Değişimi Anlamak

Türkiye toplumunun dinamik yapısını, nasıl hızla değiştiğini bilmiyor olamazsınız. “Global değişim rüzgarı” yıllardır öyle bir üfürüp duruyor ki, “değişen dünyada yerini alan Türkiye” klişesiyle başlayan bir seslenişe muhakkak denk gelmişsinizdir. Politikacısıyla medyası başta olmak üzere ideolojik seslenme kabiliyeti bulunan bütün düzen güçlerinin amentüleri arasında “sosyalizm artık öldü”yle birlikte ilk sıraya yerleşen “değişim”in, ne olduğunu ise bilen yok. Çünkü ortada herhangi bir bilgi yok. Değişimi anlatırken, genç nüfusa sahip olma, hızlı kentleşme türünden olgulara anıştırmalarda bulunulsa da, “gerçeğin bilgisi”ne yaslanmaktan çok “nasılsa bir atmosfer yaratmışız” rahatlığıyla atıp tutmak tercih ediliyor. Solculuksa değişimin gerisinde kalmış dinozorluk payesiyle bir kalemde silinip atılıyor.

Üstelik yöntemsel temel taşları arasında gerçek olanla devrimci olan arasındaki diyalektik ilişkinin yer aldığını unutan pek çok solcu da, “nasılsa değişmeyen tek şey değişim”e dayanarak bu koroya katılıyor. Sonuçta “ne, nasıl, nereden nereye değişiyor?” sorusuna yanıt vererek değişimi açıklamak ve buradan devrim stratejilerine girdiler üretmek zorunda olan Türkiyeli sosyalistlerin sesleri, bu soruyu herhangi bir şekilde muhatap almayarak “değişenler”in kuru gürültüsü arasında boğuluyor. Değişim, “yeni bin yılın eşiğinde” bir şeyleri görmeyen dinozorlarla, dinamik sivil güçler arasındaki bir itişmenin konusu oluyor.

İleriyi, tarihsel olarak ileriyi gösterenlerin, toplumun devrimci dönüşümünün neferlerinin “değişim”in gerisinde kalması abes değil mi? Toplumsal dinamikler içinde değişenin “ne” olduğuna dair ortada hiçbir bütünlüklü yaklaşımın bulunmamasının sorumlusu sol mu? Türkiye kapitalizminin yapısını, sömürü mekanizmasının yaşamın her alanında kendini yeniden üretmesini, yani somut durumu tahlil ederek önünü açan solun kimi “tekrar”ları doğruluğundan bağımsız olarak ele alınıyor, “aynı şeyler söylendiği için” solun sesinin arkaik kaçtığı suçlamasıyla karşılanıyor. Neticede “değişim” diyerek hiçbir şey demeyenler, sosyalizmin onurlu seslerinin “sömürü ortadan kalktı mı, emek-sermaye karşıtlığı sürmüyor mu?” ilkeselliğinde kendi dayanaklarını ortaya koymalarını burun kıvırarak karşılarken, bu sesin haklılığı yalnızca sokakta ispatlanıyor.

Ancak bu kadarı yeterli mi? Neticede en temel dayanaklarına inerek haklılığını serimlemek, bir savunma refleksine de işaret ediyor. Boş saldırıya karşı ortodoks savunma… Bunun ötesine geçen bir zenginlik sol kadroları zorluyor.

Sosyolojiye dair

Toplumu ve toplumsal değişimi açıklamak sosyolojinin konusu. Ancak sosyolojiyle marksizm arasındaki ilişkinin tarihi epey bir gerilim yüklü. Çünkü marksizmin topluma yaklaşımı tarihe yaslanıyor, oklarını bu zemin üzerinden ekonomiye, üretim güçleri ve ilişkilerine fırlatıyor. Toplumsal olgulara ise, nesnelliğe dair böylesi bir soyutlama düzeyi üzerinden eğiliyor. Neticede nesnelliğin dönüşümünü ele alan marksizme göre bu dönüşüm, toplumsal olguların yer değiştirmesi olmadığı için tarihten sosyolojiye giden yolda böyle bir dolayım bulunuyor. Bu nedenle toplumsal olguları inceleme nesnesi olarak ele alan yaklaşım marksizmle bağdaşmıyor ve sosyolojizm olarak dışlanıyor.

“Sosyoloji evrimci pozitivizmin tarihe ve siyasete uygulamaya çalıştığı bir denemedir sadece. Tarihsel ve siyasal olayları doğa bilimleri modeli üzerine kurulmuş ölçütlere göre şematik bir şekilde tasvir edip sınıflandırmak istedi. Praxis felsefesinin nicelikten niteliğe dönüşmeyi temel alan diyalektik anlayışı, sosyolojinin evrimci tekdüzelik (doğadaki gibi bir uniformizm) yasalarını altüst eder” 1 [GRAMSCI Antonio]

Bati solundan kimi isimler sosyolojiye karşı bu yaklaşımı revize ediyor. Henri Lefebvre’ye göre, Marx bir sosyolog değil, ama marksizmde bir sosyoloji bulunuyor. Ama bu geniş anlamda bir sosyoloji, öyle ki “tarihçi herhangi bir süreci, iktisatçı ise kendinde ele alınan şu ya da bu formu ve yapıyı araştırmaktadır. Sosyolog ise formların ve yapıların karşılıklı etkilerini, oturmuşluklarını ve devrimci praksisi araştırır. Formların parçalanması ve yapıların çözülmesi sosyolojinin içinde yer almaktadır” 2 .

Toplumsal yapı ve formların özneli bir süreç içinde dönüşmesini inceleyen sosyolojiyle, toplumsal olguları kendi iç ilişkilerine dayanarak ele alan sosyoloji (toplumsal mühendislik) arasındaki fark önemli. Marksizmde bulunduğu söylenen sosyoloji birincisi. İkincisinin yaptığı iş asıl olarak kimi olguların toplumda yaygınlaşma eğilimini ve bu anlamdaki “değişim”i göstermek. Bu türle eleştirel uzaklığını koruyan marksizm (ve “değişmeyen” marksistler), onunla tek bir noktadan pozitif ilişkiye girebiliyor. Türün doğası gereği yerine getirdiği fonksiyonel özelliğini, “olguları serimlemesini”, gerçeğe dair çıkarsamalarda bulunma adına kullanıyor.

Buradan marksizmin olgularla gerçek arasındaki ilişkiyi kavrayışına ve “değişim” olgusuna geçebiliriz. Nesnel bir süreç olarak “toplumsallık”ta neler olup bittiğini bilebilmek için olgulara bakanların onun yasallıklarını çıkarması mümkün olmuyor (çoğu zaman böyle bir kaygıları da bulunmuyor). “Yalnızca görüngülerin gerçek olduğunu ileri sürmekle olguculuk, olguların yerleşimlerini, gerilimlerini ve iç dokularına ilişkin yasalarını anlamakta yetersiz kalıyor” 3 .

Olguların da işaret ettiği “gerçek” ise söz konusu yerleşim ve gerilimlerin bir ilişkiler bütünü olarak sarmalanması. Bilinen ifadeyle, gerçek olan görünenden farklı olduğu için bilimlere ihtiyaç duyuluyor. Marx, Grundrisse’de toplum gerçeğini, içinde bireylerin kendilerini birbirlerine göre konumlandırılmış buldukları ilişkiler ve koşulların toplamı olarak tanımlıyor. Bilimsel sosyalizm, “nesne”sine baktığında, ilişkiler bütününün temelinde, iktisadi zemini, metayı ve daha üst soyutlama düzeylerinde artı değer üretimini ve sınıfı görüyor. Topluma dair yasallıkları bu temelden üretiyor.

Marksizmde eylemden bağımsız bir gerçek de bulunmuyor. Marx’a göre “geçmişteki bütün materyalizmlerin hatası bu felsefelerce nesnenin, gerçekliğin, duyularla bilinen dünyanın, yalnız nesne ya da sezgi olarak düşünülmesi, insanın somut eylemi olarak yani pratik olarak ele alınmamış olması”.

Sonuçta topluma bakınca sınıfı ve onun tarihsel eylemini gören marksistler değişmiyor. Ama bu eylemin en büyük değişim olduğunu göremeyenler habire “değişiyor”.

Hakiki sınıflar

Kapitalist toplumda açığa çıkan yeni olguları öne sürerek gerçeğin değiştiğini, dolayısıyla “eski marksist duruşun” geçersizleştiğini ilan etmek değişimciler cephesinin karakteristikleri arasında yer alıyor. Bunların solda durmayı sürdürenleri “yeni hakiki sosyalizm” şemsiyesi altında toplanıyor.

Yeni hakiki sosyalizm, mantığının uç noktasında sosyalizmi radikal demokrasinin bir unsuru haline getiriyor. Althusserci gelenekten iki isim, Hindess ve Hirst, olguların değiştiriciliğine öyle bir angaje oluyorlar ki, gerçekliğin dışına çıkıyorlar. “Kapitalist bir üretim tarzının varolduğu fikri kesin olarak reddediliyor ve bu üretim tarzının yapısal belirlenmeleri yerine, ‘ulusal ekonomiler’ ve belirli ‘konjonktürlerin’ indirgenemez özgüllüğü ve olumsallığı konuluyor”4 .

Kapitalizm, öyle bir “değişiyor” ki “kapitalist olmayan”a dönüşüyor. Sosyalizmde olmayan bu özgünlüğün “ne” olduğu türünden sorular sormak indirgemecilik olabiliyor ama yanıtın “indirgenemez konjonktür” olması aynı sorana yol açmıyor! Hindess ve Hirst’den farklı olarak bu yeni toplumu “post endüstriyel toplum” olarak adlandıran çoğunluk bunun kapitalizmden “ne” farkı olduğunu açıklayabilmek için dönüp dolaşıp olgulara başvuruyor. Bunların işaret ettiği yeni ilişkiler, bir bütünlük oluşturuyormuş hissi yaratılarak önce “yeni trendler” olarak sunuluyor, sonra da ağdalı bir dille teorileştiliyor: İletişim ve medyanın etkisini artırması, sanal dünya ve günlük yaşamında izole edilen bireyler, tüketim patlaması, kentlerin değişen yapısı ve toplumsal bileşimi, hizmet sektörünün büyümesi ve geleneksel sanayi proletaryasının hem bu süreçle hem de post-fordist üretim tekniklerine geçişle birlikte erimesi, özdeşlik grupları içinde yer alan yurttaşların sivil itaatsizlikleri…

Peki bu yeni olgular gerçeği ne derece değiştiriyor? Örneğin kapitalizmin metropollerinde orta sınıfların ve kent yoksullarının nicelik olarak proletaryaya baskın gelmesi…

“Kimi yeni solcular için bu kent yoksulu kategorisi işçi sınıfının ‘değişimini’ anlatıyordu ve geleneksel sol ya da komünist sınıf politikalarının geçersizliğinin maddi zeminini oluşturuyordu. Bu geçersizlik iddiası, daha önceleri burjuva cephesinden ve işçi sınıfının tarihen bittiği teziyle getirilmişti. ‘Marksizan yeni sol’ ise tersine işçi sınıfı kategorisinin heterojenleşerek genişlemesini ele alıyordu: Geleneksel işçi sınıfı politikaları, orta sınıflarla kesişim noktaları üzerinden dönüşecekti… Kesişim noktaları ‘ekonomisi gelenekselliğe’ karşı çevre, kadın, gençlik gibi ‘yeni toplumsal sorun’ ve hareketlere alan açacaktı” 5 . [GİRİTLİ Aydın]

Geleneksel sınıfların homojen yapılarında “değişim” yaşanması olgusu, ne toplumsal yapının sınıfsal zemininde iki kutbun yer aldığı gerçeğini ne de tarihsel değişimin bu iki sınıf arasındaki mücadelenin sonucunda şekilleneceği gerçeğini değiştirmiyor. Ortodoks duruşun doğrusuyla konuşacak olursak “sınıflar ortadan kalkmıyor ki!” Ancak işçi sınıfının dar bir tanımını yaparak, üretken olmayan emek, hizmet sektöründe temsil olunan emek, kafa emeği gibi ayrımlarla sınıfı “küçük göstermek” de mümkün; Marksist “kolektif emek” tanımıyla “ne” olduğunu göstermek de 6 . İlki “değişim”i temsil ediyor, ikincisi devrimci dönüşümün olanaklarını…

O alanda bir “değişim” yaşanmadığı için olsa gerek kimsenin sözünü etmekten pek hoşlanmadığı yoksullaşma eğilimi ise, bu olanakları besleyen bir olgu. Kapitalizmin gelişmiş olduğu ülkelerde bu olgu başka bir türde ele alınıyor. Evsiz yığınları açıklayabilmek için “altsınıftan”, “üçte iki toplum”dan bahsediliyor. “Altsınıf, tam istihdamın sona ermesiyle birlikte, gelişmiş piyasa toplumlarında piyasa ekonomileri içinde kendileri ve aileleri için bir hayat kuramayan ya da bunu istemeyen insanlar”dan ibaret.

Ancak bunlar (neyse ki!) toplumun üçte biriyle sınırlı kalıyor; “Bu piyasa ekonomisinin her halükarda 1990’lara kadar bu türden ülkelerde yaşayanların üçte ikisi için yeterince iyi işlediği görüldü” 7 .

Çoğunluğu kurtardık nasılsa altta kalanın canı çıksın basitliğinde açıklanabilecek bu “değişim”den bu haliyle devrimci sonuçlar çıkarılamıyor. Üçüncü dünyaya, zayıf halka kapitalizmlerine bakmak için bir vesile oluyor ve gerçeğe çarpılıyor:

“Brezilya gibi, 1980’lerin ortasında nüfusun en tepedeki yüzde 20’si ülkelerindeki gelirin yüzde 60’ından fazlasını alırken, en dipteki yüzde 40’ının yüzde 10 ya da daha azını aldığı bir ülkede azınlık durumundaki bir altsınıftan kim sözedebilirdi?” 8 . [HOBSBAWM Eric]

Sonra da “değişim” moda deyimiyle “global ölçekte” görülüyor:

“Kalkınmış ve geri dünya arasındaki uçurum kişi başına GSMH bakımından genişlemeye devam etti. 1970’lerde birinci grubun kişi başına GSMH’si ikinci grubun ortalama 14.5 katıydı, ancak 1990’da bu oran yirmi dört katına çıktı… Refah düzeyi en yüksek grupta sekiz yüz ya da daha fazla milyon insan, teorik olarak, kişi başına 18 bin 280 dolarlık ya da insanlığın beşte üçünü oluşturan en diptekilerden elli beş kat daha fazla GSMH’dan yararlanıyordu ” 9 . [HOBSBAWM Eric]

Bütün bu “değişen” olgular hangi gerçeğe işaret ediyor? Batı’da üçte ikilik çoğunluğun nasıl “yırttığını”, emperyalist-kapitalist sisteme bağlarsak, bu çok mu arkaik kaçıyor!

Özdeşlik grupları

Çevre, kadın gibi yeni toplumsal hareketlere gelince, sınıflar yerine yerleştirilen “halk” heterojenliğinin, ne tür bir değişime işaret ettiğini Wood’tan dinleyelim:

“Ne tuhaftır ki, işçi sınıfını devrimci potansiyele sahip bir sınıf olarak değerlendiren “özcü”, “ekonomist”, “sınıfsal indirgemeci” Marksist görüşü (karşılıklı ilişkisizlik ilkesine dayanarak) ütopyacı sayıp reddetme gereği duyan Yeni Hakiki Sosyalizm gerçekleri, birbirine ve sosyalizm hedeflerine, sadece söylemin çürük bağlarıyla bağlanmış olan şekilsiz bir halkın, toplumu dönüştürme rolünü üstlenebileceği yolundaki inançta (yine aynı tekabüliyetsizlik ilkesine dayanarak) hiçbir gerçekdışı ya da ütopyacı yan görmüyorlar” 10 [WOOD Ellen M.]

“Gerçekçi halkçılar” değişen toplumsallığın yeni heterojen yapısı içerisinde muhalefet odağı olarak özdeşine gruplarını görüyor. Yurttaşlar, bir sınıfa değil ama ortak bireysel tercihlere sahip oldukları kişilerle bir araya gelerek oluşturdukları gruplara ait olabiliyorlar. Çevrecilerden, tukankuşu severler derneğine kadar irili ufaklı özdeşlik gruplarının tümü bu “değişim”i sembolize ediyor. Batı toplumlarının “üçte ikilik” bölümünde yaygınlaşan çevrecilik, kadın hareketi gibi özdeşlikler bir yana, Türkiye’de kimi ideolojik eksenli gruplaşmaların dönemsel kurumsallaşma girişimlerinden söz etmek mümkün. Örneğin bu işi yapısı gereği önsel olarak ve tarikatlar aracılığıyla başaran gericilik karşısında, Atatürkçü Düşünce Dernekleri bütün il ve ilçelerde tabela açıyor.

Kemalizm ve ADD’ler “ideolojiklikleri” oranında bunu pek karşılamıyor ama buradaki “değişim”in özü bireyden yana olması. 1980’lerden itibaren “değişen trend”, bireyselliği ön plana çıkarıyor. Paradoksal gibi görünüyor. Ancak sonuçta özdeşlik grupları bir tür “toplumsallaşma”(daha doğrusu gruplaşma) adına bireyi toplumun gerçeğinden ve dolayısıyla toplumdan kurtarıyor. Buradaki “değişim” Kafka’nın metamorfozuyla örtüşüyor; hamamböcekleri ne kadar özgürse bireyi de(yurttaşları) o derece özgür kılıyor. Oysa bireyin kurtuluşu, toplumdan kurtuluşu değil, toplumun atomlaşmadan kurtuluşudur. Bu ise, ancak toplumsal kurtuluşla mümkün.

Özdeşlik gruplarının bazılarının olumlu yanı ise, kimi ideolojik belirlenimlerinin sola açıklığı ve farklı türden de olsa yarattıkları aidiyet duyusu üzerinden sol örgütlülüğe de alan açmaları. Eksenine kendi sınıfsal perspektifini yerleştirerek “çevre”, “kadın”, “Alevilik” hatta “Kemalizm” türü özdeşliklere bakan sol, bu grupları çemberlerini kırma noktasında zorlama şansına sahip. Bunu eksenini kaydırarak (daha doğrusu özdeşliğe yerleştirerek) yapanlardan farklı olarak üretilecek bu yaklaşım sosyalizmin toplumsallaşması için olanaklar da yaratabilir. Ders çıkarılacak yeterince olumsuz örnek de var. Aleviliğe ilk başta sol eksenli bir noktadan yaklaşan İşçinin Sesi çevresinin ekseni kaydırarak ilerlediği “kavga”sında katıldığı “kervan”, “dedelik” ve hatta gericilik oldu.

Buradan çemberi kırma noktasına dönebiliriz.11 . ”Kendileri içindeyken kafalarını çemberden dışarı çıkarmaya” çalışan yurttaşların ışıklarını yakıp söndürmelerini sokağa taşıma hedefi toplumculuğu toplumsallaştırmanın diğer bir boyutu. Yurttaş girişiminin “birikimci” önderlerini esinleyen isimlerden biri olan Althusser’e göre, “bir çemberden onun içinde kalarak nasıl çıkılabileceği sorunu, aslında tüm felsefi ve siyasal problemlerin üst problemidir” 12 .

Sorunu “kişisel” olarak alıp çözemeden deliren Althusser’in göremediği şekliyle bu üst problemin üst çözümü leninist örgüttür. “Sınıfını bil safa gel” ortodoksisidir. İnsanları sokağa çıkarırken, toplumsallaşırken, çemberi kırmanın yolunu göstermek, sosyalizmin propagandasını yapmak bu ayaklar üzerinden mümkündür.

Medya ve ahlak

Kendisi de medyatik olan “değişim”in en büyük özelliklerinden biri de medyayı oradan da insanların günlük yaşamını değiştirmesi. “Değişim”i gösteren yeni bir olgu olarak medyayı keşfeden marksizm düşmanları buradan sola vurabileceklerini de zannediyorlar: Marksizmin klasikleri gazete, bilemediniz radyo çağında yazılıyor; televizyon ve sanal dünya türünden medya ve iletişim olgularının olmadığı çağın bu teorisi tabii ki “değişim”i anlamakta yetersiz kalıyor!

Medya olgusunun, hele ki ekran başında geçirilen saat itibarıyla dünya liderliğine soyunan bir ülkede yaşadığımız düşünülürse, önemli olduğu yadsınamaz. Medyanın kuşatması altında yaşayan işçi sınıfının mücadele kültüründe nelerin değiştiği (daha doğrusu nelerin eksildiği ve yerine nelerin konabileceği) de araştırılmayı bekliyor. Ancak bu yeni olgunun gücünü abartıp “manipülatif” özelliğini “belirleyici” düzeye çıkarmanın da anlamı yok. Marx yaşasaydı “halkın afyonu” unvanını dinden alıp medyaya verir miydi türünden zorlamalar ancak gülümsemeyle karşılanabilir.

Burjuvazinin ideolojik seslenme gücünü eskisine göre büyük ölçüde artıran medyanın, siyasal-toplumsal gündemi belirlediği tezine kuşkuyla bakmak gerekiyor. Medya olsa olsa yukarıda sayılan olguları “çağın trendleri” olarak gündeme sokuyor. Manipülasyon yeteneği sayesinde de gerçekte yalnızca “mutlu azınlığa” ait olan “yeni trendleri” herkesinmiş gibi gösteriyor. Trene bakan öküz gibi trende bakan kitleler, ekranda seyrettiklerini yaşamış gibi oluyor. Bu da tabii bir tür “değişim”. İleriye doğru olduğunu söylemek için, ya trenin içinde olmak gerekiyor ya da öküz.

Medyayla birlikte ve medya aracılığıyla değişen toplumsal değerler de manipülasyonun yeni unsurları arasında yer alıyor. Her tür kollektif değeri erozyona uğratarak bireyciliği öne çıkarmaya çalışan liberal kapitalizm, öne sürdüğü değerlerin ahlaki bir çerçevesi olduğunu iddia ediyor ve bunu “değişim” olarak yansıtmaya çabalıyor. Buna göre, büyük politikalar artık toplumun ahlak beklentisine yanıt üretmek zorunda, yurttaşlar temiz toplum istiyor, dinin toplumsal etkisi artıyor vb.. Bireyin refahını öne koyan liberalizm ahlaki beklentiye yanıt üretmeyi başarıyor, marksizm ise bireyi keşfedemediği için bu “değişim”i yakalayamıyor!

Neyse ki en büyük ahlaksızlığı, sömürüyü üreten bir düzenin, toplumun ahlak beklentisine yanıt verebiliyormuş gibi görünmesi hep “havada” kalıyor. Ahlakçılık sömürü ilişkilerinin dışında kalamayan politikacıların sürekli açığa çıkan pislikleri nedeniyle bir türlü mümkün olamıyor. Değerler erozyonuna karşı toplumsal dayanışmayı, paylaşımcılığı, aydınlanmayı ve kolektiviteyi savunan solun kendi sembollerini yaratarak toplumsallaşması, Lukacs’ın deyimiyle “proletaryanın etiği olarak sınıf bilincini” yayması, bir yandan da din karşısındaki seküler konumunu öne çıkararak gericilikle mücadele etmesi gerekiyor.

Sola dair küçük bir parantez

Buraya kadar söylenenlerin merkezinde duran tespit, kapitalist sistemde toplumsal ilişkilerin niteliğindeki değişime etki eden bazı olguların, kapitalizmin sömürücü öz-niteliğine dair herhangi bir “değişim”e yol açmadığıdır. Değişimi, bu özün “değiştiği” şeklinde yansıtmaya çalışanlar karşısındaki ideolojik karşı duruşun “tutucu” bir etkisi de var. Bu etkiye takılarak solun değişimi önemsemediği sonucunu çıkarmamak gerekiyor. Toplumda şiddet artıyorsa, toplumsal kültürün içine nefret duygusu daha fazla siniyorsa, yeni birtakım medya araçlarıyla insanlar günlük yaşamlarında daha çok kuşatılıyor ve kıstırılıyorsa, tüketim eğilimlerinde iyileşme yaşanıyorsa, işçi sınıfının üyeleri sendikalar başta olmak üzere toplu halde bulunulan yerlere daha az uğruyorsa, metropollerin çehresi değişiyorsa, aileler eskisine göre daha hızlı çözülüyorsa, ortalama insanın bilgiye ulaşma hızı artıyorsa, artık “iyi” roman yazılmıyorsa, yeni müzik türleri açığa çıkıyor ve yaygınlaşıyorsa, uyuşturucu kullanımı artıyorsa, din olgusu kendine daha çok toplumsal karşılık buluyorsa… ortada tabii ki nitel bir değişim de vardır.

Marksizmin kapitalizmin eleştirisine dayanan yönünü sürekli diri tutmak, aynı anda hem barbarlığa hem de sosyalizme ilerleyebilecek “dünya-tarihsel süreç”in ortaya çıkardığı bu yeni niteliklerin tarihsel olarak ileri ve geri yönlerini göstermek komünistlerin işi. Türkiye solu da, dünya solu da “yenikçi” atmosferi nedeniyle bu alanda bir üretim eksikliği çekiyor. Komünizme ulaşmadan kullanacağımız “tembellik hakkı”nın bizi komünizm mücadelemizde teorik ve ideolojik açıdan zayıf düşüreceğini söylemek gerekiyor.

Sonuçta toplumsal ilişkilerin niteliğini değiştiren olguların çoğu kapitalizmin barbarlığa yaklaşan geri yönünün birer göstergesi ve solun eleştirelliği de bunun ifşasıyla sınırlı kaldığı ölçüde söz konusu üretimsizlik biraz da “el mahkum” hale geliyor. Ancak yanıtın tutarlı ve güçlü, solun eleştirel üretimi sonucu açığa çıkan “yeni”nin alternatif olabilmesi için, (örneğin yukarıdaki başlıklardan devam edersek; şiddet ve nefret kültürüne karşı paylaşımcı bir kültür anlayışı geliştirmek için, işçilerin biraraya gelmesini sağlayacak mekanları yaymak ve etkin hale getirmek için, sermayenin medyasını “bozmak” ve kendi araçlarını geliştirmek için, daha çok tüketen işçi sınıfının yaşam koşullarındaki modernleşmeden mücadeleye dair ileri tutamaklar çıkarmak ve aynı zamanda tüketimin yabancılaştırıcı yönüyle mücadele edebilmek için, metropolleri kavganın şehirlerine dönüştürebilmek için, kadın-erkek birlikteliğini daha insani temelde tesis edebilmek için, bilgi-iktidar ilişkisini açıklayabilmek için, daha “kaliteli” müzik yapabilmek, daha “iyi” roman yazabilmek için, dinsel gericiliğe ve uyuşturucuya karşı mücadele etmek için) düşmanı daha iyi tanımak gerekiyor.

Frankfurt Okulu

Kapitalist dünyayı yalnızca eleştirmekle ve yorumlamakla yetinen (dolayısıyla marksizmin dışında kalan) Frankfurt Okulu’nun temsilcileri özellikle kültüre ve günlük yaşama saldıran yönüyle düşmanı daha iyi tanıtan eserlere imza atabildiler. Althusser’inkine benzer bir “çember sorunu”na takılan, “yanlış bir hayatın doğru yaşanamayacağına” karar veren Theodor Adorno kendi hayatını “yanlış hayat”ın eleştirisine adıyor ancak açmazını açacak örgütlülüğe hayatında yer olmadığı için “doğru” yaşayamıyor. Adorno’dan bir alıntıyla “eleştirelliği” açmak istiyorum:

“Dev bir süt firması mutlu inek Elsi’yi göklere çıkaran reklamlar yapıyor. Reklamı izleyenlere, bu seçkin hayvana ne biçim özen gösterildiği, Elsi ve benzerlerinin verdikleri sütün ne kadar iyi olduğuna inansınlar diye ineğin hangi mutlu koşullar altında yaşadığı gösteriliyor. İnek sosyolojisine göre, özen gösterilen insan ilişkileri, ineğin mutluluğundan geri kalmak istemeyen kişilerin artan mutluluğuyla aynı kapıya çıkıyor. Teknikleşmiş ve örgütlenmiş bir dünyada çalışma koşullarının iyileştirilmesine elbette ancak taş kafalı bir mantıkla karşı çıkılabilir. Tekniğin ve örgütlenmenin attığı ileri adımlar, öncelikle üretim ve satış lehinde gerçekleşirken bu ilerlemenin uğraştığı kişiler için de iyi bir yanı var. Ama buradan bireyin kendini kurtarmasını ya da yeniden üretmesini beklemek safça bir şey olur. Bireyin gelişip açılmasını sağlayabilecek toplumsal temeller daralmıştır ve bu temeller üzerindeki yapının cephesine makyaj yapmak işe yaramıyor” 13 [ADORNO W. Theodor]

Okulun bütün üyeleri bu makyajla ilgileniyor ve yaptıkları işin sınırının (ve yüzsüzlüklerinin de) farkındalar, “Biz toplumun eleştirel bir teorisine özgü öğeleri geliştirdik, ama bunlardan pratik sonuçlar çıkarmaya açık ve hazır değildik. Ne eylem programları yayınladık ne de kendilerini eleştirel teoriden etkilenmiş hissedenlerin eylemlerine destek verdik” 14 diyorlar.

Kapitalizmin ve kapitalist kültürün günlük yaşam içerisinde ayırt edilen görüngülerini eleştirecek solun akademik tuzaklara düşmeden bu Okul’dan öğrenebileceği bazı şeyler olduğunu düşünüyorum. Örneğin bugünün müziğindeki değişime bakacak bir marksistin maddeci yaklaşımının temelinde Adorno’nun “Kültürü kendi ölçüleriyle değerlendirmek, tarihin kültür üzerinde bıraktığı yara izlerini görmemek ve kültürün ezenler-ezilenler ayrımına dayandığını farketmemek anlamına gelir. Müzik, kökeninde yatan o vahşi çığlığı, rakibini öldüren ilk insanın zafer çığlığını hiç unutmamalıdır” 15 bakışına ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. O çığlığa yol açan insan edimini, rakibe kalkan sopanın titrekliğini ve heyecanını, onun tarihsel olarak “praxis”e kavuşmasını “yeni” müzikte yankılayabilmek için…

Sonuç yerine

Bu iki parantezden sonra sosyal gerçeklikteki “değişim”e dönüp bu ufuk turunu tamamlamak istiyorum.

Emek-gücünün bir meta olarak özgürce alınıp satılabildiği bir toplum olan kapitalist toplumda, bu ilişki sürdükçeü bütün toplumsallığın temel belirleyeni olmayı sürdürecek. Proletaryayı “bonfile yiyebilenler”e göre değil de “yaşamak için emek-gücünü satar durumda olanlar”a göre tanımlayan marksizm “elveda proletarya” denecek bir “değişim” yaşanmadığını görüyor. “Değişim”cilerin kar patlaması ve büyüyen pasta gördüğü ve bu görüşü ideolojik olarak egemen kılabildiği yerde, sosyalistlerin artan sömürü oranı ve adaletsiz bölüşüm görmesi ve bunu kitlelere maledememesi aynı gerçekliğin iki farklı şekilde görünmesinden değil, “gerçeği” gören sosyalizmin ideolojik etkisizliğinden kaynaklanıyor.

Solun “gördüklerini”, uygun siyasal kanallar yaratarak anlatabilme, seslenişinin toplumsal karşılığını bulma ve güçlendirme sorunu var. Öküz, bir geleneğin temsilcisi Mihri Belli’ye soruyor “Toplumda oluşan enerjiyi kontrol edecek politika üretebiliyor muyuz?” 16 diye. Belli’nin yanıtı şöyle: “Toplumsal muhalefet olarak politika üretme bakımından başarılı olmadığımız ortada. Teori de üretemiyoruz. Teoriyi burjuvazi üretiyor. Globalleşmeler, sivil toplum gibi vs. Bunun karşısında biz Türkiye gerçeğinden yola çıkıp bir şey üretemiyoruz.”

Burjuvazinin ürettiği söylenen teori, yazının başından beri vurguladığımız “değişim”i anlatıyor. Globalleşmenin, emperyalizm, sivil toplumun atomlaştırma olduğunu gören sol ise bir taraftan gördüğünü anlatma sorunu yaşıyor, bir taraftan da “değişim”in karşısına kendi “toplumsal dönüşüm” gücünü çıkarmaya çalışıyor, örgütlenme çağrısı yapıyor:

“Eylemimiz gündelik toplumsal tepkinin içinde gerçekleştiği kalıpları yeniden kurmayı hedeflemelidir. Yeniden kuracağımız bu kalıplar bireyi toplumsal çelişkiler ve yıkım karşısında yurttaş olarak değil örgütlü olarak varetmenin temeli olmalıdır. Sosyalizm, Türkiye toplumunda yerleşik olan ideolojik öge ve değerlerle kurduğu bağ üzerinden gerçek bir ideolojik hareket olabilecektir. Ve üzerinde durduğumuz topraklarda sosyalizmin kültürel ve ideolojik olarak kendisini kurumsallaştırması, örgütlü pratikler aracılığı ile mümkündür.” 17 [SALMANER Murat]

Yani, sosyalizmin siyasal ideolojik etkisini artırmak için Belli gibi “burjuvaziye hak vermek” değil örgütlenmek gerekiyor. Ondan da geride yer alan ve “değişmeyen tek şey değişim” diyerek kervana katılanlara ise sorulacak bir soru kalıyor:

Yoksa değişen tek şey değişim olmasın?

 

Dipnotlar

  1. GRAMSCI Antonio, “Hapishane Defterleri”, Belge Yayınları, s. 141.
  2. Lefebvre, Henri, “Marx’ın Sosyolojisi”, Öncü Yayınevi.
  3. CAUDWELL Christopher, “Ölen bir Kültür Üzerine İncelemeler-2”, Metis Yayınevi, s.205.
  4. WOOD Ellen Meiksins, “Sınıftan Kaçış”, Akış Yayınevi, s. 94.
  5. GİRİTLİ Aydın, “97 Yazında Sınıf Tezleri”, Gelenek 55, s. 24.
  6. Bu konuda Süha Noyan’ın Gelenek 54’te yer alan “Kollektif Emek Kapsamında Hizmet Sektörü” yazısına bakılabilir.
  7. HOBSBAWM Eric, “Kısa 20. Yüzyıl-Aşırılıklar Çağı”, Sarmal Yayınevi, s.394.
  8. HOBSBAVWM Eric, age, s. 395. Türkiye’nin durumu da Brezilya’nınkiyle büyük paralellik gösteriyor. 1994 yılı verileriyle en zengin yüzde 20’lik kesim milli gelirin yüzde 55’ini alırken, en yoksul yüzde 40’lık kesim için bu oran yüzde 13.
  9. HOBSBAWM Eric, age, s.418 ve s.420.
  10. WOOD Ellen Meiksins, age, s. 120.
  11. “Bir çember içinde ne kadar ilerlenebilirdi? Ne kadar gelişilebilir? Yaşanır ya da? Sonra sınıra dayanmak. Artık genişlemeyen bir daireyi dönmek dönmek. Üşüdü. Örtündü. Bir dairenin gelişmeyen sürekliliğini hiç düşünmemiş olmak ne ahmaklık! “Dışarısın” sadece bir daireyi sürdürmek, dural bir döngüyü varkılmak için gerekli saymak ne büyük yanılma! Şimdiye kadar hep bu çemberin içinde düşündüğünü, onları daha rahat, daha kullanışlı, hatta daha güzel kılmak için çabaladığını biliyordu artık… Hep bu döngü içinde olacaksa, sonunda o hiç genişlemeyen çember için dönülecekse hep, bırakmalı bunları.” Sevgi Soysal, Yürümek, Bilgi Yayınları s.97.
  12. ALTHUSSER Louis, “Gelecek Uzun Sürer”,Can Yayınevi, s. 342.
  13. ADORNO W. Theodor, “Eleştiri, Toplum Üstüne Yazılar”, Belge Yayınları, s. 111.
  14. ADORNO W. Theodor, age, s.115.
  15. HORKHEIMER Max, “Akıl Tutulması”,Metis Yayınevi, s.45.
  16. Mihri Belli Anlatıyor, Öküz, Ekim 1997.
  17. SALMANER Murat, “Örgütlenin!”, Sosyalist İktidar, 3 Ekim 1997.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×