Dink’ten Newroz’a Kırılma Noktasına Doğru

Hrant Dink cinayeti üzerine söylenenlerden biri de, Türkiye’de üstünden bir ay geçtikten sonra hakkında konuşulmaya devam edilen, konuşulanların da gündemin birinci maddesi olmaya devam ettiği başka bir suikast olmadığıydı. Bunun doğruluk derecesi önemsiz, saldırının çok önemli olduğu doğrudur.

Gelenek, Türkiye’nin iç dinamiklerinin sistematik biçimde zayıf düştüğünü, zayıf düşürüldüğünü, gündemin ülke tarihinde belki hiç görülmedik ölçüde dış belirlenimli hale geldiğini uzun süredir saptamaktadır.

Her karmaşık toplumsal-siyasal olay çok sayıda farklı bütünün içinde değerlendirilebilme özelliği taşır. Dink suikastı da burjuva siyasetindeki güç dengeleri, düzenin kontrgerilla örgütlenmesi, faşist-milliyetçi toplumsal ağırlık, toplumun ideolojik haritasında neden olduğu oynamalar, Ermeni sorunu gibi, sayısını daha da artırabileceğimiz boyutlara sahiptir. Bu boyutların her biri, farklı yorumcuların elinde açıklamanın özünü oluşturan bir bütüne dönüşebilmiştir.

Bir analizin sağlamlığı, herhangi bir boyutu ihmal etmeksizin değerlendirmeye katmasıyla ölçülebilir; ancak bu boyutlar arasındaki hiyerarşinin tanımlanması boyut atlamamaktan daha da önemlidir.

Tamam, bütün faktörler vardır işin içinde. Ama hangisi nerede?

Dink suikastının Türkiye toplumunda çok güçlü bir altyapısı bulunan Ermeni düşmanlığıyla ilintisi açıktır. Ancak Dink’in 1915 sürecinin son halkası olarak katledildiği saptamasının denk düştüğü “boyutlar arası hiyerarşi” kesinkes yanlış tanımlanmıştır.

Türk milliyetçiliğinin ve içindeki faşist damarın cinayetle birlikte kabardığı da açıktır. Ancak Dink’in öldürülmesinin milliyetçi yükselişin doğrusal bir çıktısı sayılması yanlıştır. Bu, her şeyden önce söz konusu akıma, egemen güçlerden ve emperyalizmden özerk bir kuvvet atfetmek anlamına gelir.

Türkiye’de benzeri şiddet göstergelerinin çoğalması, Türkiye burjuvazisinin AB tipi uluslararası entegrasyonunu tabii ki zora sokmaktadır. Bu zorluk, AB emperyalizminin Türkiye’nin aday üyelik sürecine daha fazla terbiye edici unsur eklemesini kolaylaştırır. Ancak cinayetin Türkiye’nin AB’ye girişini engellemek için işlendiği tezi, sayısız yanlış içerecektir. Her şey bir yana, AB entegrasyonculuğunda yaşanan bariz geri çekilme konjonktüründe neden birtakım güçler AB sürecine karşı şok müdahaleye gerek duyar? Buna anlamlı bir yanıt vermek kolay değildir. Her şeyi AB üyeliğini engellemek için düzenlenmiş bir komplo sayan mantığın herkes Türk’e düşman türünde fikirlerden daha incelikli olmadığı söylenmelidir.

Türkiye solu bütün bunları yaptı. Çoğunlukla liberal kesimler yukarıdaki seçenekler arasında dolanıp durmuşlardır.

Analiz, elbette boyut atlamamalıdır. Ancak birbirine eklenen boyutların eksiksiz olmasından daha önemlisi, kurulan “sistem”in kendisidir.

Emperyalist komplo mu?

Konuyla ilgili olarak TKP merkezinin açıklamaları, günlük internet gazetesi Sol ve haftalık Komünist’in yorumlarında vurgu az önce hatırlattığımız noktaya konulmuş, Türkiye’nin iç süreçlerinin dış belirlenim altına girmesine öncelik verilmiştir.

Burada ayar veya açıklık gerektiren iki mesele vardır.

Birincisi, az önce söylenen: “Odak noktası” diğer unsurların yok sayılması anlamına gelmez. İkincisi, dış belirlenimin ilk akla gelen biçimi emperyalist komplo olmakla birlikte, siyasal çözümlemede önemli olan biçim değildir.

Türkiye tarihi, resmi soruşturmaların da siyasal mücadelelerin de somut mekanizmalarını ancak bir yere kadar deşifre edebildiği cinayet ve katliamlarla doludur. Deşifre etmek, toplumsal propaganda ve siyasal mücadele açısından kuşkusuz değer taşır. Ama bilinmelidir ki, deşifrasyonun başarısızlığı durumunda sadece hukuksal prosedürler kadük olabilir; siyaset ise yoluna devam eder…

Siyaset, nedenler kadar, hatta nedenlerden daha fazla sonuçlardan ve olasılıklardan hareket etmek durumundadır.

Örneğin Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs’a askeri müdahalesinin, adada faşist bir diktatörlüğü önlediği, milliyetçiliğin yükselişini temsil ettiği, Yunanistan’ın Osmanlı’dan bağımsızlaşması ile başlayıp Kurtuluş Savaşı’na bir iç savaş boyutu katan etnik hesaplaşmayı canlandırdığı, dönemin hükümet partilerinin iktidar mücadelelerinde bir faktör olarak işlev gördüğü…hepsi doğrudur.

Sonuçlara bakmayan, bunlardan herhangi birinin ve hepsinin içinde boğulabilir.

Ancak sonuçta, Bağlantısızlar Hareketi ile ilişkili, bağımsızlıkçı ve Sovyetler Birliği ile dirsek teması kuran bir Kıbrıs ortadan kalkmış, iki NATO ülkesince paylaşılan, İngiltere’nin askeri üslerinin korunduğu, eski sömürgeci açık hegemonyanın yerini ise ABD’nin daha karmaşık egemenlik mekanizmalarının aldığı, anti-sömürgeciliğin anti-emperyalizme dönüşümünün kesintiye uğradığı ve emekçi sınıf güçlerinin zayıfladığı bir tablo ortaya çıkmamış mıdır? Sürecin her adımında hangi komploların kurulduğu mu kritiktir, bu genel sonuçlar mı?

Osmanbey’de bir aydının başına sıkılan kurşunlarla ABD emperyalizmi arasındaki bağ da bu düzlemde ele alınmalıdır.

Tetiğe basan alçaklık mekanizmasının her anı önemlidir. Ama sonuçta ne olduğunu saptamadan mekanizmayı anlamlandırmak zaten mümkün değildir. Bu düzleme işaret eden bir çözümlemenin somut mekanizmaların açığa çıkarılmasıyla tahkim olacağı kesindir, ama tersi, yani herhangi bir komplo bağlantısının saptanamaması çözümlemeyi geçersizleştirmez.

Öte yandan emperyalizme vurgu yapan bir çözümlemeyi tahkim edeyim derken komplo kanıtlarından ibaret bir akıl yürütmeye hapsolmak ise aslında, ikna yeteneğinin yitirilmesine neden olmaktadır. Zira emperyalizmin ve yerli egemen güçlerin türlü araçlarla ve son derece karmaşık güç ilişkileri içinde kontrol ettikleri ve yönlendirdikleri bir alanda bilginin en arıtılmışına solun ulaşması, ulaştıktan sonra da onca “haber”in ve ideolojik aracın arasından sıyrılıp kitlelere bu arı bilgiyi taşıması, aşağı yukarı imkansızdır. Çözümlemenin yerini kanıtsız iddiaların aldığı bir mücadele, eğer karşı tarafın psikolojik savaş taktiklerinin bir unsuru değilse zavallılıktır.1

Emperyalizme işaret eden çözümlemenin düşünsel ve somut dayanakları çerçevesinde şu noktalar yeterli sayılmalıdır:

Bir: Saldırıdan Türkiye’de bütünüyle kârlı çıkan herhangi bir kurum veya özne yoktur.

İki: Türkiye’de siyasal öznelerin hareket alanı daralmış, bir bütün olarak siyasal dinamizm zayıflamıştır. Üstelik olayın öncesinde de kendi ayakları üzerinde durma yeteneği olmayan burjuva siyaseti ve düzeninin herhangi bir öznesinin şok yaratma sorumluluğunu alması makul görünmemektedir.

Üç: Bu zayıflamadan yarar sağlayan dış özneler arasında, herhangi biri değil özel olarak ABD emperyalizmi öne çıkmaktadır.

Dört: Türkiye’de bu tür olayların adresleri hep kontrgerilladan geçer. Kural olarak büyük provokasyonlar özerk yapım değildir.

Beş: Her zaman bir deli taşı kuyuya atabilir, ve Türkiye kuyular, taşlar ve delilerden geçilmemektedir. Ancak önemli olan sonrasında hangi güç veya güçlerin inisiyatif yitirdiği, kimlerin inisiyatif geliştirdiğidir.

Türkiye’de ABD inisiyatifinin aldığı mesafe çıplak gözle görülmektedir. Şubat ayı içinde Kürt başlığında ABD perspektifi doğrultusunda yaşanan gelişmeler son derece çarpıcıdır…

Peki bu çözümlemeden nasıl bir mücadele stratejisi çıkarılmalıdır?

Başta sağlıklı bir çözümlemede farklı boyutların ihmal edilmemesi gerektiğini söylemiştim. Bu bilimsel titizlik adına yapılmış bir çağrı değildir. Bilimsel titizlik değerlidir, ama farklı boyutlar doğru mücadelenin üretilebilmesi için görev üstleneceklerdir; asıl önemli olan budur.

Teslimiyetçiliği ve liberalizmi eleştirmeden milliyetçiliğe ve faşizme karşı verilecek bir mücadele, egemen güçlerin bütünlüğünü ihmal ederek yerel faşist çeteleri veya kontrgerillayı hedef gösteren bir propaganda, egemen güçler derken devletin görünen boyutuyla veya tam tersine resmi kurumları aklayacak ölçüde gizli organizasyonlarla yetinen bir eleştiri…

Yanlış kurulmuş her dengeden, kim en fazla inisiyatif sahibiyse o nemalanır. Öyle ki, yukarıda değinildiği gibi, iç faktörleri önemsizleştiren bir komplo olarak emperyalist sorumluluğa parmak basmak, inandırıcılığı yok ederek yine aynı sonucu verecektir.

Cenaze ve orta sınıflar

Bu ara başlık yalnızca bir parantez. Cenazeyi organize ettiklerini düşünen, ancak fonksiyonları belirli bir sonucun ortaya çıkması için kurabilecekleri barajı kurmamaktan ibaret olan kesimler bulunmaktadır. Sonuca ve “organizasyona” yönelik eleştirilerimiz bu kesimlerin, en başta ÖDP’nin işine, doğaldır ki gelmemiştir.

Aradan geçen zaman bu konudaki istismarcılığı önemsizleştirdi. Yine de söylemeliyim, bu çevre bizim, eleştiriyi yüzümüze gözümüze bulaştırıp iki öğeyi, cenazenin toplumsal, ideolojik ve siyasal sonuçları ile kitlesini birbirine karıştıracağımızı sanmamalıdır.

Türkiye ilericiliğinin Hrant Dink’in cenazesine katılan kitleyle empati kurmaması saçmadır ve duyduğum kadarıyla solda bu saçmalık nevi şahsına münhasır kimi öbeklerle sınırlı kalmıştır. Sol sıfatını kullanan faşistleri ise boş veriyorum.

Siyasal cinayete karşı siyasal protesto işlevinden kaçırılan, siyasal protestonun önüne bariyer ama ABD Büyükelçisi dahil gerici bir protokole halı döşeyen, sol bir parti üyesinin cenazesinde ortaya çıkacak sol tonu zararlı bir gölge olarak gören, bu yaptığıyla liberal medyanın açık desteğini alan, aynı liberal medyanın bu doğrultuda neredeyse şantaj ve tehdit yöntemlerine başvurduğu bir organizasyonu eleştirmememizi, hatta bu tablonun parçası olmamızı beklemek ise bir öncekinden daha saçmadır.

İşin ilginç tarafı, cenazede buluşan kitlenin “ev sahipleri”yle kurduğu ideolojik ve siyasal bağ da son derece zayıftır. Nitekim birkaç günlüğüne öne çıkan kozmopolit dayanışma ideolojisi, faşist milliyetçiliğin karşı hamlesiyle orta sınıf ürkekliğinin kovuklarına geri çekildi. Burada, sorun kitlenin sınıf karakterinde ve sorumluluk bu insanlarda değildir. Bu kitle en genel tanımıyla “karanlık güçlere” meydan okuyabilir ve milliyetçilikle teslimiyetçilik karşısında solu psikolojik bir üstünlüğe taşıyabilirdi. Böyle bir sonuçtan bütün ilericiler, bütün sol, ama kuşkusuz en başta cenazenin ve evin sahipleri güçlenerek çıkmış olurdu. Sorun ve sorumluluk kitleden kaynaklanmamıştır.

“Cenaze”nin burjuva politikasındakine benzer pragmatik kullanımı diye bir konuya ise hiç yer yoktur. Dink gibi bir kişiliğin ölümünün gericiliğe meydan okumakla bütünleştirilmesi alınabilecek en etik tutum olmaz mıydı?

“Hepimiz Ermeniyiz” herhangi bir başka nedenle değil, 2 düşmanı Türk milliyetçiliğiyle sınırladığı, diğerlerinin sıyrılmasına ve inisiyatif geliştirmesine müdahale edemediği ve üstelik milliyetçi-faşist harekete çok kolay bir karşı hamle imkanını armağan ettiği için yanlıştır. Milliyetçiliğin toplumda çok büyük bir güce sahip olduğunu bazen abartarak saptayanlar, bu sloganın aynı toplumu en yalın ve en çirkin, üretmek için zerre kadar yaratıcılık gerektirmeyen şovenist yanıtla, “hepimiz Türküz”le baş başa bırakacağını nasıl olur da öngöremezler.

Sonuç, faşizmin, milliyetçiliğin ve emperyalizmin topluca suçlu ilan edilmeleri ve toplum tarafından sorguya alınmaları olabilecekken, kontrgerilla ve faşist harekete güç gösterisi imkanı sunulmuş, milliyetçilik mükemmel bir provokasyon yatağı olarak tahkim edilmiştir. Emperyalizm ise değil suçlanmak, neredeyse Türk faşizmini dizginleyecek bir uygarlık müessesesi pozuna bürünebilmiştir!

Bu sonuçtan zarar gören Türkiye ilericiliğinin tamamıdır.

Ortadoğu’da Daha Bağımlı Olmak

Bu tartışmalar ABD-Türkiye ilişkilerinin yanında gerçek değerini hızla yitirdi aslında. Soruşturma karmaşası ve ortak bir deyim olarak “haber kirliliği” istisnasız bütün “yerli” öznelerin her an iplerinin çekilebilir olması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla operasyonun birinci safhası tamamlanmıştır.

İkinci safhada asıl kırılma noktası olarak Kerkük ve Kürt sorunu ön plana çıkmıştır.

Dink cinayetinin Ermeni sorunuyla bir bağı olduğunu değil, nedeninin bu olduğunu öne sürmek, Ortadoğu’nun üstünü örtmekten başka ne işe yarayabilirdi ki?

Bağımlılığın arttığı ortamda Türkiye’nin Ortadoğu’da emperyalizmin doğrudan hizmetine girmesinin uzun süredir bulunan formülü olgunlaşmıştır: Kürt karşıtlığı.

Daha fazla bağımlılık Türkiye’nin ABD için daha önce yapmadığı, yapamadığı ne varsa, bunları üstlenmesidir. 2003’te uluslararası işgal koalisyonuna girmeyen Türkiye’nin günümüz emperyalizmi tarafından bu haliyle kabul edilip bağra basılmayacağı görülmüştür. Türkiye’nin arızası Kürt faktörü sayesinde giderilmektedir.

Barzani Türkiye egemen güçlerini bağımsız devletle ve Kerkük’le korkutacak, ABD kah birinin kah diğerinin yanında görünecek. Türkiye, Kürtleri cezalandırmak için, ABD’nin suyuna gitmek için yola girecek…

Dink suikastı Türkiye’nin yola girmesinde bir dönemeçtir. Toplum eşanlı olarak derin bir umutsuzluğa ve militarist-milliyetçi histeriye tutulmuştur. Provokasyon politikasının bu ülkede yaptıramayacağı ne olabilir!

Türkiye’nin daha bağımlı hale gelmesiyle Kürtlere yönelik baskıların şiddetlenmesi arasındaki ilişki de görülmelidir. Batı ile ilişkilerin Kürtlerin daha fazla demokratik haklar edinmesini sağlayacağı son derece vülger bir yaklaşımdır. Bütün Kürt siyaseti ve liberal/sol-liberal akımlar bu yaklaşımı temel almaktadır.

Oysa ampirik olarak bu doğrulanmamaktadır, bir. Kürtler son yıllarda yalnızca cesaret bulmuşlardır. Toplumsal, yasal koşullarda değişen bir şey yoktur. Cesaret ise Kürt milliyetçiliği için kullanılmaktadır. Kürt hareketinin eski ezberi, “Türkiyeli olmak, Türkiye partisi olmak…” çökmüştür. Kürt siyaseti Ortadoğululaşmakta, Türkiye’nin diğer kesimleriyle arasına yabancılık girmektedir.

Batının, baskıların artması halinde Kürtleri koruyup korumayacağı ise başka faktörlerden bağımsız olarak yanıtlanacak bir soru değildir.

Türkiye-Irak Kürdistanı ilişkilerindeki gerginliğin, aşılması mümkün olmayan bir üst sınırı vardır. İsrail, Kürdistan ve Türkiye Ortadoğu’da ABD’nin temel ekseninin üç ayağıdır. Genel olarak emperyalizm bağımlı bir grup ülkeyi ittifaka yönlendirdiğinde, bunların ilişkilerinin, aralarında emperyalist patrona hizmet yarışı olacak kadar gerilmesini uygundur. Kimse dışarı çıkmaya cesaret edememeli her yerel müttefik bir diğerinden çekinmelidir. Ancak aralarındaki çatışmanın ittifak ekseninin kendisini eğip bükmesine izin verilemez.

Peki, örneğimize dönersek, Türkiye Kürtleri bu denklemin neresindedir?

Açıkçası en dezavantajlı noktasında! Bir kırılma noktasında!

Şubat ayı MGK toplantısından Kerkük/PKK konularında askeri müdahale sonucu çıkmamıştır. Ama toplantıyla neredeyse eş zamanlı olarak içerdeki Kürt çevrelerine dönük basınç bariz biçimde artmıştır. Oyunun kuralı gereği Türkiye kapitalizmi ABD’ye hizmet yarışında kendi Kürtlerine sertlikle yönelmektedir. Ve Mart ayı Newroz ayıdır…

Bu koşullarda Türk milliyetçiliğini sosyo-psikolojik, kültürel faktörlerle açıklamak, aslında milliyetçiliği akıl almaz biçimde hafife almaktır. Türkiye solu Kürtlere dönük artan baskılara bu hafiflikle bakarsa kaçak dövüşmek zorunda kalır. Zira Kürt kimliği Türkiye toplumunda “öteki” kategorisine sıkıştırılamayacak kadar kalabalık bir nüfusa ve ileri bir sosyal iç içeliğe oturuyor. Ermeni sorunu, gerici sömürü düzeninin onlarca yıl önce tasfiye ettiği bir komşu halkla ilgilidir. Kürt sorunu Türkiye’nin sosyal dokusunun köklü biçimde değiştirilmesi olasılığını içermektedir.

Türkiye solu “Hepimiz Kürdüz” diyemeyeceğini bu tür bir analizle değil sezgileriyle yakalayacaktır. Ancak yetmez. Kürt düşmanlığı gericiliktir ve kapitalist düzen ne zaman gericileşse sola vurmayı da ihmal etmemiştir.

Sol, Türk-Kürt kimlik konfrontasyonunu önemsizleştirecek, birliğin yeniden inşası için güçlü bir kaynak anlamına gelecek bir temaya sarılmalı, iki kimliği eş anlı olarak barındıran ama kesinlikle her ikisinden farklı bir üçüncü karşı ağırlık geliştirmelidir.

Emperyalizmin rolünden kendince yarar sağladığı hissine kapılan Kürt kitlelerin suyuna gitmek için anti-emperyalizmi sulandıran bir sol, en başta kendisinin ve işçi sınıfının altında kalacağı bir kırılma noktasından kaçınamayacaktır.

Dipnotlar

  1. Burada Perinçek ekolünü değil bir yaklaşımı kastettiğimi, Perinçek’in ise bu yaklaşımın tipik ve belki en iyi örneğini oluşturduğunu söyleyeyim. Bu kesim Dink’in ölümünün ardından, Ermeni Patriğine “cinayeti ABD’nin işlediğini biliyorsun, açıkla” diye seslenmiş, sonra da “cinayeti Fethullahçı Emniyet işledi” çıkışı yapmıştır. Bu düzeyde söylenenler ille de kanıt ister. Kanıt yoksa, inandırıcılık da yoktur.
  2. Bu sloganın kökeninin Nazizme karşı Yahudilerle dayanışmaya dayanması, yakın zamanda neo-nazilere karşı Alman ilericilerince Türkler için kullanılması, İsrail saldırılarına maruz kalan Filistin ve Lübnanlılara, ABD işgaline direnen Iraklılara uyarlanması durumu açıklamaya yetmiyor. Türkiye tam da kimlikler ekseninde bir yarılmaya uğrarken kimlikleri temel alan bir siyasal tutum, birliğe hizmet etmeyecektir. “Öteki ile empati kurma” ideolojisi ise post-modern çerçevede mıncıklanmaya başlanmadan çok önce de bir aydın tavrı olarak biliniyordu. Aydın tavrı, aydının müdahalesi için gerekir, kitleye olduğu gibi taşınamaz. Zor olan ve aydının asıl yapması gereken, birlik ve kardeşliğin üzerine bina edileceği eksenleri tanımlı hale getirmektir. Emperyalizme karşı birlikte mücadele gibi… Bu beğenilmiyorsa bir başkası aransın; ama aynı düzlemde olmak kaydıyla!
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×