışıp, kaçınılmaz hale gelenden kaygı duymalarının bir anlamı var.

Yoksa elbette 2000‘lerdeki Türkiye’de, tıpkı diğer on yıllık dilimlerde olduğu gibi, çürüyen, devrini doldurmuş, bu anlamda devrimci bir sıçramayla aşılması gereken bir düzen hüküm sürüyordu.

Şimdi başa dönelim…

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın en itibarsız olduğu döneme doğmamıştır. İttihatçıların öznel ve nesnel nedenlerle yarım kalan 1908 çıkışı itibarsızlaşma sürecini kesintiye uğratmış, imparatorluk için yeni bir soluk anlamına gelmişti. İttihat Terakki’nin erken başarısızlığı ve ardından gelen Birinci Dünya Savaşı’ndaki umutsuz tutunma arayışı Osmanlı’nın sonlandırılmasını ne kadar “acil” bir mesele haline getirdiyse, 1918’de emperyalist Almanya’yı bile mağdur durumuna düşüren “barış anlaşmaları”ndan Anadolu’nun payına düşen de Osmanlı’nın savunulmasını o kadar mümkün hale getirmişti. Ankara bu algıdan yararlanmıştır ama Türkiye’nin burjuva devriminde on yıl öncesine göre bir eksen kayması söz konusudur: Hesaplaşmanın karşı tarafında artık mutlakiyet değil, emperyalistler vardır!

Yeni kuruluşu kararsız hale getiren, biraz da budur.

Osmanlı çürümüştür, Osmanlı çaresizdir, Osmanlı teslim olmuştur ama durgun ve mücadeleye isteksiz Anadolu toplumsallığını “tamamen farklı bir format” için yanıp tutuşur hale getirecek bir “sıfır noktası”na ulaşılmamıştır. 1908’in tarihsel değer taşıyan ama sonuçta tatmin edici olmaktan uzak pratiğinin de değişim arzusuna enerji taşımadığı açık olsa gerek.

Liberal-gerici koalisyonun “tepeden inme” diye mahkum etmeye kalktığı cumhuriyet yıllarının Osmanlı’yı inkar değil de Osmanlı’yı unutturma üzerine kurulu olduğunu ve bunun burjuva sınıfının genetik korkaklığıyla birleştiğinde cumhuriyeti iyice zayıflattığını düşünüyorum.

Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının zaman zaman Osmanlı’ya dönük reddiyeci tutumunun da bir hesaplaşmadan çok “iz kazıma” olarak değerlendirilmesinde yarar var. Bu açıdan İslamcıların “manevi değerlerimiz kayboldu”, liberallerinse “çok renkliliği yok ettiler” sezenişine fazla prim vermemeli. Gerçek bir hesaplaşmaya yönelinseydi, 2000‘lerde birincisinden ikincisine geçiş bu kadar kolay olmaz, İslamcılarla-liberallerin koalisyonu bu kadar geniş bir toplumsallığa hitap etmezdi. Kemalizmin denediği, bir hafıza yenileme operasyonudur.

Osmanlı’ya emperyalist güçlerin hediye ettiği mağduriyet olmasaydı, “işgale karşı mücadele” rüzgarından yoksun kalacak Türkiye burjuva devrimi belki daha da geri bir düzleme yerleşecek, belki çok farklı idari birimler ortaya çıkacaktı, bunu bilemeyiz. Ancak aynı mağduriyetin kemalistleri bir yandan cüretli işler yaparken öte yandan Osmanlı’dan devralınan sosyo-ekonomik ve ideolojik geriliğe fazla ilişmeme çılgınlığına sürüklediğini unutmayalım.

Çılgın Türklerin çılgınlığı, bu temelin taşıyaması mümkün olmayan “siyasal” dönüşümlere yönelmeleridir.

Burjuva devrimi boyundan büyük işlere kalkışmıştır

Cumhuriyet’in 1920‘lerdeki kuruluş felsefesinin hızla aşınmaya başlaması ve 90 yıl kadar sonra bu felsefenin “resmi” sıfatını yitirerek değersizleşmesi bir bakıma fazlasıyla “kuralına uygun”dur. Burjuva devrimlerinin “devrim”den arınma işlemi kaçınılmazdır ve hiçbir biçimde Türkiye’ye özgü bir yan taşımamaktadır. Maddi varlığı son derece cılız bir sermaye sınıfını egemen sınıf olarak yeniden kurmanın yolları da sınırlıdır ve örneğin Türkiye’de “devletçi”, “tepeden inme” diye itham edilen sermaye birikim modelinin bugünün liberal soytarılarına rahat rahat ahkam kesme olanağı sağladığı unutulmamalıdır. Ekonomik temelleri zayıf duran bir sınıf diktatörlüğünün sahtekarlıkla malul burjuva demokrasisinin alanını geniş tutmak için çaba harcamayacağı da en azından marksistlerin bilgisi dahilindedir.

Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde şaşırtıcı bir şey yok.

Öte yandan gerek milli mücadele sırasında gerekse “Atatürk devrim ve inkılapları” olarak kodlanan dönüşüm sürecinde ilginç işlere kalkışıldığını söylemek durumundayız.

Osmanlı’dan beri siyasal süreçlere halk katılımına paranoya ile yaklaşan değişimci kadroların reformları güvenlikli sularda gerçekleştirme hevesi önce Balkan Savaşları’yla, sonra da Birinci Dünya Savaşı’yla ciddi biçimde kırılmıştı. Örgütçülük ve dar alanda siyaset konusunda son derece becerikli İttihatçı paşaların makro dengelerin altüst olduğu bir konjonktürde acemice hamleler yapıp zavallı duruma düşmelerinde korunaksız siyasete alışkın olmamalarının da payı var elbette.

Mustafa Kemal’i diğerlerinden ayıran, bu kaotik tablonun kısa süreceğinin bilincine vararak, cesaretin sınırlarını bilmesi ve onu “maceralardan” arındırabilmesiydi. Bir açıdan bakıldığında, ortada gerçekten de fazlasıyla ihtiyatlı, hatta korkak bir devrimci önderlik vardır. Zorla asker toplayan, silahlı gücünün önemli bölümünü içerdeki sorunlara ayırmak durumunda kalan kemalistlerin bir yandan da “halk katılımı”nı belli bir çizginin üstüne taşırmamak için önlem aldığını hatırlayalım.

Ancak ideolojik açıdan fazlasıyla eklektik ve silik bir hareketin, sürekli siyasi manevralar yapmak durumunda olduğu, çok bilinmeyenli bir denklemin içinde kendine yer açmaya çalıştığı bir dönemde ihtiyatlılık ve ataklık salınımında her zaman rasyonel davranabilmesi zaten olanaksızdı.

Mustafa Kemal ve arkadaşları, temel tercihlerdeki netliğe güvenerek o tercihlerle uyum zorluğu çekmesi kaçınılmaz uygulamaları kuruluşa monte ederken kendilerine fazla güvenmişlerdir.

Kimse kendini aldatmasın, temel tercihler kapitalist yolda inat, batıya uygun koşullarla eklemlenme ve sosyalizmle mesafeyi korumaktır.

Kuruluşun bağımsızlık, laiklik ve devletçilik vurgusu bu tercihlerle birlikte ele alındığında, bir ikiyüzlülükten ziyade, kendini bilmezlik olarak görülmelidir. Türkiye Cumhuriyeti kendini bir kez daha sakin limanlara attıktan sonra bu işin gerçek anlamda bir demagojiye dönüşmesi ve cumhuriyetin kuruluş felsefesinin içten içe çürümesi kaçınılmazdı.

Komünistleri diğerlerinden ayıran, kuruluş felsefesiyle değil, kurucu kadroların temel tercihleriyle davalı olmalarıdır.

Peki bunlar bir bütün değil midir?

Hayır değildir!

Burjuvazinin kendi hegemonyasını sağlamlaştırma operasyonu oldukça farklı bir ideolojik biçimlenmeyle de pekala hayata geçebilir, en azından genç burjuva devleti bazı yüklerden daha hızlı kurtulabilirdi. Bunun yerine zamanla halk düşmanı ve emperyalizmle uyumlu politikalara “ur” gibi yapıştırılan ama içerdikleri yoğun tarihsel enerji nedeniyle bir türlü basit birer aksesuara dönüşmeyen unsurlardan söz ediyoruz.

Kadın hakları, genel oy hakkı, dinin siyasal rolünün büyük ölçüde azaltılması, eğitim reformları… Bunlara eklenen kılık-kıyafet, harf, tarih, müzik gibi başlıklardaki zorlamaların ne kadar kaçınılmaz, ne kadar yapay olduklarını burada tartışmayacağım ama liberal soytarıların meydanı boş bularak “değerlerimizden koptuk” diye kopardıkları yaygaraya karşı söyleyeceklerimiz elbette var. Yeri geldiğinde…

Birincil öneme sahip uygulamalara “Kürtleri kapsamayı” da ekleyebiliriz. Nihayetinde, Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın ulusal sorununu olduğu gibi devralmamış, toprak daralması ve savaş sonrası dünya düzeni, sorunu farklılaştırıp birinci sıraya Kürtleri yerleştirmişti. Milli mücadelede Kürtlerle ittifak politikasının, işgalin hemen ardından kesintiye uğraması genellikle ya ikiyüzlülükle ya da İngilizlerin konuyu kaşımasından duyulan korkuyla açıklanır.

Bunlara kimse itiraz edemez ama öte yandan “Kürtleri kurucu unsur olarak meşrulaştırmanın” da genç bir burjuva iktidarı için fazlasıyla hayal olduğunu hesaba katmak gerekir. Kapitalizmin ulus devlet uğrağının modifikasyonu zor bazı sınırları olduğu gerçeği bir yana2 , kuruluş felsefesinde yer alıp da altı boş duran politikalardan ilk terk edileni Kürtlerin kuruculuğunun kabullenilmesi olduğunu söyleyebiliriz.

Bunun nedeni ulusal kibir, milliyetçilik midir?

Emin olmamak gerekiyor.

En azından sınıfsal bir bakış açısı da dahil edilmeli muhasebeye.

Ekonomik zayıflığını siyasete yüklenerek telafi etmeye çalışan Türkiye burjuvazisinin Kürt unsurunun siyasal kimlik ve anayasal statü kazanmasını içine sindirmemesinin bir nedeni geri sosyo-ekonomik temeller üzerinde feodallerle yoksul köylülüğün oluşturduğu bir toplumsallığa sıkışan Kürt gerçekliğinin kemalistlerin kafasındaki egemenlik mekanizmalarına uymamasıydı. Kürt kimliğinin cumhuriyet bünyesinde ayrı bir karakter taşıması demek, şeyh ve ağalarla yoksullar arasındaki gerilimde açık taraf olmak demekti. Türkiye burjuvazisi, mülk sahibi sınıfla ittifakını örtülü kurmayı tercih ederek Kürt ezenlerine kendi iktidarında yer açtı, inkarcılığa yöneldi ve Kürt yoksullarını, onlar arada kendilerini hatırlatmadıkları sürece unutmayı yeğledi:

“Kuruluşun halka dönük çekincelerinin en trajik sonuçlarından biri Kürt başlığında ortaya çıktı. Kemalist kadroların halkı dışarıda tutma eğilimi, Kürtleri kapsamak söz konusu olduğunda Kürt feodalleriyle işbirliğine dönüştü. Dolayısıyla Cumhuriyet kuruldu diye kendini Türk hissetmek zorunda olmayan Kürt halkının sistemle entegrasyon sorunu, Kürt aşiret reisleriyle kurulan ittifaka havale edildi.”3

Böylece kuruluş ilk önce Türk-Kürt kardeşliğini elden çıkardı… Kürt sorununu bir dinamite dönüştürmeyi göze alarak!

Laiklik, bağımsızlık gibi temalardaysa daha farklı davranıldı; önce beslenme damarları tıkandı, ardından savunmasız bırakıldılar.

Boylarından büyük işlere kalkıştıklarını bildiklerinden, sosyalizmin hızla yaygınlaşabileceği bir zemin oluşturduğunu anladıkları aydınlanmacı ve yurtsever temelleri toplumsal dinamiklerden tecrit etmenin yollarını aradılar, solu da bu temellerle her temas girişiminde imhaya yöneldiler.

En sonunda solun cumhuriyetin sınıfsal aidiyetiyle hesaplaşmayı gözü yemeyen kesiminin yurtseverlik ve aydınlanmacılığı inkar etmesini becerdiler ve rahatladılar.

 

Sermayenin mantığına aykırı

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini emek-sermaye çelişkisi daha baştan boşa çıkarmakta, burjuvazi elinde tuttuğu iktidarı kendi sınıf çıkarları için kullandıkça, kuruluş felsefesini de sağından solundan çizmekteydi. Bununla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti, kapitalizmin maddi altyapısını güçlendirmeyi hedefleyen birikim modeline az-çok uyan, en azından onu besleyen bir siyasal-ideolojik konfigürasyona sahipti.

Dolayısıyla ilk günahın Demokrat Parti iktidarında işlendiğine ilişkin kemalist önerme ne kadar temelsiz, ne kadar saçmaysa, bu partinin denk düştüğü sermaye birikim modelinin kuruluş felsefesinde daha görünür delikler açtığını inkar etmek de bir o kadar anlamsız.

Sol yükselişe de yataklık eden 1960‘larda bu deliklerin yamanmasına izin verenin temel olarak sermayenin gereksindiği ekonomi politikalar olduğu da unutulmamalı. Uluslararası konjonktür, kapitalizmin iç dinamikleri, toplumdaki ideolojik ve siyasal yer değiştirmeler, bütün bunlar Birinci Cumhuriyet’e sadece zaman kazandırdı.

Ancak sermaye sınıfının bu zamanı nasıl değerlendirdiği ortada! Şimdilerde “darbelerle hesaplaşma” histerisinin unutturduğu 24 Ocak Kararları, kendi başına bir “emeğe saldırı” paketinin çok ötesinde anlam taşıyordu örneğin. Bu kararlar yalnızca 12 Eylül faşist darbesini kaçınılmaz hale getirmiyor, aynı zamanda Türkiye kapitalizminin dünyadaki gerici ve hatta karşı-devrimci neo-liberal saldırı rüzgarına tez elden duhül olacağını müjdeliyordu.

24 Ocak kararları üzerine çok düşünen ve yazan, bu politikaların anlamını deşifre etmek için elinden geleni yapan iktisatçı Mustafa Sönmez, yeni birikim modelini şöyle özetliyordu:

“İthal ikameci politikanın artık geçersizleştiğini ilan edip onun yerine ihracata dönük sanayileşme stratejisine yer veren bir modelde, uluslararası kapitalist işbölümünün gereklerine uyarak gıda, tekstil, konfeksiyon gibi emek-yoğun ve hammaddesi yurt içinden sağlanan sektörlere ağırlık vermek gerekiyordu. Bu tür sektörlerde ana girdileri oluşturan tarımsal ürünlerin fiyatları ile, ihracata dönük sektörlerdeki ücretler, ithal ikamesi politikasındakilerden farklı bir öneme sahipti. Geçmişin ithal ikameci politikası dayanıklı tüketim mallarına ağırlık verirdi ve iç pazara dönüktü. O nedenle tarımsal gelirler ve ücretler bir yandan üretimde maliyet faktörü iken öte yandan yurtiçi gelirlerin bir parçasıydı. Tekelci sermaye, düşük gelirli işçiye ve küçük üreticiye mal satamayacağının bilincindeydi. Oysa dışa dönük bir sanayileşme sözkonusu olduğunda dış pazarlarda boy gösterip varlık bulabilmek için maliyetleri en aza indirmek gerekiyordu. Bu nedenle artık ücretler ve taban fiyatları sadece maliyet unsuru olarak kabul edilecekti. Bunları da en aza indirmenin yollarını bulmak gerekirdi.”4

Evet ortada yeni bir birikim modeli vardı ama bunun çok ötesine geçen, kalıcı sonuçları olan küresel bir saldırı da…

Kuruluş felsefesinin “sınıf çelişkileri”ni örten demagojisi gitmiş, yerine zengin sınıfları açıkça kayıran, emeğe saldırıları kanıksatan bir başka devlet üslubu gelmişti. 30 yıllık gerçek budur…

Devletçilik, hem kamu mülkiyetindeki işletmelerin özele devri ile hem de kamu çıkarlarını kollayan kimi uygulmaların hızla devre dışı bırakılmasıyla tarih oldu. 30 yıllık gerçek budur…

Uluslararası piyasalara eklemlenmedeki ihtiras, kapitalizmin küresel eğilimleriyle birleşince bağımsızlığın karikatürü dahi gereksizleşti, hatta ayakbağına dönüştü. 30 yıllık gerçek budur…

Ve sermaye, İslamiyetin bağrındaki homo economicus’u keşfediverdi. İşçi sınıfını kötürümleştiren, onu sınıftan cemaate dönüştüren, ticareti, girişimciliği ve özel mülkiyeti kutsayan bu ideolojinin getireceği dinamizmle geri toplumsal dokuyla uyumsuz laikliğin yarattığı gerilime baktılar ve birinci cumhuriyetin kritik bir özelliğini bir kalemde harcayıverdiler. 30 yıllık gerçek budur…

Sermaye sınıfının (ikincisinin bazı yönlerine itiraz edenler de dahil) Birinci Cumhuriyet’e gereksinimi artık kalmamıştı.5

 

İdeolojiler alanında harakiri

Türkiye’de sosyalist ideolojinin aydınlanmacı ve yurtsever damarının cumhuriyetin kuruluş felsefesinden fazlasıyla beslendiğini kimse inkar edemez. Bunda bir sakınca yoktur, sosyalizmin toprağa yerleşmesine yardımcı olduğu oranda bağlantı işe de yaramıştır.

Kimilerine göre bu kaynak, solun kemalizme ideolojik bağımlılığından başka sonuç vermemekteydi.

Oysa ne aydınlanmacılık ve yurtseverlik kemalizmin sabitlerindendi ne de kemalizm gücünü ideolojik etkisinden alıyordu!

Türkiye solunun kemalizm etkileşiminden gördüğü zararın ideolojik değil siyasal kökleri olduğunu artık söylemek gerekiyor. Kemalizm, Türkiye solunu kendine mahkum ederken, onu siyaseten bağımlı kılmak için basit bir düzenekten yararlanmıştır. Solu başına buyruk hareket edemeyecek ya da kendini merkeze oturtan projeler geliştiremeyecek ölçekte tutmak, bunun ötesine geçmeye kalktığında önce budamak ve sonra da ancak solun yaşatabileceği ama aynı zamanda solun bu topraklarda kök salmasına yardımcı olacak aydınlanmacı ve yurtsever damarın kemalistlerin siyasi koruması olmaksızın yok edileceğine solu ikna etmek!

Düzeneğin sol açısından sorunlu noktası aydınlanmacılık ve yurtseverlik değil, kemalizme mahkumiyettir ve çok basit bir biçimde özetlenebilir: Sınıf uzlaşmacılığı!

Türkiye solu çeşitli nedenlerle aydınlanmacı ve yurtsever damarı kendine bağlayıp, burjuvaziye ve onun siyasal temsilcilerine “güle güle” demek yerine CHP ile dans etmekten bir türlü vazgeçmemiştir. “Kemalizmi kullanmak”, “kemalizmin solu kullanması”ndan başka bir sonuç doğurmamıştır.

Bunun konumuzla ilgisi şudur: Cumhuriyetin kuruluş felsefesine içkin ideolojik temalar, cumhuriyetin kendini konsolide etmesiyle birlikte yalnızca sola ait hale gelmiş, burjuvazi tarafından terk edilmiştir. Burjuvazi, kuruluş felsefesinin ideolojik temellerini dramatik biçimde solu kendine bağlayarak yaşatabilmiştir.

Geriye Türkiye Cumhuriyeti’nin ideolojik haritasında son derece sentetik bir görüntü veren milliyetçilik, toprağın en güçlü ve tarihsel köklere sahip ideolojisi olarak İslamcılık ve kapitalizm geliştikçe kendine daha fazla yer bulan liberalizm kalıyor…

İslamcılık ve liberalizm arasındaki etkileşim ve eklemlenme çabası, bugüne özgü değil. Zaman zaman kendine başka mecralar arasa da, liberalizmin dinsel ideolojinin geniş toplumsallığının içine yerleşerek kendi zayıflığını telafi etmeye çalıştığını 1920 öncesinde de gözlemleyebiliyoruz. Sonuçta bu ikilinin Birinci Cumhuriyeti beslemediği, tersine onun altını boş bıraktığını söylemek gerekiyor.

Milliyetçilikse, “devletli” olma özelliğiyle, hep işe koşulmuş, İslamcılığın hakim olduğu muhafazakar toplumsallığa yöneltilerek cumhuriyet için güvence haline getirilmek istenmiştir.

Bu nasıl olacaktır?

Milliyetçilik solu ideolojik olarak marke etmek, siyasi açıdansa sindirmek için anlık ayar verilen “bağımlı” bir akım olmaktan hiçbir zaman çıkamadığı oranda cumhuriyete ideolojik açıdan güç verememiş, tersine onun altını oymaya yardımcı olmuştur.

Birinci Cumhuriyeti ideolojik olarak bugüne taşıyan, büyük ölçüde, yok etmek ya da kötürümleştirmek için çok uğraştığı soldur!

12 Eylül darbesi, Türkiye solunu toprağına küstürdüğü ve yurtseverlikle aydınlanmacılığı faşizme indirgemeye zorladığı ölçüde Birinci Cumhuriyetin sonunu hazırlamıştır.

Uzatmaya gerek yok; 70 milyonluk bir ülkede ideolojik dayanakları yok edilen bir cumhuriyetin yaşaması gerçekten mucize olurdu.

 

Uluslararası fizik kuralları

Türkiye Cumhuriyeti’nin devrimci bir çağa, devrimci bir çağın kapanışına doğduğunu çok yazdık. Bütün çelişki, tutarsızlık ve zaaflarına karşın, kuruluşu bir tarihsel ilerleme yapan, biraz da onun uluslararası dengelerde tuttuğu yerdi.

Dönemin devrimci merkezi hiç kuşkusuz 1917‘den itibaren Sovyet Rusya’dır.

Milli mücadele, Sovyet Rusya’ya dört temel noktadan bağlanmıştır. Anadolu’nun geçici olarak emperyalizmden arındırılması; Müslüman halkların anti-emperyalizme yönelinmesine katkı; Kafkasların bolşevizasyonuna askeri ve siyasi destek; Sovyetler Birliği’ne dönük askeri kuşatmanın zayıf düşürülmesi Sovyetler ile Ankara’daki iktidarın devrim cephesinde buluşmalarının göstergesidir.6

Hiç kuşkusuz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu yalnızca Sovyetler Birliği ile ilişkiler üzerinden ele alınamaz. Bununla birlikte, Ankara ile Moskova’yı birbirine bağlayan dört unsurdan üçünün ortadan kalkması, dahası Sovyetler Birliği’nin çözülmesi, Birinci Cumhuriyet’in varlık nedenlerinden birinin de geçersizleşmesi anlamına gelmektedir ve önemsenmelidir.

Bu anlamda konu emperyalizmin ulus devletlere dönük genel saldırısının ötesinde ele alınmalı, ayrıca Türkiye’nin 1917 ve İkinci Dünya Savaşı’nın diğer sonuçlarının tasfiye sürecine yerleştirilemeyecek bazı özelliklere sahip olduğu unutulmamalıdır.

Türkiye burjuvazisinin batılı ülkelerle anlaşma yoluna gideceği daha milli mücadele sırasında belliydi, bunu görmek istemeyenler Lozan’da gerçeklerle yüzleştiler. Zaman içinde, inişli-çıkışlı bir süreç sonunda Türkiye İngiltere-ABD eksenine iyice yerleşti, NATO’nun parçası haline geldi, ABD’nin bir dediğini iki etmedi.

Buna karşın Sovyetler Birliği’nin Türkiye politikasının ana hatları pek değişmedi: Ürkütmemek, batıya daha fazla ittirmemek!

Demokrat Parti yıllarında da, 12 Eylül faşist darbesi sırasında da 1920‘lerden kalma dış politika felsefesini belli uyarlamalarla hayata geçirmeye çalıştılar. Türkiye emperyalist sistem içinde yerini sağlamlaştırdıkça “daha kötüsü olabilir”den hareket ettiler. Karşılığında aldıkları, Türkiye’nin müslüman Sovyet cumhuriyetlerini kaşımaması, Sovyet iktidarının meşruiyetini sorgulamaktan kaçınmasıdır.

Sanki, düşman kamplarda yer alan iki ülke bir yandan kendi bulundukları bloğun çıkarlarını savunurken öte yandan birbirlerini 1920‘ler aşkına kollamaya çalışıyorlardı! Biri kapitalist diğeri sosyalist iki komşu ülkenin birbirilerinin içişlerine bulaşmak konusunda fazla hevesli olmamaları buna yorulmalıdır.

Dostluktan söz etmiyorum, son derece hesapçı ama tarihsel arkaplanı olan bir ilişki tarzından söz ediyorum.

Bunun üzerine herkesin bildiği, Sovyetleri emperyalist sistem içinde önem kazanmak ve hareket serbestliği edinmek için kullanma politikasını eklersek, Türkiye Cumhuriyeti’nin Sovyetler Birliği’nin varlığından hoşnut olmak için bayağı nedeni olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Belirleyici olan sınıf mantığıdır, bu mantık doğrultusunda uluslararası saflaşmada tutulan pozisyondur elbette. Ancak Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerde her iki ülkenin kuruluş momentinden kalma bir arızanın, bir sapmanın son ana kadar varlığını koruduğu da bir gerçektir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Rusya Federasyonu ile bu rahatlığa kavuşmadığı bir sır değil. Gelişen ticaret hacmi, özellikle enerji başlığında ortaya çıkan bağımlılık ve bağlılık iki ülke arasındaki ilişkileri stabil hale getirmediği gibi, Türkiye çoğunlukla ABD’nin ittirmesiyle ama zaman zaman da kendi adına Kafkaslar ve Orta Asya’da kontrolsüz hamlelere kalkışırken, Rusya komşusunun iç dinamiklerine eskiden olmadığı kadar “fizik” müdahaleler yapmaya başladı.

Kapitalizm dostluk üretmez, bu tamam. Ancak 1917‘nin asıl sonucu olan SSCB ortadan kalktıktan sonra, Birinci Cumhuriyet’in anlamsızlaştığının kanıtı değil midir, karşılıklı “kabullenmeme” hali?

 

Sonuca doğru…

Görüldüğü gibi, Birinci Cumhuriyet nereden bakarsanız bakın, sıfırı tüketmiş durumdaydı. Kendisiyle birlikte cumhuriyet fikrini de erozyona uğrattı, tarih sahnesinden çekildi. İkinci Cumhuriyet’in birincisinden bütünüyle kurtulamaması kimseyi aldatmamalı; dönüşüm birincisine nasip olmayan büyük bir kitle desteğini arkasına almış olsa da, ortada sarsılmaz bir meşruiyet kesinlikle yok!

Ve, ikincisi Türkiye burjuvazisinin genetik kodlarını bünyesinde taşımaya devam ediyor, en başta sınıf korkusunu…

Birinciyi atlayarak doğrudan Osmanlı’ya bağlanabilmenin sınırı var. Dolayısıyla arada, değersizleştirip öncesine ve sonrasına bağımlı hale getirdikleri bir “garabet” bırakacaklar, bırakmak zorundalar.

Başta vurgulamıştım, ilki ya bir sosyalist devrimle sonlanacak ama bu sayede kuruluş felsefesi kalıcı bir değer elde edecekti ya da emeğin kavgasının ürünü olan bir biçimde zaman kazanacaktı.

Olmadı…

Bundan sonrası emek ve tarihsel ilerleme açısından hiçbir meşruiyeti olmayan ikincisini sosyalizmle sonlandırmaya, cumhuriyet fikrini işçi sınıfını iktidarında yaşatma mücadelesidir.

Dipnotlar

  1.  Lenin’in 1908’i devrimci bir süreç olarak değerlendirdiğini ve bundan hiç vazgeçmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Batılı güçlerin Osmanlı’daki burjuva devrim sürecine nasıl ve neden ayak bağı olduğunu da anlattığı “Balkanlardaki ve İran’daki Olaylar” başlıklı makalesi ise Proletarya dergisinde Ekim 1908’de yayınlandı.
  2. Burjuva devrimlerinin merkez ulusa yaslanmaları, merkez ulusun da diğerlerini kendine tabi kılmaya çalışması, genel bir eğilimdir.
  3.  Sosyalizmin Tarihsel Meşruiyeti – Felaketin Eşiğinde, Türkiye Komünist Partisi yayını, 2008, s.24.
  4.  Mustafa Sönmez; Özal Ekonomisi ve İşçi Hakları, Belge yayınları, 1984, sayfa 27.
  5.  Burada bize yöneltilen “sermaye kendi devletinden neden rahatsız olsun” sorusuna, içerdiği bönlük nedeniyle yanıt dahi vermeye gerek duymuyorum.
  6.  Bu yazıyla ilgisi olmadığından “ama kemalistler Mustafa Suphi’yi öldürdü” itirazlarını göz önüne almayacağım. Kemalizmin sınıf karakteri, milli mücadelede anti-komünizmin rolü gibi başlıklara bir önceki Gelenek yazımda girmiştim.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×