Dünya komünist hareketinde kadın sorunu üzerine
“Proletarya, ancak ulus ve meslek farkı olmaksızın birlikte savaşırsa özgürlüğüne kavuşabilir. Aynı şekilde, ancak cinsiyet ayrımı olmadan bir arada durursa özgür olabilir. Büyük proleter kadın kitlelerinin proletaryanın kurtuluş mücadelesi ile buluşması, sosyalist düşüncenin zaferi ve sosyalist bir toplumun inşası için ön koşullardan biridir.” Clara Zetkin, Gotha, 1896
Marksizm kadınların ikincilliğinin kökenlerini, aile içi rollerini, işgücüne ve yeniden üretime katılımlarını tartışırken toplumların sınıflara bölünmüşlüğünü temel alır. Her türlü iş bölümünün mülkiyet ilişkilerine dayandığı sınıflı toplumlarda, kadınlara uygulanan baskının ve kadının tabi konumunun sömürüye dayalı olduğu gerçeğinden hareket eder. Buradan bakıldığında kadının kurtuluşu mücadelesinde sınıf mücadelesinin üzerinde ya da dışında hiçbir sosyal, kültürel ya da ekonomik unsur temel belirleyen olamaz.
Fransız Devrimi’nden Büyük Ekim Devrimi’ne kadar pek çok isyanda kadınların ayaklanmalarının devrimleri ateşleyen ilk ayaklanmalar olması bir tesadüf değildir. Ev içi iş bölümünde aile bireylerinin bakımı ve karınlarının doyurulmasından sorumlu olan kadınlar, yoksulluk ve savaş koşullarında iktidara karşı ilk başkaldıranlar olmuşlardır. Hem bu isyanları, hem de işgücüne giderek artan katılımları nedeniyle dünya komünist hareketinde başından beri önemli yer tutan kadınların kurtuluşu mücadelesi, hemen her zaman ateşli tartışmaların konusu olmaya devam etmektedir.
Kadınların mücadelesinde komünistlerin kavgası
Fransız Devrimi’nde yükselen kadınların eşit yurttaşlık talepleri 19. yüzyılda özellikle Avrupa ülkeleri ve bazı ABD eyaletlerinde oy hakkı mücadelesi ile devam etti. O yıllarda henüz sadece mülk sahibi sınıfların erkeklerinin sahip olabildiği bu siyasi hak, farklı zamanlarda, farklı ülkelerde emekçi sınıfların erkek ve kadınları için önemli bir mücadele konusuydu. 19. yüzyılın ilerleyen yıllarında özellikle dokuma sanayinin başat ve en hızlı gelişen sanayi haline gelmesi ve toplam emek gücünün önemli bir kısmını kadınların oluşturmaya başlaması üzerine, yükselmekte olan işçi sınıfı hareketi içerisinde açılan tartışma ise oy hakkı mücadelesine ilişkin değildi. I. Enternasyonal tartışmalarının da konusu haline gelen kadın işçilerin erkek işçilerin kazanımlarını tehdit ettiği gerekçesiyle işçi sendikalarına alınmamaları, işçi kadınların bazı şehirlerde kendi sendikalarını ve grevlerini örgütlemeleri ile sonuçlanmıştı. Bizzat Marx’ın 1867’deki I. Enternasyonal Kongresi’ne sunduğu tartışma önergesinin “Kadın ve erkek, işçi sınıfları için sermaye tahakkümünden tam kurtuluşa yönelik mücadelede pratik eylem araçları” başlığını taşımasının nedenlerinden biri de kadınların da işçi sınıfının bir parçası olduğu gerçeğinin altını çizmekti.1 Marx ve Engels, I. Enternasyonal’de kadın emeği üzerine yapılan tartışmalarda, kadın ve çocukların maruz kaldığı ağır sömürü koşullarına karşı çıkmalarına rağmen, kadınların üretime katılmalarını ilerici ve meşru bulduklarını dile getirdiler ve işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinde kadın emekçilerin de yeri olduğunu her fırsatta vurguladılar.2
İlki 1907’de gerçekleşen Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansları3 Tartışmalarda komünist kadınlar siyasal hak eşitliği için mücadeleyi, bir önyargı ve geleneğin yıkılması ya da erkek ayrıcalıklarının sonlanmasından öte bir şey olarak ele alırlar. İşçi sınıfının mücadelesini zayıflatmak için bir ayrıcalık olarak sunulduğu düşünülen ve burjuva kadınların talebi olarak yorumlanan kadınlara oy hakkı mücadelesi, aslında özgürlük isteyen kadın kitlelerinin burjuva kampta bir karışıklığa yol açmasını sağlayabilecek niteliktedir. Bunun yanı sıra burjuvazinin sınıf iktidarına ve onun devlet mekanizması ile hukukuna karşı bir mücadele olarak, işçi sınıfının iktidarı alma mücadelesi ile birleştirilebilir. Komintern’in hem II. Kongresi’nde (1920), hem de III. Kongresi’nde (1921) komünistlerin kadınlara oy hakkı mücadelesi içinde yer alıp almamaları tartışılırken, kadınların ancak ait oldukları sınıfın mücadelesini verebilecekleri ve oy hakkının da burjuva sınıfı kadınlarının bir talebi olduğu öne sürülmüştür. Buna karşı Clara Zetkin oy hakkı mücadelesinin feminist bir talep olmadığını, burjuva hukukuna karşı sınıfsal bir mücadele olduğunu dile getirmiş ve kadınlara oy hakkı mücadelesinin devrimci bir mücadele olduğuna yoldaşlarını ikna etmiştir.
Bu tartışmaların bakiyesi hala zaman zaman dünya komünist hareketinin kadın sorunu başlığında yaşadığı tartışmalara yansımaktadır. İşçi sınıfından kadınların mücadelelerinin burjuva sınıfının kadınlarının mücadelesi ile çakışan yanları olup olmadığı, varsa bu yan yana gelişin hangi başlıklarda olabileceği tartışmaları farklı güncelliklerde karşımıza çıksa bile, işçi ya da sermaye sınıfından kadın ve erkeklerin kendi sınıfları içinde bile ayrı, homojen bir toplumsal tabaka oluşturamayacakları gerçeği dünya komünist hareketinin ezberidir.
Kadın sorunundan kadın çalışmalarındaki sorunlara
Komünist partiler için güncel sorunları diyalektik yöntemin süzgecinden geçirmek, tarihsel olanla bağını kurmak ve içerdikleri sınıfsal bağlam üzerine bir mücadele inşa etmek her zaman kolay olmayan bir zorunluluktur. Mesele kadın sorunu olduğunda, işçi sınıfına ait olduğu açık olan başlıklara el atmanın daha kolay olduğu, bu açıklığın olmadığı başlıklarda ise dünya komünist hareketinin genel bir derinleşme ihtiyacı içerisinde olduğu birçok yazı4 ve uluslararası toplantıda konu edildi. Bu başlıkları burada birer birer ele almak mümkün görünmüyor, ancak Gelenek okurları bu konuların genel olarak kadın sorunu başlığı altında şimdilerde feminist veya liberal ideolojilerin sınıf siyasetinden uzak yürüttükleri mücadeleleri içerdiğini tahmin edecektir. Örneğin, kadınları doğrudan ezen ve toplumsal alandan dışlamaya çalışan dinci gericiliğe, kadın emeğinin sömürüsü dışında görünen kadına yönelik baskıya ve şiddete, kadınların bedenleri üzerinde kurulmaya çalışılan tahakküme, kürtaj hakkına, taciz ve tecavüze karşı mücadeleye sınıfsal içeriğinin katılması ve bu alanların liberalizmin eline bırakılmaması konusunda işçi sınıfı partilerinin bir bütün olarak yeterince kararlı olamadığı veya zorlandığı söylenebilir. Buradaki zorluğun nedenlerinden biri artık komünist olarak nitelendirilemeyeceği halde isimlerinde hala “komünist” sıfatını taşıyan, sınıf teorilerini mazide bırakarak her türlü muhalif “kimliği” bir taban dinamiği olarak kabul eden reformist partilerden ayrışma çabası iken, diğer bir neden kimlik siyasetinin peşinde “kadınların özgürlüğü”nün liberal bir anlayışın parçası haline getirilmesi ve “kadınların örgütlenmesi”nin sınıfsallığından koparılmış olmasıdır.
Bu bağlamda kadınların örgütlenmesinde ayrı kadın örgütlerine ihtiyaç olup olmadığı sorusu dünya komünist hareketinin belli momentlerde ele aldığı bir soru olmuştur. Bundan neredeyse yüzyıl önce, Komintern III. Kongresi Komünist Kadınlar Konferansı’nda(1921) kadınların partileri dışında bir örgütleri olamayacağı, ancak kadın kitlelerine yaklaşmak ve örgütlemek için özel tedbirlere gereksinim olduğunu saptayan komünist hareket geçtiğimiz yüzyılda, işçi, öğrenci, kentli, köylü her yaştan kadının anti-emperyalizm ve sosyalizm mücadelesine katılımlarını arttırmak amacıyla kimi zaman ara yüzey olarak tarif edilen bir kadın örgütünü, kimi zaman sadece kadınlara yönelik çıkarılan bir yayını kullanmıştır. Hemen her durumda bir kadın bürosu ile kadın sorununa odaklanma gereksinimi duyan komünistler farklı tarihsel kesitlerde biriktirdikleri bu deneyimlerden dersler çıkarmışlardır. Komünistlerin burada dikkat ettikleri; kadınlara “özelleşmiş” bazı sorunlara eğilirken güncel kazanımları önemsizleştirmeden bunun bazı handikaplarını bertaraf etmek ve talepleri sosyalizm mücadelesi ile ilişkilendirerek mücadeleyi güçlendirecek bir tarz yaratmaktır.
Bugün sosyalizmin çözülmesiyle üretilmesi hızlanan kadının toplumsal konumu ve kurtuluşu üzerine sınıflar üstü ve postmodern teoriler, kadın çalışmalarına akademide açılan yerle birlikte biriken geniş bir literatürle beslenmeye devam ediyor. Kadın emeği alanında yapılan değerlendirmeler ve çalışmalar dışında komünistlere siyasi pratikte bir katkı sağlamayan bu külliyat, aksine meselenin bulanıklaşmasına, kadın sorununun yukarıda da belirtildiği gibi kimlik siyasetinin bir parçası olarak ele alınmasına neden oluyor. Sınıf ayrımcılığının yerini cinsiyet ayrımcılığının aldığı, kapitalizm karşıtlığının yerini patriyarka karşıtlığının aldığı bu terminolojiden maalesef bazı komünist partiler de etkileniyor. Burjuva cephesi ise, bu yazının konusu olmayan ve burada sadece genel sonuçları ile değinilen bu teorilerden 8 Mart’ları pembe günler haline getirmek için, siyasette kadın kotalarıyla biçimsel bir cinsiyet eşitliği propagandası yapmak için ya da yeri geldiğinde şiddet karşıtı kitlelere çözüm olarak pembe vagon ve otobüsleri sunarak onların sermaye sınıfı karşıtı bir pozisyon almasını engellemek için faydalanıyor.
Özetle, sosyalizmin inşasında eşit unsurlar olarak yer almaları bugün kapitalizmin devrilmesinde daha çok görev almalarıyla mümkün olacak kadınların, kapitalizmin karşısında bir direnç odağı haline gelebilmeleri, sınıf hareketinin destekçileri ve militanları olmaları, partili mücadeleye katılmaları önemlidir. Dünya komünist hareketinin kadınların özgürlük mücadeleleri ile kadınların sınıf mücadelesine örgütlenmesi arasındaki yadsınamayacak ilişkiyi daha güçlü kurması, yüz yıl önceki kararlılığı yeniden kazanması gerekmektedir. Bu tespitin mücadeleye ve mücadelenin araçlarına nasıl yansıması gerektiği, toplumların nesnelliğine ve işçi sınıfı hareketinin gelişkinliğine göre şekillenecektir. Böylece yeniden değerlendirilen nesnellik, komünistlerin kadın sorununda bazı stratejilerini güncellemelerinde ve inceltmelerinde faydalı olacaktır. Ancak bugün bu kararlılığın yakalanabilmesi ve sağlam adımlarla ilerlenebilmesinin ön koşulu sınıf içerisinde komünistlerin etkinliğinin artmasıdır. Dolayısıyla dünya komünist hareketi, bugün kadın sorununda ekseriyetle kadınların işgücüne katılımının artmasının komünist partilerin ve sendikaların bileşimlerine ne ölçüde yansıdığı, işçi kadınların sınıf bilinçlerinin nasıl oluştuğu, komünist kadınların sınıfsal sorunların dışında gündelik politik ve sosyal gereksinimleriyle nasıl başa çıkıyor olduğu sorularına yanıt aramaktadır.
Kadınlar örgütleniyor mu?
Bugün pek çok komünist partinin kadın sorununa dair tartışmalarının merkezinde, kadının toplumsal konumunun işgücüne katılımıyla değerlendirilmesi yer alıyor. Farklı ülkelerde değişen nicelik ve niteliklerde olsa da 21. yüzyıl dünyasında emek gücünün önemli bir unsuru olan kadınların sendika ve düzen dışı siyasi partilerde örgütlü mücadeleye ne kadar katıldıkları, bu durumun komünist partilerin bileşimlerine ne kadar yansıdığı mücadelenin önemli ölçütlerinden biri haline geldi.
Bugün Avrupa ülkelerinde çalışabilir yaştaki kadınların yüzde 63,4’ü iş gücüne katılırken, OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü) ülkelerinin tamamı içerisindeki kadınlar iş gücünün yüzde 45’ini oluşturuyor.5 Telekomünikasyon, sağlık, gıda, finans ve bankacılık gibi sektörlerde çalışan kadın işçilerin oranı genel olarak yüzde 50’lerin çok üzerinde bulunuyor. Son yirmi yılda Asya’ya doğru belirgin bir coğrafi kaymanın yaşandığı tekstil sektöründe ise artık ileri kapitalist ülkelerin değil, yoksul ülke halklarının kadınları çalışıyor. Günlük değil saatlik, tam zamanlı değil geçici ve yarı zamanlı işlerde çalışmak durumunda kalan kadınlar arasında angarya iş, taşeron ve güvencesiz çalışma beklenildiği üzere giderek yaygınlaşıyor. Kadın ve erkek işçilerin ücretleri arasında yüzde 15-40 arasında değişen fark, yarı zamanlı işlerde daha da artıyor.
Kadın emeği söz konusu olduğunda, Türkiye gibi dinci gerici, muhafazakâr siyasi iktidarların bulunduğu ülkelerde, sermaye sınıfının kadınların işgücüne katılımını kolaylaştırıyor mu yoksa aksine zorlaştırıyor mu olduğu önem taşıyan bir başka konudur. Sermayenin kadın işgücünü tercih etmesinin bilindik nedenleri arasında, kadının daha kolay “yönetilebilir” bir emek gücü olması, böylece gerektiğinde işten çıkarılıp ücretsiz, “görünmeyen” ev emeğini sarf edeceği eve gönderilebilmesi ve bu durumun “istikrarın göstergesi” istatistiklerine daha az yansıtılabilmesi yer almaktadır. Ancak öyle görünüyor ki sermaye sınıfı için kadınların işgücüne katılımının artması, bunlardan ve emeğin ucuzlamasını sağlayacak yedek işgücü ordusunun genişletilmesinden öte bir anlam taşımaktadır. Zira sermayenin enstitülerinin yaptığı hesaplara göre kadın ve erkek işgücü oranlarının eşitlenmesi durumunda bile GSYİH (Gayri Safi Yurt İçi Hasıla)’da sermaye için iştah kabartıcı bir artış sağlayacaktır.6 Bu durum, kadının yıllardır maruz kaldığı toplumsal baskıyı artıran ve gerici uygulamaları besleyen sermayenin, ayrıca neden aksi yönde kadını güçlendirmek, kadın istihdamını desteklemek gerektiği söylemleri verdiğini açıklayabilir.
Komünistler için kadın emeğinin dönüşen bu karakterinin önemi yalnızca kadınların işçi sınıfının niceliksel olarak önemli parçasını oluşturmalarından değil, bu gerçeğe rağmen mücadeleye daha az katılmalarından ve kapitalizmin krizlerini devrimci krizlere çevirebilecek potansiyel bir güç barındırmalarından kaynaklanıyor. Kadınların bazı mülteci-göçmen dayanışma örgütleri ve ebeveyn örgütleri gibi sistem içi, sivil toplumcu oluşumlar dışında sınıf mücadelesinde yeterince örgütlü olmadıkları, işçi sınıfı mücadelesinin görece daha dinamik olduğu komşumuz Yunanistan’ın verilerinden de kolayca anlaşılmaktadır. Yunanistan’da tütün, eğitim, turizm, bankacılık ve finans gibi sektörlerde yüzde 80’leri bulan kadın işçi oranına rağmen bu sektörlerin sendikalarında kadınlar ancak yüzde 12,5 oranında yönetsel görevler almaktadır.7
Çalışan aile bireylerinden biri olmalarına rağmen kadınların ev işleri için harcadıkları zamanın fazlalığı8, kadınların siyasi gündemleri anlamak ve tartışmak için ayırdıkları zamanın kısıtlı olmasına, dolayısıyla mücadeleye katılımlarının az olmasına neden oluyor. Öte yandan kadınların komünist partilere örgütlenmeleri durumunda, gelişkin sınıf bilinçlerine rağmen yine de mevcut muhafazakâr anlayıştan etkileniyor olmaları dünya komünist hareketinin ortak bir değerlendirmesidir. Genel bir gözlem sayılabilecek genç komünist kadınların yeni bir aile hayatı kurdukları dönemde politik sorumluluklar almayı tercih etmiyor olmaları, çocuk sahibi olduklarında çocuklarının yetiştirilmesinde en temel görevlerin kendilerinde olduğu düşüncesiyle yaşamlarında aile ve mücadeleyi farklı kompartmanlara ayırmaları, çocuklarıyla kurdukları ilişkide kendilerinin öncü rolünün geliştirici yönünü değil, geçirdikleri sürenin miktarını baz almaları bu muhafazakar etkiler olarak yorumlanabilir. Kısacası kadınların örgütlenmesi ve devrimci mücadelede sorumluluklar almasında yeniden üretim süreci en önemli belirleyicilerden biri olmaya devam ediyor.
Komünist kadınların mücadelesinde hangi konular öne çıkıyor?
Kapitalizm ilk yıllarından beri süren kâr oranları ve sömürünün bir de cinsiyet ayrımcılığı yoluyla arttırılması hali günümüzde farklı biçimlerde sürüyor. Genel olarak erkeklerden daha eğitimli oldukları halde kadın emekçiler aleyhine olan ücret farkının, güçlü ve kurumsal kapitalist demokrasileri ile ünlü merkez kapitalist ülkelerde daha fazla olması ve mevcut farkın zorunlu göçler ve sığınmacı-mülteci nüfusun artması ile giderek açılması artık kimseyi şaşırtmıyor. Cinsiyetler arasındaki kadınlar aleyhine olan bu ücret farkının yarattığı dikey ayrımcılığa, yatay ayrımcılığı (kadınların yüzde 60’ının mesleki grupların yüzde 10’unda çalışıyor olması durumu) da eklemek mümkün. 2018 yılı kadınların “eşit işe eşit ücret” mücadelesinde İzlanda, İskoçya ve İsviçre9 gibi Avrupa ülkelerinde kazanımlar elde ettikleri ve daha büyük kavgalar için güç biriktirdikleri bir yıl oldu. Ancak bu Avrupa ülkelerinde sosyalist/komünist partiler bu mücadelenin içerisinde yer alıyor olsalar bile, bu partilerin başat güç olduklarını ya da temas ettikleri emekçileri düzen dışı siyasetin bir parçası haline getirme kabiliyetleri olduğunu söylemek mümkün değil. Kadınların kapitalizm karşıtı mücadeleyle buluşmasına zemin sunan “eşit işe eşit ücret” mücadelesine komünistlerin katkısı, bu mücadelenin içerisinde yer alırken erkek işçilerle sömürüde eşitlenmenin kadınların kurtuluşu için yeterli olmayacağı gerçeğinden hareketle, sosyalizm talebini de yükseltmek yönünde olacaktır.
Bundan otuz yıl öncesine kadar kadınların toplumsal üretimde ve yaşamda erkeklerle eşit roller alabilmelerinin ön koşulu olarak, ev işlerinin ve yeniden üretim sürecinin toplumsallaştırıldığı sosyalist ülkelerde hayata geçen kazanımlar, sadece sosyalist ülkelerin halklarının yaşamlarında bir iyileşme sağlamakla kalmamış, kapitalist ülkelerde de sosyal hakların gelişmesinin önünü açmıştı. Bugün sosyalizmin çözülüşünün ardından eski sosyalist ülkelerde ev işleri ile çocuk, hasta ve yaşlıların bakımının yeniden kadının sorumluluğu haline gelmesi, eğitim ve sağlığın özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesi ile yaşam kalitesinin azalması, iş yasalarında kadınlar lehine olan bazı düzenlemelerin kaldırılması söz konusu. Bu ülkelerde tüm toplumun hizmetine sembolik ücretler karşılığında sunulan kolektif çamaşırhaneler, yemekhaneler, kreşler, bakımevleri ve hatta rekreasyon merkezleri, enstitü ve spor alanları kapitalist restorasyon döneminde piyasalaştırıldı. Görece yüksek ücretle çalışan emekçiler bu hizmetleri kısmen satın alabilirken, daha düşük ücretle çalışan emekçilerin hayat standartlarında belirgin düşme meydana geldi. Kapitalist-emperyalist devletlerin ise çözülüş ile birlikte sosyalizm yaşarken almak durumunda kaldıkları bazı temel sorumluluklardan hızla kurtulma çabaları; “dadı devlet”in ortadan kaldırılması ve çare olarak kadınlar için “aile dostu” esnek çalışmanın yaygınlaştırılması dayatmaları türlü şekillerde sürüyor.10 Böylece çalışabilmek için çocuk bakımının önemli olduğu İngiltere gibi ülkelerin komünistlerinin mücadelesi ile eski sosyalist ülkelerin bugünkü komünistlerinin sosyalizmin kazanımlarına sahip çıkma çabaları ortaklaşıyor.
Öte yandan kadınların kurtuluş mücadelesi açısından oldukça öğretici olan SSCB’de müslüman doğu halklarının aydınlanması deneyimi, dini geleneklerin son derece belirleyici olduğu bir toplumda verilen ideolojik mücadele yöntemleri açısından değerini koruyor. Bugün sadece Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu ülkelerde değil, Hristiyan toplumlarda da kadınların üstünde baskı yaratmaya devam eden dinci gericilik ve muhafazakârlık, pek çok komünist partinin belli dönemlerde üzerine mücadeleler kurdukları ana tema oluyor. Bir zamanlar aydınlanmanın anavatanı olan Avrupa’da süren boşanma ve kürtaj karşıtı gerici katolik geleneklere, şimdi göçlerle artan müslüman nüfusun beraberinde getirdiği çocuk yaşta evlilikler, erkek çok eşliliği, kadın sünneti denilen kliteroktomi gibi akıldışı gelenekler eklendi. Öte yandan dinci gericiliğin etkisi sadece bu çağdışı geleneklerden ibaret değil. Her gün ortalama 5 kadının öldürüldüğü Meksika’da kadın cinayetlerinde11 alınan tutum, kadınlara karşı işlenen suçların yüzde 10’unun tecavüz, yüzde 35’inin koca dayağı olduğu Hindistan’da kadına yönelik şiddet ve tecavüz12 karşıtlığı ile kız çocuklarının eğitim hakkı mücadelesi, fetüs hayatı ile kadının hayatının eşitlenerek kürtaj olan kadınların damgalandığı İrlanda’da kürtaj hakkı mücadelesi13 komünist partilerin mücadelesinde doğrudan sınıfsal gündemler kadar önem kazanabiliyor. Sosyal demokrasi ve küçük burjuva feminist hareketlerin ancak erkek şiddeti ve kadın cinayetleri söz konusu olduğunda yaptıkları sistem eleştirisi, komünistlerin yokluğunda erkek düşmanı bir çizgiye ve sığınma evlerinin bir çare olarak sunulmasına varıyor. Komünistlerin sınıfsal bir bağlamdan uzak ele alınan bu gündemleri sadece insani olarak değil, ahlaki ve siyasi olarak da sahiplenmeleri ve kadına yönelik şiddeti doğrudan kadın, dolaylı olarak erkek işçileri daha kolay yönetilebilir kılması ve sömürüyü arttırması nedeniyle bir direnç noktası haline getirmeleri gerekiyor.
Son olarak, bugün geçen yüzyıl ile karşılaştırıldığında cinsiyet eşitsizliğini daha örtülü sürdürme becerisi kazanmış olan kapitalizmin uzun yıllardır içinden çıkamadığı kriz, kadın emekçilerin sosyalizm mücadelesine kazanılması için olanaklar barındırıyor. Kadınların farklı yönleriyle maruz kaldığı yoğun sömürü, dinci gerici ve muhafazakâr baskı karşısında sermaye sınıfının kadın kotaları, cinsiyet eşitliği sertifikaları, aile dostu esnek çalışma rejimleri ya da kariyer yapmaya olanak sağlayan yumurta dondurma teknolojileri emekçi kadınları kandırmak için yeterli olmuyor. Dönemlerine damgasını vuran Thatcher, Clinton, Merkel gibi güçlü siyasi kadın figürlerin ilga ettikleri kadın lehine iş kanunları, onayladıkları patronlar lehine ücret politikaları işçi sınıfının kadınlarının burjuvazinin kadınları ile kız kardeş olmadıklarını net bir şekilde gözler önüne seriyor.
Sonsöz yerine
Kadının toplumsal alandaki ikincil konumunda, üretim ilişkilerinin rolünün göz ardı edilmesi burjuva ideolojinin etkisinin artması ile sonuçlanıyor. Kapitalizmde kadın ve erkek arasında eşit ilişkiler kurulamayacak olmasının nedeni mevcut üretim ilişkilerinin kadın ve erkek eşitliğini sağlayabilecek maddi koşullarını barındırmıyor olmasıdır. Üretim araçlarının özel mülkiyeti, ailenin kapitalizmin ekonomik birimi olması ve cinsiyetler arası iş bölümünde kadının yeniden üretimde baskın olan rolü nedeniyle emekçi kadınlar daha fazla sömürüye ve ayrıma maruz kalmaktalar. Biyolojik değil, toplumsal nedenlerle oluşan cinsiyetler arası bu eşitsizlik ancak toplumsal mülkiyetin ve merkezi planlamanın yürütüldüğü, üstyapının yeni toplumsal ilişkilerin oluşabilmesi için düzenlendiği sosyalist inşa sürecinde kurulmaya başlanacaktır. Kapitalist devletin yıkılıp yerine bambaşka bir işçi sınıfı devletinin kurulmasıyla birlikte ailenin kapitalizmdeki işlevi başkalaşacak, çocukların eğitimi ve geleceği tek başına ebeveynlerin değil, tüm toplumun sorumluluğunda olacaktır. Öyleyse dünya komünist hareketinin kadınları işçi sınıfının partisine daha güçlü çağırmaları ve kadınların kurtuluşunun ancak işçi sınıfı adına verilen kavgayla mümkün olacağı iddiasını yükseltmeleri gerekmektedir. Bu anlamda sömürü düzeninin bir alternatifini yaratan, dün Sovyetler Birliği’nin, bugün Küba’nın kadınlarının toplumsal yaşam ve üretimde kat ettikleri yol ve elde ettikleri kazanımlar, dünya komünist partilerinin sosyalizm propagandalarında kullanabilecekleri güçlü, somut örnekleri sunması nedeniyle çok değerlidir.
“Hayatta ne menfaat düşündüm
ne bir şey. Nasıl bir insan bir insana aşık olursa, ben de öyle aşık oldum
partiye, mücadeleye. Hayatım boyunca bir gün denizin durulacağını, fırtınanın
dineceğini, benim gibi milyonlarca insanın sakin ve rahat bir hayata
ulaşacağını düşündüm. İnsanların ezilmeyeceği, sömürülmeyeceği bir dünyanın
özlemi ile yaşadım.” Zehra Kosova
Dipnotlar
- Marksizm ve Kadın, Sibel Özbudun, Tekin Yayınevi, 2015, sf 99.
- Kuruluşundan bir yıl sonra Londra’da gerçekleşen kongresinde, Enternasyonal’in (1864-1876) orijinal adının “International Working Mens Association” olması vesilesiyle bir erkek işçiler örgütü mü olduğu, işçi denildiğinde kadın işçilerin de kast edilip edilmediği tartışılmıştı. Dönemin Proudhon, Bakunin, Lassalle gibi önemli siyasi figürlerinin katıldığı 1. Enternasyonal toplantıları sendikalizmden kadın emeğine pek çok önemli tartışmanın konu edildiği toplantılardı. Marx ve Engels, Proudhon’un erkek işçilerin işlerini ve ücretlerini tehdit ettikleri için kadınları üretimden uzaklaştırmak gerektiği düşüncelerine karşı durmuşlardı.
- Sekreterliğine Clara Zetkin’in seçildiği Uluslararası Sosyalist Kadınlar Birliği, 1910’da Kopenhag’da yapılan ikinci konferansında, kadın işçiler için günde sekiz saatlik çalışma süresi, gebe kadınlar için doğumdan 8 hafta önce başlayan izin, emziren kadınlara süt izni vb. talepleri gündeme almıştı. Bu konferansın kararları arasında uluslararası karakterde bir kadınlar gününün belirlenmesi ve bu günde kadınların oy hakkı propagandası yaparak mücadelelerini yükseltmeleri yer alır. ve 3. Enternasyonal Komünist Kadınlar Konferansı toplantılarının ana tartışma konuları arasında işçi kadınların sosyalizm mücadelesinin bir parçası haline gelmesinin sağlanması ve oy hakkı mücadelesi yer alır.
- Söz konusu yazılar farklı ülkelerden komünist ve işçi partilerinin kapitalizm ve sınıf mücadelesindeki güncel gelişmeleri değerlendirdikleri Uluslararası Komünist Dergi’nin (International Communist Review) 2018 yılı 8. sayısında okunabilir. Bu sayı “Çağdaş Kapitalist Dünyada Kadının Toplumsal Durumu” başlığı altında farklı ülkelerin Komünist Partileri’nin kadının özgürleşmesi üzerine yazılarından oluşmaktadır.
- https://data.oecd.org/emp/employment-rate.htm#indicator-chart
- soL Dergi, Gülay Dinçel, Cinsiyet eşitliği mi, sömürü eşitliği mi?, Sayı 2, 9 Mart 2018.
- International Communist Review, The class character of the women question and its development. The responsibilities of the CPs for the emancipation of women, Issue 8, 2018.
- Kadınlar ve erkeklerin ev işlerine ayırdıkları zamanlar karşılaştırıldığında, cinsiyetler arasında büyük bir fark ortaya çıkıyor. OECD ülkeleri arasında yapılan değerlendirmeye göre, Türkiye’de kadınlar ev işlerine günde 261 dakika ayırırken erkekler sadece 21 dakika ayırıyor. Aradaki farkın bu denli büyük olduğu ülkeler arasında Meksika, Hindistan ve Portekiz yer alıyor. https://www.statista.com/statistics/521919/time-spent-housework-countries/
- İzlanda’da 1 Ocak 2018’den itibaren işverenlerin kadın işçilere erkek işçilerden daha az ücret verilmesi yasaklanırken, İskoçya’da Glasgow’un çoğu kadın binlerce belediye çalışanı 12 yıl önceki eşit ücret mücadelesinin kazanımlarının karşılığını almak için 15-16 Ekim 2018’de grev yaptı. Grevin ardından işçiler sendikaların toplam 500 milyon sterlini geçeceğini öngördüğü ödemelerini almaya hazırlanıyor. İsviçre’de ise onbinlerce kadın Eylül 2018’de anayasal “eşit işe eşit ücret” haklarının uygulanması için eylem yaptı; sendika ve örgütler bunun için bu yılın Haziran ayında bir kadın grevi örgütlemeyi planlıyor.
- Gelenek 73, Kadınların ezilmesine son: Kadınların kurtuluşu için mücadele, Britanya Komünist Partisi ve Kadınlar, Nisan 2002.
- Meksika’da 2000-2015 yılları arasında 28.710 kadının öldürülmesi yeniden yükselen kadın hareketinin önemli mücadele gündemlerinden biridir.
- Hindistan’da taciz ve tecavüz aynı zamanda antikomünist saldırıların bir parçası. Kerala ve Tripura kentleri Hindistan Komünist Partisi (Marksist) tarafından yönetiliyor. 2011 yılında Bengal’deki antikomünist saldırılarda komünist kadınlar tecavüz ile tehdit edildi ve bazıları öldürüldü.
- 2012 yılında İrlanda’da Savita Halappanavar’ın geçirdiği sorunlu gebelik nedeniyle yaptığı kürtaj başvurusu reddedilmiş ve 17 haftalık gebe kadın kısa sürede hayatını kaybetmişti. Kürtaj yasağını ihlal edenlere 14 yıla kadar hapis cezaları verilebilen İrlanda’da son 35 yılda 6 kez kürtaj yasağına karşı referandum yapıldı. Nihayet 25 Mayıs 2018’de yapılan referandumda kürtaj yasağının sürmesini isteyenler yüzde 33,6 oranında oy alırken, kürtaj yasağı kaldırılsın diyenler yüzde 66,4 oy alarak zafer kazandı.