Düzen siyasetinde kilitlenme ve yönetememe krizi

Download PDF

12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türkiye’de
derin bir kriz yaşanıyordu. Halkın gündelik hayatına yüksek enflasyon, şeker ve
yağ kuyrukları, tüp gaz karaborsası şeklinde yansıyan ekonomik sorunların
sermaye sınıfı açısından başka bir anlamı vardı. Patronlar işçi sınıfının
pazarlık gücünü kırmak için örgütlenme ve grev hakkını kısıtlamak istiyor,
enflasyonun ücretlerin yüksek olmasından kaynaklandığı yalanını sürekli
gündemde tutuyor ve 12 Mart’ın felsefesi olan “toplumsal uyanış ekonomik
gelişmenin ötesine geçti” tezini her fırsatta dile getiriyordu. 

İşçi sınıfının göreli olarak en örgütlü
olduğu dönemdi 1970’ler ve bu örgütlülüğe devrimci düşünce ve eylemin toplumda
yaygın bir karşılık bulması eşlik etmekteydi. Yıllar önce solun önünü kesmek
için devlet eli ve NATO marifetiyle yaratılan dinci ve milliyetçi faşist
örgütlenmeler zamanla karşılarında direngen bir devrim cephesi buluyor, bütün
bölünmüşlüğüne karşın Türkiye devrimci hareketi sokakta düzenin sivil görünümlü
uzantılarının hegemonya kurmasını engelliyordu.

“Düşük yoğunluklu iç savaş” tanımı abartılı
gelebilir ancak 12 Eylül’e giderken Türkiye’de birçok şey uçlardaydı, bugünden
bakıldığında “abartı” norm haline gelmişti.

Yaşanan devrimci bir krizdi; devrimin nesnel
koşulları olgunlaşmış ancak bunu değerlendirecek öznel etmen sahne almamıştı.
Emekle sermaye arasındaki çelişkilerin en keskin biçimler aldığı yıllarda
Türkiye’de devrimci bir misyonla hareket eden bir sınıf partisi mevcut değildi.

Daha sonra çok sık telafuz edilen 12 Eylül
öncesindeki kaosun “darbe”ye gerekçe oluşturması için tamamen devlet eliyle
yaratıldığı iddiası bu anlamda ciddiye alınmamalıdır. Ele aldığımız dönem ardı
ardına gelen provokasyon, katliam ve cinayetler yalnızca generallerin düdük
çaldığı an duracak bir oyun değil, kendi başına bir hesaplaşmaydı. Sermayenin
dünya tarihinde, yükselen işçi ve sosyalist harekete karşı zora başvurması, bir
doğal refleks olarak görülmelidir.

Burada üzerinde durmamız gereken “yönetememeleri”ydi.
Mevcut siyasal ve hukuki çerçevede yönetemiyorlardı; 24 Ocak 1980’de yürürlüğe
giren ekonomi politikaları da uygulayamıyorlardı. Darbeye aylar önceden karar
vermişlerdi ancak darbe ulaşılması gereken bir hedef değil, sermaye egemenliğinin
krizini çözmek için riskli, yüksek maliyetli ama aynı oranda etkili bir araçtı.

Bu aracın tepe tepe kullanılmasının,
kendisini bugün de hissettiren bir dizi yapısal soruna yol açtığını bilsek de,
12 Eylül faşizminin, Türkiye’de sınıf mücadelesinin bütün düzlemlerine sermaye
lehine gerçekleşen en kapsamlı müdahale olduğu, benzer bir müdahaleye öncülük
eden AKP’nin, 12 Eylül’ün açtığı kanallar olmaksızın herhangi bir başarı elde
edemeyeceği de ortadadır.

Türkiye’de bugün tanık olduğumuz siyasi
krizin özelliklerine değinmek istediğimiz bir yazıya 12 Eylül ile başlamamızın
birden fazla nedeni var. 

12 Eylül: Başarırken kaybetmek

12 Eylül, emeğe karşı saldırının, sonuç
alıcı olsa da, daha derin bir siyasi krizi tetikleyeceğini kanıtlamıştır.
Yaklaşık 40 yıl önce gerçekleşen askeri darbenin hem Türkiye burjuvazisi hem de
emperyalist merkezler açısından mutlak anlamda başarılı olduğu tartışmasız bir
gerçektir. Darbeciler önlerine koydukları hedeflerin hemen tamamına
ulaşmıştır. 

İşçi sınıfı örgütsüzleştirilmiş, Türkiye
solu toplumsal mevzilerini yitirmiş, dinci gericilik siyasal alana hızla
yerleşmiş, Türkiye toplumu çok yönlü bir kuşatmayla ahlaki ve kültürel bir
çürüme sürecine girmiş, adalet duygusunu büyük ölçüde yitirmiştir. “Gülme
sırası bizde” diyen patronlar için Türkiye dikensiz bir gül bahçesine
dönüştürülmüştür.

Ancak sermaye sınıfı yüzünü güldüren bu
gelişmelere karşın düzlüğe çıkamamış, sakin bir limana demirleyememiştir. Bunu
tek başına ekonomik nedenlere bağlamak doğru değildir. Siyasi, ideolojik ve ekonomik
dinamiklerin birbirleriyle sürekli etkileşim halinde olduklarını ve ancak belli
bir soyutlama düzeyinde ayrıştırılabileceği gerçeğini bir kenara not ederek,
Türkiye kapitalizminin 12 Eylül darbesinin elde ettiği başarıya karşın ciddi
siyasi ve ideolojik sıkıntılarla karşı karşıya olduğunu, bu sıkıntıların zaman
zaman kriz boyutuna ulaştığını söyleyebiliriz. Ve bu noktada belki bir
düzeltmeyle: Türkiye kapitalizmi biraz da 12 Eylül darbesinin elde ettiği
başarı nedeniyle ciddi siyasi ve ideolojik sıkıntılarla karşı karşıyadır!

Emperyalizmin çürüyen kapitalizm olduğu
gerçeğini hatırlayalım. İşçi sınıfının bu çürümede hiçbir sorumluluğu olmadığı
gibi, çürümenin şiddetini azaltmak gibi bir tarihsel misyonu da olamaz. Bununla
birlikte, güçler dengesinde ezen sınıf lehine açılan makasın çürümeyi
derinleştirdiği de ortadadır. Bunun iki nedeni vardır. Birinci sıraya, güçler
dengesinde emek kefesinin gözle görülür biçimde ağırlık yitirmesi ile birlikte
siyasi iktidarın meşruiyet kaygısının azalmasını, dolayısıyla bugün düzen
siyasetinde sık kullanılan “güç zehirlenmesi” denen tablonun ortaya çıkmasını
yazabiliriz. “Güç zehirlenmesi”, burjuva siyasetine erdem yakıştıran bir
kavramdır, zehirleme-zehirlenme her daimdir ancak onların bu kavramla anlatmak
istedikleri “kuralsızlık”tır.

Burjuva demokrasilerinde, eşitsizlik ve
adaletsizlikler mümkün olduğunca kurala bağlanır; sömürü düzeninin toplumsal
onay almasının bir nedeni de budur. Türkiye’de 12 Eylül rejimi sermaye
sınıfının hemen bütün taleplerini karşılarken, o sınıfa sağladığı özgürlük
alanını devleti yeniden yapılandırırken de kullandı ve sivil-asker bürokrasiyi
de özgür bıraktı. Bu sınırsız özgürlüğün duvara tosladığı ilk kriz, köklü
tarihsel nedenlerle bölgesel-uluslararası konjonktürün denk gelmesiyle, Kürt sorunu
temelinde ortaya çıktı. Her şeye muktedir olduğunu sanan bir kafayla geniş bir
coğrafyada büyük bir meşruiyet kaybı yaşandı.

Sömürürken hiçbir sınır tanımayan sistem
öldürürken de sınır tanımazken, bir yandan da tepeden tırnağa kuralsızlığa
alışan bürokrasiye bir dizi kanaldan akıl dışı miktarlarda para pompalandı.
İşler öyle bir noktaya geldi ki, ballı börekli özelleştirmeler, vurguna dönüşen
devlet ihaleleri, sonuna kadar açılan kredi musluklarının yanı başında
uyuşturucu ve silah kaçakçılığının yarattığı büyük olanaklara gıpta ile bakan
Türkiye’nin en büyük ikinci patronu “ben enayi miyim yeni fabrika açayım”
diyecek noktaya geldi.

Bu kan ve kâr denizinin içinde boğulmak
istenen milyonlarca yoksulun ve kuralsızlığa siyasal-ideolojik gerekçelerle itiraz
eden sol duyu sahibi insanların sonsuza kadar kayıtsız ve de sessiz kalacağı
kanaati, 12 Eylül’ün sermaye düzenine ve onun hizmetkarlarına aşıladığı bir
özgüvendi. Doğru çıkmadı. 

Dahası, bizzat sermaye sınıfı, kuralsız
çalışan bir devletten rahatsızlık duyar hale geldi. Bir yandan sistem açısından
büyük sorunlar yaratacağı açık olan meşruiyet kaybı, bir yandan kontrolden
çıkan devlet içi odakların birbirleriyle girdikleri mücadelenin yarattığı
istikrarsızlık ve bir yandan kapitalist ekonominin hiyerarşik yapısını bozup
üstüne onun kırılganlığını artıran mafya ekonomisi müdahaleyi gerektiriyordu.

Susurluk’ta Kasım 1996’da meydana gelen
trafik kazası ile birlikte ortalığa saçılan bilgiler, devletin kuralsızlığı bir
miktar kurala bağlama isteğinin ürünüydü. Hemen ardından 12 Eylül “zaferi”nin
sermaye düzenine hediye ettiği bir başka kriz başlığını yönetmek için 28 Şubat
süreci geldi. Bu kez yine kural tanımayan siyasal islama kuralları hatırlatmak
istiyordu sermaye devleti.

Bunu bir ölçüde yaptılar. Bir ölçüde, çünkü
bütün bu kuralsızlık zaten sermaye düzeninin bütün dokusunda gerçekleşmişti,
dolayısıyla artık eskisi gibi değildi hiçbir şey; oyunun yeni kuralları vardı
ve o kurallardan biri, İslamın siyasal alana geri dönüşsüz bir biçimde
yerleşmesiydi. 1996-97 uğrağında sistemin belini doğrultmak için çaba
harcayanların “solu o kadar ezmeyeydik iyidi” diye yakınması boşuna değildi,
düzen “balans ayarı” tutmuyordu.

Kuralsızlığın krizi

Sermaye sınıfının ayarsızlığı fırsata
çevirmek için bulduğu çıkış yolu AKP’ydi. Mağduriyet, özgürlük ve demokrasi
vurgusu, adalet arayışı gibi vurgularla inandırıcılığını yitiren siyasal
sisteme ciddi bir meşruiyet aşısı yapıldı. Ardı ardına yapılan seçimlerde daha
önce rastlanmadık oranda oy alan AKP elde ettiği meşruiyeti ABD emperyalizminin
bölgesel planları ve uluslararası tekellerin hareket alanını daha da
genişletmek için sonuna kadar kullandı. 12 Eylül sopasının yerine AKP’nin
dinci-liberal söylemi gelmiş ancak kuralsızlık baki kalmıştı.

Ve yine aynısı oldu, kuralsızlığın ekmeğini
fazlasıyla yiyen sermaye sınıfı, kuralsızlığın siyasal iktidarın abartılı bir
özerklik arayışına dönüştüğü oranda bundan iki nedenle rahatsız oldu. Birincisi
bir kez daha toplumsal meşruiyet sorunu yaşanabilirdi, ikincisi sermayenin iç
dengesi bozuluyordu. Buna emperyalist merkezlerin de AKP’nin ve de Erdoğan’ın
kullandığı özgürlükten rahatsız olması eklenince toplumun yarıya yakınında
biriken ölçüsüz ve haklı tepki, kendisine akacak bağımsız ve devrimci kanallar
bulamadığı oranda bu rahatsızlığın elini güçlendirmiş oldu.

Türkiye bu açıdan yedi-sekiz yıldır bir
kilitlenme yaşıyor ve belki de önümüzdeki haftalarda bu kilitlenmeyi çözmek
için radikal adımlar atılacak. Belki…

Belki de kilitlenmenin yol açtığı siyasi
kriz daha da derinleşecek.

Peki bu bir yönetememe krizi midir?

Evet bu yönetememe krizidir.

Ancak bu kriz 12 Eylül öncesinde yaşanan
yönetememe krizinden farklıdır. 12 Eylül öncesinde, sermaye düzeninin
sorgulanmasına neden olan, sermayenin emekçi halkı baskılamasını zorlaştıran
bir kriz yaşanıyordu. Bizim restorasyon denemesi diye adlandırdığımız 1996-1997
uğrağında da, 2011 yılından bu yana AKP’yle ilgili yaşanan kilitlenmede de
sermaye egemenliği doğrudan tehdit altında değildir. Bu bir açıdan işçi
sınıfının siyasal ve ekonomik örgütlülüğünün zayıflığı ile ilişkili. Ancak en
az sınıf hareketinin etkisizliği kadar önemsememiz gereken konu, kuralsızlığın
sermayenin iç çelişkilerine yaptığı yüklemedir. Türkiye’de düzen içi
gerilimlerde olağanüstü bir enerji birikmiş, emperyalist dünyadaki rekabet ve
mücadelenin de etkisiyle bu gerilimlerin yönetilmesi de zorlaşmıştır.

Teorik olarak 12 Eylülü takip eden 40 yıllık
dönemin açık ve doğrudan sınıf kavgasına yol açması beklenirdi. Çünkü 40 yıl
boyunca sermaye kesintisiz ve ölçüsüz bir biçimde emeğe saldırmıştı ve
işçilerin hatırı sayılır bir direnç üretecek potansiyele sahip olduğu açıktı.
İronik biçimde, bu direncin şu ana kadar kendini yeterince hissettirmemesinin
nedeni düzen siyasetindeki kilitlenmenin boyutlarıdır. Cumhuriyet’in
kuruluşundan, hatta öncesinden bu yana süzülüp gelen düzen içi ideolojik,
kültürel, siyasi gerilimlerin tamamı bu kilitlenmeye içerilmiş ve düzen
siyasetinin krizi emekçilerin sömürülen sınıf olmaktan kaynaklı
hoşnutsuzluklarını bütünüyle kendisine çekip değersizleştiren bir karakter
kazanmıştır. 

Şu an itibariyle tekelci sermaye açısından
bir sistem krizi söz konusu değildir. Sermaye ezilenleri yönetebilmekte ancak
kendini yönetmekte zorluk çekmektedir. Düzenin bütün regülatörleri çöpe
atılmıştır ve bunun temel nedeni kendilerinin açgözlü sınıf olarak emeğe karşı
tamamen kuralsız bir “iş yaşamı” talep etmesidir. Ancak regülatörü olmayan bir
düzende sermayenin iç dengesi de bozulmuştur. Komünizmde bile devlet söndüğünde
bir regülatöre, düzenleyiciye ihtiyaç olacak. Erdoğan ve çevresindeki bir grup
insana daralan bir regülatör artık sonuç vermiyor.

Sermaye sınıfı, kuralsızlığın nimetlerinden
yararlanmaya devam edeceği ancak düzenin belli kurallarla işleyeceği bir sürece
taşımak istiyor ülkeyi. Bu taşıma işleminde özel bir risk görmüyor, onca
gerginliğe rağmen fazlasıyla dikkatli, fazlasıyla ihtiyatlı bir biçimde
sürdürüyorlar kilidi açma arayışlarını. Kılıçdaroğlu-İmamoğlu çizgisi,
yıllardır Erdoğan tarafından enerji yüklenen Türkiye toplumunu uyuşturmak için,
şu andaki yönetim krizinin kilidi açarken bir sistem krizine, sistemin yönetme
krizine dönüşmesini engelleyecek formüldür.

Bu formül şimdilik tutmakta, ekonomik krizin
en ağır darbesini yiyen emekçi kesimlerinde dahi dinci gericiliğin beceremediği
tahribata “normalleşme” teranesi yol açmakta, bu zokaya karşı toplumu uyarmakla
görevli sol ise kendine uzatılan her koltuğa oturarak acınası bir
fotoğraf  vermektedir.

Ancak…

Bu kilit açıldığında kapı hangi yöne
aralanırsa aralansın, düzenin iç gerilimlerinin sınıf çelişkilerini emme
gücünde radikal bir azalmanın gerçekleşeceği bellidir. Sermaye bu tehlikeyi
önemsemiyor çünkü kendi açısından bardağın dolu tarafına bakıyor ve düzen
siyasetindeki taraflaşmanın düzen dışına bir alan bırakmamasına güveniyor. TKP,
düzenin iç gerilimlerindeki enerji boşalmasının ortaya çıkaracağı boşluğun
ancak kısa bir zaman aralığında değerlendirilebileceğini bilerek konum alıyor
ve hazırlanıyor. Böylesi bir dönem alan kapatamayan bir sınıf hareketinin uzun
yıllar etkisiz kalacağını bilerek…

Kilitlenme sürerse… Kırılma riski her geçen
gün artacaktır. Ve bu kırılmanın ne türden toplumsal ve siyasal sonuçlar
doğuracağını kimse bilemez. Bugün düzen içi gerilimlerin emekçi halkın
hoşnutsuzluğunu kendine çekip değersizleştiğine tanık oluyoruz, yarın bir kırılma
anında düzen dışı bir sınıfsal odağın düzen içi kimi gerilimleri kendine çekip
başkalaştırdığına da tanık olabiliriz. TKP bunu da hesaba katıyor.

İşte bu nedenlerle yalnızca programına,
ilkelerine, Marksizm-Leninizme sadık kalmak adına değil, bu tarihsel kesitte,
emekçilerin çaresiz ve çıkışsız bırakılmaması için o ayıplı, boş, çirkin
sahnenin bir parçası olmuyor.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×