Derin ve Kökten bir Mevzu Olarak Anayasa

Nasıl özel hayatta bir kişinin kendisi hakkında düşündükleri ve söyledikleri ile gerçekte nasıl biri olduğu arasında bir fark olduğunu görüyorsak, tarihteki mücadelelerde de partilerin söylemi ve kendilerini zannettikleri şey ile onların yapısı ve gerçek çıkarları arasındaki yani kendilerini nasıl yansıttıkları ile gerçeklikleri arasındaki farkı daha iyi görebilmeliyiz.”

Karl Marx, Louis Bonapart’ın 18 Brumaire’i


 

AKP Hükümeti’nin yeni bir anayasa yapma niyetini ortaya koymasıyla birlikte anayasa tartışmaları Türkiye’de kör topal ilerliyor. Kör topal olarak nitelendirmemin sebebi eleştirilerin çoğunlukla anayasa metninin kendisine ya da şekilsel olarak bir anayasanın nasıl yazılabileceğine kilitlenmiş olması ve hükümetin kendisinin tartışmaları “Meclis’teki tüm partilerin üzerinde uzlaşacağı bir metin ortaya çıkarmak” gibi herkesin çıkmaza gireceğini baştan tahmin edebileceği bir formülle başlatmış olması. Anayasa komisyonundaki tartışmalara bir göz atmak burada yürütülenin bir körler sağırlar diyaloğundan öteye gitmediğini görmek için yeterli. Bu anlamda, söz konusu tartışmalarda anayasanın kendisine geleneksel olarak atfedilen “ciddi”likten uzak olduğumuz açık. Ama derdimiz bu değil tabii ki.

AKP, BDP, CHP ve MHP gibi her biri kapitalizmi reddetmemekle birlikte bunun şekli konusunda farklı tahayyüllere; bu şeklin olmazsa olmazları konusunda çok farklı önceliklere ve de oy ve destekçi kitleleri açısından farklı kitlelere hitap eden bu partilerin, bırakın yüz küsur maddeli bir anayasayı, üç-beş maddede bile uzlaşabileceklerine en hayalperestlerin dahi gerçekten inandıklarına ikna olmak mümkün değil.

Herkesin üzerinde uzlaştığı tek nokta, 12 Eylül Anayasası yerine yeni bir anayasa’nın yapılması gerektiği. Burada bir sorun yok tabii. Ancak 12 Eylül’ün bekasını sağladığı ve bugün düzenin Meclis’te temsil edilenler de dahil tüm aktörlerinin onayladığı ve içinde devindiği sistem aynen devam ederken, yeni bir anayasanın neden ihtiyaç olduğu ya da ne açıdan farklı olacağı sorusuna yanıt verebilmek gerekiyor.

Anayasa değişikliğinden umutlu olanlar açısından, “demokratikleşme” ilk ortaya atılan cevap olacaktır. AKP’nin çoğunluğu oluşturduğu bir Meclis’ten çıkacak anayasanın bam telinin demokratikleşme olacağına hâlâ inanlar var mı bilemiyorum. Ancak doğrudan faşizm ya da askeri yönetim söz konusu olmadıkça (ki bunların önemli bir bölümü de bunları sözde de olsa anayasalarında genel-geçer maddeler olarak bulundurmuştur) tüm burjuva anayasalarının artık “temel haklar ve özgürlükler” başlığı altında “zararsız” kişi özgürlüklerini ve seçme-seçilme hakkı sınırlarında dolanan politik özgürlükleri “standart” olarak içerdiğini görmek mümkün. Bunun azı çoğu tartışma konusu yapılabilir tabii. Ancak aşağıda da değineceğimiz gibi bir yerden sonra önemli olan bunların uygulanabilmesidir. Yoksa hükümetin yeni anayasada “herkes önceden izin almaksızın toplanma ve gösteri yapma hakkına sahiptir” yazmaktan imtina edeceğini sonra da sırf bunu anayasaya yazdı diye “Taksim’de gösteri yasak”, “Adliyenin önünde basın açıklaması kesinlikle olmaz” demeyeceğini düşünen yoktur sanırım.

Kısacası asıl mesele, yeni bir anayasanın hangi şartlar altında, neden ve hangi irade tarafından yapıldığıdır. Yani aslında bugün en az gündeme getirilen ve asıl tartışılması gereken AKP hükümetinin anayasa yapma ehliyetidir. Ehliyeti derken, kastettiğim AKP anayasayı değiştirebilir mi değiştiremez mi tartışması değil. Her tür iradenin, iktidarı ve meclis çoğunluğunu da elinde bulunduruyorsa, anayasayı değiştirmesi mümkün. Bizim için önemli olan AKP’nin anayasayı değiştirmesinin ne anlama geldiği. Bu anlama onay veriliyorsa sorun yok. Ancak sırf yeni bir anayasa yapılıyor diye ve anayasalar özünde tüm toplumu bağlayıcı kurumlar oldukları için, yeni anayasaya bazı maddelerin sokuşturulmasının anlamlı olduğu düşünülüyorsa orada durmak gerekiyor. AKP’nin yeni anayasasının her anayasa gibi bir ruhu, özü olacak ve bu da anayasa’nın bizzat yapılma amacında ve iradesinde yatacak. Sorun bu özü kabul edip etmemekte.

Açıkçası sözü getireceğimiz yer yine İkinci Cumhuriyet. Olası bir yeni anayasa’ya bir nebze olsun müdahale edilip edilemeyeceği, bu anayasayı “demokratikleştirmenin” anlamlı olup olmadığı sorularının cevabı da burada yatıyor. Bugün AKP’nin hazırlayacağı anayasanın anlamı çok açık ki, 1923 yılında kurulan cumhuriyetin yerine temelleri atılan yeni cumhuriyet anlayışının kendi anayasasını yapmaktır. Çoğunlukla anayasa yapma yetkisi hükümet değil devletle özdeşleştirilir. Buna uygun olarak AKP’nin bugün Türkiye’de temsil ettiği yeni bir hükümet anlayışı değil yeni bir devlet anlayışıdır. Dolayısıyla AKP’nin derdi özel olarak 12 Eylül anayasası ile değildir. Yeni anayasanın ise pek çok noktada farklı hassasiyetlere sahip olacağı açıkça görülüyor. AKP’nin mevcut anayasadan laiklik maddesini ve onu çağrıştıran her şeyi çıkarmak istediği herkesin malumu. Ancak bunu, anayasadan doğrudan laiklik maddesini çıkartarak, yani mevcut anayasada bir takım değişiklikler yaparak da gerçekleştirmek mümkün (Tıpkı “Devletin dini İslamdır” maddesinin mevcut bir anayasadan çıkarılmış ve laiklik ilkesinin aynı anayasaya eklenmiş olması gibi). Üstelik, örneğin türbanın serbest bırakılması gibi son derece ısrarlı olduğu bir konuda dahi, 10 yıllık iktidarında bu işi yasal bir düzenleme yapma ihtiyacı duymadan “halledebilmiş” bir partiden bahsediyoruz. Dolayısıyla bizce temel amaç, maddelerde tek tek değişiklik yapmak değil, “kendi
anaysası”nı yapmaktır.

Böylelikle meselenin çok daha kökten bir yanı olduğunu söyledikten sonda konuya daha derin bir açıdan yaklaşma ihtiyacı doğuyor. Bu nedenle bu yazıda çok daha gerilere, anayasa fikrinin ortaya çıkışına, “modern zamanlar”da anayasanın ne anlama geldiğine, hangi koşullarda değiştiğine, devlet erki ve siyasi irade ile bağlantısına ama en önemlisi sınıflar mücadelesinde, insanlığın tarihsel ilerleyişinde nereye oturduğuna, dolayısıyla Marx’ın kendisinin anayasa meselesini kendi döneminde nasıl değerlendirdiğine değineceğiz.

Her halka layık olduğu anayasa”

Hegel, Felsefe Bilimi Ansiklopedisi’nde anayasa hakkında şöyle diyor:

Sivil toplum ve Devlet’in var olduğu yerde: farklı özelliklere sahip çeşitli tabakalar ortaya çıkar: Hayati önemdeki evrensel öz kendisini ancak organik olarak özelleştirebilirse var olur. Anayasaların tarihi bu tabakaların gelişiminin, bireylerin bunlarla ve bu tabakaların birbirleriyle ve de merkezle olan hukuki ilişkilerinin tarihidir.” 1 

Ve aynı kitabın başka bir yerinde şunları ekliyor: “

(…) belirli bir halkın anayasası genelde bu halkın kendisine dair bilincinin gelişkinlik düzeyi ile belirlenir. (…) Dolayısıyla her halk kendisine uygun ve kabul edebileceği bir anayasaya sahiptir.” 2 

Yani Hegel’in diyalektik anlayışına uygun olarak her anayasa toplumun ya da toplumu oluşturan sınıfların ya da düzenin gelişkinlik durumuna tekabül eder. Ancak burada söz konusu olan halkların ya da belli sınıfların mücadele ederek, kendilerini özne olarak ortaya koyarak yaptıkları ya da yapılmasını zorladıkları anayasa değildir. Ne de anayasa üretim ilişkilerinin belli bir aşamasında ortaya çıkarak, o ilişkileri yansıtan ya da düzenleyen bir metindir. Hegel’in idealizmine uygun olarak burada söz konusu olan İdea’nın yani düşüncenin kendisini ortaya koymasıdır. Yani aslında mevcut anayasa, düşüncenin gelişkinlik düzeyine tekabül eder. Dolayısıyla, sonuç olarak her halk “layık olduğu anayasaya” sahip olmuş olur.

O dönemde kendisini, felsefesinden bir dönem çok etkilendiği ve görüldüğü üzere son derece yararlandığı Hegel’i eleştirmeye adamış olan ve bunu da son derece etkili bir şekilde yapan Genç Marx ise ona şöyle cevap veriyordu:

Monarşilerde herkes, tüm halk, kendisinin var olma biçimlerinden birinden ibaret olan siyasi anayasaya tabiidir; demokrasilerde, anayasanın kendisi yalnızca halkın iradesi ya da daha net bir ifade ile halkın kendi geleceğini belirleme iradesi olarak ortaya çıkar. Monarşilerde söz konusu olan anayasanın halkıdır; demokrasilerde ise halkın anayasası.” 3 

Henüz kapitalizmin çözümlemesine girişmemiş ancak feodalizmden burjuva devrimleri ile kopuşu tarihsel anlamda ve işçi sınıfı için büyük bir ilerleme olarak selamlayan Marx için anayasa her şeyden önce “modern zamanlar”a ait bir olguydu. Marx, siyasetin “modern zamanlar”da oynadığı rolün farklılaşmasından yola çıkarak Ortaçağ’da aslında neden bir anayasadan bahsedilemeyeceğini şu şekilde açıklıyordu:

Bir soyutlama olarak bu haliyle Devlet ancak Modern zamanlara özgüdür çünkü özel hayat soyutlaması Modern zamanlarda ortaya çıkmıştır. Siyasi Devlet soyutlaması modernitenin bir ürünüdür.

Ortaçağ’da, serfler, feodal mülkler, esnaf loncaları, usta loncaları vs, başka bir deyişle mülkiyet, ticaret, toplum, kişiler siyasiydi; Devlet’in maddi içeriği şekli tarafından belirleniyordu; her bir özel alan siyasi bir niteliğe sahipti ve siyasetin kendisi özeldi. Ortaçağ’da, siyasi anayasanın kendisi özel mülkiyetin anayasasıydı; şu anlamda ki özel mülkiyetin anayasası siyasi anayasanın kendisiydi. Ortaçağ’da, halkın yaşamı ile devlet yaşamı aynı şeydi.” 4 

Gerçekten de modern anlamda anayasanın ortaya çıkışını burjuva devrimleri ile birlikte değerlendirmek gerekiyor. Bazı yorumlara göre ilk anayasanın tarihini 13. yüzyıla, Manga Carta’ya kadar götürmek mümkün. Ancak, prens ya da monarkın belli tabakaların temsilcileri ile yaptığı bir anlaşmanın ötesine geçerek devletin vatandaşlar karşısındaki konumunu düzenleyen bir metin olarak, modern anlamdaki ilk anayasaların 17. yüzyıl ortasındaki İngiliz Devrimi ve 18. yüzyıl sonundaki Fransız Devrimi’ni takiben yapılmış olduğu daha doğru bir değerlendirme. 1791’de Fransa’da kabul edilen anayasadan yola çıkarak klasik anlamda burjuva anayasaları feodal dönemden yasa devletine geçişin anayasaları olarak değerlendirilebilir. Bunlar burjuva devrimlerinin söylemine de son derece uygun metinlerdir: monark ya da prens vs. karşısında halk ikiliğinden yola çıkarlar, devletin yetkilerini burjuva liberal özgürlükler lehine kısıtlama amacı taşırlar. Genel olarak “halk” ya da bir bütün olarak “ulus” söylemi belirgindir 5 . Manifesto’da da belirtildiği üzere burjuvazi halkın çıkarlarının sözcülüğünü üstlenmiş gözükmektedir. Bu aynı zamanda burjuvazinin halkın geri kalanı yani çalışan kitleler ile yaptığı geçici anlaşmanın da bir yansımasıdır.

Fransız Devrimi’nden beri neredeyse her devrime ve yeni bir devlet kuruluşuna yeni bir anayasa eşlik etmiştir. Bu burjuva anayasaların hemen hepsi tipik bir şemaya sahiptir: temel haklar ve özgürlüklerin ve güçler ayrımı ilkesine uygun olarak Yasama, Yürütme ve Yargının işlevlerinin belirlenmesi. Bu anayasa anlayışını radikal şekilde değiştirerek “burjuva devletin parçalanması ve proletarya diktatörlüğüne dayanan yeni bir devlet kurulması” ilkesine uygun olarak yepyeni bir anayasa anlayışı Sovyetler Birliği’nin 1918’deki anayasası ile ortaya çıkmıştır.

Ancak biz şimdilik burjuva anayasalarının mantığına geri dönelim. “Modern zamanlar” anayasalarının en önemli özelliklerinden biri de burjuva devrimlerinin mantığına uygun olarak siyasi bir varlık olarak “halk” ya da “ulus” tarafından yapıldığının varsayılmasıdır. Tabii ki burada söz konusu olan yalnızca bir yanılsamadan ibaret değil. Her ne kadar özünde bu anayasalar kapitalist üretim ilişkilerine karşılık düştükleri için gündeme gelmiş olsalar ve burjuvazinin iktidarını somutlasalar da her biri bir devrimin ya da karşı devrimin, yani işçi sınıfı ve küçük burjuvazi başta olmak üzere halkın aktif olarak katıldığı bir devrimin ya da kitlelerin hareketliliğine ve dolayısıyla siyasi istikrarsızlığa son vermek üzere yapılmış bir karşı devrimin sonucudur. Dolayısıyla halk kitlelerinin doğrudan katılımı ve zorlaması olmadan “ilerici” olarak nitelendirilebilecek bir anayasa yazımı örneğine rastlanmaz.

Alman bir anayasa hukukçusu 6  Fransız devrimi sonrası yazılmış olan anayasayı şu sözlerle tanımlıyor: “Anayasa ne prens ile halk arasında ne de şu ya da bu tabaka arasında yapılmış bir anlaşma değil, tek ve bölünmez olan ve kendi siyasi kaderini çizen ulusun aldığı siyasi bir karardır.” 7 Bu tanıma da uygun olarak, bu anayasa devrim yılları sonrasında, Napoléon’un İmparatorluğu ile birlikte devreden çıkmış ve 1815’teki monarşinin restorasyon döneminde ise bu anayasadan eser kalmamıştır.

Fransa’da halkı yeniden bir anayasanın öznesi yapacak olan yine bir devrim, 1848 Şubat Devrimi’dir. Avrupa’nın halkın siyasetle en haşır neşir olduğu ve belki de en çok halk ayaklanmasına tanık olunan ülkesinin aynı zamanda anayasanın en sık baştan sona yeniden yazılan ülkesi olmasında da şaşılacak bir taraf yok. Fransa’da son olarak yürürlüğe giren Beşinci Cumhuriyet’in anayasası 55 yıllık tarihiyle şimdiye kadarki en uzun ömürlü ikinci anayasa olarak kabul ediliyor (unvanına göz diktiği anlaşılan en uzun anayasa ise 1875 yılında Üçüncü Cumhuriyet’i takiben yapılmış ve yalnızca 65 yıl sürmüş).

Dolayısıyla anayasalar, ne seçimler ne de meclis çoğunluğu ile değil, halkın iradesini doğrudan ortaya koyduğu dönemlerle bağlantılıdır. Bunun dışındaki dönemlerde sırf “daha demokratik” ya da “daha iyisi” olsun diye halkın iradesini temsil ettiğini ileri süren grupların bir araya gelip anlaşarak “nötr” bir anayasa yazdıklarına tanık olunmamıştır. Ancak ilginç bir nokta halkın, kitlesel olarak bir irade ortaya koyduğu dönemler dışında yapılan anayasaları içeriğinden bağımsız olarak onaylama eğiliminde olmasıdır. Ne yazık ki şu değerlendirme büyük ölçüde gerçeklik payı taşıyor: “Vatandaşların çoğunluğu genellikle siyasi karar alma işini başkalarına bırakma ve kendilerine sorulan sorulara en az karar almayı gerektirecek şekilde cevap verme eğilimindedir. Dolayısıyla, bir oldubittiyi kolaylıkla onaylarlar.” 8 Kendilerine verdikleri isimle Birinci ve Üçüncü Napoléon’un her biri, devrim sonrası Fransa’sında kendilerini imparator ilan ettikten sonra bunu halk oylamasına sunmuştur; bu oylamaların sonucunun ezici şekilde “evet” olarak çıkmasının açıklaması belki de ancak bu şekilde yapılabilir. Aynı şekilde 12 Eylül faşizminin dayattığı anayasaya yüzde 90’larla evet oyu çıkmasının sırrı da gene burada yatıyor olabilir. Demek ki, yenilmiş ve iradesini kaybetmiş bir halk oyunu kendisini sahneden tamamen silecek şekilde kullanıyor.

Burjuvazinin yeni sloganı: “mülkiyet, aile, din, düzen”

Marx’ın kendi dönemindeki anayasa tartışmalarını ve pratiklerini nasıl değerlendirdiğine gelirsek, 1848 devrimlerinin ardından Marx, anayasa tartışmalarında öncekilere kıyasla siyasi yönü güçlü yanıtlar üretmeye başladı. Bu konudaki değerlendirmelerini en derli toplu halde görebileceğimiz eseri Louis-Bonaparte’ın 18 Brumaire’i’nde Marx, 1848 Haziran’ında Fransız proletaryasının kendi inisiyatifiyle giriştiği bir kalkışmanın ardından, “düzen partisi” olarak adlandırdığı küçük burjuvaziden kral yanlısı büyük burjuva unsurlara kadar tüm burjuvazinin nasıl tek bir bayrak altında toplanabildiğini ve kendi aralarındaki anlaşmazlıkların düzeni tehlikeye atmasındansa iktidarı nasıl Louis-Napoléon Bonaparte’ın şahsında tek kişinin eline bırakabildiğini anlatır. İktidardaki bu birliğin sloganı bundan böyle “mülkiyet, aile, din, düzen”dir 9 .

Bu dönemde Fransa Marx için sınıf mücadelelerinin en net şekilde gözlenebileceği bir “laboratuar”dır. Bu nedenle 1848 Şubat’ı itibariyle çalışmalarının büyük bölümünü Fransa’daki olayların incelenmesine ayırır. 1848’de oluşturulan anayasa ve sonrasında yapılan değişiklikler de Marx için sınıf mücadelelerinin anayasa yapımına ve metnine yansımasının en iyi örneklerinden birini verir.

Şubat Devrimi’nin ardından seçilen ve burjuvazinin fraksiyonlarının yanı sıra devrimci küçük burjuvaları ve işçi sınıfı temsilcilerini de kapsayan Kurucu Meclis bir anayasa metni hazırlar. İşçi sınıfının giriştiği Haziran kalkışmasından önce yazılmış olan bu metinde eğitim tüm yurttaşların kendilerini geliştirebilmesi için doğal bir hak olarak tanınmış ve devlet tarafından parasız olarak verilmesi garanti altına alınmıştı. Yine aynı metin toplumdaki her bireyin çalışma hakkını tanıyor ve çalışabilecek durumdaki herkese iş sağlanmasını toplumsal bir ödev olarak belirliyordu. Bir diğer maddede de yetim, yaşlı ve çalışamayacak durumda olanların devletin güvencesi altında oldukları ifade ediliyordu. Öte yandan, Haziran’da işçi sınıfına karşı bir zafer elde etmiş olan burjuvazi yeni bir anayasa metni hazırladı. Bu yeni metinde yukarıda sayılan üç madde kaldırılarak yerine şu maddeler konuldu:

1. Egemenlik bütün olarak Fransız vatandaşlarınındır. Devrolunamaz ve ebedidir. Ne tek bir kişi ne de halkın bir bölümü tarafından kullanılamaz.

2. Anayasanın teminat altına aldığı haklar: yasalarla düzenlenen durumlar dışında kimse tutuklanamaz ve hapsedilemez.

3. Fransız toprakları üzerindeki herkesin konut dokunulmazlığı vardır; buralara kanunla düzenlenen haller dışında girilemez. 10 

Kısacası bunlar, daha sonraki burjuva anayasalarına da temel teşkil edecek, kişi özgürlüğünü ve mülkiyet hakkını teminat altına alan maddelerdi. Ancak Türkiye’deki son anayasa deneyiminden de bize çok tanıdık gelen bir ek ile: “yasalarda aksi belirtilmediği taktirde” ya da “yasalarla düzenlenen şekilde”. Bırakalım tüm yurttaşlara parasız eğitim hakkı tanıyan ve çalışmayı bir hak olarak belirleyen bir anayasayı burjuva devrimlerinin ana sloganlarından biri olan “özgürlük” dahi artık anayasaya ancak “ama” ibaresiyle birlikte girecekti. Burjuva demokrasisinin sınırlarının gelip çatacağı yer Haziran’daki kalkışmalar ile birlikte açığa çıkmıştı.

Dolayısıyla Marx, Fransa’da 1848 devrimlerinden 1851’deki Louis-Napoléon Bonaparte darbesine kadarki süreci incelediği eserlerinde, burjuvazinin işçi sınıfı karşısında kazandığı zafer üzerine yazılan 1848 Anayasası’nın sınıfsal niteliğine dikkat çekiyor ve hatta bu anayasanın 1830’da krallık hüküm sürerken kabul edilen anayasal metnin “cumhuriyet süsü verilmiş halinden öte bir şey olmadığını” ifade ediyordu 11 .

1849 Kasım’ına gelindiğinde ise Fransa’da yasalar iyice işçi düşmanı bir hal almıştı. 29 Kasım 1849’da kabul edilen bir yasa ile ücretlerine zam talep etmek için bir araya gelen her işçiye üç aya kadar hapis cezası ve 3.000 franka kadar para cezası öngörülmekteydi 12 .

Erdoğan’ın 18 Brumaire’i neden olmasın?

Son olarak yine aynı dönemde Marx’ın başkanlık sistemine dair eleştirilerinden bahsedelim. Marx başkanlık sistemine ve başkanın kişi olarak genel halk oylaması ile seçilmesine karşı çıkıyordu. Nitekim, Louis-Napoleon Bonaparte 1848 Aralığında, yani Fransa’da Cumhuriyet’in ilan edilmesinden yaklaşık 10 ay sonra başkan seçilmiş ve bundan üç yıl sonra da 1851’in Aralık ayında meclisi feshederek bir hükümet darbesi gerçekleştirmişti. Bundan tam bir yıl sonra da kendisini III. Napoleon adıyla imparator ilan etmişti.

Fransa’da başkanlık sistemi 1848 Anayasası ile kabul edilmişti. Buna göre başkan millet meclisinden ayrı olarak doğrudan halk oylaması ile seçiliyordu. Marx ise bugün de, örneğin cumhurbaşkanını meclisin seçmesinden “daha demokratik” olduğu iddia edilen bu sistemi şiddetle eleştiriyordu. Gerekçesi de tüm bir halkın tek bir kişi için oylama yapmasının aslında apolitik bir seçim anlamına geldiğiydi. Üstelik bu apolitik seçim ile halk tek bir kişiye tanrısal haklar lütfediyordu:

Başkanın tüm Fransızların doğrudan oylarıyla seçilmesini öngörerek anayasa bir kez daha kendi kendisini yok ediyor. Fransızların verdikleri oylar Millet Meclisi seçimlerinde 750 üyeye dağılırken burada tek bir kişi üzerinde toplanıyor. Halkın her bir temsilcisi şu ya da bu partiyi şu ya da bu şehri, şu ya da bu fethedilmiş kaleyi ya da yedi yüz ellinci bir kişiyi seçme gerekliliğinin kendisini temsil ederken –bu işte bir kişinin seçilmesi bir şeyin seçilmesinden daha zor değildir-, o [başkan] ulusun seçtiği kişidir ve onun seçilmesi egemen halkın her dört yılda bir oynadığı büyük kozudur. Seçimle başa gelen Millet Meclisi ulusa metafizik bir bağla bağlıdır öte yandan seçimle gelen başkan ona kişisel bir bağla bağlıdır. Millet Meclisi farklı temsilcileri nezdinde ulusun farklı düşüncelerini yansıtır öte yandan ulus düşüncesi Başkanda vücut bulur. Başkan tanrısal bir yetkiye sahiptir. Halkın lütfu sayesinde var olur” 13 

Dolayısıyla başkanlıktan imparatorluğa ve ulvi iddialara giden kısa bir yol bulunduğu iddiası, bugün Türkiye’deki başkanlık tartışmaları düşünüldüğünde yeni bir olgu değil.

Bugün…

Türkiye’deki anayasa tartışmalarına geri dönersek, bugünkü Türkiye’nin maddi koşullarının çok farklı olduğu, monarşilerden cumhuriyete geçiş aşamasının çok gerilerde kaldığı (gerçi günümüzde saltanata geri dönüş dahi dillendirilebiliyor), ne burjuvazinin aynı burjuvazi ne de işçi sınıfının aynı işçi sınıfı olduğu söylenebilir. Elbette arada önemli farklar vardır. Ancak görünen o ki işin özü aynı kalmıştır: burjuvazi doğrudan temsilcileri aracılığıyla yönetmenin sakıncalarını görerek siyaset sahnesini “siyasetçi” tabir edilen temsilcilere bırakmış, kişisel hak ve özgürlüklerin her durumda daha kolay değiştirilebilir yasalarla sınırlanması gerektiği kanaatine varılmış, parlamenter sistemin kapitalizmi krizlerden çıkarmak konusunda yarattığı sorunlar görülerek her krizde yürütmeyi güçlendirici önlemler alınmış ve genelde başkanlık sistemi yani tüm bir halkın tek bir kişi üzerinde siyasetten uzaklaştırıcı şekilde kafa yürütmesi tercih edilir olmuştur.

İşin değişmeyen daha temel bir özü de vardır: kapitalizmin hüküm sürdüğü koşullarda anayasalar temelde özel mülkiyetin korunması ilkesi ile sınırlanmıştır. Mevcut sınıfsal ilişkileri bozmamaları esastır. Sözün kısası, Marksist açıdan bakıldığında anayasalar hukuk gibi üstyapıya ait kurumlar olarak değerlendirilir ve yapıldıkları dönemin sınıfsal ilişkilerini yansıtır. Ancak yapının belirleyiciliği kadar insanın tarihte özne olarak oynadığı rolün de altını çizen Marksizme göre anayasalar aynı zamanda sınıfsal mücadelelerin izlerini taşır. Dolayısıyla “sosyalistler kapitalizm koşullarında yapılan anayasalara hiç mi müdahale etmezler?” sorusu anlamsız değildir. Tekrar etmek gerekirse, anayasalar da sınıflar mücadelesinin bir alanıdır ve aynı zamanda bu mücadelenin bir sonucudur. Bu anlamda işçi sınıfının mücadelesinden ayrı düşünülemezler.

Bugün AKP tarafından temsil edilen eğilim, kapitalizmin bekasının İslamiyet’e dayalı bir yönetim ve aşırı güçlendirilmiş bir başkanlık kurumuyla sağlanmasına dayanıyor. Dolayısıyla sınıf çelişkilerinin üstü burjuva demokrasisi ile değil dini ilkeleri hakim kılarak ve toplumu dinselleştirmeye çalışarak örtülmeye çalışılıyor. Hazırlanmakta olan anayasa’ya yansıyan da budur: işçi düşmanlığı, piyasacılık ve islamcılık. Bugün, işçi sınıfının tarih sahnesine, anayasanın üzerine kurulması istenen bu zemini reddederek çıkması gerekiyor.

 

Dipnotlar

  1.  Hegel’s Encyclopaedia of the Philosophical Sciences, madde 527, http://www.marxists.org/reference/archive/hegel/works/sp/osethica.htm.
  2.  Karl Marx, Critique Droit Politique Hegelien (Hegel’in Siyaset Hukukunun Eleştirisi), Editions Allia, Paris: 2010, s.61.
  3.  A.g.e., s. 61.
  4.  A.g.e., s. 79.
  5.  Bu yazıda anayasa tarihi ile ilgili bilgiler için Carl Schmitt’in Théorie de la Constitution kitabından yararlanılmıştır. Kitabın yazarı her ne kadar Nazi döneminde akıl hocalığı yapmış bir anayasa hukukçusu olsa da konuya hakimiyeti ve de anayasa felsefesine dair değerlendirmeleri açısından göz ardı edilemeyecek bir kitap olduğunu teslim etmek gerekiyor. Carl Schmitt, Théorie de la Constitution (Anayasa Teorisi), Presse Universitaires de France, Paris: 1993.
  6.  Bkz. önceki dipnot.
  7.  Schmitt, Théorie de la Constitution, s. 184.
  8.  A.g.e., s. 222.
  9.  Marx, Le Dix-huit Brumaire de Louis Bonaparte, s. 80.
  10.   Karl Marx, “The Constitution of the French Republic”, 14 Haziran 1851. http://www.marxists.org/archive/marx/works/1851/06/14.htm 
  11.  Marx, Le Dix-huit Brumaire de Louis Bonaparte, s. 85.
  12.  Marx, “The Constitution of the French Republic”.
  13.  Marx, Le Dix-huit Brumaire de Louis Bonaparte, s. 89.