Devrimci Demokrasiden Reformizme Emek Partisi

Türkiye’de, uzunca bir süredir, sosyalist devrim-demokratik devrim tartışmalarının eski canlılığı kalmadı. Hatta, bu konuda genel bir bıkkınlıktan söz etmek bile mümkün.

Bu bıkkınlığın oldukça haklı nedenleri var. SD-DD tartışması, ömrünü doldurmuş ve aşılmıştır. Açıkçası, 21. yüzyılın eşiğinde ve Türkiye’de, bunun aksi şaşırtıcı ve üzücü olurdu.

Devrim stratejisi tartışması, tarafların birinin diğerine hak vermesi ile sonuçlanmadı. Dahası, Türkiye solunun önemli bir bölümü demokratik devrim tezlerini savunmaya devam ediyor. Ama zaten, bu tür tartışmalar teorik düzeyde bir çözüme bağlanmaz; önem yitirerek aşılır. Türkiye’de SD-DD tartışmasının aşılmasını sağlayan, işçi sınıfı sosyalizmi ile reformizm ve devrimci demokrasi arasındaki ayrışma sürecinin büyük oranda tamamlanması olmuştur.

’80’li yıllara kadar, sosyalist hareketin ana bölmeleri demokratik devrim tezlerini savunuyordu. ’80’li yıllar, aşamacılığın sınıf uzlaşmacılığına giden yolu açtığını somut olarak gösterdi. Geçmişin aşamacı sosyalistleri, bugün devrim sorununu bir yana bırakmış durumda. Geleneksel solun demokratik devrimci bölmeleri, TBKP ile başlayan ve BSP’nin ÖDP’ye dönüşmesi ile birlikte büyük oranda sonlanan tasfiye süreci içinde, yalnızca devrim sorunundan değil, sosyalizm “yük”ünden de kurtuldu.

Bu gelişme, sosyalist devrimciliğin, işçi sınıfı sosyalizminin ayırt edici niteliği haline gelmesini kolaylaştırmıştır. Kuşkusuz, bu noktaya gelinmesi, asıl olarak sosyalist devrimciliğin başarısıdır. Sosyalist devrimcilik ve iktidar perspektifi, sosyalizme, Türkiye’de yeniden bir umut haline gelmesini sağlayacak dinamizmi kazandırmıştır.

’90’lı yılların Türkiyesi’nde, sosyalist devrimci olmayan sosyalizm, reformizmdir. Bu sonuca, devrimci demokrasinin ’80’li yıllarda sosyalizme yakınlaşan bölmelerinin gelişim çizgilerini izleyerek ulaşmak da mümkün. Bu yakınlaşma sürecinde sosyalist devrimciliğe varamayanlar, reformizmde takılıp kalmıştır. Kurtuluş (TKKKÖ), herhalde buna en iyi örnektir.

Bir başka örnek de TDKP olmuştur. Şematik bir leninizm yorumu geliştiren TDKP, kendi içinden sosyalist devrimci bir kol çıkarmakla birlikte, demokratik devrimciliği aşamamış ve devrimci söylemini somut siyasal üretimine yansıtamamıştır. Aslında, TDKP’nin siyaset üretiminde ciddi bir kısırlık sergilediğinden söz etmek gerekiyor. ’80 öncesinin kitlesel hareketlerinden biri olmasını bir imaj haline getiren TDKP, son on yılı, ciddiye alınır neredeyse hiçbir siyasal üretkenlik sergilemeden geçirmiştir.

Bu partinin dışa dönük sınırlı etkinliklerinde apolitizm ile reformizm arasındaki bir salınımdan söz etmek mümkündür. Sendikal alandaki kadrolarını sendika bürokrasisinden ayrıştırmayı başaramayan ve lafız düzeyinde “sınıf sendikacılığı”nı savunmakla birlikte bu alanda tam boy reformist bir çizgi izleyen TDKP, çok önem verdiği kültürel etkinliklerini ise, siyasallaştıramamıştır.

Tüm bunlara karşın, devrimcilik ve “proletarya sosyalistliği” iddiasını da kimseye bırakmak istemeyen ve söylem düzeyinde gerçekten de sözgelimi ÖDP’den farklı olmaya devam eden TDKP’nin bugün geldiği noktayı belirginleştirmek için tarihine göz atmakta yarar var.

THKO’dan TDKP’ye

Türkiye’de devrimci demokrasi, ’60’lı yılların öğrenci hareketinden çıktı. Devrimci demokrasinin ihtiyaç duyduğu küçük burjuva dinamizmini öğrenci gençlik sağladı.

Başlangıçta TİP’in kontrolünde gelişen gençlik hareketi, mücadelenin sokağa taştığı süreçte bu partinin pasif kalması nedeniyle Mihri Belli öncülüğündeki MDD (Milli Demokratik Devrim) çizgisine kaydı. Sosyalist devrim tezini savunan TİP’in pasifizm ve parlamentarizmi, sosyalist devrimciliğin bu niteliklerle özdeşleştirilmesine yol açtı. Diğer yandan, işçi sınıfının toplumsal muhalefet içinde henüz yeterince öne çıkamamış olması, devrimin öncü gücünü başka kesimlerde arayan MDD çizgisinin güç kazanmasını kolaylaştırdı.

MDD çizgisi, işçi sınıfına güvensizlik üzerine kurulmuştu. MDD’cilere göre, Türkiye’de sınıfsal ayrışma gerçekleşmemişti ve bu nedenle işçi sınıfının devrime öncülük etmesi mümkün değildi. İktidar komprador (işbirlikçi) burjuvazi ile toprak ağalarının (feodalite) elindeydi. “Milli” burjuvazi iktidar bloğunun dışındaydı ve devrim saflarında yer alıyordu. Gündemde, anti-emperyalist ve anti-feodal nitelikte bir milli demokratik devrim vardı. Ordu içinde ilerici (kemalist) subaylar ağırlıklı bir güç durumundaydı ve ordu devrim sürecinde kritik bir rol oynayacaktı.

MDD odağının öğrenci gençlik üzerindeki kontrolü de uzun sürmedi. Öğrencileri daha çok bir yedek güç olarak gören MDD odağı, giderek radikalleşen gençlik hareketinin ihtiyaçlarına yanıt veremez hale geldi. Öğrenci gençliğin “öncü” unsurları, yükselen mücadelelerine model ararken, yüzlerini uluslararası düzeydeki gerilla hareketlerine çevirdi.

Bu aranışın ürünleri TİİKP (sonradan TKP-ML/TİKKO ve TİKP), THKP-C ve THKO çıkışları oldu. TİİKP maoizmi benimserken, THKP-C daha çok Küba devriminden esinlendi.

THKO ise, MDD çizgisinden en duygusal kopuşu temsil eder. TİİKP ve THKPC’nin aksine, THKO çıkışında “teorik” metinlerin hiçbir ağırlığı yoktur. THKO, İbrahim Kaypakkaya ve Mahir Cayan gibi “teorisyen”lere sahip değildir ve devrim stratejisi açısından MDD’ye tek “katkı”sı, silahlı mücadeleyi temel almak olmuştur.

Türkiye’nin ilk devrimci demokrat hareketleri, 12 Mart sonrasına herhangi bir örgütsel miras bırakamadı. Gerek TKP-ML/TİKKO, gerekse THKP-C ile ardılları arasında örgütsel bir süreklilikten söz etmek mümkün değildir. Ama bu iki hareket, hiç olmazsa “teorik” bazı çıkış noktaları bırakmıştı.

THKO’nun önemli sayılabilecek tek teorik metni, Hüseyin İnan’in cezaevinde kaleme aldığı Türkiye Devriminin Yolu broşürüdür. Teorik-ideolojik düzeyde süreklilik sağlamak için fazlasıyla yetersiz olan bu broşür, THKO’nun marksizmden ne kadar uzak olduğunu da gösterir. Hüseyin İnan, anti-emperyalist devrimin öncülüğünü köylülüğe vermek konusunda diğer devrimci demokrat hareketlerle ortaklaşır. Ama bunu yaparken, işçi sınıfının “üretimde bulunmaya mecbur” olmasını temel bir gerekçe olarak gösterir. Ne Kaypakkaya, ne de Çayan marksizme bu kadar uzak tezler geliştirmiştir.

THKO’nun teorik geriliği, 12 Mart döneminden çıkılırken, bu hareketin mirasçılarının daha ilk adımda bölünmesine yol açmıştır. Emeğin Birliği (sonradan TKEP) sovyetik bir çizgiye yönelirken, Halkın Kurtuluşu (sonradan TDKP) maoizmi benimsemiştir (Hüseyin İnan’ın broşürüne bağlı kalan bir kesim de hem sovyetizmi, hem de maoizmi reddederek Türkiye Devriminin Yolu örgütünü kurdu) 1 .

Devrimci demokrasinin maoizmle kurduğu ilişki çift yanlıydı. Maoizm, mücadele biçimleri üzerinden radikalleşen devrimci demokrasinin “teori” ve devrim modeli ihtiyacını karşılamıştır. Özellikle işçi sınıfına bakış konusunda MDD çizgisiyle de büyük oranda uyuşan maoist yaklaşımın devrimci demokrat hareketler tarafından benimsenmesi kolay oldu.

Maoizm, devrimci demokrasinin pratik gereksinimlerine karşılık veriyordu ve bir kalkış noktasından çok, varılan sonuçtu. Ama bir kez benimsendikten sonra, devrimci demokrasinin ülke ve dünya nesnelliğine bakışını biçimlendirdi. İşçi sınıfının 15-16 Haziran kalkışmasını görmezden gelen maoist hareketler, devrimin öncülüğünü hiç de devrimci bir dinamizm sergilemeyen köylülüğe verirken, maoizmin körleştirici etkisi altındaydı. Benzer şekilde, müttefikler arasında görülen “milli burjuvazi” de, Türkiye nesnelliğinin değil, maoist kurguların bir ürünüydü.

Türkiye devrimci demokrasisinin çok sayıda unsuru maoizme yönelirken, Mao emperyalizmle uzlaşma yoluna girmişti. Bu uzlaşmanın teorisi olan “Üç Dünya Teorisi” 2 , başlangıçta, tüm maoist hareketler tarafından benimsendi. Perinçek takımının TİKP’si, bu teorinin hayata geçirilmesinde öncülüğü kimseye bırakmadı. Sovyetler Birliği’ni “baş düşman” ilan eden TİKP, Türkiye’nin NATO’dan çıkmasına karşı çıktı, Türk ordusunun Sovyetler’e karşı güçlendirilmesini savundu ve “sosyal-emperyalizm”e karşı mücadeleyi, solcuları devlete ihbar ederek “yükseltti”.

“Üç Dünya Teorisi”, diğer maoist hareketlerin ve bu arada Halkın Kurtuluşu’nun TİKP ile yakınlaşma sürecine girmesini sağladı. Ancak bu yakınlaşma, teoriyi en “başarılı” şekilde hayata geçiren TİKP’ye doğru bir kadro akışına yol açtı. Diğer yandan, bu denli aşağılık bir emperyalizm kuyrukçuluğunu kaldırmak da kolay değildi ve sözkonusu “teori” sorgulanmaya başladı. Nitekim, TİKP dışındaki maoist hareketler “Üç Dünya Teorisi”ni kısa aralıklarla reddetti (1977-78).

Ardından, TKP-ML/TİKKO dışındaki maoist hareketler, aynı dönemde Çin’in politika değişikliğine tavır alan ve maoizmi eleştirmeye başlayan Arnavutluk’un çizgisini benimsedi (Halkın Kurtuluşu, TKP-ML Hareketi, THKP-C/ML ve TİKB).

1978 yılında “Üç Dünya Teorisi”ni reddeden ve bu arada TDKP-İnşa Örgütü adını alan, 1979 yılında da maoizmi reddeden Halkın Kurtuluşu, 1980 yılındaki 1. Kongresi ile birlikte TDKP’ye dönüştü. Ancak maoizmin reddi, maocu dünya görüşünün teorik düzeyde aşılması anlamına gelmedi. Gerçi devrim modelinde kimi revizyonlara gidilmişti; ama maoist yaklaşımın özü korunuyordu.

TDKP, 1. Kongre’sinde “sürekli ve kesintisiz devrim” modelini formüle etti. Buna göre, önce köylülükle birlikte komprador (işbirlikçi) kapitalizme ve feodalizme karşı Ulusal Demokratik Halk Devrimi gerçekleştirilecek; sonra “yarı yolda durmadan”, “kesintisiz” bir şekilde sosyalist devrime yönelinecekti. Modelin en “ileri” tarafı, UDHD aşamasında proletaryanın kendisini demokratik taleplerle sınırlamayacak oluşudur. Proletarya, bu aşamada gündeme gelebilecek sosyalist görevleri de yerine getirme hakkına sahiptir 3 ! Diğer yandan toprak devrimi, UDHD’nin de özünü oluşturmaktadır. UDHD, “proletarya diktatörlüğünün özgül bir biçimi” olarak İKDDD’dir (İşçi ve Köylülerin Devrimci Demokratik Diktatörlüğü).

12 Eylül’den bugüne TDKP

Halkın Kurtuluşu, Dev-Yol ve Kurtuluş ile birlikte, 70’li yılların en yaygın devrimci demokrat hareketleri arasında yer almıştır. Bu hareketlerle bir diğer ortaklığı, “örgütsüz devrimcilik”i temsil etmesidir. Önce TDKP-İnşa Örgütü’nün, ardından TDKP’nin kurulması, hareketin “parti”leşmesi anlamına pek gelememiştir. Özellikle maoizmin reddi sonrasında Lenin’e daha fazla ilgi gösterilmiş ve bu arada leninist örgüt teorisi üzerinde daha ciddi şekilde durulmuş olmasına karşın, birincisi, örgüt teorisi fazlasıyla biçimsel bir düzeyde ele alınmış, ikincisi, küçük burjuva dinamizmine dayanan hareketin geliştirilen örgüt kalıplarına sokulması mümkün olmamıştır.

Bu durum, 12 Eylül darbesinin TDKP üzerinde fazlasıyla etkili olmasına yol açtı. TDKP, 1981-87 dönemini tam bir örgütsel dağınıklık ve siyasal üretimsizlik içinde geçirdi. Aslında bazı “özgün” siyasal hamleler yapılmadı değil. Söz konusu dönemde Ecevit’in DSP’si önemsendi ve ittifak önerildi. Bu sağ çıkışı “sol” bir çıkış izledi ve “illegal sendikacılık” faaliyeti yürütülmeye çalışıldı.

Önce TDKİH, ardından Ekim kopuşunu yaşayan TDKP, 1988 yılından itibaren yeniden toparlanmaya başladı. Bir kez daha geçmişin özeleştirisi verildi ve devrim stratejisi bir miktar daha revize edildi.

1990 Şubatı’nda yapılan TDKP (1. Genel) Konferansı’nda, UDHD’nin “U”sunun yanısıra, toprak devrimi vurgusundan da vazgeçilmişti: “Günümüz Türkiye’sinde temel üretim ve dağıtım araçları emperyalizmin, uzantısı tekelci burjuvazinin, büyük toprak sahiplerinin (ve ağalarının) tekelindedir. Devlet iktidar onların elindedir. Bu nedenle, bugün Türkiye’de işçi sınıfının iktidarı ele geçirerek sosyalizmi inşa etmesinin önündeki başlıca engel emperyalizm, uzantısı tekelci burjuvazi, toprak ağaları ve onların faşist diktatörlüğüdür. (…) tam kurtuluşu sağlamasa da, devrimci-demokratik halk iktidarının kurulmasında en fazla çıkarı olan sınıf, işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı bu mücadelede yalnız değildir; başta yoksul köylülük olmak üzere kırın, ve şehrin tüm ezilenleri onun müttefikidir. İşçi sınıfının devrimci-demokratik halk iktidarı mücadelesinde öncülüğü, aynı zamanda devrimin kesin zaferinin ve kesintisiz sosyalizme geçişin de garantisidir” 4 .

Devrimci-demokratik halk iktidarı ile İKDDD’yi aynı anlamda kullanan TDKP, Türkiye’de iktidarı paylaşan güçler arasında “yarı-feodal toprak ağalığı”nın bulunduğu görüşünü savunmaya devam ediyor 5 .

TDKP’nin bu en “ileri” devrim modelinde dikkat çekici olan nokta, işçi sınıfının öncülüğüne yapılan vurgu. İşçi sınıfının öncüsü olduğu ve “milli” burjuvaziyi içermeyen bir ittifakın neden sosyalist devrim yerine demokratik bir devrim gerçekleştireceği sorusu ise ortada duruyor.

İşçi sınıfının devrime öncülük edeceğini TDKP’ye kabul ettiren, Türkiye nesnelliği. Artık “toprak devrimi”ni 6 de telaffuz edemeyen TDKP, demokratik devrimciliğini gerekçelendirmeye çalışırken, reformizme savruluyor. Belki de daha doğrusu, reformizm, demokratik devrimcilikte takılıp kalmaya yol açıyor.

Demokratik devrimciliğin klasik argümanlarını açık şekilde kullanamayan TDKP, sınıfsal analizi bulanıklaştırarak, bunları örtülü bir biçimde savunmaya devam ediyor.

Öncülüğünü proletaryanın yaptığı ve burjuvazinin hiçbir kesimini içermeyen bir ittifakın iktidarı, sosyalist bir iktidardır. Daha doğrusu, böylesi bir ittifakın sosyalist bir iktidarı hedeflememesi, proletaryanın gereksiz yere geri hedeflere mahkûm edilmesinden başka bir anlama gelmez.

Burjuvazinin en azından bazı kesimlerinin devrim sürecinde yine en azından “tarafsızlaştırılabilir” olması, sosyalist devrimin mümkün olmadığı anlamına gelmese bile, demokratik devrimciliğin rasyonalizasyonu için vazgeçilmezdir. Demokratik devrimciler, her dönemde, iktidar bloku içinde yer almayan, dahası mevcut düzene, bu düzeni tehdit eden ve içinde proletaryanın da bulunduğu bir ittifakın karşısına çıkmayacak kadar muhalif bir burjuva kesiminin varlığını göstermeye çalışmıştır.

Böylesi bir burjuva kesiminin varlığını kanıtlamak için, siyasal temsilcisini ya da en azından özgül siyasal ağırlığını göstermek gerekir. Siyaset düzeyinde yansımasını bulmayan bir “kendinde” dinamiğin varlık ya da yokluğunu tartışmak anlamsızdır.

TDKP, “milli” burjuvaziden tümüyle vazgeçmemek için, ısrarla, iktidarda “emperyalizmin uzantısı tekelci” burjuvazinin olduğunu vurguluyor. Siyaset düzeyinde herhangi bir etkisini gösteremediği “emperyalizmin uzantısı ve tekelci olmayan” burjuvaziye devrim sürecinde herhangi bir misyon yükleme cesaretini bulamayan TDKP, bir bütün olarak burjuvaziyi karşıya alma cesaretini de gösteremiyor. 7

İktidardaki burjuvazinin “işbirlikçi”liğinin yanında “tekelci”liğinin öne çıkarılmasının anlamı üzerinde de durmak gerekiyor. Gelişkin kapitalist ülkelerde, sosyalist devrim hedefinin yerine demokratik bir devrim koymak için formüle edilen anti-tekel mücadele, 20. yüzyılda marksizm adına öne sürülmüş olan en büyük garabetlerden biridir. Emperyalizm aşamasına giren kapitalizm koşullarında sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması eğilimlerinin ürünü olan tekelleşme, kapitalizmin en temel çelişkisinin, üretimin toplumsallaşması ile mülkiyetin özel ellerde toplanması arasındaki çelişkinin derinleşmesini ifade eder. Tekelleşme, kapitalist gelişmenin doğal ve kaçınılmaz bir sonucudur. Dahası, üretimin merkezileşmesini sağladığı oranda, sosyalizme daha gelişkin bir altyapının devralmasını da sağlar. Merkezi planlama açısından tekelleşmişlik bir dezavantaj değil, avantajdır.

Ama nesnelliğe sosyalist devrimin olanaklarını saptamak için değil, demokratik devrimin ittifaklar zincirini kurmak için bakanlar açısından tekelleşmenin olduğu yerde “tekelci olmayan” burjuvazinin varlığı daha önemlidir. Hatta, “tekelci olmayan” burjuvazi, “işbirlikçi olmayan” burjuvaziye göre çok daha somut olarak gösterilebilir. Bulundukları sektörde tekel konumunda olmayan burjuvalar “tekelci olmayan” burjuvaziyi oluşturur. Bunlar da hiç kuşku yok ki tekellerin egemenliğinden hoşnutsuz olmalıdır.

“Tekelci olmayan” burjuvazinin hoşnutsuzluğu, tekelleşme olanağını bulamamaktan kaynaklanır. Orta burjuvazinin karakteristik özelliği, burjuvalar arası eşitlik özlemi değil bir yolunu bulup büyük burjuvalığa sıçrama özlemidir. Ama bizzat büyük (tekelci) burjuvaların varlığı, sıçramanın önünde engel oluşturur. Bu nedenle de, “tekelci olmayan” burjuvalar bir yandan sıçrama hayali kurarken diğer yandan kapitalizmin serbest rekabetçi aşamasına da özlem duyabilir. Bu özlem tekelleşmede fırsat eşitliği özleminden başka bir şey değildir. İşte anti-tekel mücadelenin önerdiği bu özlemden “halk” adına yararlanmaktır.

Tekelleşmenin karşısına serbest rekabetçi kapitalizm özlemiyle çıkmak tarihsel anlamda gericiliktir. Demokratik devrimcilik kapitalist ilişkilerin gelişmesinin önündeki engellerin kaldırılmasını hedeflediği oranda görece ilerici bir konuma oturuyordu. Kapitalizmin geliştiği ve hatta tekelleşme eğiliminin güç kazandığı koşullarda sosyalist devrimden kaçmak için formüle edilen anti-tekelci mücadele ise sosyalist devrimciliğe göre geri olan demokratik devrimciliğin mutlak bir gericiliğe dönüşmesi anlamına geliyor.

Hakkını yememek gerek; TDKP henüz bu noktada değil. Yukarıda da belirtildiği gibi en azından şimdilik “tekelci olmayan” burjuvaziye devrim sürecinde herhangi bir misyon yüklemiyor; yalnızca varlığının altını çiziyor.

“Tarafsızlaştırılabilir” bir burjuva kesiminin varlığı, demokratik devrimciliğin rasyonalizasyonu için vazgeçilmez, ama yetersizdir. Demokratik devrimin asli içeriği, kapitalist ilişkilerin gelişmesinin önündeki engellerin kaldırılmasıdır. Kapitalist ilişkilerin yeterince geliştiği bir ülkede, özünde burjuva nitelikte bir devrim olan demokratik devrimi savunmak, anti-tekelcilik gibi, düpedüz gericilik olur.

Dolayısıyla, demokratik devrimi savunabilmek için, bazı kapitalizm-öncesi ilişkiler bulmak gerekir. Bunları da büyük kentlerde aramanın pek anlamlı olmadığı fazlasıyla açıktır. Dolayısıyla yüzler kırlara çevrilmelidir. İşin üzücü yanı, Türkiye’nin kırlarında klasik feodal beylere rastlamak da artık mümkün değildir. Ama “yarı-feodal toprak ağaları”nın varlığını da kimse inkâr edemeyecektir. Başına “yarı” koyduktan sonra, bu tanımın içine sokulacak birileri her zaman bulunur.

Demokratik devrimciler, kapitalizmin kendisinden önceki sınıflı toplumlardan devralarak kendi çıkarlarına tabi kıldığı ilişki biçimlerini, kapitalist gelişmenin engelleri olarak görmek zorundadır. Demokratik devrimi savunabilmek için, “yarı-feodal” tarzdaki sömürünün kapitalist sömürü mekanizmalarına tabi olduğu gerçeğine gözleri kapamak gerekir.

TDKP de her ne kadar tarımdaki kapitalist gelişmenin “toprak devrimi”ni gündemden çıkaracak kadar yol aldığını kabullenmek zorunda kalsa bile, iktidarda “yarı-feodal toprak ağalarının” olduğunu iddia etmeyi sürdürüyor.

TDKP’yi bu çelişkiye düşmek zorunda bırakan bir diğer neden, köylülüğü bir bütün olarak müttefik listesine sokma kaygısı. “Yarı-feodal” unsurların varlığı öne çıkarılarak köylülüğün sınıfsal ayrışması ihmal ediliyor.

Oysa Türkiye köylülüğü, ortak hedefler doğrultusunda bir bütün olarak hareket edemeyecek kadar ayrışmıştır. Bugün yarı-proleter tarım emekçileri ve tarım işçileri ile toprak sahibi köylüler arasında bir çıkar ortaklığından çok çıkar farklılaşmasından söz etmek gerekiyor. Dahası, Türkiye kapitalizminin ve işçi sınıfının bugünkü gelişmişlik düzeyinde, kırlar, devrimin niteliğini belirleyecek güçten tümüyle yoksun kalmıştır.

Ama bunlardan da önce söylenebilecek olanlar var. Demokratik devrimcilerin tüm çabalarına karşın, Türkiye’de bir köylü mücadelesi geleneği yaratılamamıştır. Kırlar, Kürt illeri dışında, sağcılığın ve gericiliğin mekânı olmaktan kurtulmak için gerekli dinamizmi hiçbir dönemde sergilememiştir.

Hele köylülüğün siyasal temsilinden söz etmek konusunda çok daha ihtiyatlı olunmalıdır. İttifak kurabilmek için siyasal temsilci gerekir. Ama köylülüğün bağımsız ve özgün ideolojik çerçeveye sahip bir siyasal temsilci çıkaramayacağı, marksizmin çok eski bir saptamasıdır.

Evet, İşçi ve Köylülerin Devrimci Demokratik Diktatörlüğü’nü (İKDDD) formüle eden Lenin’dir. Ama bu formülasyonun hangi koşulların ürünü olduğu üzerinde de durmak gerekir. Birincisi, Rusya’da İKDDD’nin formüle edildiği dönemde burjuvazi iktidarda değildir. İkincisi, toprak sorunu, Rus devrimini olanaklı kılan en temel sorunlar arasında yer almıştır. Üçüncüsü, Rus köylülüğü Rus devrimci demokrasisini yaratacak kadar ciddi bir dinamik olarak, devrim sürecinde ihmal edilebilecek bir güç olduğunu somut olarak göstermiştir. Lenin de tüm bunların ürünü olarak, zaman zaman Rus köylülüğünün siyasal bir temsilci çıkarabileceğini düşünebilmiştir.

Dahası, unutulmamalı: İKDDD, Rusya’da bile gerçekleşmemiştir! Tarımda kapitalist ilişkilerin egemen olduğu, köylülüğün (yoksul köylülük dışında) devrimci bir dinamizm sergilemediği bir ülkede, İKDDD hedefi tümüyle anlamsızlaşır.

Reformizm, sosyalist hareketleri tanımlayan bir niteliktir ve kapitalizm sınırları içinde kalan değişiklikler uğruna mücadeleyi anlatır. Küçük burjuva dinamizminin ürünü devrimci demokrasi de kapitalizm sınırları içinde kalan değişikliklere yönelik olarak mücadele eder; özünde reformizm barındırmayan bir devrimci demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Devrimci demokrat hareketlerin devrimciliği konjonktüreldir. Reel sosyalizmin bir kutup olarak varlığı koşullarında iktidara ulaşan devrimci demokrat hareketler, devrimcilik zemininden sosyalizm zeminine sıçrayabilmiştir. Ama bu türden dışsal faktörlerin bulunmadığı dönemlerde, işçi sınıfını keşfeden bir devrimci demokrasi, reformist sosyalizme eğilim gösterir.

TDKP, 1980 sonrasında işçi sınıfını keşfetmiş, hatta ona devrimin öncülüğü sıfatını bahşetmiş, halkçılığın yerine işçiciliği koymuştur. Ama halkçılık ile işçicilik arasındaki mesafe hiç de o kadar büyük değildir. Merkeze işçi sınıfının güncel çıkarlar uğruna mücadelesini alan, işçi sınıfının ileri kesimlerini sınıfın bütününü ileri çekmek üzere siyasal bir eylemliliğe sokmaya yönelik her tür girişimi “bölücülük”, “öncü savaşçılığı” vb. sıfatlarla mahkûm eden TDKP, sınıf hareketinin geniş gövdesi ile sosyalist hareketin ancak (devrimci durum gibi) çok özel konjonktürlerde çakışabileceğini görmüyor. Daha doğrusu, “işçi sınıfının büyük çoğunluğu” ile birlikte hareket etme mazeretiyle, reformist çizgisini rasyonalize etmeye çalışıyor.

TDKP’nin sınıf hareketinin gelişimine bakışı tümüyle kendiliğindenci bir içerik taşımaktadır. Sınıfın ekonomik talepler uğruna mücadelesinin doğrusal bir süreç içinde devrimcileşeceğini öngören TDKP’ye göre, öncü öznenin tek rolü sınıfa “yardım etmek” tir. İşçilerin günlük talepleri için mücadeleleri “tayin edici” bir önem taşımaktadır. Bu nedenle “gerici sendika bürokrasisi”ne karşı mücadelede bile, asıl öncelik, “sınıfın günlük mücadele ve eylemlerinin bölücüsü bir konuma” düşmeme kaygısıdır. TDKP, “partinin işçilerin çıkarlarından başka özel bir çıkarı olmadığı düşüncesi”ndedir. 8 Leninist öznenin görevi ise, “işçilerin çıkarlarını” temsil etmek değil, “işçi sınıfının tarihsel misyonunun” taşıyıcılığını yapmak; mutlaka “çıkar” sözcüğünü kullanmak gerekiyorsa, işçi sınıfının (“işçilerin” değil) “tarihsel çıkar”larını temsil etmektir. Öncü özne, bu görevin gereğini yerine getirmek için kendisini sınıfın güncelliğinden ayırmak zorundadır. Bu da, tek başına “profesyonel devrimcilerden oluşan bir örgütlenmenin varlığı”yla sağlanamaz. Öncü, sınıfın ileri kesimlerini bütünü ileriye çekecek bir mücadelenin içine sokmak zorundadır. Yoksa, “sınıfın büyük çoğunluğu”nun güncelliğine bağlanan bir siyaset, en geri kesimlerin sınıf hareketini belirlemesinden başka bir sonuç doğurmayacaktır. Öncülük, sınıfı arkadan iteklemeye çalışmak deği,l öne geçerek ileri çekmektir.

TDKP, leninist olma iddiasını taşıyan bunu kanıtlamak için Lenin alıntılarına bolca başvuran bir örgüt. Sözgelimi, açık bir partinin gerekliliğini savunacağı zaman, Sol Komünizm aktarmacılığına girişiyor. Ama Lenin alıntıcılığı ile leninist olunamıyor. Hatta, öyle anlaşılıyor ki, hem Lenin alıntıcılığı yapıp, hem de Ne Yapmalı’da yeterince açık şekilde eleştirilen ve leninizmle uyuşmamak bir yana, onunla taban tabana zıt konumda yer alan kendiliğindenciliğin en tipik tezlerini savunmak bile mümkünmüş…

“İşçilerin kurduğu” bir parti: Emek Partisi

Emek Partisi girişimcileri, Türkiye’de bir “işçi kitle partisi”ne neden ihtiyaç duyulduğunu, bundan yaklaşık bir yıl önce çıkardıkları bir broşürde açıklamıştı 9 . Partinin programından önce, bu broşürde dile getirilen bazı görüşler üzerinde durmakta yarar var.

EP girişimcileri, bu partinin bizzat işçiler tarafından kurulduğunu ve bir “grup partisi” değil, sınıf hareketinin kitlesel partisi olacağını iddia ediyor. Zaten, “açık bir parti, sosyalizm akımıyla işçi hareketinin sınıfın ana kitlesini kucaklayan kitlesel bir birleşmesinin gerçekleşmesi demektir” 10 . Bu iddianın “abartılı” bulunacağı öngörülerek, şunlar ekleniyor: “Bir yandan, işçi ve emekçi kitlelerin düzenden kopuş derecesi ve yığın hareketinin sahip olduğu dinamiklerin gücü; öte yandan henüz zayıf olan sosyalist etki ve birikimin sınıf içinde tuttuğu bugünkü sağlam mevzi; birbirleriyle doğrudan bağlantılı bu iki olgu ,sosyalist hareket ve işçi hareketinin birbirleriyle örtüşmesi ve kitlesel bir birleşmesi zeminini olağanüstü genişletmiştir” 11 .

Sosyalist hareketin temel hedefinin sınıf hareketiyle bütünleşmek olduğu açık. Ama bu bütünleşmenin ne şekilde gerçekleşeceği konusunda biri kendiliğindenci-ekonomist, diğeri leninist iki yaklaşım vardır. Ekonomistler, sosyalist hareketin her dönemde sınıfın bütününü kucaklamaya yönelik bir politika izlemesini, bunun için de sınıfın ileri kesimlerini değil, ortalamasını gözetmesi gerektiğini savunur. Leninizm ise, olağan dönemlerde sınıfın burjuva ideolojisinin kuşatması altında olmasından hareketle sosyalist hareketin kendisini bilinçli olarak sınıf hareketinden ayrı tutmasını savunur. Temel önem taşıyan, sosyalist hareket ile sınıf hareketinin ne oranda örtüştüğü değil bu iki hareket arasındaki buluşmanın hangi zeminde gerçekleştiğidir. Sınıfın gündelik çıkarları ile tarihsel misyonu arasında bir açı vardır ve leninist öncü, sınıfın tarihsel misyonunun taşıyıcısıdır. İşçi sınıfı, kendisini bölen güncel çıkarlarını ancak devrimci durum gibi çok özel konjonktürlerde aşarak tarihsel misyonunu üstlenmeye hazır hale gelebilir. Devrimci durum bile, yalnızca bir olanak sunar. Sınıfın tarihsel misyonunu fiilen üstlenmesi, ancak, leninist öncünün müdahalesiyle gerçekleşebilir. Leninist öncü, bu müdahaleyi gerçekleştirebilmek için, devrimci duruma kadar sınıf hareketinin bütününü kucaklamaya değil, sınıf hareketi içinde kritik mevziler kazanmaya çalışır.

Bu noktanın altının çizilmesi gerekiyor: Leninist örgütün devrimci duruma kadar sınıfın bütününü kucaklamaya çalışmaması, yalnızca bunun nesnel olanaksızlığından kaynaklanmaz. Burada bilinçli bir tercih sözkonusudur. Sosyalist mücadelenin içeriğini sınıfın çoğunluğunun siyasal düzeyiyle sınırlandırmak, sınıfın geri ortalamasına teslim olmaktan başka bir anlama gelmez.

EP girişimcileri, daha başından, sınıfın geri ortalamasına teslim olmuş durumda. İktidar mücadelesi verme, sermayeyi tasfiye etme ve iktidar olma niteliklerini taşıyacağını 15-20 kez vurguladıkları “işçi kitle partisi”ne ilişkin broşürlerinde, bu partinin sınıfın bütününü kucaklamasının nesnelliğinin bulunduğunu kanıtlamak için sınıf hareketinin bugün gelmiş olduğu noktayı abartırken, kendiliğindenciliklerini de gösteriyorlar: “(…) işçi hareketi bir yandan, ekonomik (işyeri ve sektör çapında) mücadeleden politik (demokrasi talebi ve ülke çapında) mücadeleye doğru genişleme eğilimine girmiş; öte yandan, kendisini örgütleyip yönetecek ileri güçleri biriktirmeyi sermayeye ve sendika bürokrasisine karşı örgütlenmeye yöneltmeyi başarmış bir hareket olmuştur. Hareketteki politik genişleme eğilimi, sınıfın bağımsız parti olma yoluna girdiğini; bağrında birikmiş ileri güçler, onu parti olarak örgütleyecek ve daha geriden gelen kitlelere bağlayacak olan omurgasının oluştuğunu vurgulamaktadır” 12 .

İşçi hareketinin ekonomik mücadeleden politik mücadeleye doğru genişleme eğilimi göstermesi ne anlama gelir? Kendiliğindenciler açısından, sınıfın öne sürdüğü her türden politik talep, sınıf hareketinin gelişiminin göstergesidir. Oysa gündelik çıkarlar uğruna verilen ekonomik mücadele, kaçınılmaz olarak, siyasal bir içerik de taşır. Ekonomik mücadele ile siyasal mücadele arasında herhangi bir karşıtlık yoktur. Sözgelimi, sendikal haklar için verilen mücadelei doğal olarak, siyasal bir mücadeledir.

Dolayısıyla, tek başına siyasal bazı talepler öne sürmesi sınıf hareketinin bağımsızlaşma sürecine girdiği anlamına gelmez. Sosyalist hareket açısından temel ayrım, ekonomik mücadele-siyasal mücadele ayrımı değil, kendiliğindenlik-bilinçlilik ayrımıdır. Bilinç, içeriğinden bağımsız olarak siyasallığı değil, sınıfın tarihsel misyonunun bilincini anlatır. İncelediğimiz broşürde ise politik eğilim ile bilinç unsuru bir ve aynı şey olarak görülüyor 13 .

EP girişimcileri sosyalist hareket ile sınıf hareketinin tam boy örtüşmesinin güncel bir hedef olduğunu savunabilmek için, sınıfın geri siyasal taleplerini allayıp pullamak zorunda. Bazen kendi iplerinin ucunu da kaçırarak: “İşçi sınıfı hareketinin söz konusu dönemdeki [1987-95] en karakteristik özelliklerinden birisi, sermaye ve gericilikle işçi kitleleri arasındaki ilişkinin, karşılıklı kopuş ve uzaklaşma, yer yer karşılıklı cepheleşme ve çatışma biçimini alan ve gitgide birbirini dıştalayan bir ilişki olmasıdır” 14 .

Broşürlerinde işçilerin, sermayeye karşı direnişin temel ve öncü gücü olduğunu öteki sınıflar nezdinde de kanıtladığını söyleyen EP girişimcileri, eğer yukarıdaki gibi bir saptamada bulunuyorsa, gündemlerinde “sınıfa karşı sınıf” siyasetinin ve sosyalist devrim hedefinin bulunduğu düşünülebilir. Ama hiç de böyle değil. EP, demokratik devrimcilikte ısrar ediyor. Çünkü EP girişimcilerinin asıl derdi, sınıfın güncel bilinç düzeyini yüksek göstererek, geri-reformist politikalarına kılıf uydurmak.

Zaten, broşürde sosyalistlerin temel görevinin, “bütün dikkat ve enerjisini pratik hareket ve mücadele eden işçilere yardım üzerine yoğunlaştırmak” 15 olduğu savunuluyor. “İşçi kitle partisi”nin siyasal-ideolojik zeminini de sınıfın tarihsel misyonu değil, güncel bilinç düzeyi belirliyor.

“Açık işçi partisinin politik platformu (asgari hedef-asgari program), sosyalist değil anti-emperyalist demokratik bir platformdur. Çünkü Türkiye, emperyalist boyunduruk altında bulunan ve uluslaşma ve demokratikleşme sürecini henüz tamamlamamış olan bir ülkedir. Kurtuluşunu sosyalizmde bulan işçi sınıfı, ulusal özgürlük ve demokratikleşme sürecinin önündeki engeller kaldırılmadan sosyalizme geçemeyeceğini bilen bir sınıftır” 16 .

Burada özellikle ilginç olan, Türkiye işçi sınıfının gündemine “uluslaşma sürecinin tamamlanması” hedefinin de konması. EP girişimcileri sol adına son derece utanç verici bu saptamalarıyla sınıfın içindeki milliyetçi eğilimlerle bile uzlaşacaklarını gösteriyor. Açıkçası EP, İP’i milliyetçilik kulvarında yalnız bırakmak niyetinde değildir…

Broşürde, Türkiye’nin saflar analizi şu şekilde yapılıyor: “Emperyalizmin egemenliği, Türkiye’de; bir yanda emperyalizm, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve onunla iç içe geçmiş kalıntı biçimindeki yarı feodal gericilik; öte yanda, tekel dışı burjuva katmanlar, köylülük ve şehirli emekçi sınıf ve tabakalar olmak üzere toplumsal bir bölünme ve uzlaşmaz bir karşıtlık yaratmıştır” 17 . Ardından bu bölünme ortadan kaldırılmadan, yani emperyalizm ve işbirlikçi sınıflar tasfiye edilmeden, sermayenin tasfiyesi ve sosyalizme geçişin olanaksız olduğu vurgulanıyor.

Tekel-dışı burjuva katmanları sınıfsal cepheleşmenin “halk” tarafına yerleştiren EP girişimcileri, ortada bir sorun olduğunun farkında. Bu nedenle bir dipnot düşerek konuya ek bir açıklık getirmişler: “Okur kuşkusuz, buradan tekel dışı burjuvazinin “devrimci” bir sınıf olduğu sonucunu çıkarmamalıdır. Bu burjuva sınıfı “devrimciliği” bir yana, ulusal karakteri ve demokrasi potansiyeli en aza inmiş bir sınıftır. Burada sorun şu ki, işçi sınıfı emperyalizmin egemenliğinin yarattığı bölünme ve karşıtlıkları ortadan kaldırma yeteneğine sahip biricik sınıftır ve öteki halk sınıf ve tabakalarını yedekleyerek, ulusal özgürlük ve demokrasiyi bu karşıtlık ve bölünmenin kaldırılması yoluyla elde etmek zorundadır” 18 . Böylece, “tekel dışı burjuvazi” ayrı bir sınıf düzeyine çıkarılarak, marksist sınıflar analizine anlamlı bir “katkı”da bulunulmuş oluyor.

Sözkonusu “ikinci” burjuva sınıfın “ulusal özgürlük ve demokrasi” mücadelesine bile yüz vermeyeceği kabul ediliyor. Ama olsun; EP, “tekel-dışı burjuvazi”nin çıkarlarını bu “sınıf”tan hiçbir yardım görmeden de temsil etmeye hazır!

Öncülüğünü işçi sınıfının yaptığı bir ittifak kurulacak, bu ittifak burjuvazinin hiçbir katmanını içer(e)meyecek ve işçi sınıfı, iktidara geldiğinde burjuvazinin programını uygulayacak! Bu saçmalık üzerinde bir kez daha durmaya gerek yok; çünkü EP girişimcileri de saçmalığın farkına vararak, EP Programı’nda gereken “düzeltme”yi yapıyor. Kuşkusuz, daha ileri bir hedef tayin ederek değil. Bunun yerine, işçi sınıfına öncülük vermekten vazgeçiliyor!

Bir noktaya değinmekte yarar var. İşçi sınıfının geniş kesimlerinin devrimden önce sosyalist bilince sahip olamayacağı doğru. Sınıfın, kapitalizmin sınırları içinde çözülmesi “teorik” açıdan olanaksız olmayan sorunlardan hareketle mücadeleye girdiği de açık. Hatta, devrimin öngününde atılan sloganlar bile doğrudan sosyalist bir iktidara işaret etmeyebilir.

Tüm bunlar, işçi sınıfının iktidara geldiğinde burjuvazinin programını uygulamak zorunda olduğu anlamına gelmez. Devrimci mücadelenin sloganları ile iktidara gelen sınıfın programı tam olarak örtüşmez. Devrime kadar temel sorun mevcut düzenin yıkılmasıdır; yeni düzenin programı ise, kitlelerin bilincinden fışkırmaz. Devrimin siyasal ve toplumsal programını kitleler değil, sınıfın öncüsü hazırlar. Leninist öncülük, bir de bu nedenle vardır.

Ama zaten Emek Partisi’nde olmayan da leninist öncülük kavrayışıdır…

Emek Partisi girişimcilerinin, üzerinde durulmayı fazlasıyla hak eden bir tezleri var. Onlara göre, kamu çalışanları işçi sınıfının bir parçasını oluşturmuyor. Kamu çalışanları hareketini, sınıfın “yakın müttefiki” olarak görüyorlar.

Ne yazık ki, EP girişimcileri kamu çalışanlarının nasıl olup da kendi siyasal temsilcilerine sahip olacaklarını açıklamıyor. Ama kamu çalışanlarının bu konuda en azından köylülüğe oranla daha şanslı olduğunu kabul etmek gerekiyor. Hiç olmazsa ortak çıkarları var!

“Sınıfı bölmemek” konusunda son derece hassas olan Emek Partisi’nin kamu çalışanları için farklı bir sınıfsal kategori icat etmesi şaşırtıcı bulunabilir. Ancak buradaki dert başka. Demokratik devrimcilerin müttefikler listesi, 70’li yılların başından bu yana sürekli damlıyordu. EP, bu soruna oldukça pratik bir çözüm bularak, işçi sınıfının bir bölümünü müttefikler listesine aktarmış. Ama bu arada, sınıfın diğer “yakın müttefiklerini” sıralamayı ihmal etmiş. Sözgelimi, hizmet sektörü çalışanları da ciddi bir müttefik adayı olarak görülmelidir…

“İşçilerin kurduğu” iddia edilen parti, sınıfı tanımlarken, “işçi sınıfı ortadan kalktı” diyenlerle aynı yöntemsel yaklaşımı paylaşıyor. İşçi sınıfının bazı kesimleri, bazı farklılıkları nedeniyle, sınıfın dışına atılıyor. EP Programı’nda kamu çalışanları hareketinin son derece anlamlı bir tavır alışla kullanmayı bıraktığı “memur” sözcüğüne bile yer veriliyor.

Marksizmin işçi sınıfı tanımı bellidir. Üretim araçlarına sahip olmayan, yaşayabilmek için emek güçlerini satmak zorunda olan insanlar, işçi kategorisine girer. Kamu çalışanları bir yana üretim aracı sahibi olmayan mühendisler, doktorlar vb. de işçi sınıfının parçasıdır. Kuşkusuz, yüksek ücret başta olmak üzere bazı ayrıcalıklara sahip olan kesimler, ideolojik konumlanışlarıyla, sınıfın dışında görülebilir ve görülmelidir. Ama Türkiye’de kamu çalışanlarının ayrıcalıklı dönemi çoktan sona ermiştir. Sosyalist hareketin görevi ,geçmiş dönemlerde kamu çalışanlarının sahip olduğu “memurluk” ideolojisinin altını çizmek değil, işçi sınıfının bir parçası olma bilinçlerinin gelişimine katkıda bulunmaktır. Yoksa, tek başına ideolojik bazı farklılaşmaların varlığı sınıf-dışılık anlamına gelseydi, bugün bir işçi sınıfından söz etmek bile anlamsızlaşabilirdi.

Bir gerilik belgesi: EP programı

Türkiye solu bugüne kadar ciddiye alınabilir çok az programatik belge üretti. Sol, en başta program sorununun kendisini ciddiye almadı. Bu da, mevcut düzeni köklü bir şekilde değiştirmeyi değil, kapitalizm sınırları içinde kalan değişiklikleri hedefleyen sınıfın tarihsel misyonunu değil güncel bilinç düzeyini temel alan ve sosyalizmin kitlelerin kendiliğinden mücadelesinin bir sonucu olabileceğini düşünenler açısından son derece doğal. Gündelik mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamak için program yazmaya gerek yoktur. Adet yerini bulsun diye yazıldığında da, yazıcıları tarafından bile ciddiye alınmaz. EP Programı da, böylesi bir ciddiyetsizliğin ürünü.

Dünya ve ülke nesnelliğine ilişkin çözümlemelerin tutarlılığı ve gösterilen siyasal hedeflerle uyumluluğu, bir programın gelişkin olduğunu göstermese de, gerçek bir “program” ın olmazsa olmazlarındandır.

EP Programı’nın dünya çözümlemelerinde son derece doğru saptamalar da yer alıyor: “(…) [Emperyalizm], kapitalist topluma özgü tüm çelişkileri keskinleştirmiş; işçi sınıfının, tarihsel gelişmemi ona yüklediği rolü yerine getirmesinin koşullarını da dünya ölçeğinde olgunlaştırmıştır” 19 . “(…) üretimin toplumsallaşması ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişki de şiddetlenerek öncesiyle kıyaslanamayacak düzeylere ulaştı” 20 .

Türkiye çözümlemelerinde de benzeri saptamalara rastlamak mümkün: “[Tekelci kapitalizm] Üretimin sosyal karakteri ile mülk edinmenin özel biçimi arasındaki çelişkiyi şiddetlendirdi. Bu gelişme, ülkeyi ,üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin, toplumsal mülkiyete dönüştüğü bir ülke olmaya doğru yakınlaştırdı” 21 . Bunun yanında, Türkiye’de, “ezilen ve sömürülen kent ve kır emekçileriyle sayıları milyonlara varan işsizler kitlesini[n] işçi sınıfına yakınlaştı[ğı]” ve “mücadelelerini emeğin sermayeye karşı mücadelesiyle birleştirme eğilimine soktu[ğu]” 22 saptanıyor.

Bu oldukça yerinde saptamalardan çıkarılabilecek tek sonuç şudur: Türkiye’nin gündeminde işçi sınıfının öncülüğünde gerçekleştirilecek ve sermayeyi tasfiye edecek bir devrim vardır. Oysa EP programı, ne kapitalist ilişkilerin tasfiyesini öngörüyor ne de işçi sınıfına devrimin öncülüğü misyonunu veriyor.

“(…) ülkenin içinde bulunduğu devrim aşaması, ulusal bağımsızlığın, demokrasi ve özgürlüğün elde edilmesi temeli üzerine oturan anti-emperyalist demokratik devrim aşamasıdır. İşçi sınıfı, (…) yolunu açacak, güçlerini çoğaltacak ve iktidarı ele geçirmesine olanak sunacak bu devrim karşısında kayıtsız kalamaz” 23 . Yani ortada işçi sınıfından bağımsız bir devrim süreci var ve işçi sınıfı da bu sürece “kayıtsız” kalmamalı! Gerçi ardından gelen cümlede sınıfa daha aktif bir rol de yükleniyor: “İşçi sınıfı ,bütün halk sınıf ve tabakalarını demokratik halk iktidarına varacak bir devrimde örgütleme ve onların ilerlemesine yardım etmeyi, kendisinin en yakın ve acil görevi bilir” 24 . Ama burada bile öncülükten değil, “onların ilerlemesine yardım etmek”ten söz ediliyor. Böylece, ortaya dört başı mamur bir devrim stratejisi çıkıyor: Emek Partisi işçi sınıfına ,işçi sınıfı da diğer halk tabakalarına “yardım” edecek. Hatta, EP, işçi ve emekçilerin mücadelelerini demokratik halk iktidarının kurulmasına kadar genişletmelerini “teşvik” bile edecekmiş.

Bu kadar yardımlaşma ve teşviğin olduğu bir ülkede devrim yapmaktan kolay ne var?

Öncülük kavrayışından uzaklık, cümle yapılarını bile bozuyor: “Emeğin kurtuluşu, emekçilerin kendi eseridir. Emekçi halk kitleleri kurtuluşlarının ancak halk iktidarı koşullarında olanaklı olabileceğini günlük eylemleri içinde ve kendi deneyleriyle öğrenebilirler. Emek Partisi’nin yakın amacı, halkın kendini kurtarmayı öğrenmesi ve emeğinin kurtuluşunun koşulunu hazırlayacak demokratik halk iktidarının gerçekleşmesidir” 25 . Bu söylenenler, öncülüğün yalnızca yokluğunu değil, aynı zamanda reddini de içeriyor. Gerek öncülük, gerekse amaç ancak ilgili öznenin fiilleriyle tanımlanabilir. “Halkın kendini kurtarmayı öğrenmesi” ve “DHD’nin gerçekleşmesi”, Emek Partisi’nin amacı değil, en fazla “temennisi” olabilir.

Partilerini kurmadan önce hazırladıkları broşürde sınıf vurgusunu olabildiğince güçlü tutan, işçi sınıfının toplumsal muhalefetin öncülüğünü fiilen kazandığını savunan EP girişimcileri, sıra programa geldiğinde, “emek”, “halk” vb. kavramlarını öne çıkararak, sınıfsallığı geriye çekmiş. “İşçi sınıfının kurtuluşu, kendi eseri olacaktır” biçimindeki formülasyon, sınıf ile siyasal öncüsü arasındaki ilişkiyi içermediği için eksikli olmasına karşın, yanlış değildir. Oysa bu formülasyondaki “işçi sınıfi”nın yerine “emek” ya da “halk” konduğunda, marksizmin dışına çıkılır ve devrimci demokrat saflarda yer alınır. Sınıfları toplumsal birer özne olarak kavramak mümkün ve doğrudur. İşçi sınıfının tarihsel deneyimlerinden, belleğinden, ideolojisinden ve bilincinden söz edilebilir. Ama bu nitelikler “halk” için geçerli değildir. Farklı sınıf ve katmanların bir bileşimi olarak “halk”ın ne tarihsel çıkarları, ne de kendisine ait bir ideolojisi vardır. İşçi sınıfının yerine “halk”ı koymak küçük burjuva ideolojisine teslimiyet anlamına gelir.

Sosyalizmi “emeğin ideolojik temeli” olarak tanımlayan 26 EP programında hem halkçılığı, hem de uvriyerizmi (işçicilik) bulmak mümkün. İşçi sınıfını keşfeden bir devrimci demokrasi, “halk”ın yerine “proletarya”yı koyarken, genellikle, işçi sınıfı içindeki küçük burjuva eğilimleri temsil etmeye yönelir. Emek Partisi, programıyla henüz bu dönüşümü bile tam olarak gerçekleştiremediğini, işçicilik ile halkçılık arasında kesin bir tercih yapamadığını gösteriyor.

EP’in devrimci demokratizmden tümüyle kopamamış olduğunu, programın dünya nesnelliğine bakışı da gösteriyor. Sözgelimi, kapitalizmin emperyalizm aşamasıyla birlikte, “genel bunalım dönemi”ne girdiği saptanıyor 27 . Devrimci demokrasi, devrimci durum soyutlamasından kurtulmak için, kapitalizmin “sürekli bunalım” dönemine girdiğini, üretici güçleri geliştirme potansiyelini tümüyle tükettiğini, evrim ve devrim aşamalarının içiçe geçtiğini savunmuştur. Halk sürekli bir “hoşnutsuzluk” içindedir ve yapılması gereken tek şey, “öncü savaşı” aracılığıyla, mevcut düzenin yıkılabileceğini somut olarak göstermektir. “Öncü savaşı” vermek gibi bir derdi olmayan, aksine öncülüğü neredeyse tümüyle reddeden EP, buna rağmen, bu teorinin geçersizliğini göremiyor. Diğer yandan, “genel bunalım dönemi” saptamasından ne tür siyasal sonuçlar çıkaracağını da bilemiyor. Aslında söylenmek istenen tek şey, kapitalizmin iç çelişkilerinin giderek keskinleştiği. Ama bunu söylemek için, bir “genel bunalım dönemi”ne girilmesi gerekmiyor. Kapitalizm, “olağan” dönemlerinde de, iç çelişkilerini biriktirmeye devam eder.

Genel bunalım dönemine ilişkin çözümlemelerin sonunda, bizzat genel bunalım saptamasını anlamsızlaştıran sözler sarf ediliyor: “Kapitalist emperyalist sistem, bütün çelişmelerin keskinleşmekte olduğu yeni bir köklü alt-üst oluşlar, savaşlar ve devrimler dönemine doğru hızla yol alıyor. Kapitalizm, genel bunalımının yeni bir aşamasına girmektedir” 28 . Demek ki, “olağan bunalım dönemleri”nin yanında bir de “olağanüstü” ya da “ultra” bunalım dönemlerinden söz etmek gerekiyor!

EP’in devrimci demokrat bakışını yansıtan bir diğer örnek, Türkiye çözümlemelerinde dış dinamiğe yapılan aşırı vurgu. Devrimci demokrasi, anti-kapitalist mücadelenin yerine anti-emperyalist mücadeleyi koyabilmek için, dış dinamiğin tam boy belirleyici nitelik taşıdığını, Türkiye kapitalizminin içsel gelişme dinamiklerine sahip olmadığını savunur. “Yarı-sömürge” ve “yeni-sömürge” tezleri ve “gizli işgal” kavramlaştırması bu bakış açısının ürünüdür. Emek Partisi de, ’70’li ve ’80’li yıllarda “Ülkenin tam sömürgeleşmesi yolunda en büyük dönemeç[in] alındı[ğını]” 29 saptıyor. 21. yy.’ın eşiğinde ve Türkiye’de, öyle “yarı” ya da “yeni” vb. değil “tam sömürgeleşme” saptamasını yapmak, en az EP’inki kadar cesaret ve cehalet ister…

Emek Partisi’nin devrimci demokrasiyle ilgili sorunu, demokrasi programından değil devrimci mücâdelesinden kaynaklanıyor. Bu nedenle de, EP Programı, devrimci demokrat bakışın aşılmasını değil reformist bir çerçevede yeniden üretilmesini içeriyor.

Programın üçte biri, demokratik halk iktidarının karşılayacağı demokratik taleplere ayrılmış. Dile getirilen taleplerden özellikle biri oldukça dikkat çekici: Genel bir siyasal affın çıkarılması. Af talebi, bir suçun varlığının kabulünü içerir. Bugün cezaevlerinde bulunan siyasi tutsakların “suçlu” kabul edilmesi burjuva hukukunun da olduğu gibi kabul edilmesinden başka bir anlama gelmez. Bu nedenle de Türkiye solunun neredeyse tümü af değil “tutsaklara özgürlük” talep ediyor.

Uzun talepler listesi üzerinde uzun uzadıya durmaya gerek yok. Sonuçta, ortada bir “demokrasi programı” var. Gerçi taleplerden bazıları, burjuvazinin tekelci olsun olmasın, işbirlikçi olsun olmasın bütün kesimleriyle tam boy karşı karşıya gelmeyi gerektiriyor. Ama bu da yalnızca programın kendi içinde çelişkili olduğunu gösteriyor. Çünkü, EP’in “kesintisiz geçiş”i bile aslında oldukça ciddi bir kesintiyi içeriyor. Parti tüzüğünün “Amaç” maddesinde, sosyalizme yönelmeden önce “bağımsızlık demokrasi ve siyasal özgürlüklerin kazanılıp yerleştiril[eceği]” söyleniyor 30 . Dolayısıyla, Emek Partisi’nin, demokratik devrimden sonra bile, sermayeyi mümkün olduğunca kısa bir sürede tasfiye etmek gibi bir derdi yok. Önce, demokrasinin “yerleşmesi” beklenecek.

Sonuç yerine

Bazı kritik anlarda alınan, tavırlar çoğu zaman, siyasal öznelerin sınıf mücadelelerinin neresinde durduğu konusunda, programatik belgelerden daha fazlasını anlatır. Bu söylenen solun program sorununu yeterince ciddiye almadığı Türkiye’de çok daha geçerli.

Emek Partisi, nerede durduğunu kuruluşundan oldukça kısa bir süre sonra gösterme fırsatını yakaladı. 1996 1 Mayısı’nın ardından, sendika ağalarına sahip çıkma yarışında İP ipi ilk göğüsleyen olurken EP de İP’i izledi.

Reformizm kulvarında kendisine yer açmak için ÖDP’yi en sert şekilde eleştiren Emek Partisi’nin, 1 Mayıs’la birlikte bu parti ile yaklaşmaya başlaması da dikkate değer bir gelişme oldu. Emek-Barış-Özgürlük Bloku’nu reformistlikle suçlayan EP, daha yazdıklarının mürekkebi kurumadan, ÖDP ile ve daha geri bir zeminde buluşmanın hazırlıklarını yapıyor.

Ama zaten, EP kurucuları açık parti fikrini benimsemeden önce, bu fikrin kendisini legalizmin ve reformizmin en önemli kanıtı olarak göstermiyor muydu? Asıl önemlisi doğrusunu yapıyorlar.

Aynı yolda yürüyenlerin güçlerini birleştirmesi kadar anlamlı bir iş olabilir mi?

Dipnotlar

  1. Maoizm hakkında kısa bilgi: Temel olarak köylülüğe dayanan Çin devrimi milliyetçi bir sosyalizm yorumuna kaynaklık etmiştir. Çin önderliği, özellikle Çin-Sovyet kutuplasması sonrasında, Mao’nun tezlerini yaygınlaştırmaya ve “kağıttan kaplan” olduğu iddia edilen emperyalizme karşı yürütülen gerilla mücadelelerini desteklemeye başladı. Maoizmin devrim sürecine dair temel kavramları “(Uzun süreli) halk savaşı” ve “toprak devrimi”dir. Proletaryanın güçsüz olduğu 3. Dünya ülkelerinde devrimin temel gücü köylülüktür. Halk savaşı, “kırlardan şehirlerin kuşatılması” ile başarıya ulaşacaktır. Kırlar konusundaki tercih, kentlerin emperyalizm tarafından iyi tahkim edilmesinin ve kırların “yumuşak karın” olarak görülmesinin de ürünüdür. Devrim sürecinde, kurtarılmış bölgelerin yaratılması, temel bir önem taşır. Uluslararası ölçekte ise, dünyanın kırları olan 3. Dünya ülkeleri emperyalist ülkeleri kuşatacak ve fethedecektir. Proletarya, devrim sürecinde köylülük, küçük burjuvazi ve ulusal burjuvazi ile ittifak yapacak ve halk savaşının başarısı ile birlikte “Yeni Demokratik Halk İktidarı” kurulacaktır. Anti-emperyalist ve anti-feodal nitelikteki bu iktidarın içerideki ilk hedefi feodal kalıntıların tasfiyesi olacaktır. Yeni Demokratik Halk İktidarı’nın ilk görevi, kapitalist ekonomiyi geliştirmek olarak formüle edilir. Dolayısıyla, dört sınıfın ittifakı devrim sonrasında da sürecektir (Çin’in bayrağındaki dört yıldız, dört “demokratik sınıfı temsil etmektedir.) Mao, bir “temel çelişki-baş çelişki” ayrımı icat etmistir. Buna göre, temel çelişkinin emek sermaye çeliskisi olmasına karşın her konjonktürün özgül bir “baş” çelişkisi vardır ve temel çelişkiye giden yol biri çözüldüğünde diğeri çıkan baş çelişkilerin teker teker çözülmesinden geçer. Eşitsiz gelişmeyi kavrayamayan ve emek-sermaye çelişkisinin çözümünü çok uzak bir geleceğe erteleyen bu yaklaşım biçimi, devrimci demokratizmin ortak paydalarındandır. Bu ayrıma benzer bir diğer ayrım, “temel” ve “tali” mücadele biçimleri arasında yapılır. Her dönem için, birincil ve ikincil mücadele biçimlerinin ayrıştırılması, nesnellik çözümlemesinin en önemli bileşenlerindendir. Devrim sürecinde pek değişmeyenler ise, “kırlardaki mücadelenin temel, şehirlerdeki mücadelenin tali” ve “silahlı mücadelenin temel, diğer mücadele biçimlerinin tali” olmasıdır. Nitekim, Mao’ya göre “iktidar namlunun ucundadır”.
  2. “Üç Dünya Teorisi” hakkında kısa bilgi: “Üç Dünya Teorisi”, Çin-Sovyet uyuşmazlığının “teorik” bir çıktısıdır. ’50’li yıllarda yaşanan Çin-Sovyet ayrışması, Çin önderliği tarafından SBKP’nin 20. Kongre’sindeki Stalin eleştirilerine dayandırılır. Ancak Sovyetler Birliği ile Çin Halk Cumhuriyeti arasındaki uyuşmazlığın temelinde, 2. Paylaşım Savaşı sonrasında bu iki ülkenin Uzakdoğu politikalarının farklılaşması yatar. Kendi güvenliği için Uzakdoğu’daki devrim süreçlerine daha müdahaleci ve zorlayıcı yaklaşan, hızla nükleer silah sahibi olmaya çalışan Çin, savaştan yeni çıkmış, emperyalizmle yeni bir savaşı göze alması mümkün olmayan ve sosyalist blokun sürekliliği kaygısıyla hareket eden Sovyetler Birliği’nin ihtiyatlı politikalarına karsı çıkmıstır. Emperyalizmi “kağıttan kaplan” olarak nitelendiren ve Sovyetlerin “barış içinde bir arada yaşama” politikasına karsı çıkan Çin’in saldırgan dış politikaları karşısında daha gerçekçi bir politikaya sahip olan Sovyetler’in Çin’e atom bombası vermemesi (1957), aralarındaki sorunların büyümesine yol açar. Aynı yıl, Çin, Yugoslavya ile sosyalist blok arasındaki ilişkilerin düzeltilmesine karşı çıkar. Sovyetler-Hindistan yakınlaşması gerginliği artırır. Sovyetler Birliği’nin 1960 yılında Çin’deki tüm personelini geri çağırması ile birlikte ilişkiler kopar. Çin, Sovyetler’den toprak talebinde bulunur. Bundan sonra, Çin-Sovyet ilişkilerinde, sınır çatısmaları da dahil olmak üzere bir düşmanlık hakim olmuş, Çin, Sovyetler Birliği’ni “sosyal-emperyalist” olarak nitelemiştir. Hruşçov’un politikalarından ve 20. Kongre tezlerinden rahatsız olan Arnavutluk, bu bloklaşmada Çin tarafında yer almıştır. Çin’in emperyalizme ilişkin tahlillerinin sonuçlarından biri de 1965 yılında Çin’in yönlendirmesiyle hareket eden Endonezya komünistlerinin binlercesinin öldürülmesi ve devrim girişiminin başarısızlığa uğraması olmustur. Çin, ’60’lı yılları içe kapanık bir biçimde geçirir. 70’li yıllara doğru, içe kapalılığın zorlukları, Çin’i farklı arayışlara yöneltir. Burada, Çin sosyalizminin milliyetçi içeriği bir kez daha açığa çıkar ve ABD ile yakınlaşmak tercih edilir. ABD, Sovyetler karsısındaki pazarlık gücünü artırmak için “Çin kartı”nı kullanmaya başlar. 1972’de Nixon Çin’i ziyaret eder. Çin-ABD yakınlaşması, Mao tarafından, “Üç Dünya Teorisi” ile teorileştirilir. 1974 yılında net olarak formüle edilen bu teoriye göre, dünya üzerinde üç kamp bulunuyor: ABD ve Sovyetler (1. Dünya), Batı ve Doğu Avrupa ülkeleri (2. Dünya) ve bunların dışında kalan 3. Dünya. Devrim dinamizminin taşıyıcısı 3. Dünya’dır. Ama 1. Dünya ile 2. Dünya arasındaki çelişkilerin değerlendirilmesi gerekmektedir. Son olarak, bu dönemde uluslararası planda giderek güçlenen ve inisiyatifi ABD’nin elinden alan Sovyetler, 1. Dünya içindeki baş tehlike olarak görülür. Bundan hareketle, 3. Dünya ülkelerinin komünist hareketlerine de, “baş düşman” Sovyetler’e karşı mücadeleyi öne alma görevi verilmiştir. Bu görev, komünist hareketlerin kendi ülkelerinin burjuvazisiyle ittifaka girmelerini de içermiştir. Çin yönetiminin bu karşı-devrimci tutumu Arnavutluk tarafından benimsenmemiş ve Arnavutluk Emek Partisi’nin önderi Enver Hoca maoizm eleştirisine yönelmiştir.
  3. Bu noktanın “önemsiz” olduğu düşünülmemeli! Proletaryanın, Demokratik Halk Devrimi’nin ilk aşamasında sosyalist görevleri de yerine getirmeye hakkının olup olmadığı, DHD’nin iki farklı versiyonunu savunan siyasal hareketler arasında çok “temel” bir ayrım noktasıdır. 1986 yılında TDKP’den ayrılan ve sonra TDKİH’i kuran grubun belki de en önemli “teorik” eleştirisi bu konudaydı. (TDKİH sonradan TKİH ile TKİH adı altında birleşti; ardından TKİH ile TKP-ML Hareketi birleşerek MLKP’yi kurdu; bugün MLKP, DHD aşamasında sosyalist görevlere yer olmadığını savunurken, TDKP ve TİKB aksi görüştedir).
  4. Konferans Belgeleri, Evrensel Basım Yayın, Mayıs 1992, İstanbul; s. 13.
  5. a.g.y.; s. 419.
  6. “Toprak devrimi” hakkında kısa bilgi: “Toprak devrimi”, tarımda feodalizmin egemenliğinin kırılmasını ve kapitalist ilişkilerin kurulmasını hedefler. Feodal toprak sahiplerinin elindeki topraklar, bu amaçla, toprak reformu yoluyla köylülüğe verilir. Tarımda kapitalist ilişkilerin egemen olduğu bir ülkede toprak reformu gerici bir talebe dönüşür. Piyasa ilişkilerine yönelik olarak üretim yapan büyük tarım işletmelerinin parçalanarak köylülere dağıtılması, üretici güçlerin gelişmesini sağlamak bir yana buna engel olur. Kapitalist tarıma yönelik sosyalist politika, kollektivizasyondur (kollektif çiftliklerin kurulması). Türkiye’de kapitalist ilişkilerin tarımsal üretime egemen olması, toprak reformu ve feodalizmin tek bir hamleyle yıkılması yoluyla değil, tedrici bir süreç içinde gerçekleşti. Feodal toprak sahipleri bu süreç içinde kapitalistleşti. Tarımsal üretimdeki makinalasmanın özellikle yoğunlaştığı ve piyasa ilişkilerinin geliştiği ’50’li yıllardan itibaren, Türkiye’de bir “toprak reformu” sorunundan söz etmek mümkün değildir. Ancak devrimci demokrasi, Türkiye gerçekliğini ithal ettiği devrim modellerine uydurabilmek için tarımda feodal olmasa bile en azından “yarı-feodal” ilişkilerin egemen olduğunu savunmuş ve yakın geçmişe kadar tüm devrimci demokrat hareketler toprak reformu talebini ileri sürmüştür.
  7. Aslında, Türkiye’de bir büyük burjuvazi ayrımı yapmak mümkün. Orta burjuvazinin siyasal temsiliyetinden olmasa bile, bu ayrımın burjuva siyaset sahnesinde bazı yansımalar bulduğundan söz edilebilir. Gerçi orta burjuvaziyi de kesin çizgilerle ayırmak da, bu kesimin bir içi bütünlük oluşturduğunu iddia etmek de olanaksız. Ama burjuva siyasetinde orta burjuvazinin kaygılarını ifade eden bazı “hassasiyet”lerin var olduğu söylenebilir. Orta burjuvazinin “hasasiyet”leri, demokratik devrimcilerin beklentilerinin aksine, daha ilerici ya da daha demokratik değil, daha gerici ve sınıf düşmanı nitelik taşıyor. Bu da son derece doğal. Emek üretkenliğini arttırmak için teknik gelişmelerden yararlanabilen sermayelerin aksine, orta ölçekli sermayeler, ayakta kalabilmek için, ücretli emek sömürüsünü yoğunlaştırmak, kendi işçilerini daha düşük ücretlerle ve daha kötü koşullarda çalıştırmak zorunda. Bugün Türkiye’de en yoğun sömürüye maruz kalan işçiler büyük işletmelerden çok, küçük ve orta ölçekli işletmelerde çalışmaktadır. Dahası, kriz dönemlerinde, orta burjuvazinin işçilere daha fazla yüklenmekten başka şansı kalmıyor. Bu durum, işçi sınıfının sermaye iktidarına yönelik tehdidini orta burjuvazinin hissetmesine ve bu kesimin sınıfın hareketlenmelerine karşı çok daha tepkisel olmasına yol açıyor.Ama bu tür ayrım, kuşkusuz, devrimci demokrasinin işine geliyor…
  8. a.g.y.; s. 221-222.
  9. İşçi Kitle Partisi Üzerine, Evrensel Basım Yayın, Ağustos 1995, İstanbul.
  10. a.g.y.; s. 29.
  11. a.g.y.; s. 29-30.
  12. a.g.y.; s. 13-14.
  13. a.g.y.; s. 20.
  14. a.g.y.; s. 10.
  15. a.g.y.; s. 57.
  16. a.g.y.; s. 68-69.
  17. a.g.y.; s. 69.
  18. a.g.y.; s. 69-70 (dipnot).
  19. Emek Partisi Program ve Tüzüğü, 25 Mart 1996; s. 7.
  20. a.g.y.; s. 13.
  21. a.g.y.; s. 19.
  22. a.g.y.; s. 19.
  23. a.g.y.; s. 22-23
  24. a.g.y.; s. 23.
  25. a.g.y.; s. 24.
  26. a.g.y.; s. 21.
  27. a.g.y.; s. 10.
  28. a.g.y.; s. 15.
  29. a.g.y.; s. 17.
  30. a.g.y.; s. 35.