Devrimin Coğrafyası, Devrimcilerin Coğrafyası Balkanlar’da Devrimci Olmak

Devrimin bir coğrafyası var mı? Bu soru fazlasıyla ayırt edici bir sorudur.

Her şeyden önce bugün devrimin bir coğrafyasının olduğunun kabulü sosyalist devrimin güncel ve somut bir hedef olduğunun kabulüdür. Bugün bu kabulden hareket ediyor olmak başlı başına önemli bir ayrım noktasıdır.

Dahası devrimin haritasını çıkarma çabası peşinen bu harita üzerinde belli bölgelerin diğerlerine göre olumlu veya olumsuz farklılıklar içerdiğini söylemek demektir. Bu farklılıkların aynı harita üzerinde bizzat kapitalizmin eşitsiz gelişimi nedeniyle değişik renklerle gösterileceği eklenmelidir. Soruyu olumlu yanıtlayanlar kapitalizmin eşitsiz gelişmesini veri alıyorlar demektir; bu da az önemli bir ayrım noktası değildir.

Soruyla başlayan coğrafi arayış bölgesel ve ülkesel bir tasnifi beraberinde getireceği için mücadelede ölçek sorununu gündeme taşıyacaktır. Aynı tasnif öznel verilerin değerlendirilmesini de zorunlu kılacaktır. Bu ayrımın da önemsiz olduğunu kimse iddia edemez…

Tekrar sorarsak; devrimin bir coğrafyası var mıdır?

Devrimin bir coğrafyası vardır. Kapitalist üretim tarzının dünya üzerinde görülmeye başlamasının ardından burjuvazinin hakim sınıf olarak siyasi iktidarı ele geçirdiği ilk andan bu yana sosyalist devrimin bir coğrafyası vardır.

Kapitalizmin tarihi boyunca krizleri savaşları kalkışmaları ve elbette bizzat devrimleri takip eden herkes zamana bağlı olarak bu dönemsel haritayı çıkarabilir. Elbette 1917’de Rusya’da gerçekleşen devrime öyle ya da böyle bir kulp takmaya çabalayanların bu harita için vakit harcamalarına gerek yoktur. Onlar bir harita çizmeyi başarsalar bile kızıl renge alerjili haritaları bir türlü gerçekleşmeyen hayallerin sindirilemeyen reel sosyalizm deneylerinin somut ifadesinden başka ne olabilir ki Kızıl’ı eksik bir haritanın ise devrim haritası olmasına imkan yoktur.

Peki büyük bir yenilginin reel sosyalizmin çözülüşünün ardından geçen yıllardan sonra bugün bu haritada ne görünüyor Devrimin ayak sesleri nereden duyuluyor

Devrimin coğrafyası Balkanlar’a kaymıştır

Devrimin bir coğrafyası vardır ve devrim süreci tarihsel olarak belli coğrafyalarda yoğunlaşarak ilerler. Ancak bu yoğunlaşma her zaman sürecin başarıyla işçi sınıfının iktidarı almasıyla sonuçlanması anlamına gelmez. Söz konusu olan adlı adınca bir yoğunlaşmadır.

Devrimin coğrafyası 19. yüzyılda İngiltere Fransa ve Almanya ile anılmış ama bu ülkelerde beklenildiği gibi bir devrim yaşanmamıştır.

Coğrafya ile zaferin kesişmesi için 20. yüzyılın başı beklenecektir. Rusya’da iktidarı ele geçiren bolşeviklerin mücadele verdiği topraklar yüzyılın başından itibaren devrimin coğrafyası olarak anılmak için her türlü özelliğe sahiptir.

Devrim süreci İkinci Savaş’ın bitimiyle birlikte Avrupa ülkelerinin neredeyse tamamını etkisi altına almıştır. Bu dönemin sonunda Avrupa’nın bir kısmı sosyalizmle tanışacaktır.

Buraya kadar üzerinde kolayca uzlaşılacak devrimin dönemsel haritası bu andan sonra tartışmalı bir şekle bürünür. Soğuk Savaş yıllarının belirleyiciliği altında “Üçüncü Dünya”ya yol alan devrimci dinamikler reel sosyalizmin çözülmesiyle birlikte hem bir tartışma konusu hem de önemli bir ayrım noktasıdır.

Bu ayrımın yeni olmadığı söylenebilir elbette. Bugünden bakıldığında tartışmanın galibi ve haklı tarafı açık bir biçimde görülse de bolşeviklerle Batı Avrupa solunu birbirinden ayıran temel noktalardan birisi devrimin coğrafyasına dair olan görüşlerdi. Dönemin gelişkin kapitalist ülkelerinde devrimi bekleyen Batı Avrupa solu yanıldı ama daha beteri yanılgıyı kabullenmektense Birinci Savaş sırasında su yüzüne çıkan ayrımlara sıkı sıkıya sarılmayı tercih etti. Devrimin coğrafyasının gelişkin kapitalist ülkelerde aranması gerektiğini öne süren görüş aslında bu yaklaşımıyla yanlış coğrafyada ısrar ederken aynı zamanda devrimi düşünmekten de vazgeçiyordu. Bunun açıkça itiraf edilmesi gecikmeyecekti.

Bugün de bu ayrım noktaları önemini koruyor. Dahası devrimin coğrafyası hakkında yeni ayrımlar da ciddi farklılıklar yaratıyor.

Balkanlar’ın içinden geçtiğimiz dönemde devrimin beşiği olmaya aday olduğunu söylemek bu nedenle her açıdan çok önemli.

“Ülkemiz dünya devrim süreci açısından kritik bölgelerden birinde yer almaktadır. Bu bölge kapitalist restorasyonu emperyalizm tarafından yağmalanma ve daha derinlemesine bir bağımlılık biçiminde yaşayan Doğu Avrupa ve Rusya’yı Avrupa kapitalizminin kenarında eşitsizlik yoğunlaşmalarını en çarpıcı biçimde hisseden Balkanlar’ı ve Türkiye’yi kapsamaktadır.” 1

Metnin devamındaki Latin Amerika ekinin de güncelliğini koruduğunu belirtmek kaydıyla bölgesel anlamda bu tespitin bir revizyona ihtiyaç duymadığı açık olmalı. 2

Ancak devrim süreci söz konusu olduğunda bölgesel tasnifin ayrıntılandırılmaya müsait olduğu da unutulmamalı. Bugün adı geçen bölgede Balkanlar’ın öne çıktığını söylemek bu genel tespitle çelişmiyor tam tersine onu tamamlıyor. Tabii şayet Balkanlar’ın neden öne çıktığı sorusuna bir yanıt bulmayı başarabilirsek…

Elbette önce Balkanlar ile kastedilen bölgenin neresi olduğu konusunda mutabık kalmalıyız. Aslında coğrafi olarak bu konuda pek fazla tartışmanın olmadığını söylemek gerekiyor. Adlandırma konusunda oldukça eski bir tartışma olsa bu bölgeye zaman zaman “Balkanlar” denmekten kaçınılsa da sayısı bir hayli fazla konuda ortak özelliklere sahip böyle bir “bölge”nin varolduğunu kimse reddetmiyor.

Balkanlar’ın sınırları konusunda tartışmalı iki noktaya ise mutlaka değinmek gerekiyor. Eski Yugoslav cumhuriyetleri Arnavutluk Yunanistan Bulgaristan Romanya ve Türkiye… Bu liste kaynaklarda Balkanlar denilince akla gelen ülkelerin tümünü içeriyor. Ama bunların arasında Türkiye’nin biraz özel bir durumu var.

Türkiye’nin yalnızca Trakya bölgesinin coğrafi olarak Avrupa kıtasında sayılmasıyla ilgili sorun Balkanlar’ın sınırları tartışılırken de kendisini gösteriyor. Türkiye’nin neredeyse diğer tüm Balkan ülkelerinin toplam büyüklüklerine eşit bir yüzölçümüne sahip olması sorunu daha da büyütüyor. Ama bu coğrafi sosla sunulan ideolojik tartışmanın salt coğrafi kısmının bizim konumuzla ilgisi pek az. Coğrafya’nın hiçbir zaman saf anlamıyla “coğrafya” olamayacağından 3 hareketle Türkiye ve bu listede isminin geçmesine pek alışık olunmayan Kıbrıs’ı da hiç duraksamaksızın Balkanlar bölgesine dahil etmek gerekiyor.

Hem Türkiye’nin hem de Kıbrıs’ın Balkan ülkeleriyle “coğrafi” olarak da ortak pek çok yanı bulunuyor. Ama bizim için önemli olan bölgeye devrimci bakışın Türkiye ve Kıbrıs’ı diğer Balkan ülkelerinden ayıramayacak olması. İşin ilginç tarafı devrim sürecinin Balkanlar’da yoğunlaşmasını Türkiye ve Kıbrıs’ta yaşananları incelemeden anlamak mümkün görünmüyor. Devrimin coğrafyasıyla devrimci coğrafya arasındaki ilişki de belki ilk olarak burada kurulmaya başlıyor.

Bugün Balkanlar’a dönük ilginin geçtiğimiz on yıl içerisinde yaşananla kıyasladığımızda oldukça azaldığını tespit etmek zor değil. Aslında Yugoslavya’nın dağılmasından Avrupa’nın güneydoğusunda yaşanan iç savaştan NATO’nun Balkanlar’a düzenlediği seferden bu yana çok zaman geçmedi. Hepsi bir on yıl içine sığmıştı. Ama o zaman dahi ilginin genel olarak Balkanlar üzerinde değil eski Yugoslavya üzerinde toplandığı önemli bir veri olarak önümüzde duruyor. Diğer Balkan ülkeleri de aslında Yugoslavya dolayımıyla tabloya dahil oluyorlardı. Sıcak çatışmanın yaşandığı bir ülkenin parçalara ayrıldığı bir alan için tersi de pek mümkün değil zaten.

Ancak devrimin coğrafyası saptamasının sıcak savaşla ilişkisinin sağlıklı kurulması şart. Bu ilişki bugün Ortadoğu için yarın başka bölge ve ülkeler için de önemli.

Balkanlar’ın dünya devrimci süreci açısından önemi bölgede yaşanan sıcak çatışmaların sıklığından veya şiddetinden kaynaklanmıyor. Yaşanan çatışmaların kaynakları bölgenin biriktirdiği çelişkiler ve bu çelişkilerin yol açtığı yapısal istikrarsızlık bu saptamanın merkezinde duruyor.

Ama çelişkilerin uygun ortam hazırladığı sıcak çatışmaların sonuçlarının bu çelişkilerle diyalektik bir ilişki içerisinde olduğu bu sonuçların aynı çelişkileri yeniden yapılandırdığı ve farklı tarihselliklerin bu şekilde oluştuğu da hiçbir zaman unutulmamalı.

Sıcak çatışma veya savaşla devrimci olanaklar arasında kurulan kaba ve doğrudan ilişkinin hiçbir yaratıcılık içermediği ve olağanüstü yanlışlıklara gebe olduğu ABD ve müttefiklerinin Irak’a saldırısı sırasında açıkça görüldü.

Balkanlar için de durum farklı değil. Ne eski Yugoslavya’da on yıl boyunca yaşanan çatışmalar Balkanlar’da bir devrimci durum yaşandığını gösteriyordu ne de ardından bugün Balkanlar’da gözlenen göreli sessizlik Balkanlar’daki devrimci olanakların tükenişine delalet. Eski Yugoslavya’yı kana bulayan ortamı hazırlayan çelişkilerin uzun süren savaş boyunca emperyalizmin şiddetli baskısı altında devrimci olanaklara evrilmesinin güç olduğu bugün daha rahat görülüyor. Ama bu çelişkiler NATO’nun Yugoslavya’yı işgal etmesinin ardından ortadan kalktı mı Bu soru bugün daha önemli…

Elbette kalkmadı. Kapitalizm koşullarında kalkması da mümkün değildi. Ancak tam bu noktada yine bir kolaycılıktan “hiçbir şey değişmedi zaten” yaklaşımından da uzak durmak gerekiyor. En son olarak bölgede risk almak istemeyen ABD’nin baskısıyla Sırbistan ve Karadağ Cumhuriyetleri’nin daha gevşek bir federal yapıyı tercih etmeleri ve Yugoslavya ismini tarihe gömmelerinin ardından tamamlanma aşamasına gelen Yugoslavya’nın parçalanması sürecinin ve bu sürece eşlik eden NATO ve dolayısıyla ABD işgalinin Balkanlar’a etkisinin olmadığını iddia etmek için cahil olmak gerek.

Yeni bir bin yılda Yugoslavya’da savaşın bitmesi değil ama ABD’nin Yugoslavya’nın ardından oluşan ülkelere hem askeri hem de siyasi olarak yerleşmesi kötümser analizler için yeterince veri sağlıyor olabilir. Ama unutulmasın süren savaşın şiddetlendirdiği etnik ayrılıklar da aynı bölge için hiç de iyi sayılabilecek gelişmeler değildi.

O gün insanların milliyetçi saiklerle birbirini öldürdüğü bir bölge için iyimser olmak mümkün müydü ki bugün ABD’nin eski Yugoslavya topraklarına yerleşmesinden kötümserlik üretelim. Bölgede ABD askeri yoktu belki ama emperyalizmin siyasi varlığı halkları birbirine düşürmüştü bile.

Yugoslavya çok yakın zamanda Irak’ta işleyen genel kuralın bir istisnası olamadı ne yazık ki; o topraklara da ABD önce askeri olarak değil siyasi olarak girmişti.

Ama Yugoslavya’da yaşanan direnişin başka yerlerle karşılaştırıldığında içerdiği özgünlükler bir Balkan gerçeğidir ve devrimin coğrafyası ile yakından ilgilidir. ABD ve AB’nin karşılaştıkları güçlüklerin Sırp milliyetçiliği veya Miloseviç’le olan ilişkisindense bu topraklara ait geleneklerle bağlantılarının önemi bir not olarak mutlaka bir kenara yazılmalıdır. Balkanlar’ın başka coğrafyalardan farkı bu ayrıntılarda gizlidir.

Ancak bir noktayı tekrar vurgulamakta fayda var; 1991 sonrasında yaşanan gelişmelerin Yugoslavya’yı öne çıkartması o günlerde Balkanlar için çıkarılacak devrim haritasında bu ülkeyi kendiliğinden önemli kılmıyordu. Bu gelişmelerin tüm Balkan ülkeleri için hayati olmasına rağmen Balkanlar o yıllarda da Yugoslavya toprakları ile sınırlanmamıştı bugün de eski Yugoslavya cumhuriyetlerinin toplamı Balkanlar’ı oluşturmuyor.

Türkiye Kıbrıs ve Yunanistan da Romanya Arnavutluk ve Bulgaristan da Balkanlar’ın ve bölgenin birer parçası…

Hem iyi ki de öyle. Devrim süreci açısından Balkanlar’ın önemi bir başka deyişle devrimin coğrafyasının Balkanlar’a kaymış olması da ancak bu ülkelerin Balkanlar’ın bir parçası olmasıyla anlaşılabiliyor.

Ancak bir devrim coğrafyası olarak Balkanlar’dan söz etmek tek tek ülkelerin devrim sürecinden bahsetmeye engel teşkil etmiyor elbette.

Aslında Balkanlar’ı devrimin coğrafyası olarak tespit etmek bir bölgesel devrime işaret etmiyor veya ulusal sınırların ve bu sınırlar içerisinde verilecek iktidar mücadelesinin önemini azaltmak anlamına gelmiyor. Tam tersine ulusal sınırlar içerisinde iktidarı fethetmeyi önüne koyan ama bu saik doğrultusunda bölgesel bir bakışı ihmal etmeyen devrimci bir perspektifle ulusal sınırlar içinde kurulacak sosyalist iktidarların ne denli gerçekçi ve ulaşılabilir hedefler olduğu vurgulanmış oluyor.

Yurtsever işçilerin köylülerin ve öğrencilerin ABD’ye ve AB’ye başka bir deyişle dünya kapitalist sistemine sırt çeviren onlara meydan okuyan bağımsız bir iktidarın nasıl ayakta duracağına dair yönelttikleri içten soruların yanıtlarının bir kısmı işte bu bölgesel bakışta devrimin coğrafyasına dair bugünden yapılan tespitte gizlidir.

Ancak ulusal ölçekte mücadeleyi ve iktidar hedefini merkeze koyan bir perspektif doğal olarak şu soruya kapı aralar: Bölgesel bir stratejiyi ulusal sınırlar içinde gerçekleşecek devrim süreçlerinin üzerine inşa eden bu yaklaşım zorunlu olarak bu coğrafyada bulunan ülkeler arasında devrim süreçleri açısından bir hiyerarşi varsaymaz mı

Evet varsayar.

Ama bunda şaşılacak hayrete düşülecek itiraz edilecek bir taraf yok ki… Eğer kapitalizmin eşitsiz gelişiminden çelişkilerin bölgesel olarak yoğunlaşmasından hareketle bir bölgesel yaklaşım geliştiriliyorsa verili bölgenin benzer eşitsizliklerden ve çelişkilerin toplandığı ağırlık merkezlerinden muaf olduğu nasıl iddia edilebilir

Hatta tam tersine devrimin coğrafyasının yapısal olarak bu özellikleri daha şiddetli sergilemesi bile beklenmelidir.

Hem nesnel etmenlerin yanı sıra öznel faktörlerin önemi de mutlaka hatırlanmalıdır. Bölgesel eşitsizlikler incelenirken öznel faktörler önemli bir rol oynayacaktır.

Bu bağlamda her bir ülkenin devrimci dinamiklerinin incelenmesi bu çalışmanın sınırlarını aşıyor.

Ancak bölgeye dair öncelikle saptanması gereken bir olgu var: Balkanlar’ın devrim süreci açısından iddiasını arttırması dünya devrim sürecine ağırlığını daha fazla koymasının nedeni bugün öncelikle Türkiye’dir. Türkiye’nin bu denli öne çıkmasının nedeni de içinde bulunduğu coğrafya ancak önemlerini azaltmamak ve Batıya doğru aktardıkları devrimci enerjiyi küçümsememek kaydıyla Kafkaslar veya Ortadoğu değil Balkanlar’dır.

Zaten Türkiye ülkenin iç dinamiklerinin yanı sıra Kafkaslar ve Ortadoğu ile Balkanlar’ın arasında durduğu için de önemlidir. Bu ihtilalci enerjinin aktarım kayışı ya Türkiye olacaktır ya da bu bölgelerde açığa çıkan devrimci olanaklar yine aynı bölgelerin yapısal özellikleri özellikle Ortadoğu’da gerici ideolojilerin hakimiyeti ve gelişkin işçi sınıflarının yokluğu Kafkaslar’da ise işçi sınıfının siyasete müdahil olmak için en ufak bir heyecan dahi sergilememesi nedeniyle heba olacaktır.

Sorun yalnızca ABD’nin Irak’ı işgal etmesi ve Ortadoğu’ya uzun süreliğine yerleşmesi Kafkaslar’ı 1991’den bu yana gayet emin adımlarla kuşatması taşeronlarının da yardımıyla bölgeyi hareketsiz kılması değildir. Bu açıdan emperyalizmin Balkanlar’daki varlığı da asla küçümsenemez.

Ancak Balkanlar’ın Kafkaslar’dan ve Ortadoğu’dan farkı “sınıfsal”dır; Balkanlar’da işçi sınıfları yapısal olarak olumlu özelliklere sahip ideolojik ve siyasi olarak soldan girdilere açıktır dolayısıyla sınıflar mücadelesinin dinamikleri gereği siyaset işçi sınıfının temsilcilerinin ağırlıklı roller oynamasına müsaittir. Üç bölge arasında kapitalist gelişme düzeyleri arasındaki farklar ve kapitalist gelişmenin eşitsiz karakteri nedeniyle ulusal sınırlar içerisinde yarattığı çelişkiler de bu farkı Balkanlar’ın lehine açan önemli faktörler arasında sayılabilir.

Ayrıca bölgeler arasında tarihsel süreçlerden kaynaklı kültürel ayrımlar da bu listeye yine Balkanlar’ın lehine olmak üzere eklenmelidir.

Balkanlar’ın bir diğer önemli üstünlüğü ise üç bölgenin merkezinde duran ve dünya devrim süreci açısından önemli roller oynamaya aday bir ülke olarak Türkiye’den öncelikli olarak Ortadoğu ve Kafkaslar’a doğru bir devrimci proje üretmenin imkansızlığıdır. Türkiye söz konusu olduğunda bu bölgelerin ikincil önem taşıyacağı bu toprakların tarihsel özellikleri nedeniyle sabittir.

Balkanlar’ın gelecek yıllardaki gündemini anti-emperyalist mücadele belirleyecektir

Yugoslavya için daha temkinli ifadeler kullanılabilir ama emperyalizmin Balkanlar’da Yunanistan Türkiye ve Kıbrıs dışında kalan ülkelerdeki 4 varlığının başlangıç tarihi olarak 1991’i kabul etmekte bir sakınca bulunmuyor. Adı geçen ülkeler kapitalist ülkelerdir ancak bölgedeki eski sosyalist ülkelerin kapitalist sisteme entegrasyonları süreci Yunanistan Kıbrıs ve Türkiye’nin de sistem içindeki konumlarını da köklü bir biçimde etkileyecektir.

Balkanlar’da 1991’den bugüne yaşanan süreç bir bütün olarak emperyalizme eklemlenme sürecidir.

Bölgede sosyalizm deneyi yaşamamış ülkeler için de belirleyici olan farklı bir karakterde de olsa yine entegrasyondan kaynaklı dinamiklerdir. Hatta bugün eski sosyalist ülkelerin kapitalistleşme yolunda önemli aşamalar kaydettiği noktada bir soyutlama düzeyinde bu farklılıkların da nispeten azaldığı söylenebilir.

Bölgedeki ilk Avrupa Birliği üyesi ülke olan Yunanistan’ın dahi emperyalist sistemle olan ilişkisi 1991’den sonra köklü değişiklikler geçirmiştir. Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından Türkiye kapitalizminin yaşadığı bunalımın bir benzerini AB üyesi Yunanistan da yaşayacaktır. 1990’ların ilk yarısında Yunanistan ekonomik olarak OECD ülkeleri arasında en düşük büyüme oranına sahip ülkelerden birisidir. 5 Krizin Türkiye’deki gibi şiddetli ve sürekli olmasını ise Avrupa Birliği engelleyecektir. 1990’ların ikinci yarısı daha parlak geçse de bugün bile Balkan ülkeleri arasında en sağlıklı ekonomik yapıya sahip ülke olan Yunanistan’ın dahi ekonomik sorunlarını çözdüğü söylenemez. Yunanistan Avrupa Birliği’nin artık kıdemli üyelerinden biridir ama emperyalist birliğin merkezinde durmamaktadır.

Yunanistan’ın bölge ülkelerinin AB’ye eklemlenmesi için üstlendiği önemli görevler de bu gerçeği değiştirmemektedir.

Türkiye de bölgede benzer rolleri NATO vasıtasıyla oynadı. Bulgaristan ve Romanya’yı NATO’ya hazırlayan Türkiye ise AB’ye hazırlayan da Yunanistan’dı. Yugoslavya savaşı sırasında her iki ülke de kendi bölgesel çıkarları adına hareket ederken Balkanlar’da emperyalist politikaların taşıyıcılığını yaptı ve daha fazla kan dökülmesinin müsebbiblerinden oldu. Kıbrıs’ın bugün yaşadığı çözümsüzlükte her iki tarafın da payı vardır.

Türkiye ve Yunan burjuvazisinin emperyalizme hizmet konusundaki heveskar tutumları gerçeklerin üstünü örtmemeli. AB üyesi Yunanistan’ın geri dönüşü olmayan bir yola girdiği AB üyeliği hedefiyle yanıp tutuşan Türkiye kapitalizminin yapısal istikrarsızlıktan ve krizlerden kurtulabileceği düşünülmemeli. 6

Tam tersine her iki ülkenin de 1991 dönemecinden sonra emperyalizme bağlanma konusunda daha teslimiyetçi bir tutum izlediği gözden kaçırılmamalı.

Balkanlar’ın eski sosyalist yeni kapitalist ülkeleri yeni bir dünyada kendilerine yer ararken onlara bu dünyada yol gösteren kıdemli üyeler gösterdikleri yola ilk olarak kendileri girdiler. Ama gözden kaçmaması gereken nokta Balkanlar’da ve Avrupa’nın diğer bölgelerinde uygulanan sosyalizm sonrası ekonomik politikaların Türkiye ve Yunanistan gibi orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerdeki uygulamaları derinden etkilemiş olmasıdır. Türkiye ve Yunanistan burjuvazisi yeni gelişmekte olan Balkan ülkelerinin genç egemen sınıflarına yol gösterirken aslında bir yandan onlardan da öğreniyorlardı.

Uluslararası sermaye Balkanlar’dakiler de dahil olmak üzere eski sosyalist ülkeleri bir laboratuvar olarak da kullandı. Örneğin ilk kez bu ülkelerde geliştirilen ve uygulanan özelleştirme yöntemleri daha sonra Yunanistan ve Türkiye gibi geniş kamu sektörüne sahip ülkelerde uygulamaya çalışıldı. 7

Aynı süreç bugün de devam ediyor. Hatta hem Yunanistan’da hem de Türkiye’de özelleştirme deregülasyon gibi konularda eski sosyalist ülkelerin gerisine düşüldüğü eleştirileri duyuluyor. Bölge ülkelerinin emperyalizm karşısındaki konumlanışlarında ortak noktalar çoğalıyor. Ama bu halkların çektikleri acıların mücadele gündemlerinin de ortaklaşması anlamına geliyor.

Tüm Balkan ülkeleri bugün bir borç sarmalının içinde kıvranmakta bırakalım bölgenin ve dünyanın en borçlu ülkelerinden biri olan Türkiye’yi en sağlam göstergelere sahip ülke olan Yunanistan’da bile borcun yeniden yapılandırılması süreci devam etmektedir. 8 Özelleştirmelerin gelecek dönemde tüm Balkanlar’da hızlanacağı sosyal güvenlik sistemlerinin tamamen tasfiye edilmeye ve piyasaların liberalizasyonunun tamamlanmaya çalışılacağı görülüyor.

Elbette her ülkede süreç kendi iç dinamik ve özgünlüklerine sahiptir. Ancak ortak eğilimler her geçen gün daha da belirginleşiyor.

Balkanlar’da siyasi gelişmeler de ekonomik süreçle paralel ve uyumlu bir seyir izliyor. Emperyalizm eski sosyalist ülkeleri sisteme eklemler kapitalist olanların ise bağlanma ilişkilerini yeniden yapılandırırken iç dinamiklerin ağırlığını ihmal etmemek kaydıyla Yunanistan Türkiye ve Kıbrıs’ta siyasi alanda önemli değişiklikler yaşanmasında etkili oldu.

Ama ilginç olan Balkanlar’da yaşananlarda Avrupa Birliği ve ABD’nin karşılıklı rolleridir. 1991’den sonra Avrupa Birliği’nin tam kıyısında ve Yunanistan aracılığıyla içinde gözlenen gelişmeler iki emperyalist kamp AB ile ABD arasındaki ilişkiye de ışık tutuyor.

Sosyalizmin çözülmesinin ardından Balkanlar coğrafi konumu nedeniyle Avrupa Birliği’nin ekonomik siyasi ve askeri açılardan rüşdünü ispatlayacağı bir yerdi. İlgisini başka alanlara yönelten ABD emperyalizminin AB’ye bir lütfuydu bu aslında.

Ama 1990’ların ilk yarısında Avrupa Birliği ekonomik olarak sağladığı göreli başarının yanında siyasi ve askeri olarak tam anlamıyla çuvalladı. Yugoslavya savaşını kontrol etmeyi başaramadı Romanya Bulgaristan ve Arnavutluk’ta süreci NATO sürüklemek zorunda kaldı Türkiye kapsanamadı Kıbrıs çözülemedi ve Balkanlar’ın siyasi entegrasyonu belki yıllarca gecikti.

Son gelişmelerin ışığında Yugoslavya’nın tamamen parçalanması ve nihai noktaya yaklaşmış üyelik süreçleri de düşünüldüğünde bugün elbette tablo beş yıl öncesine kıyasla emperyalizm açısından daha parlak görünüyor.

Ama bu durum Balkanlar’ın sisteme sorunsuz bir şekilde entegre edildiği bölgenin bir istikrara kavuştuğu anlamına gelir mi?

Bu soruya yanıt vermek için önce şu sorulara cevap vermek gerekiyor:

Yunanistan Kıbrıs ve daha sonra Bulgaristan ve Romanya AB’nin merkezinde duran ülkelerle eşit şartlara sahip üyeler olarak mı yola devam edecekler?

Tamamen parçalanmış Yugoslavya’da NATO’nun askeri gücüyle ulaşılan denge kalıcı bir denge mi?

Avrupa Birliği Türkiye için bir perspektif geliştirmeyi ve Türkiye’yi kapsamayı başarabilecek mi?

Kıbrıs’ın güney kesiminin AB üyeliği ile birlikte Kıbrıs sorunu çözülmüş mü oldu?

Emperyalizme entegrasyon hemen tüm Balkan ülkelerinin hakim sınıfları arasında varolan sayısız çekişme ve gerilimin sonu anlamına mı geliyor?

Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerin ve halihazırdaki statükosunu uzun süre koruyamayacağı anlaşılan Kafkaslar’da tanık olacağımız krizin özellikle Türkiye aracılığıyla Balkanlar’a bir etkisi olmayacak mı?

Soruların sayısı arttırılabilir. Ancak soru sayısı ne kadar artsa da olumlu yanıtlanabilecek bir tane bulmak oldukça zor görünüyor.

Peki ama nedir bu soruların ortak noktası?

Tüm bu olguların merkezinde hep aynı gerçek durmaktadır: Balkanlar’ın emperyalizme istikrarlı bir yapısal bütünlük içinde eklemlenmesi mümkün değildir.

Balkanlar artan ABD etkisine NATO’nun bölgede yerleşik bir hal almasına AB’ye üyelik süreçlerinin hızlanmasına rağmen uluslararası kapitalist sistemin istikrarsız bir bölgesi olarak kalmaya mahkumdur. Bir diğer deyişle eşitsiz gelişimin çelişkileri biriktirmeye devam edeceği Balkanlar sosyalist devrime mahkumdur. Çünkü Balkanlar’ın kronikleşmiş ve yapısal hale gelmiş sorunlarının kapitalizm koşullarında çözümü mümkün değildir.

Ayrıca kapitalizmin bölgede sorun çözmek için hareket ettiği yanılsamasına da prim verilmemelidir. Burjuvazi bir bölgede veya bir ülkede egemenlik ilişkilerini sürekli kılmak sınıfsal hakimiyetini perçinlemek için ekonomik siyasi ideolojik ve askeri adımlar atar.

Örneğin Yugoslavya’daki savaşın sona erdirilmesi için hareket eden ABD ve NATO kuvvetleri yöntemden ve sonuçtan bağımsız düşünsek bile insanlar ölmesin Yugoslavya’daki problemler çözülsün diye mi adımlar atmıştır? Elbette hayır…

Ya da Türkiye ve Yunanistan burjuvazileri Kıbrıs’taki sorunları gerçekten çözmeyi mi istemektedir yoksa sınıfsal çıkarları doğrultusunda mı planlar geliştirmektedir?

Burjuvazi kendisini egemen sınıf olarak örgütlerken verili durumu kendi lehine başka bir noktaya doğru evriltmeye çalışır. Ancak oluşan bu yeni durum da kapitalizmin çelişkili yapısından muaf değildir. Bundan daha önemlisi çelişkilerin ne ölçüde yumuşatılabildiği veya kontrol altına alınabildiği bu akışı belirleyen sınıflar mücadelesinin dinamikleriyle ilgilidir. Burjuvazi kendisinin bir sınıf olarak yatay ve dikey örgütlenmelerinden kaynaklı sorunlara ek olarak tek başına hareket ediyor göründüğü anlarda bile aslında tek başına değildir; işçi sınıfı mücadeleye devam etmektedir.

Balkanlar’da bugünkü koşullar da işte böylesi bir tarihselliğin ürünüdür.

Örneğin uluslararası sermayenin bir iç örgütlenme sorunu olarak da tarif edilebilecek Avrupa Birliği’nin iç sorunları Yugoslavya’daki kriz ve Balkanlar’daki diğer ülkelerin emperyalizmle ilişkisinin yeniden yapılandırılması sırasında birliğin bir bütün olarak hareket etmesinin önüne geçmiş bu durum hem yeniden yapılanmanın kalıcı yapısal arızalarla ilerlemesine hem de ABD’nin bölgedeki zorunlu varlığının ABD de dahil kimsenin istemediği bir boyuta doğru evrilmesini sağlamıştır.

Avrupa Ordusu sürecini tetikleyen sonra da bir hayal kırıklığına dönüştüren Balkanlar’daki gelişmelerdir. Aslında NATO’nun ve ABD’nin askeri yükünü hafifletmek için bir ABD projesi olarak ortaya çıkan Avrupa Ordusu fikri Avrupa ülkelerinin Balkanlar’da karşılaştıkları ilk ciddi sınavda tökezlemelerinin ardından ciddi revizyonlara uğradı ve ordunun oluşturulması sırasında kendilerine alan açmayı planlayan Fransa ve Almanya daha yolun başında ABD’nin tüm isteklerini kabul etmiş oldu.

Ancak işin ilginç tarafı sonuçta Balkanlar’da ortaya çıkan tablo ABD’yi de tatmin etmiyor. Askeri varlığını başka coğrafyalara kaydırmayı hedefleyen tam da bu nedenle Avrupa’nın ve Balkanlar’ın güvenlik sorunlarını yine kendi kontrolü altında olmak şartıyla Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinin kendi olanaklarıyla çözmesini hedefleyen ABD hala on binlerce askerini bölgede tutmak ve milyarlarca dolar harcama yapmak zorunda kalıyor.

ABD bu bölgedeki harcamaların siyasi kontrolünü elinde tuttuğu bir mekanizma aracılığıyla Avrupa Birliği tarafından üstlenilmesi hedefine ulaşamadı; ABD siyasi kontrolü sağladı belki ama AB istemesine rağmen askeri sorumluluk almayı başaramadı. Ancak Balkanlar hâlâ tüm belgelerde oluşacak Avrupa Ordusu’nun ilk eylem alanı olarak geçiyor. 9 Bu ABD’nin hedefinden vazgeçmediğinin ve Balkanlar’da yeni gelişmelerin yaşanacağının da ispatı. Elbette işçi sınıfı için yeni olanakların ortaya çıkacağının da…

Balkanlar’da emperyalizme eklemlenme süreci askeri siyasi ekonomik ve ideolojik olarak nihai bir noktaya ulaşmadı ve halen sürüyor. Süreç eşitsizlikleri derinleştiriyor çelişkileri biriktiriyor ve zaman zaman devrimci olanaklar ortaya çıkarıyor. Çelişkiler ve olanaklar Türkiye Yunanistan Bulgaristan ve tüm diğer Balkan ülkelerine elbette yine eşitsiz olarak dağılıyor. Balkanlar’da bölgesel olarak ve tek tek ülkelerde yaşanan gelişmeler anti-emperyalist mücadeleyi gündemimizin en tepesine oturtuyor.

Balkanlar’da anti-emperyalist mücadelenin merkezinde yurtseverlik duracaktır

Emperyalizmin ağırlığını bu denli hissettirdiği her coğrafyada ulusalcı dalgaların oluşması beklenmelidir. Bu ulusalcı yükselişte yerel veya bir anlamda kendiliğinden öğeler ile emperyalizmin ve ülkedeki hakim burjuvazinin yönlendirmesi içiçedir. Burjuvazi her ülkede emperyalizme karşı yükselecek tepkinin ulusalcı bir havzada massedilmesini hedefler.

Söz konusu olan Balkanlar olunca bölgenin tarihsel olarak bu hedefe fazlasıyla uygun olduğu bir başka deyişle yerel ve kendiliğinden öğelerin de emperyalizm için dört dörtlük bir zemin sunduğu söylenebilir. Ancak yerel ve kendiliğinden olanın da kapitalizmin emperyalizm aşamasına yeni terfi ettiği dönemde bizzat yönlendirdiği Balkan halklarının uluslaşma süreçlerinden miras olduğu hatırlanmalıdır.

Balkanlar’daki milliyetçiliğin elbette geç kapitalistleşmeyle bağımsızlık mücadeleleriyle yakından ilgisi vardır. Bu milliyetçiliğin kapitalistleşmenin ulus-devleti etnik homojenlik etrafında idealize etmiş olmasından kaynaklandığı açıktır. Bu idealizasyon Batı Avrupa kaynaklıdır. Etnik çatışma etnik karmaşıklıktan değil bu idealizasyondan kaynaklanır. Etnik karmaşıklık atipik bir durum olarak kapitalizm tarafından tanımlanmıştır.

Nedenleri ne olursa olsun Balkanlar’da milliyetçilik ciddi bir sorundur; bunu reddedemeyiz yok sayamayız.

Ama şovenizmin bu kadar can aldığı bir coğrafyada sadece bu nedenle bile yurtseverliğin önemini vurgulamak mümkün.

Balkanlar’da milliyetçilik denen illetin üstesinden gelebilmek için yurtseverliği öne çıkartmak bir zorunluluktur. Emperyalizme ve onun bu doğrultudaki ideolojik saldırısına başka türlü direnmek olanaksızdır.

Şimdiye kadar bazı önemli uğraklar sayılmazsa Balkanlar’da emperyalizme karşı açığa çıkan yurtsever tepkiler hep milliyetçilikle sulandırıldı; milliyetçilik yurtseverliği kapitalizmin sınırlarının içine çekti. Başı boş kalan yurtsever enerjinin milliyetçilik tarafından çalınması siyasetin doğası gereğidir. Ama burjuva ideolojisinin güncel bileşenlerinden birisi olarak milliyetçilikle burjuvazinin ilericilik dönemlerinde bir süreliğine sahip çıktığı ama sonra bir daha bulaşmamak üzere işçi sınıfına terk ettiği yurtseverlik arasında ciddi bir mesafe var.

Balkanlar’da milliyetçiliğin etkisini yitirdiği yurtsever hareketin canlandığı ve döneme damgasını vurduğu tarihsel uğraklar hiç de önemsiz değildir. Tersine bu uğraklar Balkan halklarının arasına kapitalizm tarafından çekilen duvarların nasıl yıkıldığına dair canlı örneklerdir. Ortak mücadelenin halkları kaynaştırmaktaki olağanüstü etkisi yurtseverlikle enternasyonalizmin ayrılmaz bir bütün olduğu yine bu dönemlerde görülmüştür.

Örneğin 1990’lar boyunca emperyalizmin nezaretinde birbirlerini boğazlayan Yugoslav halkları İkinci Savaş sırasında faşistlere karşı omuz omuza dövüşüyordu. Demek ki halklar arasındaki düşmanlıklar Balkan insanının genetik yapısına değişmez kodlar olarak işlenmemişti.

Yugoslav halklarının İkinci Savaş’ta faşistlere karşı birleşmesinin çok doğal ve kendiliğinden gelişen bir süreç olarak görülmesi hem bu anlamlı birlikteliği “kolay” damgasıyla değersizleştirir hem de komünistlerin yurtsever kimlikleriyle farklı kökenlere sahip unsurları nasıl yönlendirdiklerini görmemizi engeller.

Yugoslav komünistleri İkinci Savaş sırasında kolay bir iş yapmamış zoru başarmışlardır. Nisan 1941’de İtalya Macaristan ve Bulgaristan ordularının desteğiyle Yugoslavya’yı işgal eden Nazi orduları bu topraklarda özel işgal bölgeleri oluşturdu. Ama en önemli ve stratejik karar faşist Almanya’nın himayesinde Bağımsız Hırvatistan Devleti’nin kurulmasıydı. Hırvat şovenisti Ustaşa örgütünün hakimiyetindeki devlet tüm Yugoslavya’da kitlesel katliamlara girişti. 10

İşgalci kuvvetleri ile işbirliği yapan yalnızca Hırvat faşistleri değildi elbette. Bu onursuzluğa Bosnalı müslümanlar da üzerinde SS sembolü bulunan fesleriyle Boşnak SS’leri adı altında katıldı! 11

O günlerde Yugoslavya’da halkların birleşmesi için değil birbirine düşmesi için neden çoktu. Ama buna rağmen komünistler halklara birlikte mücadele etmeyi öğreterek yurtsever kimliği öne çıkartarak bu zorlu dönemeci atlatıp ülkelerini faşistlerden temizlemeyi başardılar. Yalnızca Alman faşizmini değil kendi aralarındaki milliyetçiliği de böyle yendiler.

Ancak bu konuda Yugoslav halkları yalnız değildi. Bulgarlar Arnavutlar Yunan halkı Romenler hepsi bu ağır görevin altından kalkmayı başardı. İkinci Savaş’ın sonunda milliyetçilik Balkanlar’da pes etmişti.

Türkiye halklarının İkinci Savaş sırasında verilen halkları birbirine yaklaştıran mücadelenin dışında kalması bu açıdan talihsizliktir. 12 Dahası İkinci Savaş’ın hemen ardından başlayan Yunan İç Savaşı’nda Türkiye hükümeti Batı Trakya Türklerinin Yunanistan hükümeti lehine komünistlere karşı savaşması için elinden geleni ardına koymamış Batı Trakya’da yaşayan Türklerle Yunan halkı arasındaki gerginliği artırmak için elinden geleni yapmıştır. 13

Türkiye burjuvazisi Türkiye halklarının Balkan halkları ile arasında oluşabilecek her türlü yakınlığı daha oluşmadan yok etmek için her türlü önlemi aldı. Ama işin doğrusu bunu yaparken de bölgede hiç yalnız kalmadı. Özellikle Yunan burjuvazisi bu yarışta hiç geride kalmadı; Balkanlar’da yıllardır emperyalizmin taşeronluğunu yapan bu iki sınıf halkları birbirine düşman etmek için hiçbir fırsatı kaçırmadı. Ancak unutulmasın söz konusu olan yalnızca Türkler Kürtler Helenler veya Kıbrıslılar değildi… Aynı zamanda Sırplar Bosnalılar Bulgarlar ve Arnavutlar’dı. Bu konuda yardım eden çoktu kalan halklara “sahip çıkan” da bulunuyordu nasıl olsa… Örneğin Hırvatlarla Alman burjuvazisi arasında gelişen kökleri İkinci Savaş’ın faşist Ustaşa hükümetine dayanan özel yakınlık Yugoslavya savaşı sırasında belirleyici olacaktı!

Balkan halkları milliyetçiliğin üstesinden gelecek. Bu coğrafya için ileri sürülen tüm tarih dışı iddialara rağmen hem de…

Balkan halkları emperyalizme karşı mücadele ederken aralarındaki tüm düşmanlıkları yok edecek bu coğrafyada işçi sınıfının iktidarında yeni ülkeler kurarken yurtsever heyecanlarını kaybetmeyecekler.

Emperyalizme karşı yurtseverliğin sınıfsal bir zeminde yeniden üretilmesi için Balkanlar’da tüm şartlar müsait; gelişkin işçi sınıflarıyla emperyalizmin ve teker teker ülkelerde iktidarı elinde tutan burjuvazilerin canını yakacak çelişkileriyle tarihten getirdiği gelenekleriyle Balkanlar yurtsever kimliğin anti-emperyalist ve anti-kapitalist mücadelede nasıl işlevsel olabileceğinin bir örneği olabilir. Dünyanın bütün işçileri için…

Bugün Balkanlar’a özgü ortak bir devrimci kimlik yaratmak mümkündür

Batı’nın siyasi kültürel ve akademik hayatında 20. yüzyılın başından bu yana bir hayalet geziniyor: Balkanlar Hayaleti… Bu hayalet yalnızca Balkanlar’ın Batı’daki imgesi değil aynı zamanda emperyalizmin Balkan halkları için uygun gördüğü kıyafettir de; dolayısıyla her döneme ve siyasi ve ideolojik amaçlara göre karakter biçim ve yapı değiştirmektedir.

20. yüzyıl başında daha bağımsızlıklarını yeni kazanmış Balkan devletleri için bu hayalet dönemin paylaşım emellerine dolayısıyla emperyalizmin ilk savaş için yaptığı hazırlıklara uygun olarak yeniden üretilir örneğin. Osmanlı Devleti’nin himayesinden yeni çıkmış bu devletçiklerin Bolşevik rüzgarı hissetmemeleri için elden gelen yapılmaktadır. Avrupa’nın kıyısındaki bu ilkel ülkeler geri kalmışlardır; geri kalmışlık ve ilkellik kendilerine de her fırsatta hatırlatılmaktadır ancak bunların hiçbiri sosyalist olmak için mazeret değildir. Elbette yaratılan ve dayatılan Balkan kimliğinde bu amaç doğrultusunda gereken önlemler alınacaktır.

Balkanlar’ın Batı Avrupa için hep Avrupa’nın dışında kalmasının tarihsel nedenleri sabittir; geç kapitalistleşen ancak gecikmiş bir kapitalistleşme sürecini bu topraklara özgü renklerle yaşayan ve örneğin tıpkı kendisi gibi geciken Orta Avrupa ülkelerinden bu anlamda farklılaşan Balkan ülkeleri bu farklılıkları nedeniyle hep ortak Avrupa kimliğinin dışında tutulacaklardır. Balkanlar’ın bu bağlamda en Avrupalı üyesi bu açıdan tarihsel kanıtlara sahip Yunanistan dahi kendisini kabul ettirmek için yoğun çaba harcayacaktır. Bugün bile bir Batı Avrupalı için herhangi bir Orta Avrupa ülkesi ile bir Balkan ülkesi asla eşit değildir. Macaristan veya Çekya hep Avrupalı olmuştur mesela…

Ama Batı’da yaratılan ve Balkan halklarına dayatılan Balkan imgesi ve kimliğinin de her koşulda bir süreklilik arz ettiğini düşünmek yanıltıcı olabilmekte dönemin siyasi ve ideolojik karakteri tarafından belirlenen Balkan kimliğinde konjonktürel karakteristiğin gözden kaçırılmasına neden olabilmektedir.

Örneğin Soğuk Savaş döneminde Balkan sözcüğünün dahi kullanılmaması bu açıdan öğreticidir. Kullanılmamaktadır çünkü Batı kapitalizmi için yekpare bir Balkanlar yoktur artık; Yunanistan ve Türkiye kapitalizmin ileri karakolları durumundadır. Hem Yugoslavya bir üçüncü yol arayışını simgelese de Sovyet etkisinden uzaklaştığı oranda ABD ve Batı için olumlu bir örnek olarak yansıtılmaktadır. Hatta belirli dönemlerde Romanya ve Çavuşesku için bile bu yapılmıştır. Ama tüm bu ülkeler farklı özelliklere sahiptir Batı’nın gözünde.

Balkanlar’ın bir sözcük olarak tekrar kullanıma girmesi ise çözülüşten sonradır. Sosyalizmin varolmadığı koşullarda Balkanlar benzer ülkelerin toplandığı sisteme eklemlenmek zorunda olan bir coğrafyadır artık.

Aynı şekilde ilk kez 20. yüzyıl başında Osmanlı Devleti’nden ayrılan sayısız devletin ayrılma ve parçalanma süreçlerini ve sonrasında gelen savaşlar sırasında yaşanan dönemi anlatmak için kullanılan “Balkanlaşma” deyimi bu defa bölgede sosyalizm sonrasında gözlenen gelişmeleri anlatmak için kullanılacaktır.

Özellikle Yugoslavya’nın parçalanması ardından çıkan savaş ilk bakışta yüzyıl başında yaşananlarla benzerlik göstermektedir. Oysa benzerlik belki de yalnızca emperyalizmin değişik dönemlerindeki dinamiklerinin arkasında yatan temel saiklerin değişmemesinden ibarettir.

Ancak Batı Balkanlar’ın değişmeyen karakteri konusunda oldukça ısrarlıdır. Balkanlar’ın sorunu hiç değişmemektedir; öyle ki 1913 yılında yayınlanan bir rapor 1993 yılında yalnızca yeni bir önsözle Balkanlar’ın temel problematiğini insanlara anlatmak iddiasıyla tekrar yayınlanabilmektedir:

“Karşı karşıya bulunduğumuz acı gerçek şu: Eski çağlardaki gelişmelerin yalnızca Türk egemenliği dönemindeki değil ondan daha önceki gelişmelerin sonucu Avrupa kıtasının güneydoğusuna Avrupalı olmayan ve bugüne dek Avrupalı olmama niteliğini büyük ölçüde koruyan bir medeniyetin hakim olmasıdır.” 14

Anlaşılan o ki 1913 yılından hatta daha öncesinden bu yana Balkanlar’da pek az şey değişmiştir; sosyalizmin de Avrupalılaşma olarak kodlanan Batı’nın anladığı şekliyle uygarlaşma veya modernleşmeye hizmet etmediği açık olsa gerek. Ruslar da istisna olmamak üzere Avrupa’nın kıyısında yaşayan geri ulusların “geçici olarak” tercih ettiği bir yol olarak sosyalizmin bu milletlere hiçbir faydası olmamış ve sonuçta 1913’ten bu güne bir adım ileriye gidilememiştir.

Aslında 20. yüzyılın başından bu yana Balkanlar için Batı’da Balkan kimliğinin tanımından hareketle üç dönem saptanabilir: İlk dönem kimliğin belirgin bir aşağılama tonuyla donatıldığı bu yolla kapitalistleşen ve modernleşen ülkelerin ideolojik olarak ezilmeye çalışıldığı yüzyıl başıdır; bu dönemde Balkanlar bir paylaşımın da nesnesidir. Bölgedeki amaçlar doğrultusunda sözcüğe ilk kez coğrafi anlamın ötesinde bir siyasi anlam yüklendiği görülmektedir. 15

Batı İkinci Savaş’ı takip eden dönemde ortak bir Balkan kimliği tanımlamaktan özellikle kaçınmıştır. Oysa İkinci Savaş sırasında yürütülen anti-faşist mücadele ve peşinden gelen sosyalizm dönemi ortak bir Balkan kimliğine ama Batı kapitalizmini rahatsız edecek bir kimliğe yakınlaşıldığı bir dönemdir.

1991 sonrasında ise sosyalizm karşıtı ideolojik saldırı ve emperyalizmin kontrolünde yeni bir Balkanlar kurgusu söylemsel olarak içiçe geçmiştir.

Irksal olarak da Balkanlar’ın oldukça karışık olduğu hep söylenir. Balkanlar’da yaşayan insanların Türkler ve müslümanlar bir kenara bırakılırsa “ari ırklar”la akraba oldukları zaman zaman iddia edilir. Bu akrabalık Avrupa kamuoyunun Yugoslavya’daki ölümlere dünyanın başka yerlerindeki kitlesel ölüm ve katliamlara nazaran göreli olarak daha ilgili olmasını açıklayan nedenlerden de birisidir. Bu durum elbette yüz yıllık arka bahçe söyleminin emperyalist emellerin önemini azaltmaz. Tam tersine bunları ideolojik olarak besler ve meşrulaştırır: Geri kalmış “vahşi Balkan kabilecikleri”nin bazıları tüm bunların üstüne bir de sosyalizm şanssızlığı yaşamışlardır ve şimdi yardıma daha çok muhtaçtırlar. Hem ne de olsa vahşi de olsalar uzaktan akrabadırlar.

Emperyalist devletlerin sömürülmeye tahakküm altında tutulmaya uygun küçük ama “özgür” devletçikler yaratması olarak tarif edilebilecek olan Bal-kanlaşma bir sözcük olarak ilk kez Birinci Dünya Savaşı sonrasında kullanıldı.

Sosyalizm döneminde yaşanan kesiklik Balkanlaşma için de saptanabilir. Aslında Balkanlar’da sosyalizmin ağırlığının artmasıyla süreç Afrika kıtasına doğru kaymıştır.

Terim çözülüşten sonra yalnızca eski coğrafyasına dönmekle kalmayacak daha geniş anlamlar yüklenerek bir kez daha tedavüle girecektir. Ufukta görünen Balkanlaşma tehlikesini önlemek için yol bellidir artık: NATO ve AB hızla sosyalizmin boşalttığı bölgelere girmeye başlamıştır. Balkanlaşmayı önlemek için değil ama… Tam da sözcüğe kendilerinin yüklediği anlamları yaşama geçirmek için; siyasi karışıklık yaratmak cinayet işlemek halkları birbirine kırdırmak sömürmek için… Bir diğer deyişle Balkanlar’ı sosyalizmden sonra tekrar “Balkanlaştırmak” için…

Sosyalizm artık geride kalmıştır. “Balkanlaşma” ise aslında sosyalizmin anti-tezidir. Tüm tarih ezilen halkların başka çıkış yolları olmadığının ispatıdır.

Batı’da yaratılan Balkan kimliğini ve bu kimlikle bağlantılı olarak “Balkanlaşmanın” Balkan halklarının bizatihi kendilerinin nasıl anlamlandırdığı elbette daha önemlidir. Bu bağlamda emperyalizmin kendi algısını Balkan halkları için bir öz-algıya dönüştürmekte başarılı olduğu görülmektedir.

İlk olarak 20. yüzyıl başındaki Balkan aydınları arasında rastlanan bu durumun nedenleri o dönem için yeni kurulan ulus-devletlerin kapitalistleşme sürecinde aranabilir. Bağımsızlığın kazanılmasının hemen ardından kurulan burjuva iktidarların yarattığı derin hayal kırıklığı Balkan aydınlarında önemli izler bırakmıştır. Burjuva devrimlerin yarım kalma zorunluluğu dolayısıyla yarım aydınlanmaya peşinden gelen kapitalizme özgü yozlaşma ve sömürü ilişkilerine tanık olan Balkanlar’ın aydını sürecin Balkanlar’a özgü olduğunu düşünmeye başlamış dışsal kaynakların etkisiyle geri kalmış vahşi Balkanlar imgesi ve bununla birlikte Batı Avrupa’nın bir hedef olarak idealize edilmesi olgusu içselleşmiştir.

Dahası Batı tüm Balkan halklarını küçümserken onun Ortaçağdan kalma özelliklerinden hareket etmemiştir. Hatta bu özellikler Batı burjuvazisi için romantik birtakım olgular olarak da görülebilmiştir. Kapitalizm feodalizme veya kapitalizm öncesi üretim biçimlerine ve onlara özgü sosyal yapılara değil kendisinin erken ve ilkel dönemine tanık olmaya dayanamamaktadır. Bir sınıf olarak kendisini örgütleyen genç ve vahşi burjuva sınıfları her yolun mübah sayıldığı ilkel ve erken birikim dönemleri Batının gelişmiş burjuva sınıfları için evrensel olarak kapitalizmi de yaralayan tahammül edilemez süreçlerdir.

Ancak birçok farklı noktada somutlanabilen Balkanlar’ın Avrupa’ya olan dışsallığı Balkan halklarının da Avrupa’yı dışsal olarak görmesi şeklinde tezahür etmektedir. Kendisini Avrupa’nın dışında görüp Avrupalı olmaya çalışan yalnızca Türkler değildir. Tüm Balkan halkları hatta Helenler bile aynı davranış kalıbını sergileyebilmektedir. Ama Balkan halkları arasında bu eziklikten dolayı bir ortak kimlik de oluşmuş değildir. Halkların kendi aralarında da benzer bakışlar mevcuttur:

“Hiçbir zaman Türkiye ya da Yunanistan’ı doğusunda bulunan bir ülkeyle karşılaştırmayın ve özellikle doğudaki bu ülkenin Türkiye ya da Yunanistan’a benzediğini vurgulamayın. Her iki ülkenin halklarının ‘Batı’ya hayranlıkları derindir ve bundan dolayı ‘Doğulu’ bir komşuyla ilişkili görünmek istemezler. (…)

Bundan dolayı Türklerin büyük çoğunluğu Yunanlılarla kıyaslanmayı kabul ederken Yunanlılar Türklerle kıyaslanmayı istemez.” 16

Bu olgu Balkanlar’ın kapitalist Batı’ya olan dışsallığı devrimci bir kimlik söz konusu olduğunda Balkanlar’ın Avrupa’ya karşı ezikliğini ve bu eziklik ve komplekslerden kaynaklı özentisini aşacak bir ideolojik havanın oluşturulması durumunda dezavantaj değil önemli bir avantajdır. Yurtsever kimliğin önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır.

Balkanlar için oluşacak bölgesel kimlik geçmişten gelen ortak karakteristik özellikler ve ortak mirasın bugün Balkan halklarının hepsinin karşılaştığı ortak sorunlara karşı mücadelede nasıl rol oynayacağıyla yakından ilişkilidir.

Hem bu mirasta Batılıları fazlasıyla şikayet ettiren ama devrimci bir kimliğin bileşeni olacak pek çok unsur vardır.

Balkan halklarındaki “eşitlikçilik duygusu” yüzyıl boyunca hep eleştiri konusu olmuştur.

Batı burjuvazisinin tahammül edemediği bir diğer özellik Balkan halklarının onlara göre irrasyonel tutumlarıdır. Özellikle yüzyıl başında hep alay edilen “irrasyonel tutum ve cehalet” aslında Balkan halklarının bağımsızlık dönemlerindeki ruh hallerini pek iyi anlatmaktadır. 17

Oysa Balkan halklarını hem yüzyıl başındaki bağımsızlık mücadelelerinde hem de İkinci Savaş sırasındaki anti-faşist kavgada başarıya götüren aynı “irrasyonel” tutumdur. Tüm şartların aleyhinde olduğu bir konjonktürde mücadeleye atılmak burjuva ideolojisinden nasibini almış herkes için “irrasyonel” görünebilir.

Bu büyük engelin görünüşte akılcı sebeplerle altı doldurulan umutsuzluğun aşılması için gerekli tarihsel bilincin kitleselleşmesinin imkansız olduğu kapitalizm koşullarında kitlelerin harekete geçmesi için biraz da irrasyonalizme ihtiyaçları vardır!

Bir avuç bağımsızlıkçı çeteciyi ulusal kurtuluş mücadelesi için dağlara çıkaran bu ruhtur.

Üye sayıları yüzlerle ifade edilen komünist partilerin dünyanın en büyük silahlı güçlerinden birisine karşı direnişe geçmesinin arkasında bu ruh yatar.

Tüm şartların aleyhlerinde olduğunu bile bile bir devrimi zorlayan Yunan komünistlerinin damarlarında kan bu ruhun coşkusuyla dolaşmaktadır.

Balkanlar’da devrimci kimlik bu geleneğe ve ruha bu tutkulu devrimci hırsa dayanacaktır. Balkanlar’da devrimci kimlik bu bağlamda Batılı bakışıyla “irrasyonel” olacaktır.

Örnekler çoğaltılabilir… 1903 yılında Belgrad’da Kral Aleksandr ve eşi Draga sarayın penceresinden aşağıya atıldı. 18 Olay tüm Avrupa’da infial yarattı; ancak infialin nedeni aslında kralın ve eşinin pencereden aşağıya atılarak öldürülmesi değil sorunların kökten çözülmesi isteğiydi.

Saray darbesinde paşayı vuran padişahı vurmadığına ise hayıflanan İttihat ve Terakki silahşörü de benzer bir geleneğin takipçisidir.

Böylesi eylemlerle sorunların kökten çözülüp çözülmediği ayrı bir tartışma konusudur; ama bu noktada önemli olan Balkanlar için “köktenci”liğin tarihsel köklerinin bulunmasıdır.

Elbette bu köktenci anlayışın doğru hedeflere yönlendirilmesi gerekmektedir. Ancak Batı’nın her fırsatta burjuva ahlak anlayışının arkasına sığınıp sorunları çözmekte kullanılan şiddeti eleştirmesinin yarattığı yanılsamaya prim verilmemelidir. Balkanlar’ın sert insanların yaşadığı bir coğrafya olmasının sol açısından bir şikayet konusu olması beklenemez.

Batı Avrupa’nın bu özelliği yargılamak ve sindirmek için yaptıkları ise sözcüğün tam anlamıyla komiktir ama ciddiye alınmalıdır. Hâlâ Birinci Savaşın Balkanlar’da işlenen bir cinayetten dolayı çıktığını iddia edenler vardır. Dahası nazizmin köklerini Balkanlar’da arayan manyaklar da mevcuttur. 19 Avrupa tüm günahlarını tüm Avrupa’nın en mazlum halklarının sırtına yıkmak için elinden geleni yapmaktadır. Hem bu halklar bir dönem sosyalist olmayı seçerek bu eğilimi güçlendirmişlerdir de…

Peki ya çok seven ya da nefret eden insanların yaşadığı bir coğrafyadan biz niye şikayet edelim

Kral öldürmeyi ihtilal yapmayı Batılı ideologların eleştirmesine neden şaşıralım Dahası niye hayıflanalım…

“Paris’te veya Chicago’da bir adamı cebinde bir içki parası olabileceğini düşündüğünüz için öldürürsünüz ama Balkanlar’da bir adamı belli bir büyük dava uğruna öldürürsünüz: Siyasal görüşlerini beğenmediğiniz için ya da büyük amcası sizin ikinci dereceden kuzenlerinizden birini bir zamanlar vurduğu için ya da eşit ölçüde sağlam bu türden bir başka gerekçeyle.” 20

Yine bir Batılı olan bu satırların yazarının siyasi bir cinayetle kan davasını aynı kefeye koymasına takılmaya hiç gerek yok… Önemli olan Balkan halklarının büyük davaları sevmeleridir.

Bu özelliklerin zaman içinde çokça değiştiği iddia edilebilir. Ama kültürel olguların çok kolay yok olmaması bir yana bu olguların maddi temellerinin Balkanlar’ın eşitsiz ve çelişik doğasının değişmediği tersine eşitsizliğin ve çelişkilerin derinleştiği hatırlanmalıdır.

Ancak emperyalizmin ideolojik saldırısı karşısında Balkan halklarının kendilerine özgü özelliklerinin yıprandığı elbette bir veridir. Öyleyse yapmamız gereken elimizi çabuk tutmaktır.

Şu anda ortak bir Balkan kimliğinden bahsetmek zaten mümkün değildir. Söz konusu olan son derece dağınık kültürel ve tarihsel öğelerin ve bu öğelerin maddi temelinin devrimci bir Balkan kimliğinin inşa edilmesi için son derece uygun olmasıdır.

Balkanlar işte bu nedenle de sosyalist devrimin en sıcak hissedildiği coğrafyadır.

Türkiye işçi sınıfının şu an için Balkanlar’a karşı ilgisiz olması Balkanlar eksenli bir açılıma engel teşkil etmemelidir

ABD ve müttefiklerinin Irak’ı işgal etmesinin hemen ardından tüm dünyanın gözlerinin halen Ortadoğu’nun üzerinde olduğu bir dönemde devrimin coğrafyasına dair bir vurgu şayet sıcak savaşın yaşandığı coğrafyadan farklı bir yeri işaret ediyorsa belli açılardan riskler barındırır.

Bu yaklaşım öncelikle emperyalizmin başka bir bölgeyi kana buladığı yine aynı bölgede kanlı adımlar atmaya hazırlandığı bir konjonktürde dikkatin başka alanlara kaydırılmasıyla o bölgede gelişmelerle yeterince ilgilenilmemesi ile eleştirilebilir. Oysa devrimin coğrafyası üzerinde ısrarla durmak bu coğrafyanın sıcak bölgeyle şimdilik çakışmıyor olmasına rağmen sıcak bölgeyle doğrudan ilgilenmenin de en sağlıklı yollarından birisidir.

Öncelikle emperyalizmin fütursuzca saldırdığı bir dönemde sola hakim olan savunmacı anlayış dünyada ve Türkiye’de sola zarar veren bir yaklaşımdır. Uluslararası sermaye dünyada hakimiyetini perçinlemek için hareket ederken dünya solu da bu gündemi adım adım ama ne yazık ki biraz da mecburen emperyalizmin çizdiği çerçevede takip etmek zorunda kalıyor.

Sorun gündemin takip edilmesi hızla gelişen olaylara dair siyaset üretilmesi değil elbette. Solun bunu yapmadan varlığını sürdürmesi mümkün değil zaten. Ancak sorun güncel tartışmaların ve gelişmelerin karakterleri nedeniyle solu savunmacı mevzilere doğru sürüklemesi… Bu mevzilere sıkışan solun kitlelere mal olan savaş karşıtlığını kalıcı mevzilere dönüştürememesi de doğal karşılanmalı.

Ama devrimin sıcaklığının kolay kolay hissedilmediği bir bölgeye dair siyaset geliştirirken savunmacı perspektiften kurtulmanın kolay olduğunu kimse düşünmemeli. Kapitalizm varoldukça savaşların olacağını anlatmayı savaş karşıtlığını anti-kapitalist bir yaklaşımla beslemeyi amaçlayacaksınız ama bunu devrimin ufukta görünmediği bir coğrafya için yapacaksınız… Buradaki çelişkiyi çözmek için devrimin kendini hissettirdiği bölgeyi yardıma çağırmaktan başka yol görünmüyor. Bu noktada Ortadoğu halklarının kurtuluşunun kendilerine komşu bir bölgede yaşanacak devrimle yakından bağlantılı olduğunu söylemek önem kazanıyor. Ancak bunun da çok zor olduğu bir not olarak kaydedilmeli…

Savaş gibi çok sıcak bir gündemin belirlediği günlerde aceleci değerlendirmelere başka dönemlerle kıyaslandığında daha çok rastlanır. Olumlu veya olumsuz her iki uca giden saptamalar sıklıkla yapılır. Bu saptamaların sağa sola savrulmasının temel nedenlerinden birisi insanların değerlendirmelerinin merkezine sıcak bölgeyi koymak zorunda hissetmeleridir. Bu bir tarafıyla anlaşılır görünebilir ama aslında basbayağı bir kafa karışıklığının ya da daha doğru bir ifadeyle yön kaybının göstergesidir.

Değerlendirmenin sıcak bölgeyi konu edinmesi ile analizin merkezi eksenine aynı bölgenin yerleştirilmesi birbirinden tamamen farklı iki yaklaşımdır. ABD’nin Irak’a saldırması ve ardından işgal etmesi üzerine Ortadoğu’yu konu edinen çalışmalar hazırlamakla ile bu çalışmalarda yalnızca Ortadoğu’yu veri alarak tezler öne sürmenin ne denli birbirine uzak iki yaklaşım olduğuna bu iki farklı yaklaşımın ne kadar farklı siyasi hatların ortaya çıkmasına neden olacağına yakın zamanda fazlasıyla tanık olduk.

Gözlerini Ortadoğu’dan ayıramayanlar ya ABD’nin bölgede koşulsuz zaferini ilan ettiler ya da ABD’nin çöküşünün an meselesi olduğunu söylediler.

Oysa haklı olarak ABD’nin ve dolayısıyla emperyalizmin nasıl yenileceğini ve yıkılacağını tartışıyorsak öncelikli olarak devrimin coğrafyasını tartışmalıydık.

Evet savaş çok ama çok ciddi bir gelişmeydi ve tarihte savaşların devrimin haritasını önemli ölçüde etkilediğine defalarca tanık olmuştuk; fakat hala bölgede ABD müdahalesinin devrimin coğrafyasını değiştirip değiştirmediği sorusu cevaplanmamış olarak ortada duruyordu. Bu soruya sağlıklı bir yanıt verilmeden ilerlemek mümkün değildi. Böylece baştan sona umutsuzluk kokan mağlubiyet senaryoları yazılmayacak ayağı yere basmayan zaferlere şimdiden övgüler düzülmeyecekti.

Türkiye’de sol komünistlerin gerçekçi ve devrimci sağduyulu ve bilimsel değerlendirmeleri dışında bu yolu tercih etmedi etmemeyi de sürdürüyor.

Oysa Türkiye bugün devrimin en sıcak coğrafyasının en sıcak ülkesidir; Balkanlar devrimci hedeflerin gerçekleşmesi için uygun bölgesel olanaklar sunmaktadır.

Ancak her ne kadar bir devrim coğrafyası olarak Balkanlar Türkiye ile bir anlam kazanıyorsa da Türkiye işçi sınıfının Balkanlar’a ilgisizliği bir gerçektir.

Balkan ülkeleri arasında şu andaki haliyle bile Balkan kimliğinin en az belirleyici olduğu yer Türkiye’dir. Ama bu durum yalnızca Türkiye işçi sınıfıyla ilgili değildir; Türkiye’deki hakim ideolojinin Balkanlar’a bakışı da bu ilgisizliğin oluşmasında önemli pay sahibidir.

Aslında burjuva ideolojisinin Türkiye’ye girdiği yer olan Balkanlar daha sonra bizzat burjuvazi tarafından unutulmaya terk edilmiştir. Tekrar hatırlanması ise birkaç vesile iledir.

Bugün Avrupalı olduğunu iddia eden Türkiye’nin coğrafi olarak Avrupa’da kalan tek yeri Balkan yarımadasının doğu ucu Trakya’dır. Osmanlı’nın Balkan mirasının hatırlanması Türkiye burjuvazisinin Avrupa hayalleriyle yakından ilgilidir. Türklerin Anadolu’ya sıkışma korkusunun ilaçlarından birisi hep Balkanlar olmuştur. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Anadolu’ya kapanmayı tercih eden Türkiye burjuvazisinin Balkanlar’ı tekrar zorlaması için sosyalizmin çözülmesi gerekecek Balkanlar açılımı Kafkaslar’a dönük açılımla senkronize bir şekilde gerçekleşecektir.

Türkiye’de başat ideolojik akımlar olan milliyetçiliğin islamcılığın ve liberalliğin hepsi bu dönemde eşzamanlı olarak Balkanlar’a dair açılımlar geliştirdiler.

Tüm taraflar bu konuda şaşırtıcı bir uyum içindeydiler. Hepsi Balkanlar’ı Türklerin Avrupa’daki son tutamak noktası olan görmekte ve Türkiye kapitalizminin bölgede daha etkili olmasını istemekte Türkiye kapitalizmini eski korkuları kaşıyarak Balkanlar’ı merkeze alan açılımlar için şevklendirmekteydi. 21

Osmanlı’ya geri dönüş retoriği de aynı dönemde popülerleşmiştir. Dönüş aslında Türklerin Avrupa’ya dönüşüdür. Bu da Rumeli veya Balkanlar üzerinden olacaktır. İlginç olan bu vesileyle Osmanlı mirasını canlı tutmaya gayret eden islamcılık ve milliyetçilik ile “modernist” liberalizmin buluşmasıdır. 22 Her iki grup da Osmanlı dönemini Balkanlar’ın barış içinde yaşadığı bir “pax ottomana” olarak idealize etmekten kaçınmazlar. Sosyalizm dönemi ise tahmin edileceği gibi hiç yaşanmamıştır!

Osmanlı’nın tarihsel mirasının üzerinde en kolay uzlaşılan yanı da Balkanlar’daki Batılı mirastır. İslamcısından kemalistine herkes bu mirasın ileriliği konusunda hemfikirdir. Balkan ülkelerinin Osmanlı’dan kopmasının tek nedeni ise büyük devletlerin oyunlarıdır.

Ancak bütün bunlara rağmen Türkiye kapitalizminin siyasal ve ideolojik önceliklerinde Balkan kimliği hiçbir zaman başat bir rol üstlenmemiştir. Bundan sonra da Türkiye kapitalizminin uzun vadeli yönelimleri gereği önemi azalmayacak olsa da en önemli öğe haline gelmeyeceği de açıktır.

Çünkü bu konumun değişmesinin önünde yapısal engeller vardır.

Balkanlar’ın islamcı liberal milliyetçi ve kemalist unsurlar için Batı’ya açılan bir kapı olması Türkiye solunu korkutmamalı tam tersine meselenin üzerine gidilmelidir. Balkanlar Türkiye burjuvazisinin yayılmacı emellerini gerçeklediği bir yer olduğu kadar Avrupa emperyalizmiyle entegre olmak için kullanılacak bir coğrafyadır da.

Bahsettiğimiz ana ideolojik akımlar tarafından çeşitli nedenlerle nefret edilen İttihatçılık bile Balkan karakteri taşıyan yanlarıyla Türkiye’de egemen ideoloji için zaman zaman tehlikeli olabilmektedir. Türkiye’ye örgütçülük komitacılık ve gerillalık geleneğinin gelişinden Balkanlar sorumlu tutulmakta bir kötülük kaynağı olarak Balkanlar rövanşist ve irredentist yönelimlerin nesnesi olabilmektedir. Bu durum Osmanlı merkezli açılımlarla Türkiye kapitalizmine yayılmacı stratejiler oluşturmakla da tam olarak uyumludur.

Bu nedenle Balkanlar Türkiye burjuvazisi için siyasi bir arzu nesnesinin ötesine geçemez; Balkan kimliğini Türkiye kapitalizmi kapsayamaz.

Doğrudur; Türkiye halkları Türkiye’yi aşağılayıcı ve dışlayıcı olarak tanımladıkları Balkan kimliğinin dahi dışında tutan emperyalizmin etkisiyle de kendisini hiçbir zaman Balkanlar’ın bir parçası hissetmemiştir.

Ancak bu ideolojik kurguya komünistlerin varolan nesnelliği veri alsalar da teslim olmaları için bir neden var mı?

Devrimci bir bölgesel kimliğin burjuvazinin hakim olduğu topraklarda kendiliğinden ortaya çıkacağını düşünmek biraz garip olmaz mı?

Balkanlar bu ortaklığın yaratılması için gerekli tüm verileri sunuyor. Her ülkede komünistler bu hedef doğrultusunda üstlerine düşen sorumlulukları yerine getirmek zorundalar.

Hem Türkiye bu açıdan yalnızca birtakım şanssızlıklara sahip de değil. Tek tek ülkelere bakıldığında bugünkü siyasi konjonktür Türkiye’yi bölgenin en öne çıkan ülkesi haline getiriyor zaten. Dahası devrimci kimliğin temel bileşenlerini oluşturmaya aday tarihsel ve kültürel özellikler açısından Türkiye halkları hiç de Balkanlar’daki kardeşlerinden geri kalmıyorlar.

Ayrıca bölgenin en büyük ve en kalabalık ülkesi olarak tek başına Balkanlar’ın yarısını oluşturan Türkiye’nin bu coğrafya açısından önemi de Türkiye halkları için bir gurur kaynağı olmaya aday duruyor. Her açıdan zaafiyete düşmüş zavallı bir görüntü sergileyen Türkiye kapitalizminin sundukları düşünüldüğünde bu tablo daha da önem kazanıyor.

Kafkaslar ve Ortadoğu’nun devrimci enerjisini Balkanlar’a taşımakla yükümlü olan ülkenin de Türkiye olması da cabası…

Türkiye’de yönünü arayan yalnızca burjuvazi değil; Türkiye işçi sınıfı da bir yön arıyor. İşçisi köylüsü öğrencisi yoksulu Türkiye’nin doğrultusu hakkında kafa yoruyor.

Türkiye işçi sınıfı Avrupa hayalleri ile Avrasya fantazileri arasında bocalamayı hak etmiyor. Bu nedenle Türkiye solunun bölgesel bir perspektife sahip olması insanlara somut bir yön ve hedef göstermek açısından oldukça önemli Türkiye sosyalist devriminin nasıl ayakta kalacağını anlatmak bağlamında ise çok anlamlı.

Türkiye’de ve diğer Balkan ülkelerinde değişik zamansallıklardan bahsetmek mümkün olsa da sosyalist devrim güncel bir hedeftir.

Dolayısıyla Balkanlar’a dair devrimci bölgesel açılımlar da Balkan ülkelerinin komünist hareketleri için güncel başlıklardır.

Krizlerin çelişkilerin savaşların coğrafyası… Ama hiç unutmayalım tüm aşağılama çabalarına karşın bir şekilde onurlarını kaybetmemeyi başaran halkların coğrafyası…

Bu coğrafyanın ortak devrimci kimliği halkların birlikte mücadele etmesiyle oluşacaktır. Türkiye komünist hareketi bu kimliğin yaratılmasında öncü bir rol oynamaya adaydır. 

Dipnotlar

  1. TKP Konferansı “2002 Yılında Dünya ve Türkiye”, Gelenek 76, Ocak-Şubat 2003, s. 107. Daha eski tarihli bir değerlendirmede de benzer noktalar vurgulanmaktadır: “Dünya devrim sürecinin yakın gelecekteki kritik bölgesi aynı zamanda emperyalist güçlerin üzerinde en fazla durdukları Doğu Avrupa bölgesidir. Bu bölge yalnızca Romanya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Polonya, Bulgaristan ve Ukrayna’dan ibaret değildir. Bölge aynı zamanda Yunanistan, Kıbrıs, Türkiye ve Rusya’da dahil edilerek değerlendirilmelidir.” Bkz. SİP Konferansı – Mart 2000, “Türkiye ve Dünya Değerlendirmesi”, Gelenek 62, Mayıs 2000, s. 8.
  2. “Güney Amerika dünya devrim süreci açısından ikinci bir kritik coğrafya niteliği kazanmaktadır. Küba sosyalizminin doğrudan devrimci itkisi bulunmasa da sadece varlığı bile Kıta’nın emekçi halkları için moral ve coşku kaynağıdır.” Bkz. a.g.y., Gelenek 76, s. 107.
  3. “Ama coğrafyada derhal yerine getirilmesi gereken bir görev olduğunu kabul etmek gerçekçi olacaktır. Bu görev statükocu ve karşı-devrimci formülasyonları reddetmek yadsımaktır.(…) Ama bu görevi sürdürmemizin bir anlamı olabilmesi içinde çalıştığımız sosyal hareket ve makro değişimin daha geniş bağlamını akıldan çıkarmamamıza bağlı. Coğrafyada yaptıklarımız eninde sonunda anlamsızdır ve bu yüzden de belli bir disiplin içinde dar güç çekişmeleriyle ilgilenmek gereksizdir.” Bkz. David HARVEY, “Sosyal Adalet ve Şehir”, çev: Mehmet Moralı, Metis Yay., İstanbul, Mart 2003, s. 140. Ayrıca bkz. Koray ÇİFTÇİ, “Coğrafyayı Keşfetmek”, soL 192, Ekim 2002, s. 54-57.
  4. Kıbrıs için kullanılan “ülke” sözcüğü, adanın halihazırdaki parçalı yapısı nedeniyle sakıncalı bulunabilir. Yanlış anlamaların önüne geçmek amacıyla yazı boyunca bunu yalnızca bir yazım kolaylığı sağlamak için tercih ettiğimi önemli bir not olarak belirtmekte fayda görüyorum. Ama bu Kıbrıs’ın bir gün birleşik bağımsız sosyalist bir “ülke” olması temennisi şeklinde de okunabilir tabii.
  5. Aynı şekilde hayat standartları da OECD ortalamasının altına düşmüştür. Bkz. OECD Economic Surveys: Greece, OECD 2001, s. 9.
  6. Balkanlar’da bu heveskarlığın tarihsel kökenleri de asla ihmal edilmemeli tabii. Dönemin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’nün Mart 1956’da yaptığı konuşma, Türkiye burjuvazisinin bölgesel politikadan ve “işbirliği”nden ne anladığına dair o günler için önemli ipuçları barındırıyor: “Biz hür dünya ile bindiğimiz gemiden ayrılmak niyetinde değiliz. Bu bizim için bir ölüm kalım meselesidir. Türk hükümeti, sulhun tecezzi kabul etmeyeceğine ve onun ancak müşterek emniyet ve gayretleri ile korunabileceğine kanıdir. (…) Gene bu uğurdadir ki NATO’ya iltihak etmiş coğrafi mevki icabı hem Balkan Paktı’nın hem de Ortadoğu Paktı’nın kurulmasına önayak olmuştur.” Bkz. “Yeni Balkanlar Eski Sorunlar” içinde, ed: Kemali SAYBAŞILI – Gencer ÖZKAN, Bağlam Yay., İstanbul, Mart 1997, s. 218.
  7. Leslie HOLMES, “Post Komünizm”, çev: Yavuz Alogan, Doruk Yay., Ankara, Mart 2002, s. 328-335.
  8. EIU Country Report 2002 – Greece EIU, s. 23
  9. www.nato.int. Avrupa ordusu ile ilgili tüm gelişmelerin düzenli olarak NATO’nun resmi internet sayfasından duyurulması ne anlama geliyor sizce?
  10. “Yugoslavya savaş sırasında 1 milyon 14 bin insanını, başka bir deyişle nüfusunun yüzde 5.9’unu yitirdi – ancak bu kayıpların hepsi ülke içindeki çatışmaların sonucunda değildi – Sırplar 487 bin ya da yüzde 6.9, Hırvatlar 207 bin ya da yüzde 5.4, Bosnalı müslümanlar 86 bin ya da yüzde 6.8, Yahudiler 60 bin ya da yüzde 77.9 kayba uğradılar.” Bkz. Ivo BANAC, “Sırbistan’da Milliyetçilik” – “Yeni Balkanlar Eski Sorunlar”, a.g.y., s. 102. Bu sayılar başka kaynaklarda bir buçuk katına kadar çıkıyor ancak bunlar dahi kıyımın boyutları hakkında yeterli fikir veriyor. Ustaşa’nın bu katliamdaki rolü için ise 800 bin rakamı zikrediliyor. Bkz. Tanıl BORA, “Milliyetçiliğin Provokasyonu”, Birikim Yay., İstanbul, İkinci Baskı, 1995, s. 52.
  11. Bkz. a.g.y., s. 55.
  12. Savaşa girmemek bir “tercih” olabilir elbette. Ama Türkiye, İkinci Savaş sırasında örneğin Yunanistan’daki direnişçilere 27 Nisan 1938’de imzalanan anlaşma gereği el altından yardım etmekten bile kaçındı. İşte bu tercih barış yanlısı değildir. Anlaşmanın ayrıntıları için Bkz. Melek FIRAT, “Yunanistan’la İlişkiler” Türk Dış Politikası, c. 1, ed: Baskın ORAN, İletişim Yay., İkinci Baskı, İstanbul, 2001, s. 354-355.
  13. Dönemin gazete başlıkları bile Türkiye’nin neyi amaçladığını gayet iyi anlatıyor: Abidin DAVER, “Türkiye’yi Çemberleme Hareketleri”, Cumhuriyet, 15 Aralık 1946. Kastedilen “sosyalist Yunanistan”ın katılımıyla Türkiye’nin tamamen çevrelenip boğulacak olması! Daha çarpıcı bir örnek tanınmış bir simadan İsmet İnönü’nün damadı, ölümüne kadar köşe yazarlığı yapmış Metin Toker’den: “Çeteler Batı Trakya’da Katliama Başladılar”, Cumhuriyet, 28 Temmuz 1947. Bu başlığa yorum yapmaya gerek yok herhalde… Yunanistan İç Savaşı sırasında 27 bin 400 Batı Trakyalı Türk’ün Yunan hükümeti saflarında komünistlere karşı savaştığı da iddialar arasında. Bkz. Hikmet ÖKSÜZ, “Western Thracian Turks in Greek Civil War (1946 – 1949)”, Turkish Review of Balkan Studies, 5 Annual, 2000 – 2001, s. 64. Makalenin yazarının bu durumdan gurur duyduğunu da bir not olarak belirtmem gerekiyor!
  14. George F. KENNAN, “The Other Balkan Wars: A 1913 Carnegie Endowment Inquiry in Retrospect with a New Introduction and Reflections on the Present Conflict” by George F. Kennan içinde “Carnegie Endowment for International Peace”, Washington, 1993, s. 11. Bu satırların ve önsözün yazarı Kennan’ın 1946 yılının Şubatı’nda Moskova maslahatgüzarıyken çektiği “Long Cable” olarak anılan telgrafla Soğuk Savaş’ın mimarlarından birisi olduğu hatırlanmalıdır. Kennan uzun süren kariyeri boyunca komünizme karşı mücadelede önemli görevler üstlenmiştir. Bu telgrafın ve takip eden olayların ayrıntılı öyküsü için bkz. Yalçın KÜÇÜK, Türkiye Üzerine Tezler, c. 2, Tekin Yay., Üçüncü Baskı, 1987, s. 352-512. İlginç bir not da raporun Kennan’ın önsözüyle tekrar yayınlandığı 1993 yılında Carnegie Vakfı’nın başkanlığını ABD’nin Türkiye Büyükelçisi olarak da görev yapmış Morton Abramowitz’in yapmasıdır.
  15. Yarımadaya ismini veren Osmanlılar’dır. “Dağ sırası” anlamına gelen “Balkanlar” sözcüğü, bölgeyi tanımlamak için ilk kez Osmanlı döneminde kullanılmaya başlanmış ve tüm Balkan dillerinde ortak bir sözcük olarak bugüne taşınmıştır. Sözcük tüm dillerde ortaktır ama coğrafi kullanımın dışında örneğin “Balkanlı” sözcüğü tüm dillerde Türkçe’dekine benzer nötr anlamlar taşımamaktadır. Tahminen Batı’nın etkisiyle tıpkı Batı dillerinde görüldüğü gibi aşağılama anlamı içermesine rastlanabilmektedir. Bkz. Maria TODOROVA, “Balkanları Tahayyül Etmek”, çev: Dilek Şendil, İletişim Yay., İstanbul, 2003, s. 74-75.
  16. Herkül MILLAS, “Daha İyi Türk Yunan İlişkileri İçin Yap Yapma Kılavuzu”, Tarih Vakfı Yay., İstanbul, Haziran 2002, s. 13.
  17. Buna dair en ilginç örnek Bernard Shaw’ın Bulgar çetelerinin cehaletleri ve irrasyonellikleri ile alay ettiği “Arms and the Man” adlı oyunudur. Tıpkı Bulgarlar gibi Makedon ihtilalcilerin ve Sırpların da oyunun kendi ülkelerindeki temsilini engellemeleri aynı “irrasyonel bakışın” devamıdır, ama son derece meşrudur. Shaw ne Bulgarları ve diğer halkları bağımsızlığa götüren tutkulu irrasyonelliği ne de aynı tutkuyla oyuna duyulan tepkiyi anlayabilmiştir. Bkz. M. TODOROVA, a.g.y., s. 234.
  18. Sırbistan Başbakanı Zoran Cinciç’in 12 Nisan 2003 günü vurularak öldürülmesi üzerine aylık bir derginin attığı başlık bu geleneğe dair bir vurguyu da içeriyordu: “Bir Belgrad Klasiği: Sırbistan’da Bir Başbakan Vuruldu”, M5 119, Mayıs 2003, s. 30.
  19. “Örneğin Nazizm kökenlerini Balkanlar’da bulabilir. Güney Slav dünyasına yakın etnik huzursuzlukların doğum yeri olan Viyana’nın ucuz pansiyonları arasında Hitler başkalarına da bulaşacak şekilde nefret etmeyi öğrendi.” Bkz. Robert D. KAPLAN, “Balkan Ghosts: A Journey Through History St Martin’s”, New York, 1993, xxiii.
  20. Archibald LYALL – M. TODOROVA, a.g.y. içinde, s. 259.
  21. “Balkanlar’daki ve Kafkasya’daki ateşi söndüremeyen seni Anadolu’da katledecekler.” Bkz Necati ÖZFATURA, Türkiye, 14 Temmuz 1992. Bir diğer islamcı yazar Fehmi Koru da farklı düşünmemektedir: “Türkiye ya Balkanlar’da sağlam bir tutamağa sahip olacak ya da Şark Meselesi günlerinden kalma hesaplar gündeme gelerek Türkler önce Anadolu’ya, oradan da Orta Asya’ya göçe zorlanacak.” Bkz. Zaman, 18 Aralık 1993. Milliyetçiler de neredeyse aynı sözcükleri kullanacaktır: “Atacağı her geri adım Türkiye’nin Anadolu bozkırlarındaki ‘hapis hayatını’ biraz daha uzatacaktır.” Bkz. Ferruh SEZGİN, Ortadoğu, 23 Ocak 1993.
  22. “Osmanlı yönetiminde 19. yüzyıla dek gerçek bir Pax Ottomanica yaşayan Balkan halkları, emperyalist devletlerin kışkırtmasıyla birbirlerine düşürülünce bu güzel yöre savaşı yerinde izleyen tarafız gözlemci Ashmead Barlett’in deyimiyle ‘feci bir depremden ya da çağdaş bir Attila yönetimindeki Hunların istilasından yeni kurtulmuş’a döndü.” Bkz Nedim GÜRSEL, “Balkanlara Dönüş”, Can Yay., İstanbul, 1995, s. 123. “Bugün de aynı senaryo tekrarlanmakta. Gerçi Osmanlı İmparatorluğu artık yok ama Osmanlı yönetiminde yüzyıllarca barış içinde yaşamış halklar kan dökme yarışındalar yine.” Bkz. a.g.y., s. 65.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×