Demokratik Devrim: Perspektifsizlik Mirası I
A: Türk solunda geri tezlerin aşılması sorunu ve MDD
Başından itibaren hiçbir kompleks duymadan vurguladık; Türk solunda geçmiş çoğu hesaplaşma, hırçın fakat köksüz, insafsız fakat teorik demlikten yoksun yaşanmıştır. Teorik hesaplaşma politik ayrışmaları sağlıklılaştırır. Ayrışmaların sağlıksızlığında ayrışanların çıkışsızlığında teorik kopuş eksikliğinin rolü iyice göze batar noktaya gelmiştir. Teorik ihtilalcilik Türk solunda “geri bıraktırılmıştır.”
Olgular ya da zaman, o ana dek savunulan tezleri iflas ettirmişse politik kopuş güdük bırakılarak belirli kadroların birbirinden kopmaları gündelik eleştirileri yeterli sayılmış, geri tezler kendiliğinden aşılmışlık mertebesine oturtulmuştur. Teorik hesaplaşmada kendiliğindencilik, devrimci hareketin örgütsel yalpalamalarını için için beslemiştir.
Teoride, ideolojik tartışmalarda, stratejilerde, öleni bir kez daha öldürmek gerekir. Yoksa sonuçta ortalığı ne zaman nereden fışkırdığı belli olmayan, aşılmış stratejilerin, aşılmış tezlerin türevi arsız otlar kaplıyor.
1961 sonrasında yaşanan sıçrayışta, o devrimcileştirici silkinişte, TKP mirası ile yaşanan ciddi hesaplaşmanın payını küçültmek olası mı? 1920-60 TKP deneyimi 60’lı yıllara gelindiğinde ele avuca gelebilen bir teorik hesaplaşma; daha gelişkin bir devrim stratejisi üretme çabasını motive eden neredeyse tek deneyimdi. Neler denendi? Neler eksik bırakıldı?
Neredeyse saf illegal TKP’nin legallikten de yararlanma amacıyla giriştiği gerçekte sızmacı çabalar, 1960’lardan bakıldığında tekrar edilmesinde pek anlam kalmayan denenmiş bir pratikler demetiydi. Fakat başka etmenlerle birlikte yıllar sonra ortaya çıkan, legalizm patlaması oldu.
Yine 1961 yılına gelindiğinde solda o güne dek denenmemiş pek çok politik yöntem, mücadele biçimi ve yolundan mürekkep bir toplam vardı. Örneğin sol cuntacılık: 1951 sonrasında fiilen TKP dışına düşmüş iki ağır top, Mihri Belli ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile 1960’ların çaplı aydını D. Avcıoğlu, ordu geleneği, kılıçlılar, 27 Mayıs, 22 Şubat, 21 Mayıs derken gözlerini ordudan alamadılar. Bu yönelişte “ilerici” Arap rejimlerinden kaynaklanan esinlenme katkısını da göz önüne aldığımızda, 1960 öncesi deneyimin nafile olduğu düşüncesinin aydınlara nasıl yeni yollar keşfettirdiğini sezeriz.
Kütlesel olarak yönelinen başka “yeni”ler de vardı; Parti öğretisinden ve örgütlenmesinden doğal bir uzaklıkta duran devrimci demokrasinin, kimi Dev-Genç’lilerin artık parti mücadelesi döneminin aşıldığı ya da en azından “şimdilik yeterince uygulanabilir olmadığı” türünden tezlerinin dışa vurulmasında, TKP’den sonra TİP deneyiminin de parti hüsranlarının etkisini gözden kaçırmamak gerekli.
Partili sosyalistleri partisiz devrimcilik konumundan eleştirmek, parti ve cepheyi aynı siyasi özne içinde karıştıran bir tür tasfiyeciliği beslemiştir.
Maoculuk, orijinal haliyle doğru dürüst savunulmadan kısa sürede iflas etti. Fakat iflas etti de ne oldu? Önce ortaya “üç dünya teorisi”ni, yine maocu kategorilerle, Mao’dan aktarma kavramlarla eleştirmeye çalışan gruplar çıktı. Türk solunun diğer kesimlerinde de onca yaygınlaşan maoculuk eleştirileri, her nasılsa popülizme, aşamacılığa, aydın düşmanlığına ve köylücü taban retoriğine karşı tek satır kem söz içermedi.
Hem “radikal” geçinip hem de sıkıştıkça CHP’ye yüz çevirme kişiliksizliğinden kopmak daha zor oldu. Hatta bazı “M-L”lerimiz için bu hala geçerli. Ama görüntüde o da “aşıldı”. Bugün TBKP de dahil olmak üzere SHP’yi eleştirmeyen yok. Fakat biraz daha yakından baktığımızda Türkiye’deki sosyal demokrasi eleştirisinin büyük ölçüde teorik düzlemde, onun Avrupa’daki Marksgil sosyal demokrasiden ne denli farklı olduğunu vurgulamaktan öteye gitmediğini, politik düzlemde ise bir açlık grevinde ya da mitingde yenilen kazıklara içerlemeyi aşamadığını görüyoruz.
Bugün Türkiye’de iktidar perspektifine haiz yapılar da dahil olmak üzere sosyal-demokrasiye yönelik sınıfsal net bir eleştiri-kopuş boşluğu halen sürmektedir. Biraz “dinamik” biraz “enerjik” biraz daha uvriyerist bir SHP’nin yüreklerini kıpır kıpır ettirebileceği solcuların sayısı sanıldığından çok daha fazladır.
Ya “feodal kalıntılar” hikayesi, ya Kemalizm, ya “çarpık kapitalizm” iddiaları… Bu lafızların ya da Kemalizm zaafının 1980 sonrasında neredeyse kütlesel olarak terkedilmesini kim gönül rahatlığı ile sağlıklı atfedebilir? Sol hareket bu ayakbağlarını teorik düzlemde de üretilmiş sağlam argümanlarla değil, bu saatten sonra hala “anti-feodal mücadele” ya da “anti-emperyalist kemalistler”den söz etmeye yüzü tutmadığı için “aştı”. Dolayısı ile aşma eylemi yine mantıki sonuçlarına varmadı.
Bugün sınıf uzlaşmacılığını teorikleştirmeye çalışan yenilikçi kesim demokrasi konusunda artık baklayı ağzından çıkarmıştır. Fakat sınıflar üstü hatta sınıfsallık ötesi demokrasiyi “aşan” devrimci akımlardan (ya da bunların içindeki eğilimlerden) hangisi Türkiye’de demokrasinin proletarya diktatörlüğünden önce kazanılamayacağını fazla manevra yapmadan deklare etmekte, programlaştırmaktadır
Gerçekte demokrasinin sosyalist inşa sürecinden önce toplumsal düzeyde başlatılamayacağını programlaştıramadıkça radikallerin radikalizmi sakat kalacaktır.
Bu yadsınması gerekeni yadsımakta tereddüt edenlere 15 senedir “kopuş” yaşayıp, radikalist netliğe başka bir düzlemde hayatiyet sağlamayı sürekli kılamadılar. Şu ana dek saydıklarımız ve sayamadığımız “kopamamışlık” örneklerinin çoğunun bir potada toplandığı ve billurlaşmış yönleriyle kendisini ifade ettiği alan demokratik devrim perspektifidir.
Devrim stratejisinde evrim
MDD’yi aşamayanlar, eksikli aşanlar demokratik devrimci perspektifleri zenginleştirmekle, sınıf ilişkilerini daha yakından yansıtır biçime sokmakla sırtlarındaki kamburun sadece çirkinliğini ve büyüklüğünü azaltmışlardır.
MDD, aşılması en fazla kaderine terkedilmiş perspektif oldu devrimci akımlar içinde. 70’li yıllarda ise MDD’ye, daha doğrusu orijinal MDD’ye sadakat azaldı.
MDD perspektifi ilk Kemalist burjuva demokrat içeriğinden marksist temelli bir iktidara giden yol içeriğine 60’lı yılların sonunda ulaştı. Sosyalizmi ulusal demokrasinin doğrudan uzantısı olarak algılamayı hep sürdürerek, işçi sınıfı lafzını giderek öne çıkardı. MDD perspektifi kendini revize ederken ilk evrelerinde bırakılan örgüt teorisi boşluğunu doldurmaya çalıştı.
71 yılına kadar MDD’ci akımların leninist örgüt teorisine olan uzaklıkları, devrim teorisini sınıfların gelişkinlik düzeyine bağlamalarını beslemiştir.
Devrim teorisi ile örgüt teorisini aynı gelişkin teorik çerçeve içinde bütünleştirememeleri, demokratik devrimciliğin tarihinin özeti sayılabilir. Bir başka deyişle demokratik devrimcilik perspektifinin iç evrimi kemalist MDD’cilik, emekçi sınıflar öncülüğünde MDD, İDD, aşamacı DHD devrim teorisi ile örgüt teorisinin ve bunların pratik deneyimlerinin bütünleştirilmesi çabasını yansıtır. MDD perspektifinin evriminin bir aşamasında, proletaryanın ve köylülüğün öncülüğü tartışıldıkça “öncü parti” nosyonları da ortaya çıkmaya başladı.
Ulusal demokrasinin devrimle kazanılmasını gündemin birinci sırasına yerleştiren perspektif, önce leninizmden habersizlik, ardından leninizmi işçi-köylü ittifakına indirgeyen sığ yorumdan gıda buldu kendisine.
Örgüt teorisine yaklaşımdaki ilkellik, özellikle 69-70’e kadar devrim perspektifindeki pozitivizmi devrimcilerin boynuna bir pranga gibi kilitledi.
Devrim üretim tarzlarının evrimine, örgüt kavrayışı ise “hareket”e tercüme edilince sosyalist mücadelenin asıl hedefi; politik devrim sis bulutları ardına itildi.
Demokratik devrimin örgüt kavrayışına yansıması anti-oligarşik halk devrimim örgütleyecek parti-cephe, kimi örneklerde emekçi partisi, maocu versiyonlarda ise işçi-köylü partisi oldu en fazlası. O da önce amorf bir sınıflar ötesi hareket olmayı başarabildiklerinde… 74-79 yılları söz konusu – leninist örgüt dışı deneyimlerin krizidir; hiç kimsenin şüphesi olmasın. Bugün savunanı olmayan bu örgüt modelleri fiili tükenişlerini demokratik devrim perspektiflerinin- onca pratisyen vurguya karşın yaşama geçirilemeyecek kadar geri olmalarına da borçludur.
Bu devrim-örgüt teorisindeki geriliğe iki merkezkaç tepki yaşandı: 61-71 dönemi sonunda eleştirisini örgüt teorisi alanına ister istemez sıkıştıran H. Kıvılcımlı ve 70’li yılların ortasında adeta süreğen bir geçiş statüsüne oturan Kurtuluş hareketi. Fakat yıllar boyu, “iki taktik solculuğu”nu aşan tepki cuntacılıkta, “halk savaşı”nı aşan kanal ise partisiz devrimcilikte tıkandı. Bu kanalların iç-kopuşma süreci tamamlanmadı sürüyor.
Zinde güçlerin tokadı
12 Mart rejimi yarım kalmış bir faşistleşme süreciydi. 12 Mart güdük faşizminin eşiğinde işçi sınıfı dışında toplumsal hareketlilik gösteren toprak işgallerine girişen yoksul kır proletaryası ve kapitalist meta dolaşımına tarımsal ürün yetiştiren yoksul köylülük adeta ideolojisiz bir kavga veriyordu. Jandarma ve tarım proletaryasını karşı karşıya getiren süreç MDD’cilerin kavradığı anlamda köylülüğü özgürleştirecek demokratik devrimin kıvılcımları değil, tarımda kapitalistleşmenin (Trakya ve Ege’de tekelleşmenin) doğrudan sonuçlarını kapsıyordu.
Sonuçta işgaller topraksız köylünün, sanayi proleteri olmaya aday köylünün eylemi olarak kalmasına karşın, büyük şehirlerin küçük burjuva entelijansiyası bu olguyu proleter devrim nesnelliğini perdelemek için kullandı.
Küçük üretici köylülük ise belli bir huzursuzluk yaşamasına karşın, yine de iktidarların denge unsuru olarak kullandığı bir kesim olma özelliğini aşamadı.
Türkiye’de metropollerin küçük burjuvazisi gelişkin bir sanayi proletaryasının varlığına karşın “toprak işleyenin” sloganını, fabrika üretenin sloganından önce keşfetti. Bir süre sonra da ilk sloganı CHP’ye kaptırdı (ya da el altından iade etti).
MDD tezinin teorik bir derinlikle değil, pratikte karşılaşılan hüsranlar ve sürprizlerle sorgulanmasına en güzel örnek 15-16 Haziran Direnişi’dir.
Hem mücadele geleneğinde, hem de demokratik devrim modelinin içinde, işçi sınıfının Türkiye burjuvazisine karşı doğrudan toplumsal bir mücadele verme yeteneği asgari düzeyde geçerliydi. Devlet sendikacılığı kıskacından yeni yeni kopmaya başlayan sanayi proletaryası 15-16 Haziran’da en büyük işçi kentinin sokaklarını alt üst ettiğinde, halk devrimcileri, milli demokratik devrimciler de şöyle bir irkildiler. Türkiye’de 1960’tan sonra işçi sınıfı, nitel değişimini çok kısa zaman süreleri içerisine sıkıştırmayı becerdiğini, bir anda siyasal iktidar ile karşı karşıya gelebileceğini kanıtlamıştır. Bu büyük direniş, grevler ve fabrika işgalleri ile birlikte demokratik devrimciler nezdinde “kırdan mı şehirden mi?” tartışması usul usul tavsamaya başladı. Vakıf oldukları gerçeklik (kırın ya da şehrin önceliğine dayalı) bir mücadele tarzı değil öncü sınıf ve onun örgütlenmesi sorunu idi. Birden ortalığı “proletaryanın öncülüğünde demokratik devrim” çeşitlemeleri kapladı.
Türkiye’de 1965 yılından itibaren küçük-burjuva devrimci demokrasili toplumsal yapıda giderek sarsılan konumunu bölüşümden aldığı payın azalışını farkettikçe, kendi husursuzluğunu proletaryanın sosyalist doğrultuda radikalleşmesinin önüne koymuştur. Demokratik devrimciliğin sınıfsal dinamiği buradadır. Giderek mülksüzleşen toplumsal tabaka zaten mülksüz sınıfın sesini boğmuştur. Bu üste çıkma becerisi 73 sonrası için daha da geçerli, fakat 80’li yıllar Türkiyesi’nde devrimci demokrasi açısından daha zor hayata geçirilebilir hale gelmiştir.
12 Mart darbesi bir diğer saplantıyı da sarstı: Kemalist radikalizm. Artık “Kemalizmin tamamlayamadığını tamamlamak” demokratik devrimcilik için bir gerekçe olmaktan çıktı. Demokratik devrim cephesi yavaş yavaş dökülüyordu. Unsurları teker teker düşen müttefikler listesi, devrimci hareketin bir kesitinde ittifaklar çerçevesinin giderek sosyalist devrimci ittifaklarıyla çakıştırılmasıyla sonuçlanacaktı. MDD’ciliğin eksikli aşılmasının ürünlerinden biri olan 77 sonrası Demokratik Halk Devrimi tezleri, bu sürecin basamaklarından biridir. Proletarya öncülüğünde proleter devrimin doğal müttefiklerine, demokratik bir halk iktidarı hedef gösterilerek yılların perspektifsizliğinin aşılabileceği sanıldı.
Devrim teorisinde pozitivizm aşınırken
Türkiye’de sosyalist bir iktidardan önce mülk sahibi sınıfların değişik kesimleri ile ortaklaşa kotarılacak demokratik görevler, bir taraftan da devrimci sürece nüfusun alabildiğince geniş bir kesimini katma kaygısına denk düşüyordu. Fakat önce 61-71 döneminin, sonra da 71-77 döneminin sonunda demokratik devrim perspektifi sayesinde kitleselleşme olarak nitelenebilecek bir başarı yaşanmadığı için MDD bir kez daha “eskidi”.
MDD eskidi, fakat yine de küçük burjuva devrimciliğinin devrim perspektifine emdirdiği pozitivist yöntem, devrim stratejistlerinin yakasını bırakmadı. Sosyalist devrimin gerçekleştirilebilirliğine, olası ittifakların bileşiminin cevap vereceği ölçüde imkan tanındı.
Yani önce ittifaklar bileşimi, sonra da proletarya dışı kesimlerin onaylayacağı bir demokratik iktidar tanımlandı. Böylesi bir devrimi kavrayış yöntemi ne denli devrimci mücadele yöntemleri ile süslenirse süslensin, iktidar perspektifinin sakatlanmasıdır.
İktidar perspektifinin güdüklüğü, hem “Halk” devrimciliği hem de menşevik yapıların ortak paydası olmuştur. Bugün için de geçerli olan sınıf uzlaşmacı-devrimci ayrışması sancılarının kökeninde bu iktidar perspektifi muğlaklığı da vardır. Bu muğlaklığın eskiyen tezlerin teorik inkarı geliştirilmedikçe netliğe dönüşmesi zordur. Ve şimdiden bilinmelidir; demokratik devrimcilikten kopamayanların taşıyıp getirdikleri sınıf uzlaşmacılığı-devrimcilik ayrımını sağlıksızlaştıracaktır. En azından şu anda reformist çerçevede olanlar reformist çemberi kıramasalar bile, daha bugünden “devrimci” statüsüne sahip yapıların ayrışa-bölüne devrimci sosyalist bir iktidar perspektifini içselleştirememeleri ciddi bir olasılıktır.
1960 sonrasında Türk solu, emperyalizm üzerine leninist tezlerden birini diğerleri arasından söktü çıkardı ve tapmaya başladı: Türk solu kapitalizmin son aşamasında ileri kapitalist ülkelerin geri ülkeleri sermaye ihracı ile ekonomik açıdan bağımlı kıldığını keşfetti. Öte yandan bu ülkeler siyasi açıdan bağımsız olduklarından (?) bir yarı-sömürge kategorisi o an için ihtiyacı karşıladı. Oysa Lenin tekelci döneme ilişkin (meta ihracından ayrı olarak sermaye ihracı) daha başka özel nitelikleri de vurgulamıştı. Örneğin, tekellerin belirleyici rolleri, banka sermayesi ve sanayi sermayesinin kaynaşması, emperyalist bölüşümün tamamlanması vs. Bütün bunlardan çıkan sonuç, kapitalizmin dünya üzerinde yayılmasının hem dünya hem de ülkeler düzeyinde bir yasaya bağlı işlemesidir: Eşitsiz gelişme yasası. Bu yasayla birlikte Lenin, kapitalizmin en yıkıcı niteliklerinin şiddetlendiğini ve emperyalizm çağının proleter devrimler çağı olduğunu soyutladı. Bırakalım bağımsızlıkçı burjuvaziyi, işçi sınıfı bile içinden bölünerek bu çağda sınıf işbirliği eğilimleri geliştirebiliyordu.
Lenin emperyalizmin yeni bir ekonomik sistem olmadığını vurgulamaya önem vermişti. Dolayısıyla tekelci kapitalizmden serbest rekabetçi ulusal ekonomiye dönüşü gerici bir perspektif olarak niteledi, çünkü tekelci kapitalizm sosyalist devrimin eşiğini hazırlıyordu. Üstelik sermaye ihracı kapitalist ülkeler arasında giderek karmaşıklaşan bir dolaşıma çıktığından, Türkiye’deki devrimciler yarı-sömürgecilik tezlerinin Türkiye devriminin yolunu pek de aydınlatmadığını farkettiler. Üstelik milli devrimcilik, emperyalist çağda, sermayenin uluslararasılaştığı bir çağda tekil bir ülkenin adeta kendi duvarları içinde bir kompartman olarak bağımsızlığa ulaşabileceğini düşünüyor, ulusal bağımsızlığı sosyalizm inşasına daha baştan girişilmeyen bir süreç olarak algılıyordu. Bu da “sol kadroculuk”un demokratik devrimciliği sıçrattığı bir mirastı.
Demokratik devrimcilik burjuvaziyi, hatta giderek onun politik örgütlerini kâğıt üzerinde bu perspektife göre bölmeye başladı. Bu çabada elbet TKP mirası da büyük işlev gördü; “emperyalizm işbirlikçi burjuvazi ve feodaller bir türlü ulusal kapitalizmin gelişmesine izin vermiyorlardı”. Demokratik devrimcilik uzun bir süre Türkiye’de kapitalizmin egemen üretim tarzı olamayacağını savundu. Yarı-feodal Türkiye’de elbet ilerici ve milli bir burjuvazi bulmak zor değildi. Fakat ilkönce 12 Mart’a, daha sonra da 12 Eylül’e dek iç savaşa evrilen süreçte, burjuvazinin devrim olasılığı karşısında darbe destekçiliğinde ve cephelerde değişik yönelimlerini konsensus içerisinde uyumsuzlaştırdığını gördüler. İkincisi, zaten mülksüzleşen küçük burjuvazi dışında burjuvazinin hangi kesiminin anti-emperyalist olduğunu saptamakta zorlandılar. Kapitalizmin hem tekelci büyümeyi sağladığını hem de kırda geliştiğini, yani kapitalizmin gelişmesini engelleyen egemen bir sınıfın mevcut olmadığını görmek ise zor değildi. Kapitalist tekelleşme, kapitalist pazarın bütünleşmesi, pre-kapitalist ilişkileri mutlak anlamda çözmeden de yaşanabiliyordu. Eşitsiz gelişme yasasını teorik olarak bilmek gerekmiyordu bu üretim ve sınıf ilişkilerini saptamak için. Sonuçta yarıfeodal nitelemesi ve “feodal kalıntılar” sorunu, devrim perspektifinde hedeflenen devrimci iktidarın politik/sınıfsal içeriğinin belirlenmesinde ikinci, üçüncü plana düştü.
Bu tür tıkanıklıklar hep pratikte “aşıldı”. Fakat geriye devrimci iktidar perspektiflerinin önünü tıkayıcı bir hastalık bırakarak. Leninizmin sığ kavranışı “Türkiye kapitalizminin gedikleri nelerdir; sosyalistler ve işçi sınıfı Türkiye kapitalizminin zayıf noktalarından nasıl yararlanır” sorusunun gözardı edilmesinde somutlandı.
1989 Türkiyesi’nde leninizmi bu topraklarda yaşatmak isteyenler öncelikle, leninist yorumun kuru kuruya işçi-köylü ittifakı ve milli kurtuluş değil, proletaryanın yarı-proleter kesimleri nasıl kendi iktidarına yönlendireceğinin değişik koşullarda üretilen devrimci yöntemler bütünü olduğunu kavramak durumundadırlar.
Leninizm emperyalist çağın sosyalist devrimin eşiği olduğunun özellikle siyasette hayata geçirilmesinin yöntemidir.
Leninizm gündelik hedefler ve soyut bir nihai sosyalist projenin toplamı değil, Türkiye kapitalizminin gedikleriyle sosyalizmin güncelliğini saptamak, bunlardan faydalanmak politikasıdır.
Devrim teorisi ile örgüt teorisinin bütünleşmediği bir devrimcilik, 1989 Türkiyesi’nde leninizme uzaktır.
Leninizm eşitsiz gelişme yasasının marksizmidir
Demokratik devrimciliğin milli burjuvazi aşkı hep platonik kaldı. Radikal küçük-burjuvazinin emperyalizme karşıtlığı ise anti-amerikancılık ve kalkınmacı devletçilikten öteye gidemedi. Milli burjuvazi olarak tanımladıkları, önceleri İngiltere, Fransa gibi ülkelerle yakın işbirliği içindeki Anadolu ticari sermayesi ve Kemalistler, 60’lı yıllardan sonra bölünmenin eşiğindeki büyük burjuvazinin planlama yanlısı kesimi, bazen kozmopolitliğe karşı Anadolu küçük burjuvazisi, kimi durumlarda toplumsal artık değerden daha fazla pay almak isteyen bürokrasi ve bazen de anti-amerikancı küçük-burjuva şehir gençliği idi. Bu aranışın asıl çelişkisi sosyalist bir iktidardan önce milli bir burjuvazi ile birlikte milli bir ekonomi kurma perspektifi ile proletaryanın burjuvaziye karşı üretimden gelen gücünü de kullanarak girişeceği toplumsal kurtuluş mücadelesi arasındaydı. Yön ideolojisi, Türkiye devrimciliği içinde yaşıyordu.
1960’lar Türk solunun, Türk burjuvazisinin gelişimini ve iç evrimini fiili sürecin gerisinden izlediği yıllardı. Bu dönem tarım burjuvazisi, finans burjuvazisi, sanayi burjuvazisi iç bağımlılık ve iç başkalaşım sürecini önceki on yıllara göre daha büyük bir ivme ile yaşarlar. Büyük burjuvazinin sınıfsal politika üreten partilerinden AP bile bu süreçte ipin ucunu bazen elden kaçırır. AP’nin ürettiği politikalar Türkiye burjuvazisinin ihtiyaçlarının değişinimi giderek daha geriden kavramanın sonucu olarak bir tatminsizlik doğurur. Burjuvazinin bu stratejik ihtiyaçları kendi politik örgütleri tarafından bire bir üstyapısal dönüşümlere yansıtılamaz. Bir diğer deyişle sanayi burjuvazisi ve finans sermayesi antrenörlerinin izleyemediği bir hızla depara kalkmıştır. 1962’de 1 liralık imalat sanayii üretimine karşılık 1.9 liralık tarım üretimi yapılırken, 1970’de 1 liralık imalat sanayii üretimine karşılık 66 kuruşluk tarım üretimi yapılır duruma gelinmiştir. On yıl içerisinde (1962-72) sanayii üretiminde üretim araçlarının payı yüzde 322’den yüzde 522’ye sıçrar. Sanayi burjuvazisi içerisinde tüketim araçları üreten sektörlerden üretim araçları üreten sektörlere kayan ağırlık ,daha ileri teknolojili, aynı büyük üniteler içinde çok sayıda işçinin çalıştığı ve birim başına daha fazla sermaye yatırımının gerçekleştirildiği proleter yoğunlaşmalarını getirdi.
1960-70 yılları arasında Türkiye kapitalizmi, finans kapitalin hızla birikimine tanık oldu. Bankalardaki mevduat ve banka kredileri bu dönemde yüzde 400 artmış, bankaların sınai iştiraklerinde yüzde 330’a yakın bir büyüme gerçekleşmiştir. Dr. H. Kıvılcımlı’nın 1908’de palazlandığını iddia ettiği finans-kapital Türkiye kapitalizminde sermaye birikiminin önemli bir kısmını kontrol eder hale geldi. Tekelleşmenin göstergesi olarak ölçüt alabileceğimiz iflas ve konkordato oranları artışı 60’lı yılların sonunda yıllık yüzde 625 (iflas) ve yüzde 20 (konkordato) olarak gerçekleşti. Elbette Türkiye kapitalizmi için sermayenin değerlendirilmesi sorunu vardı. Tersinden söylersek, sermayenin değersizleşmesi 71 ve 79-80 krizinin gerçek maddi temeliydi.
Öte yandan sanayi sermayesinin “aşil topuğu” ithalatın bileşiminde hammaddenin öne geçmesi ve sanayi burjuvazisinin ithalatçı kârlarını da sınırlayıcı biçimde onun alanına sızması oldu. Fakat tabiri caizse bu dış ticaret burjuvazisi ile Anadolu burjuvazisi çoğu durumda içiçe geçiyorlardı ve öte yandan bu kesimlerle kendi içinde tekelci eğilimleri sürekli güçlendiren sanayi burjuvazisi, hiç de 70’li yıllarda TKP’nin iddia ettiği gibi “kanlı bıçaklı” olmadı.
Ticaret burjuvazisi de, 60’lı yılların ortalarından itibaren sanayi burjuvazisinden bağımsız gelişme kanallarının tıkandığını gördü; fakat sermaye terakümü ticaret kesimi için de geçerliydi. Kredi düzeni ve devletin vergi uygulamaları, teşvikler ve primler ticaret sermayesinden büyük kapitalist işletmelere önemli kaynak aktarım mekanizmalarını kalıcılaştırdı.
Anadolu sermayesi, ihtiyacı olan kredileri büyük kent sermayesinin daha fazla yararlandığı bankalar yoluyla büyük sınai burjuvazisine bağlandı. Öte yandan taşra burjuvazisi daha geleneksel ideolojik kurumlar ve modern kapitalist sınıf dışı kesimlerle yakın teması dolayısıyla sürekli faşizan ve saldırgan eğilimleri besledi. Bir yandan milli sanayi söyleminde, diğer taraftan MSP, kısmen AP ve daha vurguncu kesimler dolayısıyla MHP aktivizminde kendini ifade etti. İfade etti, fakat bu politik örgütlenmeler 70’li yılların önemli bir kısmını da, milliyetçi cephe çatısı altında, Türkiye burjuvazisini Eylül günlerine taşımakla geçirdi.
1970 yılına kadar “sol”un not defterinde yeri olan toprak reformu, sanayi burjuvazisinin kaynak ihtiyacı yüzünden AP’nin programına girdi. Tarım reformu, hatta yoksul köylüye toprak dağıtılması sanayi burjuvazisinin fazla umurunda olmadı. Fakat yine de büyük burjuvazinin politik partileri, tarım burjuvazisi ile büyük kapitalist tekeller arasındaki çekişmeyi, Türkiye kapitalizminin bir gediğine dönüştürmeme çabasında başarılı oldular.
Demokratik devrimciliğin tarihinin MDD’cilik kesidinde, köylülük ve tarım / toprak sorununa yaklaşımdaki geri sınıfsal bakış, bilimsel sosyalizmin bu soruna yaklaşımının geri itilmesini, sosyalist merceğin buğulanmasını getirmiştir. Özellikle Çin devriminin güçler dengesinin alınıp, hızla tekelci kapitalizmin sürükleyiciliğinin arttığı orta düzeyde gelişkin bir ülkeye taşınması, kemalist ve sol-kadrocu / köylücü ideoloji ile birleşince devrim stratejisinde “köylülük” sınıflar üstü farklılaşmanın kıyısından fazla geçmediği bir konuma oturtuluverdi. Ve leninizm bir kez daha karikatürize edilmiş oldu.
Öte yandan söz konusu tekelci doğrultuda kapitalistleşme sürecinin, bizzat Türkiye kapitalizminin yeniden ürettiği toplumsal formasyon içinde eşitsiz ilerleyeceğinin göstergeleri zaten vardı. Örneğin, köylülüğün içinden banka kredilerinden yararlanabilen ve finans kapital ile uyumlulaşmış bir azınlığın palazlanması ile mülksüzlenme sürecinin ivmesi, Türkiye’de devrimin stratejisini düşünenlere hiçbir zaman statik bir analiz yapma olanağı vermemektedir.
Burjuvazinin kendi içinde toplumsal artık-değerden pay almaya dayalı düşman kamplara bölünme süreci üstyapıdaki temel mekanizmalarına hiçbir zaman telgraf hızıyla yansımadı. Sanayi burjuvazisinin, diğer kesimleri kendine bağımlılaştırması süreci hem 60’lı hem de 70’li yıllarda bizzat toplumsal artık-değerin üretilmesini riske sokacak politik sürtüşmelere yol açmadı. Gerçek kriz özellikle 70’li yılların ortalarından itibaren gelişen sınıf hareketinin önüne konacak engellerin niteliği ve ideolojik tutkalın yeniden düzen içi çatlakları yapıştırması sürecinde ortaya çıktı.
Hem 1971, hem de elbette daha farklı bir gelişim aşaması olan 1980 sonrasında sınıf mücadelesine burjuvazinin nihai karşı devrimci müdahalesi mülk sahibi sınıflar arasında bir konsensüs doğurdu. Devrimci bir nesnelliğin zamana yayıldığı yıllarda mülk sahibi sınıflar içinde özellikle mülksüzleşen şehir küçük burjuvazisi ayrı bir müttefiklik potansiyelini kanıtlıyordu ki, bu yoksul köylülüğün de daha dolayımlı olarak beslediği bir devrimci demokrat kanalın nesnelliğini kanıtlıyordu.
Demokratik devrim perspektifleri ise devrimci demokrasinin, proletaryanın sosyalist mücadelesini bağımsızlığı ve belirleyiciliği koşullarında değil, iki ayrı sınıfsal perspektife sahip akımın bir kapta kaynaştırıldığı ve iktidar perspektifinin bu karışımın izin verdiği ortalama hedeflerde programlaştırılmasıyla sosyalist devrim yaklaşımından ayrılır. Söz konusu “ortalama” MDD’de oldukça düşük, 70’li yılların sonundan itibaren onu ikame eden DHD için daha yüksektir.
Köylülüğün Türkiye’nin gündemindeki devrimde misyonunu ampirik gözlemlerle değil, farklılaşma dinamiği ile çerçevelemek gereklidir. Eğer leninizm; istatistik rakamlarıyla ittifaklar politikası belirlemek değilse, kır proletaryası ve yarı-proleter kitlelerin devrimci potansiyellerinin tahlili, bu potansiyelin iktidar mücadelesine kanalize edilmesi yöntemiyse, köylülüğe “farklılaşması” odağından yaklaşılmalıydı.
Milli demokratik devrimcilik eskirken…
MDD tezlerinin iflasında burjuvazinin gelişiminin yaptığı katkılar, kendisini uzun süre Atatürkçü ve ilerici yaldızlarla süslenmiş ordu bürokrasisinin, giderek 60’lı yılların ortasından itibaren büyük sermaye ile kucaklaşmasında da gösterdi. Ordu, örneğin OYAK ile kapitalist meta dolaşımının patron-işçi ilişkilerinin içine doğrudan girmiş oldu. Ordunun büyük tekellerle ve çok-uluslu tekellerle ortaklıklara girerek (Goodyear, Renault vs.) hem finans kapitalle kucaklaşması, hem de militarist-faşist politikaların zeminini oluşturacak bir savaş sanayi altyapısına yönelmesi, ortalığa ittifak davetiyeleri saçan halk devrimcilerini, milli devrimcileri hayal kırıklığına uğratmış olmalıdır.
Küçük-burjuva devrimci demokrasisi, burjuvazinin neredeyse şemsiyesi altında tam mevcut toplandığı kemalist programın, palazlanan finans burjuvazisinin programıyla örtüştüğünü görmemekle, işçi sınıfına sahte dostlar pazarlamakla toplumsal pratikte de büyük bir töhmetin altındadır. İşçi sınıfının 71 ve 80’deki eli kolu bağlanmışlığında reformizm ve devrimci demokrasinin suç ortaklığını kimse hasır altı etmemelidir.
Şu ana dek özetlediğimiz gelişmelerin sonucu, burjuvazinin ulusal ve işbirlikçi olduğu varsayılan kanatlarının yollarının sürekli çakıştığını da gösteriyor. Kimdi şu proletaryanın dışında, çıkarları gereği anti-emperyalist olan mülk sahibi sınıf? En bilimsel ve iyimser tanımla, üretken kapitalist sermayeyi Türkiye’nin ulusal sınırları içerisinde üretim ve yatırım sürecine sokanlar mı? Bu durumda kârlarını transfer etmeyip yeniden yatırıma dönüştüren yabancı (?) tekeller bile böylesi nitelemenin sınırlarına dahil oluyorlardı.
Sonuçta, demokratik devrim çeşitlemelerinin öngördüğü evre, yabancı şirketlerin devletleştirildiği kamu sektörünün güçlendirildiği, toprak reformunun hayata geçirildiği, ulusal ekonominin çıkarları için proletaryanın şu ya da bu mülk sahibi sınıflar ile uzlaştığı bir devlet kapitalizmine denk düşüyordu. Gerçekte ise karşı devrim güçlerinin iç çelişkileri düzleminde taraf olunarak bir kısmının palazlandırılmasına… Bu bir sosyalizme geçiş programı değil, kapitalizmi “tam bağımsız ve gerçekten demokratik” (yani ideal burjuva demokratik) bir düzen altında geliştirme perspektifi idi.
Sonuçta 70’li yıllara MDD tezi, toplumsal pratikte tarihi olarak haksızlığı damgalanmış bir kimlikle girdi.
MDD tezi pratikte yanlışlandığı her dönemeçte kendini revize etti. Hangi sınıfsal tahlil değişikliği yapıldığı fazla belli olmadan bu sefer “Halk Savaşı” bir yeni çıkış sanıldı. Daha sonra bu halk savaşı önerileri kendi içinde sınıfsal muhtevaya kavuşturulmaya çalışıldı.
Özellikle TİP yazarlarının çalışmaları, sanıldığı gibi siyasal ve ekonomik bağımsızlığın milli kurtuluş savaşından belli bir süre sonra kaybedilmediğini, kemalist rejim ile birlikte emperyalizmle uzlaşmakta ve kapitalist ilişkileri pekiştirmekte “hep devletçi” ve “önce devlet sonra özel girişim” yanlısı kanatların, aralarında ciddi çelişkiler yaşamadıklarını Türkiye sosyalist hareketine mal etmeye başlamıştı.
MDD tezinin hatası, kemalizmin ulusal kurtuluşçu yanını çok fazla vurgulaması değil, burjuva milliyetçi ideolojiyi, sosyalist ideolojiye şırınga etmeye çalışmasıdır. Anti-emperyalist mücadelenin, gerçekte çıkarları uzlaşmazlık noktasına gelmiş sınıfların bir cephede kaynaştırılarak verilmesini vaaz etmesiydi.
Artık 60’lı yıllara gelindiğinde Türkiye işçi sınıfının karşısında tasvir edilen unsurları ve renkleriyle bir burjuva cumhuriyeti tablosu vardı. 1963 sanayi ve işyerleri proletaryası giderek artan oranda büyük imalat sanayiinde toplanıyordu. İmalat sanayiinde büyük işyerlerinde ortalama 108 işçi çalıştırılıyordu. 1971 yılına gelindiğinde iktisaden faal nüfus içerisinde ücretli proletaryanın oranı yüzde 30’a varmıştı. Yine 1971 yılında 1.750.000’i tarımda 250.000’i sanayide olmak üzere ortalama 2 milyon gizli ya da açık işsiz vardı.
1973 yılında 10 ve daha fazla işçi çalıştıran işyerlerindeki işçi sayısı 637.000’e yükseldi. Öte yandan işçi yoğunlaşması metal sanayiinde (işyeri başına 169), dokuma-tekstil sektöründe (işyeri başına 131 işçi) ve kısmen gıda sektöründe kendini hissettirdi. Büyük imalat sanayiinde çalışan işçilerin yüzde 67’si altı büyük ilde toplandı. İşsizlik de buna paralel artarken Türkiye emekçi sınıfları artık pre-kapitalist unsurların kapitalizmin bile gelişmesini engelleyici sömürüsü altında değil, kıyaslanamayacak bir ağırlıkla büyük sanayi burjuvazisi, tarım kapitalistleri ve finans sermayesinin sömürüsünün her türlü doğrudan sonuçlarıyla yaşıyordu.
Bütün bu süreci demokratik devrimciliğin gelişen sınıf dinamiklerine olan uzaklığını vurgulamak için aktardık. Bunca belirginleşen sınıf dinamiklerine karşın ve üstelik daha “pratisyen” bir iddiası olduğuna göre, bu perspektifin denenmiş sayılabilir olmasına rağmen, sınıfsal bakışın itibar kazanması kolay olmadı. Bunun için daha fazla hüsrana uğranılması gerekiyordu.
Önce, 40 yıllık aşamacılık mirası karşısında aşamacılığın sorgulanması mirası oldukça yeni ve toydu. Marksist-leninist klasiklerin kitlesel olarak okunmasının tartışılmasının başlaması, leninist sosyalist devrim kuramının bilince çıkarılması için yeterli değildi.
Sonra, giderek ulusal bağımsızlıktan sosyalizme geçeceği varsayılan üçüncü dünya devrimciliğinin konjonktürel bir patlama olduğu ortaya çıktı. “Kemalizmin yapamadığını yapmak” savunulamaz hale geldi. Ama Türk solundaki güçlü aşamacılık geleneği, aşamacılığı ancak yama yapmak için tezgaha sürdü. Devrimci akımların marksist klasiklerden üreteceği leninizm yerine, III. Enternasyonel tezlerinin kolaycı kopyaları daha cazip geldi. Üstelik bir taraftan da modern bir sınıfın demografik / istatistik verilerle ölçülebilen düzeyi aşan güçle ortaya çıkmasına rağmen… Örgüt ve Devrim teorisindeki kolaycılık ve ilkellik bu defa öznel koşulların yeterince olgun olmaması gerekçesine daha fazla yüklendi. Öznel koşullardan “emekçilerin sosyalizme yakınlığı” gibi soyut, genel, analiz gücü olmayan bir ölçüt anlaşılınca, elbet sosyalizm “henüz savunulmazlaşıyordu”.
Sonuçta 70’li yılların başına gelindiğinde Milli Demokratik Devrim’i öne çıkaran argümanlar, avantajlar azaldı, fakat aşamacı yöntem örtük biçimde varlığım sürdürdü. MDD’nin köklü eleştirisinin devrim ve örgüt teorisinde yapılamaması, aşamacı demokratik devrim virüsünü izleyen stratejilere de zerk etti. Bunun bir örneği de Demokratik Halk Devrimi perspektifi oldu. Fakat daha önce Sosyalist Devrim tezinin evrimine de bir göz atmak gerekiyor.
B: TİP: Sosyalist devrim mi sosyalist evrim mi?..
TİP en kapsamlı MDD eleştirisini 1970 yılındaki 4. Büyük Kongresi’nde yaptı. TİP’in MDD eleştirisi Türkiye’nin dünya kapitalizmi ile bütünleştiği ve emperyalizmin ülke içindeki toplumsal tabanının pre-kapitalist sınıflar değil, burjuvazi olduğu çıkarsamasını içeriyordu. Üstelik Türkiye’de emperyalizmle işbirliği içerisindeki tekelci burjuvazinin hiç de izole bir sınıf olmadığının yavaş yavaş su üzerine çıkmaya başladığı dönemler yaşanıyordu. Türkiye’de orta burjuvazi olarak adlandırılan kesim doğrudan tekellerin siparişleri üzerine ürettikleri ara mallar aracılığı ile tekelci burjuvazi ile bir bağımlılık ilişkisi içerisinde idi.
TİP işçi sınıfının öncülüğünü, “partiyi”, MDD tezine karşı güncelleştirerek, attığı adımların ardından, zigzaglar çizmekten, hatta geri adımlar atmaktan kurtulamadı. Kapitalizmin “akademik” eleştirisi onun politik eleştirisini çoğu zaman perdelemiştir. Bu tür çabalar, Türkiye’de feodal sınıfların varlığının önemsiz olduğunu kanıtlama kaygısıyla aslında hiçbir zaman varolmadığını savunan A.T.Ü.T. tartışmalarına dek uzamıştır.
61-71 Türkiye İşçi Partisi’nin savunduğu sosyalist devrim tezinin gerçekten kapitalizmden sosyalizme devrimci yoldan geçişi içeren bir tez olmamasının en büyük nedeni, TİP yöneticilerinin bizzat sosyalizmi kavrayışlarındaki muğlaklıktır. TİP’in sosyalizm kavrayışının Atatürkçülük’le teorik uzlaşmazlığı olmayan, hatta ondan ilham alan bir proje olması, özellikle Aybar döneminde belirgindi. Kurtuluş Savaşı’nın devamı olmak açısından MDD’ciler, Aybar popülizminin eline su dökemezlerdi elbette. 1970 yılına kadar TİP için “yaşayan sosyalizm” daha ziyade Mısır, İsveç, Cezayir’di. Bu durumda sosyalizmin ekonomist kavranışı (özellikle S. Aren’in tahlilleriyle), kapitalizmden sosyalizme geçiş, “devlet sektörünün de yer aldığı özel teşebbüs sisteminden kamu sektörünün hakim olduğu özel sektöre de yer verilen” bir iktisadi düzene geçiş olarak görülüyordu. İlginçtir, sosyalizm hiçbir zaman politik iktidarın ele geçirilmesiyle başlayacak, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirileceği bir toplumsal devrim süreci olarak kavranmadı.
TİP yönetimi devrime değil, Labour Party’nin seçimle iktidara geldiği bir hükümet değişikliği imgesine gözünü dikmişti. Aybar popülizmi, devlet ve özel sektör arasındaki iktisadi tercihe indirgenen bir başka tür sosyalizme evrildiğinde, gerçekte 40 yıllık sol popülizmin ve Yön ideolojisinin tarihsel uzantılarının, hem MDD hem sosyalist evrim çizgisi içinde geçerli olduğunu görebiliriz.
TİP’in cuntacılığa karşı geliştirdiği tezler “aşağıdan yukarı” iktidarın genişletilmesinin devrimle özdeşleştirme yanılsamalarına adeta kan vermiştir. Gerçekte “Halk Devrimi” ilk olarak ciddi bir biçimde, “ceberrut devlet”e karşı TİP içerisinde savunuldu.
Böylesi bir “devrim” kavrayışı gerçekte popülizm ile ekonomist batılılaşmacı kanalların legal marksizmi yeniden üreten bir çerçevede biraraya gelmeleri olarak sayılabilir. Elbette sırtta bir eklektizm kamburu taşınarak… 1963 yılında Yön dergisinde S. Aren kendi sözleriyle kendi sosyalizmini tanımlıyordu: “…sosyalizm bizde bir sınıf kavgası vasıtası veya zulme karşı bir isyan ve nefretin tezahürü değildir. Sosyalizmin bizdeki en büyük gerekçesi kalkınma ve batılılaşmanın yegane vasıtasıolmasıdır.”
1966 yılından itibaren TİP’in devrimciliğini tartışılır kılan yaklaşımlardan bir diğeri de kendi devrim sürecini adeta dünya devrimci sürecinden, sosyalist devrimler deneyiminden bağımsız tasvir etmesiydi. MDD’nin şablondan şablona sıçrayan çeşitlemelerinin karşısında “toplumun kendine özgü tarihsel şartları”, evrensel sınıf mücadelesi yasallıkları karşısında yerelliği ağır basan, fakat bir taraftan da kitabi bir model olarak sosyalist devrim çizildi. TİP’in TKP mirasından özerkleşme çabası onu özellikle 1970’lere kadar uluslararası komünist hareketin deneyimlerinden de uzaklaştırdı ve daha sonra bu yönelimin adı da kondu: Türk sosyalizmi. Bu “sui generis” model vurgusu emekçi kitlelerin gerici ideolojik kuşatılmışlığına ve kısmen de liberal burjuvaziye karşı bolşevizmden ne denli uzak olunduğuna dair bir politik poliçe idi.
TİP yayınlarında, sosyalizme geçildiğinde varlıklarını sürdürecekleri taahhüt edilen burjuva kurumların sayısı, sosyalizmin kendi yasallıklarına tabi kurumların ipuçlarından daha fazlaydı. Sosyalist devletin, gerçekte Türkiye toprağında maddi temeli olmayan bir genişletilmiş burjuva demokrasisine tercüme edilmesine itiraz yöneltmek için 12 Mart darbesinin eşiğine gelinmesi gerekliydi.
Böylesi bir evrimci perspektifle uyum sağlayabilecek bir parlamentarizm salt mücadele biriminin yanlış seçilişinden kaynaklanan bir zaaf değil, nihai hedefin de belirlenen mücadele biriminin meşrulaştıracağı bir tarzda tanıtlanmasıdır. Yani TİP’in devrim stratejisindeki asıl amaç “barışçıl yol”un abartılması değil, sosyalizm ve politik iktidarın özünün de zedelenmesidir.
Anti kapitalist mücadelenin güncelliği
TİP’in MDD tezinden ileride, sosyalist devrim stratejisinden ise geride sayılabilecek adımı, Türkiye sosyalist hareketine, anti-kapitalist mücadelenin ertelenmez olduğundaki ısrarıdır. TİP bu mücadele boyutunu, Türkiye’de burjuvazinin yapısı gereği gayri-milli, emperyalizmle bütünleşmiş olduğundan hareket ederek, ittifakların emekçi ve yarı proleter kesimlerinden oluşacağının ayırdına varmasıyla öne çıkarmıştı.
Böylesi bir vurgu anti-emperyalist mücadelenin aynı zamanda sınıf mücadelesini içerdiğini belirlemekle küçük burjuva milliyetçiliğine karşı en ciddi panzehiri oluşturuyordu.
Öte yandan tekel dışı burjuvazinin anti tekelci olmaması (özellikle II.TİP için geçerli), 12 Mart’ın sınıfsal tahlili, sosyal demokrasiye karşı bağımsız politika, kemalizmin küçük burjuva değil bizzat burjuva ideolojisinin tarihsel bir biçimi olduğu, işçi sınıfının öncülüğünün ideolojik/fiili olarak ayrılmazlığı, TİP’in “göreli üstünlüğe” haiz ve bugün de Türkiye sosyalist hareketinde güncelliği olan tezleriydi.
Fakat anti-kapitalist mücadele de sosyalist devrim mücadelesinin kendisi değildi.
Statik olmayan sınıflar analizi, TİP’e MDD’den farklı olarak örneğin derebeylik kalıntısı toprak ağalığı ile tarım burjuvazisinin, tarım proletaryası karşısında, bir tür symbiosis – ortak yaşam sürdürdüklerini saptama olanağı verdi. TİP’in burjuvazinin iç evriminde ticari sermayenin kalıcılığını en azından 71’e kadar abarttığı, finans burjuvazisinin aradan sıyrılmasının getirdiği yeni güçler dengesini ise küçümsediği söylenebilir. Sanayi burjuvazisi ise ticari sermaye ile işbirliği yapma eğiliminde, hatta ona bağımlı bir alt kategori olarak ele alındı. Öte yandan Türkiye kapitalizminin daha akademik olmayan, fakat ortodoks eleştirisi, özellikle sanayi burjuvazisinin -hisse senedi sahipliği banka ortaklığı ve kuruculuğu aracılığı ile- finans burjuvazisinin tekelci sanayi sermayesi olma doğrultusunda evrildiğini tahlil etme fırsatı verebilirdi. Bu tahlile kısmen II. TİP’te ulaşıldı ise de, asıl yakıcı olan sermayenin proletaryanın en ileri, en toplulaşmış, en eğitimli ve örgütlenmeye yakın kesimlerini sosyalist hareketle buluşturma, bu buluşmayı işçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanma, Türkiye kapitalizminin atardamarlarını kesme doğrultusunda hazırlanması sorunu 71 sonrasında da ihmal edilmiştir. Çünkü parlamentarist mücadele TİP’e kendi sınıflar analizinden kopuk bir “yönelinecek kitle önem” sıralaması kazandırmıştı. II. TİP’in de kurtulamadığı, parti çalışmasının başarı ölçütü olarak alınan oy sayısı, sanayi proletaryasının politik eğitimi yerine seçimlerin “halk” tarzı demografik ağırlığı olan köylülerden oy koparılması biçiminde algılanmasını getirmiştir. Türkiye tekelci burjuvazisinin de bundan kaygı duyması pek olası değildi. Partinin sınıfın en ileri kesimlerince beslenen sınıfsal desteği yerine dağınık bir seçmen desteği, elbette sosyalist devrimin politik ordusunun yaratılması olarak tanımlanabilecek bir tasarıdan bambaşka bir şeydi.
Hem 61-71 hem de 70’li yıllarda TİP’in sınıflar analizine yönelik en ciddiye alınabilecek eleştiri H.Kıvılcımlı ve izleyicilerinden geldi kanımca. Eleştirinin özü TİP’in kapitalist-prekapitalist sınıflar arasında ciddi bir ayrım yapmamasına dayalıydı. Gerçekte TİP’in özellikle 70’e kadarki egemen sınıf modelinde böylesi bir eğilim vardı. Fakat marksist metodoloji açısından, pre-kapitalist kesimlerin çağdaş sınıflardan farklılığı salt ampirik ayrıntı ve ölçüm sorunu olmanın ötesinde ancak böylesi ayrımların sınıf mücadelesinin politik güçler dengesinde önemli oynamalara yol açabilecek bir potansiyelle ilgili olup olmamalarına bağlıdır. Yoksa TİP kendi analizini daha sonra geliştirdi (hatta 1977’lere doğru anti-tekelci demokratik bir aşamayı varsayacak kadar ileri gitti).
Bir diğer taraftan da sınıflar analizi ve devrim teorisi alanlarında Kıvılcımlı’nın tezlerinin “devlet sınıfları”, “1920’den beri geçerli demokratik devrim”, “yerli finans kapital” gibi sonuçları da içermesi, söz konusu eleştirinin etkinliğini baştan tıkıyordu. Üstelik Türkiye kapitalizmi 60’lı yıllardan 70’li yıllara dönerken uluslararası sermaye ile ilişkisini aracılık düzeyinden ortaklık düzeyine çıkaran bir finans sermayesini, tekelci sanayi burjuvazisini bağrında büyütüyordu. Üstelik “tefecibezirgan” kategorisi, daha ziyade Türkiye’de kapitalizmin 1900’lerin başındaki gelişim süreçlerine, ticaret sermayesinin ulusal pazara yaygınlaşmadığı evredeki varlığına dayalı gözlemlerin ürünüydü. Gelişen sınıf ilişkilerine ancak ikincil analitik katkılar sayılabilecek kategorilerdi.
TİP’in açmazı bu ikincil sınıfsal kategorileri önemsememek değil, kapitalizmi adeta sektörel analize tabi tutması ve eşitsiz gelişme yasasından, devrimin fizibilitesi açısından yararlanmanın yöntemlerini yaratamaması ve ticaret kapitalizmine tanınan ağırlığın sanayi burjuvazisine zımni bir ilericilik beratı vermesiydi. Devrim teorisi, mücadele biçimindeki parlamentarizm ve legalizm ile birlikte düşünüldüğünde, TİP’in içindeki legal marksizm virüsünün neden ölmeyip güçlendiği ortaya çıkar. Yoksa TİP dış sömürüye karşı çıkması olası bir küçük sanayici kesim bile öngörmüştü. Yani sosyalist evrim görüşünün dış sömürü ile iç sömürüyü birbirine ayrılmazca sarmaladığı tezi, geri adım atmadan karşı çıkılamayacak bir tezdi.
Plekhanov usulü sosyalist devrim
Geri tezlerin, geri mücadele biçimlerinin sorgulanmasındaki kendiliğindencilik 61-71 TİP deneyimi için de geçerliydi. Aybarcı legal marksizm, o denli somut gündelik gelişmelerle “aşıldı” ki, gerçek ideolojik / teorik hesaplaşmayı yapmak 78 sonrasına kaldı. Parlamentarizm ise seçim yenilgileriyle sorgulanmaya başlandı. Parlamentarizmin farkına parlamenter başarısızlıkla varıldı; bu, menşevik mirasın başarısıdır ve bir kopuşsuzluktur.
İşte TİP içerisindeki Emek dergisi dönemi bu yarım kopuşa denk düşer. Emek dergisi Aybarcılıktan kopuşu, daha önce zikrettiğimiz canlılığını koruyan tezleri güçlendirerek sağladı. Fakat sosyalist devrimin savunulmasında sosyo-ekonomik yapı analizinden sınıf mücadelesi analizine sıçrandığını iddia etmek oldukça yanıltıcıdır. Emek, Aren’in “Türkiye’de hakim üretim biçimi kapitalizmdir” önermesinin tekrar edilmesinden kurtulamadıkça ekonomist bir kapitalizm eleştirisine yaklaştı.
Öte yandan Aybarcılıktan, parlamentarizmden kopuş için gerçekleştirilen sınırlı teorik silkinişin onuru da B. Boran’a aittir. Türkiye’de hakim üretim tarzının kapitalizm olduğunu, devletin de burjuva sınıfının elinde olduğunu “tespit” ederseniz bir elinizde Komünist Manifesto, gözünüzün önünde gelişkin bir batılı sanayi ülkesi olabilir, fakat bu soyut modelde Türkiye devriminin batılılaşmacı bir gözle algılamadığınızı kanıtlamanız da oldukça zorlaşır. Bu leninizm değildir. Bu narodizme yüklene yüklene sorgusuz sualsiz batılılaşmış Plekhanov’un alaturka tekrarıdır.
Türkiye kapitalizminin oksidentalist tasviri, sosyalist devrimi güncellikten koparmış, evrimci yönteme kurban etmiştir.
Emek, tekelci burjuvazinin pre-kapitalist sınıflarla nasıl kopuştuğunu, en çok da köylülüğün farklılaşmasını sosyalistlere ilettiği için önemlidir. Fakat oksidentalist şablon o denli esneklikten uzaktır ki, Batı Avrupa’da ticari sermayenin sanayi sermayesine dönüştüğü model gözönünde tutularak, sermaye birikiminin eşitsiz ve sıçramalı büyüdüğü Türkiye’de sanayi burjuvazisinin “büyük” ticaret burjuvazisinin yedeğinde egemen sınıflar ittifakına dahil olduğu sanılmıştır.
Emek çizgisinin sosyalist devrimi, gerici ithalatçı-ihracatçı-çağdaş atılımcı sanayici burjuvazi ayrımına dayanarak savunması, emperyalizmle bütünleşmenin Türkiye’de burjuva demokratik atılımlarla elele yürüdüğünü savunmaya götürdü. Lenin öncesi emperyalizm çözümlemelerinde ağır basan “üretici güçleri geliştiren emperyalist sızma” ilişkisi örtük biçimde Emek çizgisinde yer aldı.
Sosyalist devrimi savunmanın zemini ekonomik nesnelcilikten, politik mücadele alanına ağır ağır kaydığında, özellikle 1969’dan itibaren mücadele biçimlerinin stratejiyle uygunluğu da sorgulanmaya başlandı. Özellikle B. Boran’ın yazıları en azından kağıt üzerinde parlamenter mücadelenin şuurlarının çizilmesine katkı sağlamaya başlamıştı. Fakat eylem ve mücadele biçimlerindeki evrimci kavrayış, “sosyalist devrimi savunan TİP’in”, anti-emperyalist mücadele adına pasif direniş, “Amerikalıları yalnızlık çemberine alma” gibi mücadele biçimlerini savunmaya sürüklemiştir. TİP’in meşruiyet arayışı ve kaygısı uzadıkça, devrim perspektifinden bağımsız bir politik çözülme yaşanmıştı.
Sosyalist devrim perspektifinin nefes alır verir hale gelmesi için, mücadele biçimlerinin olağanüstü çeşitliliği ve zenginliğinin, çok hassas ve teorik altyapısı sorunsuz konjonktür tahlilleriyle birleştirilmesi gereklidir. Açıkçası üstyapısal çözümlemelerden bağımsız, her devrim perspektifine tekabül eden bir mücadele biçimleri kataloğu aramak 19. yüzyıl marksizminin vulgar bir algılanışıdır. Çünkü sosyalist devrim öncelikle bir politik devrimdir ve Lenin’in ipucu ve örneklerini verdiği gibi dengeleri bir anda altüst edebilecek fırsatların değerlendirilme sanatıdır da aynı zamanda. Varolan nesnelliğin, içinde biriken potansiyelin açığa çıktığı en uygun momentte iktidar mücadelesinde kullanılabilmesi için mücadele biçimlerinin zenginliğine dayanan bir hazırlık gereklidir. Lenin bir Dreyfus skandalının kıvılcım tutuşturabildiğinden sözederken sosyalist devrimi savunmanın bambaşka bir duyarlılığa, uyanıklığa denk düştüğünü çıtlatıyordu.
1978’e kadar bir iç kaynaşma yaşasa bile demokratik devrim çeşitlemelerinin anti-tezinin siyasal devrime yönelik örgüt teorisi ve mücadele biçimi sorununun da hep tökezlediğini yinelemek gereklidir.
Türkiye sosyalist hareketinde, kapitalizmin devrimci tahlili ile, mücadelenin ameli boyutu farklı kanalların lehine yazılmıştır.
Sosyalizmi kurgulayanların iktidarı, iktidarı almanın mücadeleciliğine sahip olanların ise sosyalizmi hedeflemeleri için leninist örgüt ve sosyalist devrim teorilerinin aynı örgütsel/ideolojik organizma içinde hayata geçirilmeleri gereklidir.
TİP 1971’in eşiğine gelindiğinde hala profesyonel kadro, çekirdek kadronun gerekliliği üzerine tartışıyordu. Bolşevizmi menşevik örgütlenmeden koparan, her üyenin son tahlilde bir organda görevli olması kurusıkı militanlığın değil, partili militanlığın özüydü ve TİP burada da hep tökezledi.
B. Boran’ın tabela teşkilatından, kendi deyimiyle “derinlemesine” örgütlenmeye geçişi savunması, kitle eğiten partiyi pedagojik bir öncülükten politik öncülüğe sıçratmaya yetmemişti. Bu sıçramayı engelleyen tüm ağırlıklar, ayakbağları 73 sonrası dönem için de geçerli oldu.
Parti programı ve yayınlarını, legal marksist yöneticiler tüm bir politik/ideolojik eğitimin tek araçları olarak ilan etmişler, eğitim üzerinde ısrarla duranları “seçimlerde oy kazanmayı küçümseyen partiyi kadro partisi olarak düşünenler” olarak tanımlamışlardır. Aynı B. Boran parti içi sosyalist eğitimin eksikliğini vurgulayanları “eğitim eylem içinde olur” söylemiyle karşılamıştır. Legal marksist yöneticiler partili sosyalizmin ideolojik konsolidasyonunu iç eğitimini, teorik çalışmanın kollektif bir örgütlenmesini kendilerine tehdit olarak algılamışlar, sosyalistleri, tıpkı demokratik devrimciler gibi pratikte “oyalama”, sosyalizmin genel bilgileriyle yetinme durumunda bırakmışlardır.
Aynı mirasın içinde yıllar sonra Yürüyüş ekibinin ağırlığına tahammül edilemeyişi başka nasıl açıklanabilir? Bu ağırlıktan kurtulduktan sonra, leninist örgütten de sosyalist devrimden de kurtulmuşlardır. Sosyalist devrim perspektifınin yaklaşık 15 yıllık zincirlerinden, “kabuk” halinden kopması için daha elverişli koşullar doğmuştur.
Ara çözümlere doğru
Daha önceki bölümde MDD’nin eksikli aşıldığını ve demokratik devrimciliğin örtük biçimde varlığını sürdürdüğünü savunduk. MDD’den kopuş yarı yolda kalmış bir kopuştu.
Sosyalist devrim tezinin ise sosyalistlere, devrimcilere adeta “beni savunmayın” diyen evrimci tezahürü, demokratik devrimciliğin altından kayan toprağın bu geri perspektifi tamamen iflas ettirmesini engelledi. Sosyalist devrim ile TİP pasifizmi arasında kurulan, en hafif deyimle kolaycı nedensellik, sosyalist kadroları adeta ara çözümler bulmaya itti.
1970’li yılların başında Türkiye sosyalist hareketinin kadroları devrim stratejisi tartışmalarında öyle bir konumdaydılar ki bir yandan ulusal demokratik devrimi öne çıkaran (feodal kalıntılar, milli burjuvazi vs.) argümanlar birer birer çözülmüştü; öte yandan da anti-tez niyetine örgüt ve mücadele pratiğinde yansıması olmayan bir sosyalist devrim lafızının itibarsızlığı vardı. Leninist örgüt teorisinin azgelişmişliği, sosyalist devrimin güncelleştirilebilirliğini engelliyordu. Öylesi bir strateji ortaya konmalıydı ki, demokratik devrimciliğin cüzzamlı deri gibi dökülen en hastalıklı ögelerini artık telaffuz etmesin, fakat bir taraftan da devrim sürecinin tekliğini tek bir iktidar olarak hedefleyecek kadar ileri gitmesin. Kapitalist ilişkilerin, emek-sermaye çelişkisinin belirleyiciliğini yadsımasın, fakat işçi sınıfı ve partisinin politik devrimdeki öncülüğünün doğal sonuçları da şüpheli olsun. Bu ara çözüm de kısmen bulundu: Demokratik Halk Devrimi.
Yazının bir sonraki kısmında DHD’nin teorik / tarihsel kökenlerini, Türkiye solunda keşfedilme ve savunulma süreçlerini, açmazlarını ve sosyalist devrim perspektifi ile ilişkilerini ele alacağım.