Çürüme’nin Teorisi Olur mu?

Olur da, olmaz da; yahut, hem olur hem olmaz. Bizim halklarımızın haklı olarak sahiplenmede paylaşamadıkları büyük bilge Nasrettin Hoca’nın, çatışan tarafları dinledikten sonra, birine dönüp “sen haklısın”, öbürüne dönüp “sen de haklısın” demesine benzedi biraz. Dolayısıyla, bu kez, yazıya başlarken sorduğumuz soruya ne kestirme ne de kesin bir yanıt bulamadığımıza göre, asıl konuya girmeden önce bu duruma ilişkin üç beş söz etmekte yarar var.

Çürüme konusunda dört başı bayındır, öteki bağlantılarından az çok bağımsız olarak kendine özgü bir iç tutarlılığı ve yeterli açıklayıcılığı bulunan, bizim dar çevremizin uzak geçmişindeki sevilen ve çokça kullanılan deyişle bir “baba teori” geliştirmek imkânsız denemese bile, pek kolay görünmüyor. Bir kez, en azından benim bilebildiğim kadarıyla, bu alanda, bizi uçuk, ayrıksı, eksantrik1 atışlara kapılmaktan korumaya yetecek kadar güvenilirliği kanıtlanmış bir denemeler, girişimler, çabalar toplamından yoksunuz. İkincisi ve belki de daha önemlisi, böyle bir eksiklik bulunmakla birlikte, bu sorunun büsbütün irdelenip incelenmeden bırakıldığı söylenemez. Demek, yepyeni bir teorileştirme çabasına da gerek yoktur. Üç ay önceki giriş yazımızda, yine bu dergide, böyle bir yaklaşımın genel çerçevesine ana çizgileriyle değinmiştik.2

Öyleyse, bu yazının başlığını oluşturan soruya yanıtımız şöyle olmalıdır: “Çürüme”yi bir teorik çözümlemenin konusu olarak ele almak, mümkün ve gereklidir. Ancak, bu sorunu bir sosyo-ekonomik formasyon olarak kapitalizmden ve onun ömrünü yaklaşık bir sayı vermek için yüz yıl diye belirtebileceğimiz, bugün de sürüp giden son aşaması emperyalizmden bağımsız olarak ele alamayız; onun dışında düşünemeyiz. Bunun anlamı, yapılacak çözümlemenin en geniş teorik çerçevesinin belirlenmiş durumda olduğudur. Bununla birlikte, böyle olması, yapılacak fazla iş bulunmadığını göstermez. Tersine, iş çoktur; çünkü, sorun pek az irdelenmiştir ve ileri-geri bağlantılarıyla, teorik çözümlemenin dışındaki alanlara uzantılarıyla, bu demektir ki, farklı disiplinlerin/mesleklerin işbirliği ve işbölümü ile enine boyuna incelenmeyi beklemektedir.

Bir özet: Çürümenin kaynakları

Gerçi, yukarıda bu derginin üç ay önceki sayısına göndermede bulunduk, ama hem okuyucuyu eski dergi sayılarını arama zahmetinden kurtarmak hem de o zaman yazdıklarımızı bazı eklerle geliştirmek bakımından, yeniden ve özet olarak değinebiliriz.

Emperyalizm teorisi çerçevesinde düşünüldüğünde, çürümenin kaynağını “emperyalizmin başlıca ekonomik temeli olan” tekellerin oluşturduğunu belirtmek gerekiyor. Az sayıda ülkede çok büyük bir parasal sermayenin birikimi anlamını da taşıyan emperyalizm çağında, bir “rantiye tabaka”nın ortaya çıkışına tanık olunuyor. Bunlar, hiçbir işletmede ya da üretim yerinde çalışmayan, daha açıkçası, “meslekleri işsizlik” olan insanlardır ve sayıları olağanüstü boyutlarda artmıştır. İşte bu artışın kaynağında o muazzam parasal sermaye birikimi yatıyor; öyle bir birikim olduğu ve gitgide arttığı için yine gittikçe artan sayıda insanın hiçbir iş yapmadan, büyük bir zenginlik içinde yaşaması mümkün oluyor.

Emperyalizmin başta gelen ekonomik temellerinden bir başkası olan sermaye ihracı ise sözünü ettiğimiz “rantiye tabaka”nın üretimden kopuşunu daha da artırıyor. O kadar ki, o çok büyük parasal sermaye birikiminin gerçekleştiğine değindiğimiz az sayıdaki ülkenin her birinde, başka ya da çok uzaklardaki ülkelerin ve sömürgelerin emeğinin sömürülmesiyle yaşayanlar sınırlı bir kesim olmakta çıkıyor ve neredeyse ülkenin bütününe bir asalaklık damgası vurmak mümkün duruma geliyor. Böylece bir “rantiye devlet” ya da tefeci devlet deyişi ortaya çıkarak yaygın bir kullanım alanı buluyor. Sonunda, “dünyanın bir avuç tefeci devlet ile çok büyük bir borçlu devletler çoğunluğu olarak ikiye bölündüğü”3 saptaması yapılabiliyor ve yalnız o teorinin geliştirildiği bundan yaklaşık yüz yıl öncesi için değil bugün için de, bazı yeni gelişmelerle birlikte, esas olarak geçerliliğini koruyor.

Asalaklığın yaygınlaşması

Burada, özete ara verip bazı vurgulamalar yapabiliriz.

Demek, üretmekte ve üretkenlikte, ama bir “teknik terim” olarak verimlilik ya da üretkenlikte değil, insanın maddi ve manevi hayatının devam edebilmesi için zorunlu ürünlerin üretilmesini sağlayan, şu ya da bu beceri düzeyindeki emeğin harcanması anlamındaki üretkenlikte bir erdemlilik özelliği görülüyor ya da varsayılıyor. Dolayısıyla, bu anlamdaki üretkenlikten uzak bulunmak, çürümenin nedeni/kaynağı olarak kabul ediliyor. Bu kabul, başka türlü anlatılırsa, şu anlama geliyor: Hiçbir şey üretmeden, toplumsal üretime hiçbir katkıda bulunmadan yaşamak, herhangi bir doğal zorunluluk olmadığı halde böyle bir yaşamı sürdürmek, toplumsal anlamıyla, asalaklıktır. Böylelerinin hükmeden konumunda bulunmaları, çürümeyi, toplumun bütününü ya da toplumsal ilişkilerin özünü düzenleyen ilke durumuna yükseltir. Asalaklığın toplumsal anlamı budur ve bu anlamda asalakların çoğalması ise çürümenin toplum hayatının bütününe, daha analitik olarak söylenirse, dokusuna yayılmasında kolaylaştırıcı ve hızlandırıcı bir işlev görür.

Yüz yıl önceki emperyalizm teorisinin “mütemmim cüz”ü, bütünleyen parçası saymamız gereken bir husus da işçi sınıfı ile, işçi sınıfının bu sahnede yer alışı ve yer alırken değişik katmanlarıyla üstlendiği rol ile ilgilidir. İşçi sınıfı da emperyalizm sahnesinde, onu yıkıcı etken olarak üstlendiği tarihsel ve devrimci rolün dışında, köken olarak onun parçası olduğu kuşku götürmez kesimleriyle, edilgin bir konuma ve/veya devrimci olmayan bir role sahip olur. Bu anlamda, işçi sınıfının bir kesimi de, bir yandan, emperyalist/tekelci kârlar sayesinde yüksek ücretli bir katman yaratılarak, öte yandan, bununla büyük ölçüde örtüşen ya da onun içinde daha küçük yer kaplayan bir katmanın, Lenin’in kullandığı deyişle, o “kupon kesen” rantiyeler arasına sokulması yoluyla belli bölünmelere uğratılarak bu sahneye ve “suç”a ortak edilir.

Ancak, “asalaklığın toplumun dokularına yayılması” da diyebileceğimiz bu olguya ilişkin değinmemizi bitirmeden iki noktayı hatırlatmakta yarar olabilir. Birincisi, biraz “teknik ayrıntı” sayılabilecek bir nokta: Bugün “kupon kesen” rantiyeler kalmadı artık. Onların yerini, teknolojinin imkânlarından yararlanan ve ekran karşısında birkaç tuşa basarak yahut cebinde taşıdığı telefonu marifetiyle ilişki kurarak gelirlerindeki artışı izleyen rantiyeler aldı.

İkincisi ise, herhalde, daha önemli: Türkiye’deki kapitalizmin en geniş kapsamıyla da olsa işçi sınıfına bu tür rant imkânları sunmak bakımından çok güçsüz bir konumda bulunduğu, doğru bir saptamadır. Ancak, buradaki güçsüzlüğün mutlak bir anlam taşımadığını da hatırlamak gerekiyor. Türkiye işçi sınıfının yaratmakta olduğu artı değer, yine göreceli olarak, muazzam büyüklüktedir; tekellerin ekonomideki rolü ve sanayi sermayesi ile banka sermayesinin iç içe geçmesi, Türkiye için yabancı olgular değildir; üstelik, Türkiye kapitalizmi, sermaye ihracı konusunda kendi çapında önemli adımlar atmakta ve bu adımları geliştirme konusunda, kendisine “en değerli ihraç ürünü” olduğu telkin edilen varlıklarını işe koşmanın yollarını da bulmaktadır. Dolayısıyla, aşağıda devam edeceğimiz özetin, bizim ülkemiz açısından büsbütün ilgisiz ve gündem dışı olduğu düşünülmemelidir.4

İçimizdeki çürüme

İçimizdeki derken, beynimizdeki ya da yüreğimizdeki gibi biraz mistik bir gönderme yapmıyorum; bizim saflarımızdaki çürümeyi anlatmaya çalışıyorum. Yukarıda başladığımız özeti biraz daha sürdürürsek, önce şunu hatırlamakta yarar var: Aslında, “işçi aristokrasisi” diye bir tür kodlama ile dile getirilince aşağı yukarı herkesin anladığını düşündüğümüz olgunun kendisi, toplumsal çürümenin göstergelerinden biridir. Şu basit nedenle ki, toplumu, çürümesine yol açan ve tarihsel olarak geçici bir nitelik taşıyan durumdan/aşamadan kurtararak ileri taşıyacağını öngördüğümüz etkenin ya da toplumsal aktörün, işçi sınıfının, parçalanmasına ve bozulmasına; böylece, o kurtuluşun gecikmesine, güçleşmesine, en az bunlar kadar kötüsü, imkansızlaştığı yanılsamasına yol açmaktadır.

Demek, işçi sınıfı içinde bir çürümenin, başka türlü söylenirse, toplumun bütününde ortaya çıkan aynı olgunun, işçi sınıfında görülen özgül yansımasının belirtileri arasında, bir önem sıralaması yapmadan, şunları saymak mümkündür:

Birincisi, “burjuvazi tarafından satın alınmış, hiç değilse, beslenmiş adamların yöneticiliğine ses çıkarmayan berbat işçi sendikaları”5 ortadadır ve bunların sayıları çoğalmaktadır.

İkincisi, sadece toplumun öteki kesimlerinde değil, işçi sınıfında da genel olarak politikaya, politik sorunlara, ülke yönetimine ilişkin duyarsızlık çok belirgin düzeydedir.

Üçüncüsü, işçi sınıfının devrimci örgütlenmelerinin, bu arada özellikle, işçi sınıfı partilerinin yokluğu, yokluğu denilemese bile güçsüzlüğü ya da gözle görülür düzeydeki gerilemesi söz konusudur. Burada “gerileme” sözcüğü ile işçi sınıfının ve onun tarihsel çıkarlarının temsilciliği iddiası ile ortaya çıkmış ve bu iddianın verili durumda hem siyasal hem toplumsal anlamda belli bir geçerlilik taşıdığı kabul edilebilecek örgütlenmelerden söz ettiğimizi eklemeliyiz.

Dördüncüsü, yukarıda ikinci sırada değindiğimiz durumdan daha vahim olmak üzere, emekçilerin sayıca küçümsenemeyecek bir bölümünün, ülkelerinin emperyalist ve/veya emperyalizm yanlısı politikalarına değişik beklentilerle ve farklı biçimlerde ortak oldukları görülmektedir.

Yazının şöyle bir noktaya doğru ilerlediğinin farkındayım: Çürüme sadece toplumun egemenleri ve farklı kararlılıkla, değişik biçimlerde düzen yanlısı olan/olabilen kesimleri için değil, onun dönüştürücüleri/ kurtarıcıları için de geçerlidir. Ancak, herhangi bir sakınganlığa yer olmamalı. Bunu ilk yazıda da belirtmiştik.6 Burada, bazı çekinceler koymak bir yana, vurguyu artırmak gerekiyor. Çürüme diye anlattığımız olgudan toplumun ezici çoğunluğu adına ve onun bir parçası olarak yakınıp kaygı duymak ile bu durumu devrimci bir gözle ele alıp irdelemek, ortak noktaları olmakla birlikte, birebir örtüşen yaklaşımlar değildir. Bizim için daha önemli olan, ikincisidir; çünkü, bütün bu çözümlemeleri salt neler olup bittiğini görmek ve sergilemek için, belli bir uygunsuzluk ve küçümseme payı içerdiğini de kabul ederek ekleyebiliriz, akademik bir yaklaşımla yapmaya çalışmıyoruz. Amacımız, yaşadığımız toplumda çok yaygın biçimde, neredeyse herkesçe az çok fark edilen bir olgunun bizi de etkilediğini kavramak ve, bu kısmını burada yeterince ele alamasak da, etkilenmemizi azaltmak ya da önemsizleştirmek için ne yapabileceğimizi düşünmektir.

Kirlenme mi, çürüme mi?

Aslında ikisi arasında bir tür karşıtlık yahut çok belirgin farklılık varmış gibi bir ara başlık pek de yerinde sayılmaz; ama, biraz daha farklı olmakla birlikte, düşündürücü ve ilerletici bir yaklaşıma sözü getirmek için böyle bir soruyla başlıyorum. Gerçekten, her ne kadar biraz sözcüklerle oynamak gibi görünse de, çürüme sürecinin birçok bakımdan dayanılması güç bir kirlenmeye, kirin birikmesine, kokuşmaya yol açtığını söyleyebiliriz. Ayrıca, doğadaki çürümenin aşağı yukarı böyle anlatılabilecek belirtiler gösterdiğine ilk yazıda değinmiştik.

Yalçın Küçük dokuz yıl kadar önce yazıp, çeşitli vesilelerle değinmenin ötesinde, geliştirmek üzere bir daha geri dönmediği bazı ipuçları vermişti.7 “Kir” ve “kirlenme” sözcükleri, bizim burada “çürüme” sözcüğü ile anlatmaya çalıştığımız olguyu adlandırmak için kullanılıyordu; hiç değilse, büyük ölçüde öyle olduğunu söyleyebiliriz. Kaynaklarının ikisinin “estetik dünyasından” geldiği (biri, Gonçarov’un Oblomov’u, öbürü Kafka’nın Dönüşüm’ü) belirtilerek başlayan inceleme, ünlü Oblomov karakterinin “asıl sırrının” çok üzerinde durulmuş tembellik özelliği değil, “kirlilikte mutlu olma” özelliği olduğunu ve bugünün dünyasında halkların kirlilikte mutlu olmaya sürüklendiğini yazarak devam ediyordu.

Bütünü kısa sayılamayacak, ama bizim buradaki amacımız açısından üzerinde durulması gereken bölümü pek kısa yazılmış bu incelemenin özünü aktarmakta yarar var.

İki edebiyat eserinin başlıca kaynakları arasında yer aldığını söyledikten sonra, Yalçın Küçük, Prusyalı general Carl von Clausewitsz’in sosyalizmin kurucularının övgülerini almış olan Savaş Üzerine başlıklı eserinde yer verilen bazı çözümlemeleri, incelemesinin özünü oluşturan düşünceyi geliştirirken esas alıyor. Şöyle:

“(…) savaş türünden ‘arızi’ elemanı pek çok olan süreçleri olağanüstü ustaca soyutlayarak kavramlaştıran von Clausewitz’i Marx ne kadar övse yine de az övmüştür; yalnızca savaş planında değil, insanın düşünme pratiğinin tümü için, bu Prusyalı generalin yazdıkları her zaman referans niteliğindedir. Savaş’ın, karşı tarafa irademizi kabul ettirmek için şiddet kullanma olduğu teoremini bulan Clausewitz’dir; hasmın, irademizi kabul etmesi için onu yaşamak istemediği bir duruma getirmek esastır. Prusyalı general, (…) irademizi kabul ettirerek savaşı bitirebilmemiz için, hasmımızı, istediklerimizi kabul etmesiyle gireceği durumdan ve kuşkusuz savaş önceki durumundan, ‘daha ezici bir duruma’ getirmemiz gerekmektedir, diyor. Von Clausewitz’in bu mükemmel teorisini benim ‘kir’ teorim çerçevesinde yeniden formüle edecek olursam, bir savaşı bitirebilmek için, hasmımızı belki daha ‘pis’ ve belki daha ‘onur kırıcı’ duruma getirmemiz ve savaşa son verildiğinde, bu pis ve onur kırıcı durumun biteceğini anlatmamız yeterlidir.”8

Bu noktada, okuyucunun dikkatini dağıtma pahasına, konu dışına çıkıp bir parantez açarak şunu ekleyebiliriz belki: İşkence, eziyet, kötü muamele gibi adlandırmalarla anılan işlemlerin sorgulama tekniklerinin ayrılmaz parçası durumuna gelişi, herhalde, bununla ilgili olmalıdır. Prusyalı generalin “savaşın politikanın başka araçlarla devamı” olduğu biçimindeki teoreminden hareketle, politikada, aynı anlama gelmek üzere, sınıf mücadelesinde hasım taraflardan düzen güçlerinin özel koşullarda eline geçirdiği karşı tarafın mücadelecilerini onur kırıcı duruma düşürerek onlara savaşı bitirdiklerinde, başka bir deyişle, direnmekten vazgeçip teslim olduklarında bu onur kırıcı durumun sona ereceğini anlatmaları büyük önem taşır. İşte bunun bir aracıdır işkence.

Neyse, parantezi kapatıp konumuza dönelim.

Yalçın Küçük akıl yürütmesini sürdürürken şöyle bir noktaya ulaşıyor: Uzun süren ve zahmetli bir savaşın sonunda, hasmımızın, çeşitli nedenlerle, pisliğe alışması ve kirde yaşamayı sevmesi pekâlâ mümkündür. Böyle bir durumda, hasmımızı pisliğe mahkûm ederek savaştan çıkma kapısı da kapanmış olacaktır.

“Bu son derece vahim bir durumdur; ancak, izleyicilerimden özür dileyerek, daha vahim koşulların da düşünülebileceğini ve benim böyle bir durumu düşünme zaafım olduğunu ifade etmek istiyorum. Hasmımızın, kendi kütlesinin, kir ve onur kırıcı duruma tepkiyle savaştan çıkmak isteğini dillendirmesinden korkarak, savaşın gerektirdiğinden ayrı olarak, kendi kütlesini pislemeyi bir politika sayması da mümkündür.”9

Özünü aktarmaya çalıştığımız incelemeye göre, bu durumun bir örneği, daha doğrusu, böyle bir durumu kurgulanabilir kılan gerçeklik, “Soğuk Savaş” ile ortaya çıkmaktadır. Şöyle:

“Gerçekten de, Soğuk Savaş, ‘sosyalizm’ kod adıyla çıkan ve Sovyetler Birliği’nde, bütün eksik ve kusurlarıyla, ancak yine de büyük bir görkemle et ve kemiğe bürünen, insanlığın büyük yürüyüşüne karşı, insanlığın bu iradesini kabul etmemek için, acımasız bir kendi kendini kirletme fabrikasıdır.

“Dahası da var, aslında, tümüyle tekelli düzen, bir kendi kendini kirletme ve bir insan aklını yok etme savaşıdır. Tekeller düzeni insanı akılsızlaştırmak (…) ve insanı kir içinde yaşamaya alıştırmak için sürekli bir savaş halidir. Soğuk Savaş, insanın akıl ve duygu düzleminde yükselişine karşı, tekeller düzeninin bulduğu bir mekanizmadır; bu mekanizmayı bulduktan sonra, buna tutku ile bağlanmış ve kendi kurum ve ahlakını, daha doğrusu ahlaksızlığını, yerleştirmek için Soğuk Savaş’ı sürekli bir düzen haline getirmiştir.”10

Geçmeden, burada ulaşılan sonucun, kuşkusuz geliştirilmesi gerekmekle birlikte, ele aldığımız konu üzerinde düşünürken ihtiyaç duyduğumuz açıklığa ciddi bir katkı sağladığını ve yetkinlikle dile getirildiğini ekleyelim. Bununla birlikte, üstadın “tekelli düzen” ve “tekeller düzeni” diye anmayı tercih ettiği olguya, bizim hâlâ kapitalizmin yaşadığımız çağda ulaştığı evre ya da aşama olan emperyalizm demekte ısrar ettiğimizi de belirtelim. Bu kadarcık bir tutuculuk da bize çok görülmez herhalde.

Biraz önce buradan başka bir yere geçeceğimizi söyledik ama, aynı incelemede, bizim ülkemizin insanlarının düşürüldükleri duruma ilişkin şu saptama da okuyucularımıza hatırlatmadan edilemeyecek kadar yerinde görünüyor:

“İnsanlarımız, pisliğe battıkça, kire bulandıkça, daha doğrusu vücut halinde kir oldukları zaman, yükseliyorlar. Yükselmek için sadece kirlenmek gerekiyor. Beğenilmek için yalnızca pis olmak yetiyor. İnsanlarımız mutlu olmak için sadece pisleri görmek istiyor ve kir’i yüksek tutuyor.”11

“Ahlaksızlık” mı?

Yukarıda emperyalizmin “kendi kurumları ve ahlakını, daha doğrusu ahlaksızlığını yerleştirmek için Soğuk Savaşı sürekli bir düzen haline getirdiğini” ileri süren bir aktarma yapmıştık. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Konuyu bir ahlak, dolayısıyla ahlaksızlık sorunu olarak ele alabilir miyiz? Bir kez, sözünü ettiğimiz durumun ya da sürecin neredeyse herkes tarafından şu ya da bu tutarlılıkta algılanabildiğini, birkaç kez yineledik; o çoğunluğun içindeki büyük bir kesimin de, görebildiği, fark edebildiği hiç değilse bir biçimde hissedebildiği olguyu böyle adlandırdığını, örneğin, “ahlaksızlık aldı yürüdü” türünden yakınmaların olağandışı bir yaygınlık kazandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. İkincisi, sorunu ahlak ile ilişkilendirmenin, kavrama tarih ve sınıflar ötesi bir anlam vermemek koşuluyla, büsbütün yanıltıcı olmayacağını da ekleyebiliriz. Çürüme toplumsal bir sürece, nesnel bir olguya yakıştırılan ad ise eğer, ahlakın çöküşü ya da ahlaksızlık da neden onun değer yargısı yüklü bir adlandırılışı olmasın?

En azından benim anlayabildiğim kadarıyla “birdenbire yazmaya başlamış” usta bir yazar olan ve bu nitelemenin doğal uzantısı olarak “niye daha önce yazmamış acaba” sorusunu akla getiren Tevfik Fikret Yılmaz’ın bir yazısından yapacağım uzunca alıntının, okuyucunun tahammülünü zorlamayacağından kuşkum yok:

“(…) Ahlak, katılıktır. Ahlak, ruhun iskeletidir. İskelet, nasıl aksi halde amorf-şekilsiz bir et külçesi olacak insan bedenine bir ‘form’ veriyor, onu güzelleştiriyorsa, ahlak da insan ruhuna bir biçim kazandırmakta, onu güzelleştirmektedir. Güzellik, son tahlilde, formdur. Sanayi kapitalizmi, göreli olarak, katılıkların bulunduğu bir dönemdi. Şimdi finans kapitalizmindeyiz. Kapitalizmin krize girmesiyle beraber, politik ekonomiden biliyoruz, sermaye üretimden kopmaktadır ve finansal sermaye biçiminde kendine ‘mahreç’ aramaktadır. Finans sermayesi diktatörlüğü altındaki dünyada ise üretim değil rant; yatırım değil, plasman; çalışma değil, fırsatçılık; puritanizm değil, hedonizm; akıl değil, kurnazlık; bilgi değil, show; ahlak değil, esneklik; ‘prim yapmaktadır’.

“Kapitalizm katı olan her şeyi buharlaştırıyor, diyordu Marx. Ancak esas buharlaşmanın finans kapitalizminde yaşandığını görüyoruz. Finansal spekülasyon dünyası, fırsatçı, kurnaz, anlık ve yüzeysel davranabilen ve öyle yaşayan, bu nedenlerle ‘sonsuz plastik’ kişilikli, sık değişen konjonktüre bağlı çıkarlar düzleminde ‘temaslar’ kuran ve bu nedenlerle de sürekli bir ‘aidiyet’ ve ‘kimlik’ bunalımı yaşayan sürüler yaratıyor. Etnik ve dinsel kimlik siyasetlerinin emperyalizm tarafından palazlandırılabilmesinin bir nesnel zeminini burada buluyoruz.

“(…) Bugün, suç oranlarındaki (fuhuş, hırsızlık, gasp, yolsuzluk, cinayet vb.) patlama, kredi kartı kullanımı ve tüketici kredilerine yansıyan tüketimcilik, her türden ucuz ve tüketici haz kaynağına yönelik açgözlülük, kültür ve bilgiye düşmanlık gösteren lümpenleşme, tv-radyo-gazete-dergi-sinema-tiyatrolardan akan bayağılık, sanatın her alanındaki dekadans ve yeteneksizlik, sporun her dalında vaka-i adiyeden ‘şike’ ve ‘doping’ vakaları, her sektörde derinleşmiş mafyalaşma, bunların hepsi, hepsi, kesin ahlaksızlık göstergeleridir.”12

Bu arada, “(…) kavramı daha çok hiçbir ahlaki vurgusu olmayan genel bir çözülme ve mutasyona uğrama anlamında”13 kullandığını belirten ve katılmadığımız birçok yanı bulunan bir incelemede de kapitalizm ile çürümenin bağlantısına ilişkin olarak buraya kadar söylediklerimizi destekleyen vargılara ulaşıldığını not etmek istiyorum:

“İmparatorlukta çürüme her yerdedir. Çürüme tahakkümün köşe taşı ve nirengi noktasıdır. Çürüme İmparatorluğun yüksek mevkilerinde ve yönetici kullarında, en rafine ve en kokuşmuş polis kuvvetlerinde, egemen sınıf lobilerinde, yükselen toplumsal grupların mafyalarında, kiliselerde ve tarikatlarda, skandal yaratanlar ve yaşayanlarda, devasa finansal ortaklıklarda ve gündelik ekonomik ilişkilerdedir.

“(…) Çürümenin büründüğü biçimler o kadar çoktur ki, bunların listesini çıkarmaya çalışmak denizi bir fincana doldurmaya benzer.

“(…) Gerçekten de, kapitalizm (hem bireysel sömürünün ölçüsü hem de kolektif ilerlemenin bir normu olarak) değerle ilişkisini kopardığında, doğrudan doğruya çürüme olarak ortaya çıkar. Kapitalizmin (artık-değerin birikiminden parasal ve finansal spekülasyona kadar) işleyiş mekanizmalarının giderek soyutlaşan sıralanışı emin adımlarla bir çürümeye doğru yürüyüş olarak gösterilebilir. Eğer kapitalizm, (…) tanım gereği bir çürüme sistemiyse, ölçü bozulduğu ve ilerleme amacı yıkıldığı zaman, kapitalizmden geriye çürümeden başka bir şey kalmaz.”14

Yavuz hırsızlar…

Çürümenin sadece “bizim taraf”ça ele alındığı sanılmamalı. Karşı tarafın değişik işlevleri üstlenmiş temsilcileri de bu konu ile ilgileniyorlar. Benim bu deyimi hatırlamama yol açanlar da onlar zaten. Deyimin tümünün şöyle olduğu bilinir: “Yavuz hırsız, ev sahibini bastırır.” Sözlüklerde, birinin suçunu zarar verdiği kimseye yüklediği durumlarda söylendiği, yolunda açıklamalar bulunuyor. Karşı tarafın yaklaşımında, genellikle, böyle bir havanın bulunduğunu gözlemleyebiliyoruz. Onlardan, tümünden değil de, akademik dünyadan bir örnek, yararlı olabilir; hiç değilse, bir fikir verebilir.

Önce, o tür ele alışlarda, çürüme kavramının içeriğinin çok daraltılarak, çürümenin tek bir veçhesi, yönü, tezahürü üzerinde durulduğunu; bunun da, aslında, bütün ötekilerin yanında daha az önemli olduğunu belirtmeliyiz.15 Çürüme denilince, halk ağzıyla söylersek, “memurun çalıp çırpması”nı anlıyorlar. Kendi üslupları ile aktarırsak “kamu görevlerinin (makamlarının) özel çıkarlar için yanlış kullanımı” biçiminde bir tanım. Hepsi bu, çürüme bundan ibaret. Bunun üzerine bir sürü “çalışma” yapılıyor, yazılıp çiziliyor.

Burada, belli bir temsil yeteneği olduğunu varsayarak, çalışmalarından çok kısaca söz edeceğim kişi Daniel Treisman adını taşıyor. Çürümenin yaratıcısı diyemesek bile çoğaltıcısı ve yayıcısı demekte herhangi bir çekingenlik göstermemiz gerekmeyen bir ülkede, ABD’de yaşıyor ve oranın biraz “solcu” diye bilinen, tanınmış üniversitelerinden birinde görevli.16 Ulaşabildiğim iki çalışmasından birinde, yukarıdaki gibi tanımladığı çürümenin “bazı ülkelerde neden başka bazı ülkelere göre daha yaygın biçimde görüldüğünü” araştırmış. Sorunun kaynaklarını kendine özgü tarihsel ve kültürel geleneklere, iktisadi gelişmişlik düzeylerine, siyasal kurumlara ve hükümet (devlet) politikalarına bağlayan “teoriler” olduğuna değiniyor. Kendi incelemesi, aralarında Dünya Bankası ve Dünya Ekonomi Forumu’nun da bulunduğu çeşitli kuruluşlar ile bazı üniversiteler tarafından derlenen birtakım “algılanan -ya da görülen- çürüme” endekslerine dayanıyormuş. Bunlar 1980’ler ve 1990’lara ilişkin veriler. Bunları kullanarak yaptığı çözümlemeler sonunda çürümenin nedenleri ile ilgili altı açıklamanın sağlam dayanaklarının bulunduğuna hükmetmiş. Buna göre, Protestan gelenekleri bulunan, Britanya egemenliğini yaşamış olan, daha gelişmiş ekonomilere sahip ve (muhtemelen de) ithalatı daha yüksek ülkelerde daha az çürüme varmış. Federal devletlerde daha fazla çürüme görülüyormuş. Öte yandan, ülkelerde var olan demokrasinin derecesinin çürüme ile anlamlı bir ilişkisi kurulamazken, uzun bir demokrasi deneyiminin daha az çürümeye yol açtığına ilişkin bir tahminde bulunulabiliyormuş.17

Elimdeki ikinci incelemeye bu kadar bile yer ayırmayacağım. Yalnız, başlığını vermek, bu tür incelemelerin aslında nereye ya da neye yöneldiğini anlamak bakımından anlamlı olabilir: “Komünizm sonrası çürüme”. Ancak, daha çok yer ayırmamakla birlikte, bu incelemede yapılan bir saptamayı not etmeden geçmeyelim: Kendi terimlerimizle söylersek, eski sosyalist ülkelerde, 1989’dan sonra ortaya çıkan çürüme ya da “çürümede artış”, Batılı gözlemcilerde şaşkınlığa, hatta şoka yol açmış!

Sonuç olarak, bu tür incelemelere ilişkin şöyle bir yargıya varmak, yanılgı olmayacaktır: Bunların bazıları, en iyimser bakışla ve çoğundaki ideolojik saplantılar bir an için göz ardı edildiğinde, bambaşka bir açıdan ele alınarak gerçekleştirilecek akıl yürütmeler için yardımcı olabilecek bazı veriler sunabiliyor. Bunların anladığı ve anlatıp açıklamak istediği çürümenin pek sınırlı ve olup bitenin bütünü içinde pek de önemsiz olduğunu ise en başta belirtmiştik.

Ancak, karşı tarafın coğrafi ve siyasal sınırları içinde sadece böylelerinin yaşadığını da düşünmemeliyiz. Sayıları çok daha az olmakla birlikte, çürümeyi ve köklerini bizim anladığımıza yakın biçimde anlayıp anlatanlar da var. Rasgele bir örnek de oradan vermek istiyorum.

Yine ABD’de ve 2002 yılında ülkeleri ve toplumlarıyla hiçbir bağı kalmamış genç insanlardan birkaç güncel örnek verildikten sonra, çürümekte olan kapitalizmin içerideki belirtilerine ilişkin şöyle sözler de edilebiliyor:

“(…) Bugünün kenar mahalle çocuklarının ‘ihtiyaç duydukları her şeyleri var; okula gidiyorlar, televizyonları var, video oyunları var, müzikleri var… O halde? Genç Amerikalılar ve Batı Avrupalılar çok kızgınlar. Peki, neden? Sermayenin savunucuları, ‘Bu veletlerin nesi var, istedikleri her şeye sahip değiller mi?’ diye soruyorlar. Öfkeli olacaklar elbette; çünkü, kapitalist sistem onlara hiçbir gerçek gelecek sunmuyor. Haberlerde izledikleri emperyalizmin eski sömürge ülkelerde yürüttüğü savaşlardan ibaret. Kendi ülkelerinde kitlesel şiddete tanık oluyorlar, sözgelimi, okullarda topluca vurulup öldürülen öğrencilerin ardı arkası kesilmiyor (zaten bu da çürüyen kapitalizmin yarattığı Amerikan kültürünün bir başka örneği). Hatta, kendi evlerinde bile, ana babalarının para yüzünden gırtlaklaştıklarını görüyorlar. Batı dünyasındaki gençlik için şiddet ve öfkenin rağbette yahut ‘moda’ olmasında şaşılacak bir yan yok. Bu senaryoyu binlerce farklı çeşidiyle milyonlarca kez çoğaltın: kapitalizmin kanserinin canavarın kendi bağırsaklarından patlayıp çıktığını görürsünüz.

“Bu nasıl sona erecek? (…) Onu yaratan çürümüş sistemle, kapitalizmle birlikte. (…) Dinsel köktencilikle, hatta ne tür olursa olsun reformlarla da değil. Bu durum, proletaryanın kitlesel bir partisinin inşasıyla sona erecek. Ancak bilgili bir Marksist önderlikle yönlendirilen işçi sınıfının bilinçli çabalarıyla, toplumun sosyalist yeniden inşası ve bununla birlikte bütün olarak insanlığın ileriye doğru yürüyüşü mümkün olacak.”18

Her ne kadar, ülkenin ve o ülkede yaşayan insanların genel durumu ile eğilimlerine bakıldığında, heyecan dozu biraz fazla kaçmış görünse de, doğru söze ne denir!

İleriye doğru

Yazının sonunda bir toparlama yapmak yerine, konuyla ilgili olarak kafa yormak ve yeni açıklıklara ulaşmak bakımından önemli gördüğüm bazı noktalara işaret etmek daha yararlı olacak sanıyorum.

Birincisi, daha yazıya başlarken, dört başı bayındır bir “çürüme teorisi” geliştirmeye uğraşmanın hem gereksiz hem de büyük ölçüde boşuna bir çaba olacağına değinmiştim. Bununla birlikte, çürümenin boyutlarına, biçimlerine, görünümlerine ilişkin her türlü nitelikli çalışmanın önemli katkılar sağlayabileceği açıktır. Başka bir anlatımla, somutun zenginliğini ortaya koyan ürünlere ihtiyaç vardır. Böyle demekle, sanat ürünlerinin özellikle öne çıkacağını, bu olasılığın daha yüksek olduğunu da kabullenmiş oluyoruz. Her sanatçı açısından, herhangi bir gerçekçilik kaygısı taşıyorsa eğer, iki yazıda ele almaya çalıştığımız sorunun ilgisiz kalınamayacak bir izlek oluşturacağını umabiliriz.

İkincisi, çürümenin bize yansımalarını, “bizim taraf”taki etkilerini gözlemleyen, saptayan, çeşitli uzantılarını irdeleyen çalışmalar yapılmalıdır.

Üçüncüsü, öncekiyle de bağlantılı olarak, çürümeye karşı yapılabilecekler üzerinde düşünmek ve ne gerekiyorsa yapmaktır. İlk yazıya bir göndermede daha bulunursak, “mücadele eden insanlarla, kendimizle de uğraşmak ve yaşamayı sürdürüp mücadele ederken çürümeden korunmanın yollarını bulmak şarttır. Ne kadar bulabiliyorsak, ama bulabildiklerimizle de yetinmeyerek…”19

Dipnotlar

  1. Aşağı yukarı aynı anlamdaki bu sözcüklerle anlatmak istediğim şudur: Çok fazla kalem oynatılmamış konular ve sorunlarla ilgili olarak söz söylemekte, söz söylemek o kadar güç sayılmaz, yazıp çizmekte çekinik davranmak, epeyce yaygın bir eğilimdir. Ne de olsa, “söz gider, yazı kalır”. Kalan yazı da ileride başa bela olabilir! Bununla birlikte, burada hemen hemen aynı anlama geldiğini belirttiğim bu sözcüklerin anlattığı türden bir yaklaşım içinde olmadan, hiç değilse başlangıçta böyle davranmadan, önemli ya da kayda değer sayılabilecek teorik açılımlara, böyle değerlendirilebilecek “yeni” yaklaşımlara ulaşmak pek mümkün olmasa gerektir. Bizim topraklarımızın, sadece bizim değil herkesin “ortodoks” topraklarının böyle yaklaşımlara ne kadar ikircikli baktığını bilerek ve böyle bir öz savunma refleksini büsbütün sağlıksız bulmadığımı belirterek ekleyeyim, bu değindiğim, burada yazdıklarımın o tür bir iddia taşıdığını ileri sürmek anlamına gelmiyor. Hayır, o kadar cesur değilim, sadece önemli gördüğüm bir konuda biraz ileri geri konuşmaya niyetleniyorum işte…
  2. Gelenek 87, Temmuz 2006, s. 23-32.
  3. Lenin, Collected Works, c. 22, s. 277.
  4. İşçi sınıfının gücüne ve etkinliğine elveda denilecek kadar küçülüp önemsizleşmek bir yana, tersine, büyüyüp kapsamlı ve çok katmanlı bir yapı sergilemeye başladığı yolundaki çözümlemelere katılan biri olarak, ülkemizdeki işçi sınıfı içinde bir üst katmandan yahut klasikleşmiş deyişle bir “işçi aristokrasisi”nden söz edilemeyeceğini kabul etmeyişim doğaldır. Öyle bir katmanın içinde, örneğin, nitelikli ve çok nitelikli sanayi emekçileri de vardır. Bunların, “üretim araçlarının mülkiyeti” diye bildiğimiz klasik ve birincil ölçüt açısından, bir yoksunluk içinde bulundukları bellidir. Dolayısıyla, en geniş anlamıyla işçi sınıfının içinde yer alan bu kesimin, kapitalist ekonominin değişik şiddetteki bunalımlarından geçilirken yaşadığı ücret ve ücret artışı sıkıntıları, hatta geçici işsizlik dönemleri, farklı ve ayrıcalıklı bir katman oluşturduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Ayrıca, bu katman içindeki ayrıcalıklı emekçilerin gelirlerinin, çalıştıkları birim süre başına aldıkları ücretlerden ibaret olmadığı ve başta konut olmak üzere başka imkanlara da sahip bulundukları unutulmamalıdır. Bununla birlikte, bunalımların şiddeti, süresi ve sıklığı, kuşkusuz, bu katmanın küçülmesine ve zaman zaman önemli büyüklükteki emekçi kesimlerinin bu ayrıcalıklı konumlarından uzaklaşarak işçi sınıfının ana kitlesine katılmalarına yol açmaktadır.
  5. Bunu aktaran, Lenin. Engels’in Marx’a yazdığı 11 Ağustos 1881 tarihli mektupta bunları yazdığını belirtiyor. Ancak, Sol Yayınları’nca basılmış ve değerli şairimiz Cemal Süreya’nın Fransızcadan yaptığı Emperyalizm çevirisinde (s. 121) bu cümle metinde yer verdiğim gibi olmakla birlikte, bu yazı boyunca yararlandığım Progress Publishers baskısı İngilizce Toplu Eserler’in 22. cildinin 284. sayfasında buradaki “burjuvazi” sözcüğü yerine “orta sınıf” sözcüğü kullanılıyor. Yine Sol Yayınları tarafından yayımlanmış Marx-Engels, Seçme Yazışmalar içinde bu mektubu bulamadığım ve başka kaynak arama imkânım olmadığı için, bana daha doğru gelen Cemal Süreya çevirisini aktarmayı tercih ettim.
  6. Gelenek 87, s. 30.
  7. Yalçın Küçük, “Bir Kir Teorisi”, Hepileri, Ocak 1998, sayı 10, s. 3-21.
  8. a.g.y., s. 5.
  9. a.g.y., s. 5.
  10. a.g.y., s. 5-6.
  11. a.g.y., s. 9.
  12. Tevfik Fikret Yılmaz, “Ahlakın Politik Ekonomisi-II”, www.sol.org.tr, 29 Ağustos 2006.
  13. M. Hardt ve A. Negri, İmparatorluk, çev: Abdullah Yılmaz, İstanbul, Ayrıntı Yay., 2001 s. 392-93.
  14. a.g.y., s. 215.
  15. Dillerindeki sözcük zenginliğinin onlara bir kolaylık sağladığını düşünmek mümkün. Burada sözünü ettiğimiz “çalışmalar”da, İngilizcedeki “corruption” sözcüğü kullanılıyor ve bu sözcük de zaten, daha çok, onların yapmak istedikleri sınırlamaya denk düşen bir anlam kazanmış durumda. Demek, biraz da şaka yollu söylersek, bizim dilimizdeki sözcük yoksulluğu, böylesi sınırlamaları güçleştiriyor, hiç değilse, onlara kolaylık sağlamıyor.
  16. UCLA (California Üniversitesi-Los Angeles Kampüsü) diye anılan üniversiteden söz ediyorum. Treisman, bu üniversitede “siyaset bilimi” profesörü ve kendisinin yukarıda değindiğimiz anlamdaki “çürüme” konusunda yaptığı çalışmalarla temayüz ettiği belirtiliyor.
  17. D. Treisman, “The Causes of Corruption: A Cross-National Study”, Journal of Public Economics, 76, 3, June 2000, s. 399-457.
  18. John Fisher, “Domestic Symptoms of Capitalism in Decay”, www.newyouth.com, 7 Ocak 2002.
  19. Gelenek 87, s. 31.