Din, Sol ve Türkiye Solunu Dinselleştirmek

İnsanlığın büyük projelerinden Aydınlanma, her şeyi çözmek üzere yola çıkmıştı. İnsanoğlu yüzlerce yıldır süren ilahi güçlere olan teslimiyetine son verecekti. Kendi kaderini eline almak için yola çıkan insan, aslında dinin devrini tamamlamasını bekliyordu. En heyecanlı aydınlanmacılar Tanrının sonsuz iktidarının sonunun geldiğine inanıyorlardı; başka bir deyişle, Tanrı da artık insanların katına inmiş ve bu dünyada süren iktidar savaşına dahil olmuştu. Din ile insanın ilişkisi böyle de tanımlanabilirdi. Aydınlanma’ya göre, Tanrı ve din, tüm tarih boyunca insanın bilinemezliklerle baş etmek için kullandığı kavramlardı. Tanrı’ya atfedilen alan işte bu bilinemezliklerle tarif edilen alandı. Bilimin ilerleme hızı muhteşemdi, insanlığın önünde yepyeni bir çağ açılmıştı. Dolayısıyla, insanın bilgi alanının genişlemesi, bilinemezlikler sahasının küçülmesi anlamına gelmeliydi. Bununla bağlantılı olarak Tanrı’nın alanının küçülmesinden daha doğal ne olabilirdi? Aydınlanma’nın öngördüğü rasyonelleşme en genel cümlelerle böyle özetlenebilirdi.

Aydınlanma projesinin bir bütün olarak çöktüğünü kimse söyleyemez. Hâlâ, Aydınlama’nın etkisini çok yoğun olarak hissettiğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Ama Aydınlanma projesi çökmese de, kısacık bir özette anlatılan amaçlarının neredeyse hiçbirine ulaşamadı. Ne Tanrı’nın sonsuz iktidarının sonu geldi, ne de insanoğlu yüzlerce yıldır süren teslimiyetine son verebildi. Belki de en doğrusu iktidar savaşının sürdüğünü söylemek. Din ile insan hala çatışmaya devam ediyor. Aydınlanma olmasaydı, bu iktidar savaşından dahi söz edemezdik. Şimdi bu iktidar savaşını konuşabiliyorsak, dinin siyasetle ilişkisini çok farklı boyutlarda tartışabiliyorsak bunu Aydınlanma’ya borçluyuz. Burjuvazinin erken dönemiyle birlikte anılması gereken Aydınlanma tam da burjuvaziye yakışan sakatlıklara sahipti. İlericilik barutunu hızla tüketen burjuvazinin, kendi çocuğu olan Aydınlanma’yı taşımasının sınırları vardı. Aydınlama’nın hedeflerinden çok uzak kalmasındaki en büyük nedenlerden birisi budur.

Ancak bundan daha önemli olan sebep ise aydınlamayı 20. yüzyılda taşıyacak olan asıl gücün, yüzyılın sonunda büyük bir yenilgiye uğramasıdır. Aydınlanma sosyalist iktidarların varlığında farklı biçimlerde yoluna devam edebiliyordu. Reel sosyalizmin yenilgisi Aydınlanma’nın tarihsel yolculuğunda kesin olarak bir dönemin bitişini simgeler.

İnsanoğlu bu büyük yenilgiden sonra, kapitalizm öncesi pek çok yapının, kapitalizm altında biçim değiştirmiş şekliyle geri dönüşüne tanık oldu. Yanlış anlaşılmasın, bu yapıların pek çoğu ortadan zaten kalkmamıştı. Ancak tüm dünya üzerinde tekrar hakimiyet kurmaları sosyalizm sonrasına denk düşer.

Dinin geri dönüşünü ise, bir geri dönüşten söz edebiliyor olsak da bu paranteze alamayız. Çünkü din, reel sosyalizmin varlığında dahi insanoğlunu en çok etkileyen, fazlasıyla tartışılan kurumlardan birisiydi. Bu nedenle içinden geçtiğimiz dönemi, yükseliş terimi, geri dönüşten daha iyi anlatıyor.

Sosyalizmin olmadığı değil, sosyalizmden geriye kalan bir dünyada yaşıyoruz. Bu olgu tekil coğrafyaları değil, çok daha geniş toprakları etkiliyor. Sosyalizmin geriye çekilişi, yalnızca sosyalizmin iktidar olduğu ülkelerin sorunu olarak karşımıza çıkmıyor. Meselemiz çok daha büyük. Dinin tüm dünyada yükselişe geçmesi de bununla yakından bağlantılı. Bu yükseliş elbette türdeş, her yerde aynı şekilde gözlenebilen bir yükseliş değil. Ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye ve doğal olarak konumuzun din olmasından dolayı dinden dine farklılıklar gösteriyor.

Ama dinin prestiji tüm dünyada artmaya devam ediyor. İnsanlar dini siyasal, toplumsal ve gündelik yaşamlarında daha fazla referans olarak kullanıyorlar. Din referanslı partilerin siyasette ağırlıkları da pek çok ülkede artıyor, ya da varolan partiler dine daha fazla atıfta bulunuyorlar. Sosyalizmden geriye kalan bir dünya iddiası işte bu nedenle önemli. Kapitalizmle sosyalizmin büyük savaşında, din emperyalist sistemin en büyük silahlarından biriydi. Hem sosyalist ülkelerde, hem de devrimci mücadelenin bastırılması için kapitalist ülkelerde, din son derece sistematik bir biçimde, sola ve işçi sınıfına karşı kullanıldı. Bu denli öne çıkartılan, şiddetle kullanılan bir yapının etkinliğini artırmasından daha doğal ne olabilir? Dinin prestiji daha sosyalizm döneminde, özel olarak bir direniş kültürüyle özdeşlemesinden dolayı artmaya başlamıştı. Bunun etkileyici bir külte dönüşmesinin sonuçlarını biz daha sonra gördük. Bugün de, özellikle İslam, zaman zaman bir direniş bayrağı olarak karşımıza çıkabiliyor. Bunun tarihsel köklerinde İslam’ın, zamanında, sosyalizme karşı bir direniş kültürü oluşturmasının bulunduğunu hiç unutmamamız lazım.

Sosyalizmden geriye kalan dünya kurgusu, yalnızca emperyalist kapitalist sistemin elinde bir silah olarak din vurgusunu öne çıkartması açısından önemli değil. Bu kurgu, dinin organik yanını, Aydınlanma’yla olan gerilimli ilişkisini anlatması açısından da manidar.

Aydınlanma’yı taşıyan temel güç olarak sosyalizmin yenilgisi, insanın hayatında dinin tuttuğu yerin değişmesi sürecini de baltaladı. İdeolojik bir süreç hakkında konuştuğumuza göre, yine, yalnızca sosyalist ülkelerde değil, tüm dünyada böylesi bir yönelim ve hareketten söz etmek lazım. Sosyalizm, Aydınlanma’yı başka bir veçheye taşımayı başarıp tekrar yapılandırabilseydi, dinin insan yaşamındaki yeri de, Aydınlanma’nın ilk döneminde kurguladığından çok daha özgün bir biçimde tekrar tanımlanabilecekti. Bu basbayağı ideolojik bir yenilgidir. Hem de insan yaşantısını baştan sona etkileyen bir büyük yenilgi.

Bu ideolojik yenilgiyi anlamadan dinin yükselişini anlamak olanaksızdır. Din siyaset ilişkisini tartışırken de bu yenilgi, daha açık bir ifadeyle, dinin insan yaşantısındaki yerinin yeniden tanımlanamamış olması, mutlaka veri alınması gereken bir olgudur.

Dinin yükselişi tüm dünyada daha gerici bir döneme girdiğimizi anlatıyor. Kimileri buna karşı çıkabilir.

Burada en temel itiraz, dinin doğrudan gericilikle özdeşleştirilmesinedir ve bir yanıyla doğrudur, çünkü dinin gericilikle eşitlenmesi sadece en kaba pozitivistlerin iddia edebileceği bir tezdir.

Ancak dinin bu haliyle yükselişinin dünyayı daha ilerici bir döneme sokmayacağı açıktır. Din-insan ilişkisi bu biçimiyle kaldığı sürece, dinin yükselişi, dünyanın her yerinde gericiliğin yükselişi anlamına gelir. Aslında, bu noktada, din doğrudan gericilikle özdeşleştirilmemekte, din siyasal ve toplumsal yaşantıda tuttuğu yer nedeniyle konumlandırılmaktadır.

Dinin gericilikle özdeşleştirilmesi sorunu, esas olarak dinin siyaset ve toplumsal yaşantıya nasıl girdiği sorunudur. Din, tüm tarih boyunca, birtakım istisnaları dışarıda bırakacak olursak, siyasete, egemen sınıfların hizmetine koşularak girmiştir. Din, ya egemen sınıfların elinde bir sömürü aracıdır, ya da sınıf mücadelelerinde, sosyalizm mücadelesine karşı kullanılacak en önemli enstrüman… Bu somut gerçeklik bize dinin genel olarak gericilikle özdeşleştirilmemesi gerektiğini ancak dinden yola çıkan siyasi pratiklerin ya da farklı siyasi akımların dini kullanış biçimlerinin gericilikle eşitlenebileceğini gösteriyor. Üstelik bu sorunun muhatabı sol da değil. Niye böyle oldu, dini niye gericilikle birlikte anıyoruz, din bu biçimde neden kirletiliyor soruları en son olarak sola sorulmalıdır. Sosyalizmin ve işçi sınıfının düşmanı karşı devrimci odaklar, din kökenli hareketlerin her yerde kurdukları komünizmle mücadele örgütlenmeleri, tüm dünyada sağın temel destekçilerinden birisi haline gelmiş dinci kesimler, sömürüyü meşrulaştırmak için dini kullanan asalak sınıflar… Liste sonsuza kadar uzayabilir. Sorunun muhatabı bunlardır; din bugün gericilikle birlikte anılıyorsa müsebbibi işte bu kesimlerdir.

Türkiye’de de durum tam olarak böyledir.

Bu bağlamda, solun dinle ya da dindar veya inanan insanlarla olan ilişkilerinden söz etmek bir noktadan sonra haksızlık olur. Sol, dinle ilgili konularda hep doğru adımlar atmış değildir. Tam tersine, solun Türkiye dahil pek çok ülkede çözemediği en büyük sorunlardan birisi dinle ilgili olan meseleleridir. Din, Türkiye solunun mutlaka halletmesi gereken en temel problemlerinden birisidir. Solun geçmişinde bu konuda yaptığı pek çok hata vardır. Ancak bunlara bakıp da Türkiye’de dindar insanları sağa iten sol demek de büyük haksızlıktır. Türkiye’de İslamcılığı sağa doğru iten sol değildir. Bu denklem kesinlikle böyle kurulamaz.

Ancak dinle sağın bir şekilde özdeşleşmesinin önüne geçilmesi, Türkiye solunun bu kronik problemini çözmek için hayati adımlardan birisi olduğu için önemlidir.

Dinle sağın özdeşleşmesinin, dindar insanların büyük bir çoğunlukla sağı desteklemelerinin nedeni olarak, en çok, İslam’a eklemlenen kapitalist sağ değerlerin İslam’ın doğal yapısında bulunması gösterilir. Şayet bu böyleyse, İslam doğal olarak sağcı değerleri içeriyorsa, inanan her insanın soldan uzak durması gerekir. Solun bu teze evet demesi, Türkiye’de yenilgiyi peşinen kabul etmesi anlamına gelir. Yenilgiyi kabul etmeyeceksek bu soruya çeşitli çözümler aramak şarttır.

Bu bağlamda, akla ilk gelen çözüm herhalde İslam’ın doğal yapısında sağa değil sola dönük bir tavır bulunduğuna dair bir çalışma yapmaktır. İslam’ın kendisiyle ilgili çalışmayı veri alacak bu tür bir yaklaşım elbette adlı adınca “ilahiyat”tır. Konuya soldan baktığı için ismin önüne sol sıfatını eklemekte de bir beis bulunmuyor.

Peki, ama solun Türkiye’de inananlar nezdindeki makus talihini değiştirecek yol hakikaten sol bir ilahiyat mıdır?

Sol ilahiyatın zemini

Aydınlanma’yla birlikte, çok kabaca, dünyayı kavramak ve anlamlandırmak için iki yol olduğu söylenebilir. İlk ve kadim yol, insan aklının çok ötesinde ezeli ve ebedi bir ilahi aklın yönlendirmesiyle dünyayı kavramaya ve anlamaya çalışmaktır. Bu ilahi güç, çeşitli vesilelerle, bu yolu insanlara bildirecektir. Bu noktadan sonrası yoruma son derece açıktır. Ancak bu çerçeve sabittir. İkinci yol ise esas olarak Aydınlanma’dan sonra ortaya çıkan, insanın kendi aklı ve kavrayışıyla dünyayı anlamlandırabileceğini telkin eden yoldur. Kavrayış ve anlamlandırma şayet eylemin yolunu açıyorsa, eylemci biçimin de bu yolların hangisinin seçileceğiyle doğrudan ilişkisi vardır. Dolayısıyla bu seçimin insanın eylemini etkileyeceği aşikardır. İlk bakışta gayet makul görünen bu ayrımın aslında ciddi sorun ve açmazları var.

Her şeyden önce bu ayrım aslında modern zamanlara ait bir ayrım ve tüm ayrıntılarıyla modernizm kokuyor. Doğal olarak modernizmin tüm açmazlarını da içinde barındırıyor. Modernist bir din-insan ayrımı bizi hiç şüphesiz modern bir laik anlayışa götürüyor.

İlk sorumuz buna dair olmalıdır. Sosyalizmin tanımlayacağı din-insan ilişkisi modern bir çerçeveye mi sahip olacaktır? Modern bir çıkış noktasından söz etmiyorum. Çünkü din-insan ilişkisine dair geliştirilebilecek hiçbir yaklaşım bugün klasik Aydınlanma’dan kendisini muaf tutamaz. Tartışmayı ve bugünkü ufku açanın burjuva Aydınlanması olduğundan hiç şüphe duymamalıyız. Basit bir reddiyenin bizi götürebileceği hiçbir yer yok. O halde temel sorunun nasıl sorulacağı gerçekten çok önemli. Şayet din ile insan arasındaki ilişki bu karşıtlık vesilesiyle tanımlanırsa ve ilginç biçimde klasik Aydınlanmacı şablona sadık kalınırsa, ihtiyaç da bu şablonun dayattığı şekilde ortaya çıkıyor.

Devamında şu sorunun sorulması kaçınılmaz hale geliyor: Bu iki kavrayış arasında bir yol var mı? Ya da bu iki kavrayışı ortaklaştıracak bir yöntem bulunabilir mi?

Sol ilahiyatı arayanların yaptığı da tam olarak budur.

Aydınlanma’yla hesaplaşmaya çalışanların, Aydınlanma’yı aşmayı hiç düşünmemeleri, Aydınlama’nın çizdiği sınırların dışına çıkmayı hiç akıllarına getirmemeleri gayet ilginç aslında.

Bu iki kavrayışın arasında bir yol aramak ya da bu iki kavrayışı ortaklaştırmak çabası aslında bu iki kavrayışın felsefi olarak aynı dünyaya ait olduğunu kabul eder. Tersinden bir örnekle tablo daha net olabilir; pozitivizm, bilim ile din arasında uzlaşmaz bir karşıtlık tanımlıyorsa, bu çabalar da bilim ile din arasında bir uzlaşma ararken aynı karşıtlıktan yola çıkarlar. Karşıtlığın olmadığı yerde uzlaşma olmaz. Bu bağlamda, Aydınlanma reddiyesi yapacağım derken klasik Aydınlanma’nın çizdiği sınırları kabul edenler, pozitivizme karşı çıkacağız derken de pozitivizm ile aynı epistemolojiyi kullanırlar.

Sol ilahiyat en temel haliyle bu uzlaşma ihtiyacından doğduğu için, uzlaştırmak istediği iki yaklaşımın zıt kutuplarda dahi olsa, aynı dünyaya ait olduğunu kabul eder. Sorgulanması gereken nokta tam da burasıdır. Bunun, dinle bilimin asla uzlaşamayacağını söyleyen, insanların kendilerine ait bir inanç dünyasına sahip olabileceği ihtimalini tamamen yok sayan kaba bir pozitivizmden ne farkı var?

Sol ilahiyat, isterse sol değerlerden yola çıkıp, kendisine ezilme, sömürülme, yoksulluk ve aşağılanma gibi olgulardan hareketle bir çerçeve çizsin, ya da daha doğru bir ifadeyle bu tür sol değerleri veri alan bir ilahiyat sola uzanıyor olsun, ne değişecek? Önünde sonunda ilaç aranan hastalık bir tarafın uzlaşmaz gördüğü bir çelişki, aynı kabul edilen dünyanın iki ayrı ve zıt ucu… Tekrar sormak gerekiyor; aynı dünyadalar mı? Epistemolojik ve hatta ontolojik zeminleri aynı mı?

Sol ilahiyatı araştıranların ve bir uzlaşma zemini arayanların, zemin teklifleri ise oldukça ilginç:

“Bu çöküntünün en çarpıcı yönü, yoksulların, aşağılanan ve sömürülenlerin ‘davasını üstlenmiş’ bu yaklaşımın/hareketin daha yoldayken, ‘zafer’e ulaştığında ve ‘nihai zafer’e doğru ilerlediğini iddia ederken, kendi içinden bir muktedir, ezen ve aşağılayan zümre türeterek kurumsallaşmış olması, bunu zorunluluk hatta gereklilik kipinde algılayabilir oluşudur. Bu sayıda yer alan yazıların bazılarında, İslamiyetin yoksulların , ezilenlerin dini olduğunu savunarak kurulu düzenlere, kurumsallaşmış İslam’a isyan edenlerin de benzer bir sondan kurtulamadıklarına değiniliyor.

O halde ‘neden böyle oluyor’ sorusunu odaklaşılmadığı takdirde bu diyalog-tartışmanın fazla bir anlamı yoktur.” 1 

Hakikaten neden böyle oluyor? Kurumsallaşmaya isyan edenler kurumsallaştıkça sonuç kaçınılmaz oluyor; isyan edenlerin sosyalist ya da İslamcı olması süreci ya da gidilen noktayı değiştirmiyor. İktidarın şeytani gücü solcuları da, İslami hareketleri de aynı ölçüde vuruyor.

Yoksulların ve ezilenlerin dini olarak yola çıkan İslamiyet de iktidar pratiğinin içinde bu “sol” özelliklerini kaybetmeye belli ki mahkum. Laçiner’in anlaşılıyor ki, muhalefetteki sol ilahiyatla bir sorunu yok, ama iktidardaki sol ilahiyatı şimdiden uyarıyor.

Bu uyarının acaba AKP ile bir ilgisi var mı, insan merak ediyor.

AKP’yi Türkiye’de ezilen müslümanların sesi olarak gören ve destekleyebilen bir zihniyetin, AKP’yi iktidar sarhoşluğuyla suçlamasının zemini bu olabilir mi? Böylece AKP destekçileri kendilerini güvenceye alabilir mi? Kurulu düzene müslümanlığı da kullanarak isyan eden AKP’ye olan destek, AKP kurulu düzenin bir parçası haline geldikçe geri çekilir mi?

AKP’nin kendisine değil ama yeri geldiğinde iktidardaki AKP’ye karşı çıkmanın en kolay yolu bu olsa gerek. Bir gün gelir de, AKP, sovyetiklikle suçlanırsa sakın ola şaşırmayın. Sovyetler Birliği’ni insanoğlunun başına gelen her felaketten sorumlu tutanların, AKP’nin yoldan çıkmasını da yine Sovyetler Birliği’ne bağlamalarında şaşılacak bir yan olmaz.

Ancak burada en az bunun kadar önemli bir vurgu, “davayı üstlenenlere” dair. Laçiner’in ve Birikim’in dava üstlenmeye ve genel olarak öncülüğe yaklaşımını biliyoruz. Burada yeni bir şey yok. Ama dava üstlenmek konusundaki genel eleştirinin, ilahiyat meselesinde nasıl geri çekildiğini hep birlikte göreceğiz. Birikim’in müslümanlara akıl öğretmek konusunda heveskarlığı pek çok kimseyi bayağı şaşırtacak.

Din nerede duracak?

Marksizmin ustalarının din konusuyla pek ilgilenmediği iyi bilinir. Bununla çelişecek biçimde Marx’ın en bilinen cümlelerden birisinin dine dair olması, dinin toplumsal ve siyasal yaşantıda tuttuğu yerin büyüklüğünü anlatır. Afyonlu benzetmenin sağda ve ilginç biçimde solda bu denli yaygın kullanılıyor olmasının açıklamasını marksist sistematik içinde değil, insan-din ilişkisinin dehşetli geriliminde ve elbette dinin egemen sınıfların elinde son derece etkili bir silah olarak kullanılmasında aramak gerekir. Marx ve Engels’in eserlerinde din konusunda sistematik bir araştırma yapılabilir elbette. Ama pek çok konuda olduğu gibi bunun da sınırları olduğunu, bir noktadan sonra benzer meselelerde karşılaşacağımız gibi, bu çabaların ustaların eserlerine dönük bir arkeolojiye dönüştüğünü unutmayalım. Böylesi bir arkeoloji marksistlerin işi olamaz; bu tür bir arkeolojinin besleneceği marksoloji ise marksistlerin işi olmadığı sürece marksizmin dışında kalacaktır.

Ancak afyonlu benzetme dahil olmak üzere, Marx’ın dinin, din olarak bizatihi kendisini mahkum ettiği doğru değildir. Marx dinin kendisine yönelik bir iddianın ilahiyatın alanına gireceğinin farkındadır! Marx’ın derdi dinle değil, onun toplumsal işleviyledir. Din, yüzyıllar boyunca, baskı ve sömürü ilişkilerini değiştirmek için değil, bu ilişkileri ayakta tutmak için bir araç olarak kullanılmıştır. Dinin manevi muhteviyatı bu araçsallık nispetinde önem kazansa dahi, bu alana hiç girilmemiştir. Marx ve Engels’in eleştirileri manevi muhteviyatın kendisinde değil, bu araçsallıkta yoğunlaşır. Bu bağlamda, Engels’in dinin toplumsal olarak kapladığı yerde sınıfsal çıkarların görüntüsünü araması hiç yanlış değildir.

Ancak bu noktada, en önemlisi, her iki ustanın da ilahiyatın alanından kaçınmalarıdır. Dahası, Marx ve Engels klasik Aydınlanma düşünürleri ile eşitlenemez. Maddecilik ile din arasındaki çelişkinin, maddecilik ile gericilik arasındaki çatışmaya denk düştüğünü söylemek, dinsel inancı doğrudan gericilikle eşitlemek, iki ayrı düzlemi aynı düzleme taşımaktır; bu yaklaşım marksizmin felsefi olarak hayati önemdeki yöntemsel doğrularından birisine ters olur. Marksizm yöntemsel olarak bu tür bilgi ve algısal düzlemleri ayırmak konusunda son derece başarılıdır. Din konusunda, ısrarla dinin dünyaya indiği noktalara bakılması, örneğin Tanrı’nın varlığı tartışmalarından uzak durulması bu yaklaşımın doğrudan örneğidir. Bu çerçevede marksizmin neden dinle, belki kimilerinin beklediği ölçüde, ilgilenmediği de anlaşılır olur.

Engels’in kısa bir dönem boyunca erken dönem Hıristiyanlığa gösterdiği tarihi ilgi de bu yaklaşımdan bağımsız değildir. Engels, Thomas Münzer’in dini bir strateji olarak kullanıyor oluşuna bakması da, Hıristiyanlığı sosyalizme ulaştırma çabası olarak yorumlanamaz. Toplum içinde yerleşiklik kazanmış birtakım değerlerden örnekler kullanarak sosyalizmi anlatmaktan, bu değerlerin farklı kesimlerde dinsel göndermelerinin olmasına bakılarak vazgeçilebilir mi? Bir noktadan sonra, dayanışma, haksızlığa isyan gibi insanlığın evrensel değerlerinden söz ettiğimize göre, bu değerlerin toplumun çeşitli kesimlerinde kültürel ve tarihsel olarak değişik algılanış biçimlerine sahip olması doğal değil mi?

Lenin’in yaklaşımı da Marx ve Engels’le uyumludur. Lenin için devrimci mücadelede birlik, cennetin varolup olmama tartışmasından çok daha önemlidir. İlahiyatla ilgili konulardan, dinin nasıl yorumlanması gerektiği tartışmalarından özenle uzak duran Lenin, somut siyasi başlıklarda aslında bir adım daha atmaktadır. Lenin için din siyaset için kesinlikle bir referans değildir; cennet örneğinden yola çıkan Lenin, örgütlenmek ve devrimci mücadeleye katılmak için inancın bir engel olmadığını açıkça söyler. Sol ilahiyatı arayanların sıklıkla referans gösterdiği Ernst Bloch ise aslında tam tersi bir yönü işaret eder.

Bloch sosyalist hareketin, geçmiş kolektivist hareketlerin doğrudan mirasçısı olduğunu savunarak, marksizmin dirilişçi bir yorumunu yapar. Ona göre Hıristiyanlık ve devrimciliğin iç içe geçmesi, Hıristiyan teolojiyi yeniden yorumlayarak mümkündür. 2 

Bu yön Lenin’in yolunun tam aksi istikametini gösterir.

Lenin, hıristiyanların, devrimci mücadeleye katılabileceklerini söylerken, dini siyaset sahnesinden çıkartmayı, inanç dünyası ile siyaset dünyasını birbirinden bağımsızlaştırmayı hedefliyordu. Bloch ise bu mücadele birliğinin Hıristiyanlığın değerleri üzerinde sağlanabileceğini söyler. Böylece marksizmin de dışına düşmüş olur; Marx’a göre din devrimci bir içerikle güncellenme şansını çoktan kaybetmiştir.

Üstelik tam bu noktada şu soru son derece meşrudur; insanlara aslında nasıl inanacaklarını biz mi söyleyeceğiz?

Bloch’un ya da ilahiyatla sol arasında bir köprü kurmaya yeltenen başkalarının temel sorunlarından birisi budur.

Kurtuluş teolojisinin yaptığı mesela tam olarak bu köprüyü kurarken, insanlara nasıl inanacaklarını söylemektir. Kiliseden kopan rahiplerin Tanrı tanımı temelde Hıristiyanlığın Tanrısına alternatif bir tanımdır. Kiliseye ve düzene başkaldıran rahipler, açıkça yoksulların Tanrısına inanırken, faşist diktatörlükleri destekleyen merkezi kilise kurumları ve onların takipçilerini zenginlerin Tanrısına inanmakla itham ediyorlardı. Bu rahiplerin kendi alanıdır ve aslında bunu deneyen rahipler bu yolu denemekte de özgürdür. Rahip olsun olmasın, tüm bireyler, bir mücadeleye katılırken şahsa özel motivasyonlarla katılırlar. Bu motivasyonun gerisinde yatan nedenler çoğu zaman bireye özgüdür ve insanın kişisel tercih ve iradesiyle bağlantılıdır. Ancak bugün Türkiye’de İslam’la din arasında bir köprü kurmaya çalışacak solun, müslümanlara nasıl inanacaklarını telkin etmesinden başka yolu yoktur. Bu son derece tartışmalı bir yöntemdir. Birikim de bunu dener. 3 

Aranan, İslam’ın genel kabul gören mesajından farklı, alternatif bir mesajdır.

Ama gözden kaçan şudur; İslam’ın sol siyasetle bağlantı kuracak böylesi bir mesajının, siyaset sahnesine çıktığı anda tarihsel materyalizmle uzlaşması mümkün değildir. O nedenle arayışın ikinci ve zorunlu halkası kendiliğinden ortaya çıkar. İslam soldan doğru siyasete sokulacaksa, ihtiyaç duyulan tarihsel maddeci görüşten bağımsız bir sosyalizm fikridir. İsteyen bunu İslami sosyalizm olarak adlandırabilir. Dinsel bir inanışla, dünyayı nasıl yöneteceğimiz hakkında fikirleri bir araya getirmek için dini, iman düzeyinden dünyevi olana indirmek zorunludur. Böylesi bir teoloji bundan kaçınamaz.

Bu konunun yeni tartışılmaya başlandığını kimse düşünmüyor herhalde.

İslam’ın yorumlanmasıyla ilgili bu konudaki literatürün muazzam genişliği meselenin ne kadar tartışmalı ve yoruma açık olduğu hakkında fikir veriyor.

Sol ilahiyat için yapılan aslında basitçe, bu literatürün içinden konuma uygun olanları bulup çekmek ve yeniden yorumlamaktır.

Örneğin, Cafer Numeyri tarafından 1985 yılında Sudan’ın başkenti Hartum’da idam edilen Mahmud Taha’nın, İslam’ın Mekke ve Medine dönemlerini ayırması, bunlardan Medine döneminin hukuki düzenlemelerinin, tüm kaynağın Kuran’a dayanmasına rağmen geçerliliğini yitirdiği iddiası yeni bir tartışma konusu değildir. 4 Bunlar uzun yıllardır tartışılıyor. Bizim sorunumuz felsefi yanları olan ve ilahiyat düzeyinde de süren bu tartışmaların bizi sol olarak bir yerlere götürüp götürmeyeceğidir…

Taha’nın ya da başkalarının önerdikleri, İslam dünyasında Peygamberden hemen sonra tartışılmaya başlanan bir sorunun yansımalarıdır: İslam’da nihai ya da asli emirlerle, konjonktürel olanı ayırmak mümkün müdür? Dahası, sorunun şu haliyle de varolduğu ve tartışıldığını biliyoruz: İslam’da konjonktürel olarak nitelenebilecek kurallar var mıdır?

Üstelik sol ilahiyatın kendisine tarihsel bir kök aradığı düşünürlerin yaptığı gibi, İslam’da asli olanla konjonktürel olanı ayırmanın mümkün olduğunu kabul etsek bile, bu ayrımın nasıl yapılacağı da yine başlı başına çok karmaşık ve içinden çıkılamaz bir tartışma konusudur. Neyin asli, neyin konjonktürel olduğuna, konjonktürel olanın bugün nasıl uygulanacağına kim, hangi yolla karar verecektir? Bunların hiçbiri yeni sorular, yeni başlıklar değil… Bunlar İslam’ın kadim tartışma başlıkları. Bu sorulara verilen yanıtlara göre İslam’ın pek çok yorumu ve bu yorumlara dayanarak oluşmuş mezhepler, cemaatler, tarikatlar var ve sayıları o denli çok ki…

Aynı örnekten devam edersek, Medine döneminin reddedilebileceğini düşünenler kadar, o dönemin Mekke dönemi kadar önemli olduğunu düşünenler ya da böyle bir ayrımın hiçbir şekilde yapılamayacağını söyleyenler de var.

Taha, doğal olarak, o gün için kendi durduğu yere, İslam’dan referanslar arıyor ve bunları İslam’ın hicret öncesi Mekke döneminde buluyor. Mekke döneminde zorluklar çeken ve baskı altında yaşayan küçük müslüman cemaatin dayanışmacı, baskılara isyan eden, eşitlikçi yanları bulunan kültüründen bugüne göndermeler yapıyor. Üstelik bu dönemi referans alırken gözünü iyice karartıp, müslümanların çok büyük bir çoğunluğu tarafından temel şartlardan birisi olarak kabul edilen zekatı dahi tali ilkelerden birisi olarak yorumluyor. 5 

Bu tür bir çıkışın sonu gelebilir mi? Böylesi marjinal bir islami yorumdan yola çıkarak sol bir ilahiyat üretmenin kime ne faydası var? Sorun tek başına yorumun marjinal olması değil elbette. Sosyalizm de, marksizm de bugün toplumsal olarak durdukları yere bakılırsa gayet marjinal akımlar. Burada esas tartışılması gereken nokta solun buna ihtiyacı olup olmadığıdır. Hatta İslam’ın buna ihtiyaç duyup duymadığı farklı bir zeminde yanıtlanması gereken ama önemli bir sorudur.

Bizim İslam’ın farklı bir şekilde yorumlanmasına dayanacak sol bir ilahiyata ihtiyacımız bulunmuyor. Solun ihtiyacı olan müslümanlığın bu düzeni sorgulamaya ve bu düzene karşı mücadele etmeye engel olmadığının anlaşılmasıdır. İslam’a inanan insanların, birey nezdinde, solculukla inancın iki farklı düzlemde yaşayıp varolabileceğini kavrayıp kabul etmeleridir. İnsanlara nasıl inanacaklarını, dolayısıyla nasıl bir müslüman olacaklarını anlatmak ise solun işi değildir. Bu vicdan muhasebesi bireyin kendine ait bir muhasebedir. Bir müslüman solcu olmayı seçmişse dahi, inanç dünyasını nasıl düzenleyeceği, neye nasıl inanacağı konusu yine tamamen kendi kararıdır.

Müslümanlığı siyaset gibi dünyevi bir alanda somutlamaya çalıştığınız her anda zorunlu olarak bireyin inanç dünyasına müdahale etmek zorunda kalırsınız.

Üstelik bu müdahalenin aslında kuru ve doğrudan bir ateizm propagandasından hiç farkı yoktur. İnsanlara nasıl inanacaklarını söylemek ile neden ve nasıl inanmaması gerektiğini söylemek temelde birbirinden farksız iki müdahale şeklidir.

İşin en ironik tarafı ise, “dava üstlenenler”le, öncülük fikriyle büyük dertleri olanların, her fırsatta leninistleri işçilere ne yapacaklarını söylemekle itham edenlerin, müminlere bunu söylemek konusunda müthiş bir heveskarlıkla davranmalarıdır.

Sol ilahiyat ile ilgili tartışmalarda sıklıkla gündeme gelen bir diğer isim ise Ali Şeriati’dir. İranlı düşünce adamının İslam yorumu temelde peygamber sonrası müslümanlığın ilerlediği yola dairdir. İslam’ın Şii yorumuna benzerlikler taşıyan bu yaklaşıma göre, İslam, peygamberin ölümünden sonra sömürgeci sınıfların elinde kalmıştır. Şeriati’nin ayrı bir yere koyduğu Hz. Ali dahi bu süreci durduramamıştır.

Konumuz elbette Şeriati’nin İslam tarihini nasıl yorumladığı değil, bu yorumdan hareketle solla ilahiyatı birleştirme çabası…

İslam tarihini Şeriati’yle tartışmak siyasi açıdan anlamsız bir girişimdir ve bir noktadan sonra teolojinin, akademinin ve dolayısıyla aslında bilimin konusudur. İslam tarihi yorumundan siyasete yapılan her gönderme başka tehlikelere kapı aralamaktadır. Bu göndermelerin sol siyasete bir faydası yoktur. Şeriati’nin şiarı son derece açıktır: “Dine karşı din.” O varolan dine karşı başka bir dinin peşindedir.

Aslında solun durması gereken yer tam da burası değil midir? Alternatif bir din projesi solun işi olabilir mi?

Ali Şeriati’nin sosyalizm konusundaki düşünceleri ve devrimciliği samimi olabilir. Ancak Şeriati, şu ana kadar egemen sınıfların, diğer sınıfları sömürmek için kullandığı dini, sosyalizmin hizmetine koşmayı amaçlarken, solu dinle barıştırmayı hedefler.

Dikkatli olunması gereken nokta, Şeriati’nin ve onun takipçilerinin ya da ondan bugün esinlenenlerin, egemen sınıfların din sömürüsünün karşısına, farklı bir dini yorumla çıkmalarıdır; onlar din sömürüsünü engellemek için dini siyaset sahnesinden çıkartmayı değil, aynı dinin şekil ve içerik değiştirerek siyaset sahnesinde kalmasını savunurlar. “Dine karşı din”in anlamı budur. Devrimci bir teoloji vesilesiyle yeni bir İslam yorumu yaratmak, teolojiyi siyasetin ayrılmaz bir parçası yapar.

“Yoksullar ve ezilenler için yeni stratejilerin geliştirilmesi, günümüzün en acil sorunu olarak orta yerde duruyor. Asıl mesele, otoriter rejimlerin meşrulaştırılmasında bir araç olarak kullanılan dinin, halkın gerçek çıkarlarını korumak için egemen sınıflara karşı mücadelede ideolojik bir silah olarak nasıl işlev göreceğidir." 6 

Siyasetteki reaksiyoner İslam yorumunun, devrimci bir yorumla yer değiştirmesi mümkün değildir. İslam’ın siyaset sahnesine çıkışının gerici bir içerikten kurtulması belki çok özel koşullarda, farklı coğrafyalarda mümkün olabilir. Ama Türkiye’nin kültürel, tarihsel ve ideolojik iklimine baktığımızda bunun ihtimal dahilinde olmadığını görürüz. Türkiye’de teolojiyi hem sağdan hem de soldan siyasetin ayrılmaz bir parçası yapmak, egemen sınıflara karşı mücadelede dini ideolojik bir silah olarak kullanmaya çalışmak her durumda solun aleyhine işleyecek bir operasyondur.

Sol bir ilahiyatın peşinde koşanların içinde olduğu ruh hali her adımda kolayca açığa çıkıyor aslında. Umutsuzluk ve bu umutsuzluğun getirdiği kolaycılık ve fırsatçılık o kadar belirgin ki… İnsanları başka nedenlerle değil, dinsel inançları dolayısıyla sosyalizm mücadelesine kazanmayı hayal etmek başka türlü açıklanamaz zaten. Büyük çoğunluğun müslüman olduğu topraklarda, insanların müslüman oldukları için solculuk yapmaya başlamasının işleri nasıl kolaylaştıracağını düşünebiliyor musunuz? Büyük rüya işte tam burada başlıyor.

Dini siyaset sahnesinden çıkartmak ve böylece egemen sınıfların bir büyük silahını ellerinden almak zor geliyor ama solun müslümanları inançları nedeniyle kazanarak “yırtabileceği” düşünülüyor. Peki, gerçekten nasıl olacak bu?

“Ancak ‘Batı’dan getirilen düşünceleri geleneğin üzerine çıkarmayan’ ve İslam’da Ali Şeriati’ye tekrar dönüşü sağlayacak bir gelişmeyi umut eden bir sol, yoksulların ve ezilenlerin toplumsal kurtuluş ve anti-emperyalist mücadelesinde tekrar ayağa kalkmayı becerebilecek ve böylece toplumsal mücadele sürecinde gafil avlanıp bu sürecin altında kalmayacaktır.” 7 

Nasıl olacağını, bu sürecin altında nasıl kalmayacağımızı anladınız mı? Umut ederek… İslam’da Şeriati’ye dönüşü niye ve nasıl olacağını bilmeden umut edeceğiz. Bu konuda bir gelişme mi var, müslüman siyaset içinde böyle bir hareketlenmenin işaretlerini mi görüyoruz, bilinmiyor. Biz sol olarak kendi kendimize bekliyor ve umut ediyoruz. Temenni ederken, müminlere akıl öğretmeyi, yol göstermeyi de ihmal etmiyoruz. Bu topraklarda, doğruluğundan değil ama samimiyetinden hiç şüphe etmediğim İranlı Şeriati’nin görüşlerinin yaygınlaşmasını bekliyoruz ve belki de bunu hedefliyoruz. Bunun için çalışmayı önümüze koyuyoruz. Hayal veya rüya derken haksızlık yaptığım mı düşünülüyor?

Gerçekten kolay olanın bu olduğuna mı inanılıyor?

Kolaycılıkla hayalcilik işte böyle çakışıyor.

İnsanlara dini inançlarının sosyalizm mücadelesi için engel olmayacağını anlatıp din ile siyasetin ayrı düzlemlerde olduğuna onları ikna ederek, hem egemen sınıfların dini kullanmalarını durdurmayı, hem de dinin solla uzlaşmaz bir çelişki olarak görülmesini engellemenin ve dolayısıyla iki sorunu birden çözmenin kolay olduğunu kimse söyleyemez. Geçmişi çok ama çok eskilere dayanan, üstelik bu uzun geçmişe rağmen hiçbir zaman geride kalmayan, her daim canlı kalan böyle bir sorunun bir anda çözülebileceğine inanmak büyük saflık olur. Ama daha büyük saflık ve hayalcilik bu köklü problemi olduğu gibi kabul ederek onu kandırmaya çalışmak, problemi hiç değiştirmeden içinden çözmeye çalışmaktır.

Haksızlığa isyan eden müslüman kölelerin ve El-Muhtare’nin güzel öyküsünü anlatan Sırrı Süreyya Önder’in sorunu da farklı değildir. 8 

Dinin hep göklerde gezdirilmesinden, bir türlü yere indirilmemesinden şikayet edilmesi, dinin hep egemen sınıfların elinde bir silah olarak kullanılmasına dair bir serzeniş olarak okunursa, anlaşılabilir.

Ama ne yazık ki burada durulmuyor, böyle de okunmuyor. Dinin yeryüzüne indirilmesi çağrısının başka bir anlamı var. Bu yine solu, bir din yorumuna, teolojik bir çıkış noktasına götürüyor. Bu noktada teolojinin antropolojiye dönüşmesi çağrısı da anlamını yitiriyor.

Teolojinin antropolojiye dönüşmesi, şayet dinin bir ideolojik silaha çevrilmesi anlamına gelecekse kesinlikle reddedilmelidir. Örneğin, müslüman ülke değil geri kalmış ülke, hıristiyanlarla müslümanlar arası ilişki değil sömürgeci ve sömürülen ülke demenin yolu bu değildir.

Aslında teolojinin antropolojiye indirgenmesi mümkün olamaz. Hıristiyanlarla müslümanlar arasındaki ilişkiyi bir sömürü ilişkisi olarak tarif ettiğimizde aklımızın bir köşesinde hâlâ bu iki din arasındaki ilişkiyi tarif etmek varsa bu yanlıştır. Teoloji antropolojiye dönüşürken, teolojik özelliklerini kaybetmez. Asıl amaç her zaman bu sömürü ilişkisini incelemek, bu ilişki içinde dinin nerede durduğunu ya da durabileceğini göstermektir. Din göklerde gezinmesin tamam, ama din böylesi bir yorumla dünyaya da inmesin.

Dinin gezeceği ve duracağı tek yer inanan insanların yüreğidir.

İslam’ı tarafsızlaştırmak

İslam’ı ve İslam alimlerini bir kez yorumlamaya başladınız mı durmak olmuyor. Hikayenin geçtiği ülke Türkiye ise söz zamanımızın en güçlü cemaatlerinden birisinin fikri önderine kaçınılmaz olarak geliyor. Üstelik serde müminlere nasıl inanacaklarını anlatmak var. Öyleyse, şimdi sıra Nurculara Said-i Nursi’yi öğretmeye geldi:

“Sonuçta cumhuriyet döneminden günümüze takipçilerinin ekseriyeti, kullar arasındaki eşitsizliğin son bulması için siyaset yapmak yerine Nur itikadının yayılması için ‘Yeni Said’ döneminden kalma altmış yıllık metinleri okumaya devam ediyorlar. Üstelik tıpkı, Nursi gibi modernizmin araçlarını kullanarak, dinin kaynaklarını dünyevileştiriyor, laboratuarlarda dinsel argümanlara delil bulmaya çalışırken pozitivist bir din yaratmaya çalışıyorlar.” 9 

“Yeni Said” dönemi bir şeyler hatırlatıyor olmalı. İslam için Mekke ve Medine dönemlerini ayırmakla, Said-i Nursi’nin yaşamındaki dönemleri ayırmak ve üstelik bu dönemlerin bir tanesinden cımbızla ayıklamalar yapmaya çalışmak hep aynı bakış açısının ürünleri.

Eşitliğe yaratılıştan kaynaklı olarak her daim itiraz eden Said-i Nursi’nin dönemine göre gayet doğal sayılabilecek burjuvazi ve mülkiyet nefretinden sol sempatisi ya da akrabalığı çıkartmak için insanın bayağı çaba harcaması gerekiyor. Üstelik Said-i Nursi’nin burjuvazi ve mülkiyete tepkili olması yaşadığı dönemin koşulları düşünüldüğünde gayet doğal değil mi? Nursi’nin İslam’ın düşmanı olarak gördüğü modernizm ve Aydınlanmayı taşıyan sınıf olarak burjuvaziyle bir mesafe üretmeye çalışması niye şaşırtıcı olsun? Bu başıboş ve aslında hiçbir temeli olmayan ve esasında Aydınlanma’ya karşı duyulan tepkinin solla nasıl akrabalığı olabilir?

Said-i Nursi’nin sosyalistlik bize bulaşmadığı sürece biz de ona bulaşmayalım lafından bir strateji değil solculuk çıkartmak için insanın hakikaten çok ama çok geniş düşünmesi gerekiyor.

Türkiye’de sol düşmanlığının liderliğini yapan bir cemaatin fikri önderini, cemaatine mi yoksa diğer müslümanlara mı anlatıyoruz veya Said-i Nursi’yi sol geleneğe mi katmaya çalışıyoruz, bu çabayı anlamak gerçekten mümkün değil.

Peki, Nur risalelerinden yola çıkılarak sorulan ve Nurculara karşı bir eleştiri olarak da kullanılan İslam kimin dini sorusu mantıklı mı?

İslam mülk sahiplerinin ve sermayedarların dini mi? Bir adım daha ileri gidilirse, yoksa İslam sağcı bir din mi?

Pek çok müslümanın mülk konusunda tutarsız açıklamaları vardır. Onlara göre müslümanlar zengin veya yoksul olabilir. Ama önemli olan zengin bir ruha sahip olmamak, yoksulluk kültürünü benimsemektir. Ya da Humeyni’nin deyişiyle, kötü olan sarayda oturmak değil, onun getirdiği kişiyi sınırlayan saray kültürüdür. 10 

Sol ilahiyatı bulmanın bir noktadan sonra başka bir yolu kalmaz ve binlerce devrimcinin katili olan Humeyni’yi selamlayanlara sayfalar açılır. Üstelik iddia edilenin son derece ilkel olması da cabası. Humeyni tüm cahilliğiyle sallarken, ondan feyz alanlar da aynı cahilliği paylaşıyor görünüyor. Humeyni elbette külliyen yanılmaktadır ve evet, kötü olan sarayda oturmaktır. Tıpkı kötü olanın zenginliğin kendisi olduğu gibi. Saray kültürü denilen olgu, sarayda oturmakla doğrudan bağlantılıdır, tıpkı yoksulluk kültürünün yoksullukla doğrudan bağlantılı olması gibi, ya da zenginlik ve onun kültürünün birlikte varolması gibi… Bunlar sol için 19. yüzyılda kalmış tartışmalardır. Sol ilahiyat tartışmalarının bir noktadan sonra böylesi bir cahillikle buluşması kaçınılmazdır.

Solcular bir ütopyaya inanan insanlardır. Bu ütopya eşitliğe ve özgürlüğe dairdir.

Aynı şekilde, ilahiyat da bir tür ütopya çalışması olarak görülebilir. İnsanlar böylesi bir vaat olmadan inanmakta zorluk çekecektir; dinsel inanç farklı bir zeminde gerçekleşeceği düşünülse de aynı zamanda bir tür ütopyaya inanmaktır.

Tartışmayı daha farklı bir düzleme taşımadan, böylesi inançların insanlığın doğasına dair olduğu söylenebilir. Bu nedenle ütopyalardan yola çıkarak, bir tür cennet alegorisiyle, sol ilahiyata alan açma çabası da beyhudedir. Buradan sol ilahiyata bir meşruluk sağlanamaz. İnsanların inandıkları cenneti dünyada kurmak için mücadele etmeye karar vermelerinin nedeni, cennet inançları ile ilgili değil, bu dünyadaki haksızlıklara isyan etmeleriyle ilişkili olabilir.

Mülk sahipliğiyle ya da sağcılıkla İslam arasındaki ilişkiyi sorgularken, ilk bakmamız gereken yer doğru soruları üretip üretmediğimizdir.

“İslam sermayedarların dini mi” sorusu doğru bir soru mudur?

Esas mesele bu soruları niye soruyor oluşumuzdur. Sorgulamamız gereken tam olarak budur.

Evet, din tüm dünyada egemen sınıfların gayet etkili kullandığı bir araçtır, tüm Türkiye tarihi, sağın İslam’ı sola karşı ne denli kullandığının ispatıdır. Üstelik tüm bunlara ilave olarak, bugün dini referansları son derece kuvvetli bir iktidar işçilerin, öğrencilerin, yoksulların canına okumaktadır.

Ama cesaretle soralım, tüm bunlar niye bizzat İslam’ın ve İslam’a inananların yüzünden olsun ki?

Müminlere şirin görünmeye çalışanlar aslında bu soruyu açıkça, İslam’ı sorumlu tutarak yanıtlıyorlar. Bu nedenle bunların önüne geçmenin farklı bir İslam yorumuyla mümkün olacağını söylüyorlar. Oysa bizim derdimiz İslam’ın kendisiyle olamaz, bunların sebebi de İslam’ın kendisi veya onun ilahiyat düzleminde bir yorumu değildir. Bunların sebebi insanların inançlarını ve dini kendi çıkarları için kullanan egemen sınıflar ve aslında dinin siyasette yer almasıdır. Dinin siyasete farklı yorumlarla taşınması bunun çözümü olmayacaktır. Dinin siyasete girmesinin, şu ana kadar varolandan farklı bir şekilde yapılması neredeyse imkansızdır.

İslam sağcı bir din değildir. Ama İslam’ın solcu bir din olması da imkansızdır.

İslam’ı solcu bir din yapma çabası, sağcı bir İslam yorumunu meşrulaştıracağı için de doğru değildir. Bu büyük sorunu çözmek, becerebilirsek eğer, sağcı bir dini solcu bir dine dönüştürmekle değil, dini sağcılık ve solculuktan ayrıştırmakla mümkün olacak.

Solun bugün ihtiyacı olan dinden bağımsızlaşmış bir siyaset alanıdır. Dinden bağımsızlaşmış bir siyaset alanından kasıt elbette Türkiye Cumhuriyeti’nde yıllarca hüküm süren altı boş bir laiklik değildir. Aydınlanma’nın kendisinin bile buna yetmediğini görürken, Aydınlanma’nın Türkiye’deki karikatürünün bu meseleyi çözeceğine inanmak deliliktir. Bu konuda solun kemalizmden öğreneceği hiçbir şey yoktur.

Sevap kazanmak, siyasetin bir parçası haline gelmemelidir. Sol, sağın yaptığı gibi siyasetle sevap kazanılacağını vaaz edemez, bu yolla siyaset vesilesiyle insanların inanç dünyasına doğrudan müdahale edemez. Ama insan olmak için bu haksız düzene karşı mücadele etmek gerektiğini, dinsel inançların buna engel olmayacağını söyleyebilir.

İslami düşünce ile solun bu ülkede ortak projeler yapması, sola hiçbir fayda sağlamaz. Tam tersine sol böylece kendi ölüm fermanını imzalamış olur. Sol, İslam ve sağın ortaklaşa geliştirdiği projelerin karşısında alternatifler üretmek yerine, bu yapılanları teşhir etmelidir. Teşhiri de bu yapılan dine ve müslümanlığa sığmaz ya da bunlar dine ve müslümanlığa aykırı diye yapmayacaktır. Teşhir edilmesi gereken, dinin siyasette kullanılması, insanların inançlarının sömürülmesidir.

Dinle sol birbirinin düşmanı değildir. Dinle sol birbirine sağcılar tarafından düşman edilmiştir. Ama dinle solun barışması diye bir durum da söz konusu değildir. Din, sol için, şu anda, insanların inanç dünyasında bir olgu veya felsefenin sonsuz denebilecek alanında siyasetten bağımsız bir tartışma maddesidir. Solcu bir ilahiyat üzerine düşünmek sorunlarımızı çözmeyecek, bizi dinle barıştırmayacak, tam tersine, varolan problemlerimizi daha da şiddetlendirecektir.

Solun, din konusunda, dilini ve düşünce biçimlerini yenilemesi mutlak bir gerekliliktir. Ancak bu yenileme, kesinlikle solcu bir İslam yorumu yaratmak anlamına gelmiyor. Bizim ihtiyacımız olan mülksüzlerden yana bir ilahiyat değildir. Biz ilahiyatın mülksüzlerin önünden çekilmesine, ilahiyatın bizim önümüzde artık bir engel teşkil etmemesine gereksinim duyuyoruz. Bu da ancak İslam’ın soldan yana taraf olmasıyla değil, İslam’ın tarafsızlaştırılmasıyla mümkün olabilir.

Sol bir ilahiyat büyük bir yanlış olarak bir uçta duruyorsa, hiç şüphesiz diğer uçta da başka bir hata olarak dinin karşısına bilimi çıkartan anlayış duruyor.

Sol, dinle bilimi karşı karşıya getirip, din-bilim tartışmasından medet umamaz. Din konusunda Türkiye’de solun takınabileceği en apolitik tutum nedir sorusunun yanıtı işte tam olarak budur. Sol, açık konuşmak gerekirse, tarihi boyunca bu hatayı zaman zaman yapmıştır. Dil ve düşünce biçimlerini yenilemek gerekliliği bu hataları tekrar etmemekle yakından bağlantılıdır. Sol bir daha, dinle bilimi karşı karşıya koymamalıdır. Bu karşılaşmanın ne samimi dindarlara, ne bilime, ne de sol siyasete faydası vardır. Ancak, solun dinle ilişkisinde günahlarını sayarken, sola yapılan haksızlıkların da önüne geçmek lazım. İslamcılığın sol tarafından sağa itildiği varsayımı da bunlardan birisi… İslamcılığı sağa iten sol değildir. Dinsel ideolojinin siyaset sahnesine çıkması, Türkiye gibi bir ülkede başka bir sonuç doğuramaz. Bu noktada yapılan yanlış, inanan insanlarla İslamcılığın birbirine eşitlenmesidir. Bu ikisini birbirine eşitleyemezsiniz. Zaten bu eşitleme yapıldığı anda, herhangi bir tartışmanın anlamı kalmaz. Bu nedenle, İslamcılığın sağa itilmesini tartışırken meselemiz solun inanan insanları anlamaması, onlardan uzak durması, bu ilişkilerde birtakım stratejik hatalar yapmış olması değildir. Bunların hepsi doğru olabilir. Ancak sol bu sayılanların hepsini doğru yapsa dahi, din referanslı bir siyasi hareketle, İslamcılıkla aynı kulvarda yürüyemez. Türkiye’de dinci ideolojinin siyaset sahnesinde görülmesi ve Türkiye sağıyla buluşması anti-komünizm ortak paydasında gerçekleşmiştir.

Bu soru bugün aslında şöyle soruluyor: Bunun tersi mümkün müdür?

Dinin siyaset sahnesine girmesinin ilerici sonuçlar çıkartması Türkiye’nin ideolojik geçmiş ve haritasına baktığımızda mümkün değildir. Din Türkiye’de siyasi bir harekete dönüştüğü anda sağcılıkla ilişkiye geçecektir. Bu noktada solun yapacağı dinin siyaset sahnesine girmesine engel olmaktır.

Dindarlar ve solculuk

Her defasında dinin siyasetten çekilmesini savunan bizlerin de karşı karşıya olduğu ciddi sorular var. Dinin siyasetten tamamen çıkmasını, sadece insanların vicdanlarını ve felsefenin bir dalını ilgilendiren bir konu haline gelmesi gerektiğini söylerken dini öte dünyalaştırmış mı oluyoruz? Dine dünyadan el çektirdiğimizde Tanrı’yı insan ve toplumdan uzaklaştırıyor muyuz? Bunlar gerçekten iyi ve yanıtlanması gereken sorular.

Bu soruların yanıtını ancak farklı bir ahlak anlayışıyla verebiliriz. Solun bu meselede temel zaaflarından birisi zaten bu tür bir ahlak anlayışı üzerine yeterince düşünmemiş ve dolayısıyla ahlak konusunda kendisini geliştirememiş olmasıdır. Dolayısıyla sol böylesi bir ahlakın propagandasını da yapamamıştır. Sol, bunları her deneyişinde, liberal bir saldırı altında geri çekildi. Liberaller müthiş bir kurnazlıkla solu ahlakçılık ve köylülükle suçlarken, solu aslında en zayıf yerinden vurdu. Sol bu konuda bir türlü kendisini geliştiremedi.

Oysa dinin bireyin vicdanını ilgilendiren bir mesele olduğunu söyleyen sol, ahlaka nasıl baktığını anlatmak ve kendi ahlak anlayışını geliştirmek zorundaydı. Sol, bu konuyu ilginç bir biçimde tek tek solcuların ahlakına bıraktı. Ahlak anlayışı, aslında tek tek bireylerin ahlakının toplamından çok daha fazlasıydı ve bu toplamdan aslında bir anlayış çıkmazdı. Sol bundan uzak durdu ve biz bugün solcuların kendi ahlaklarından daha ötede bir sol ahlaktan söz edemiyoruz.

Sol, elbette itici ve kuru bir ahlakçılık geliştiremez, bunun tutsağı da olamaz, ancak sol bir ahlak anlayışı ve felsefesi mutlaka geliştirmelidir. Dinin dünyadan el çekmeyeceği yer de burası olduğuna göre, dindarlarla solcuların inanç düzleminde en sahici ilişki kuracağı zeminlerden bir tanesi mutlaka ahlak olacaktır. Elbette, siyasi başlıkların yanında varolacak, o başlıklardan kaçınılmaz olarak beslenecek ama o başlıklarda tutum almayı da kolaylaştıracak bir zemin bu. Yoksa siyasetin yerini alacak bir ahlaki ve vicdani tutum da bizi çok yanlış yerlere götürecektir. Dinle ilgili görünen pek çok başlıkta insanların kendilerini, hayatı ve ülkenin içinde bulunduğu durumu sorgulamalarını sağlayacak bir yaklaşım herkesi rahatlatacaktır.

Bizi çözüme götürecek olan, dine karşı yeni bir din değil, sınıf siyasetidir.

Bugün çokça tartışılan türban neyin sembolü belli değildir. Markalı türban giymek kadınlar arasında bir statü sembolü haline gelmiştir. İnsanlar türbanlı veya türbansız olarak bölündükleri gibi, türbanlarının markalarını göre de bölünüyor. Türbanlı kadınlar ve kızlar çoğu kimsenin iddia ettiği gibi, sınıflardan bağımsız kategoriler değil. Türkiye’de Tekbir diye bir giyim markası vardır. Artık tekbir bir manifestoyu değil, bir markayı anlatıyor.

Bugün memleketimizde müslümanlık bir inanç biçimi olmanın yanı sıra kısa yoldan zengin olma ya da konumunu koruma yoludur. İnançlarında kimin ne ölçüde samimi olduğu bizi ilgilendirmez, ama insanların sırf başları kapalı ya da namaza gidiyor diye ihale alması, başköşelerde konuk olması, devlet erkanının içine girmesi, haksız kazanç edinmesi bizi ilgilendirir. Bunun bir tür dine kazanma söylemiyle açıklanması kimse için inandırıcı değildir. Dinsel inançlar rüşvetle satın alınıyor, Müslümanlık resmen reklam kampanyalarıyla pazarlanıyor.

İstanbul’un korkunç yapılarından bir zenginlik sembolü olan Sapphire Tower kemalizmin ezdiği kitlelerin iktidar sembolü olarak selamlanabiliyor. O kule bugün hangi sınıfları eziyor?

İşçinin veya köylünün müslüman olması onun sömürüldüğü gerçeğini değiştiriyor mu? Sefaletin veya zenginliğin dini var mı?

Biz sol olarak buna benzer saptamaların ve soruların sonunun gelmeyeceğini iyi biliyoruz.

Üstelik tüm bu sorulara verilebilecek en iyi yanıtlara da biz sahibiz. Peki, müslümanlar, tüm dünyada dindaşlarına eziyet edenleri kimlerin desteklediğini, Irak’ta Allah’ın evinde insanlar kurşuna dizilirken, Türkiye’den kalkan uçaklar müslümanları bombalarken bunu kimlerin protesto ettiğini, bunu protesto edenleri kimin dövdürdüğünü, tüm dünyadaki yoksulların haklarını hiç dinine bakmadan kimin savunduğunu biliyor mu? Bu ve benzeri gerçekleri anlatmamız, bu ve benzeri soruları yanıtlarken, tüm bunları anlatırken cesur olmamız lazım.

Sol açısından kişilerin dindar ya da dinsiz olmasının bir noktadan sonra hiçbir önemi yoktur. Solcular için ateizm de tek başına kesinlikle bir olumlanma özelliği olamaz. Solun gözünde önemli olan o ateistin sınıf mücadelesinde nerede durduğudur; ateist bir burjuva ile dindar bir burjuva arasında sol hiç fark göz etmeyecektir. İnsanları ezen ve sömüren birisinin ateist olması neyi değiştirir? Ateist ya da dindar, inanan ya da inanmayan tüm insanlar sol için sınıf mücadelesinde durdukları yere göre değerlendirilirler.

Sol ilahiyat arayışı, solun varolan sorunlarını çözmeyecek, tam tersine durduğu konumdan dahi geri götürecektir. İlahiyatı sollaştırma çabası, aynı zamanda solu da siyaseti de kalıcı olarak dinselleştirme çabasıdır. Bizim hedefimiz dinle siyaset arasında bir köprü kurmak değil, dini siyaset sahnesinden tamamen çıkartmaktır. 

Dipnotlar

  1.  Laçiner, Ömer, “Sol ve İlahiyat”, Birikim, sayı: 250, 2010, s.23
  2.  Özdoğan, Kazım, “Bir Özgürlük Teolojisinin İmkanları Üzerine”, Birikim, sayı: 250, 2010, s.28
  3. Birikim’in 250. sayısının dosya konusunun Tuncay Birkan’ın yazısı hariç tüm yazıları bunu deniyor.
  4. Özdoğan, Kazım, “Bir Özgürlük Teolojisinin İmkanları Üzerine”, Birikim, sayı: 250, 2010, s.30-31
  5.  a.g.m. s. 32
  6.  a.g.m. s. 35
  7.  a.g.m. s. 36
  8.  Önder, Sırrı Süreyya, “Müminin Celadetine Ne oldu?”, Birikim, sayı: 250, 2010
  9.  Utkucu, Murat, “Aynı Trende: İslam ve Sosyalizm”, Birikim, sayı: 250, 2010, s. 47
  10.  Aktaş, Cihan, “Halkın Sesinde Hakk’ın Sesini Aramak: ‘La’ ya da Sürekli Devrim”, Birikim, sayı: 250, 2010, s.72
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×