Ekim Devrimi’nden Türkiye Tarımına Bakmak*

Giriş

İşçi sınıfının devrim öncesi, sırası ve sonrasında köylülük ile ilişkisi ve genel anlamda tarım sorunu karşısında nasıl bir çözüm geliştirdiği, bugüne dek yaşanmış her sosyalist devrimde hem ekonomik hem de politik açıdan çok önemli bir yer tuttu. Türkiye’de de tarım medya çok ilgi göstermese de önemli bir toplumsal mesele ve bu önemini devrim ve sonrasında korumaya devam edecek. Bu çerçevede bu yazı, Büyük Ekim Devrimi ve onun ürünü olan Sovyetler Birliği’nde tarım sorununa nasıl yaklaşıldığı örneğinden yola çıkarak Türkiye’de hem bugün hem de gelecekte yaşanacak bir devrimde sosyalist devrimci siyasi hareketin hangi pratik durumla karşı karşıya olduğu/olacağı ve hangi ilkelerle hareket etmesi gerektiğini tartışacak.

 

1. Sovyetler Birliği’nden öğrendiklerimiz

Çok temel bir önermeyle başlayalım: Sovyet orak-çekici bir ittifakın sembolüdür.

Bu ittifak, zaman zaman zannedildiği üzere sanayi işçisi ile tarım işçisi arasında değildir; işçi sınıfı ile kendi hesabına üretim yapan köylülük arasında, yani sosyalist devrimin öncüsü olan sınıfla, onun destekçisi bir küçük burjuva sınıfsal yapı arasındadır. Ve yine zaman zaman zannedildiğinin aksine, bu müttefikler arasındaki ilişki, Vera Muhina’nın İşçi ve Kolhozcu Kadın heykelinin çağrıştırdığı gibi eşitler arasında bir ilişki değildir. Semir Aslanyürek’in Sovyetler Birliği’ne davet edilmesine vesile olan, elindeki çekiçle bir orak döven demirci heykeli1, aradaki ilişkiyi çok daha doğru anlatır.

Bu doğru, Sovyet deneyiminin de ötesinde, Leninist öncünün sosyalist devrimdeki ittifaklar politikasının en önemli ilkesine işaret eder: Devrimci işçi sınıfı, kendisi dışındaki tüm sınıfsal unsurlarla (ki, bunlar tipik olarak çeşitli orta sınıf bölmeleri olacaktır) salt onları devrime kazanmak ya da onların desteğiyle devrim yapmak değil; iktidarı ele geçirdikten sonra onları (mümkün olduğunca rızalarını sağlayarak) dönüştürmeye devam etmek ve nihayetinde işçileştirmek için ittifak kurar. Arada eşitlik yoktur, olduğu da varsayılmaz.

Öte yandan, 1917 Ekimi’nde işçi sınıfı bu ittifakı kurmaksızın iktidarı ele geçiremez, geçirse de koruyamazdı; zira her ne kadar Rus proletaryası öncülüğe hazır olsa da, uçsuz bucaksız Çarlık coğrafyasında, nüfusun yüzde 85’ini oluşturan köylülere öncülük dışsal olarak dayatılamazdı. Bu yüzden devrimin ilk gününde Bolşevik ilkelerin çok gerisinde, devrimci demokratik nitelikte bir toprak kararnamesi kabul edildi. Lenin’in “stratejik bir geri çekilme” olarak tanımladığı NEP’in en önemli sebeplerinden biri de buydu. Öyle ki, NEP, 10. Parti Kongresi’nde Riyazanov tarafından “köylülerle yapılmış bir Brest-Litovsk”a benzetilmişti.

Bu zorunlu ve zorlu ittifak, Sovyet deneyiminin en önemli belirleyenlerinden biri oldu. İşçi sınıfı, NEP yıllarının ardından küçük köylü işletmelerini kolektivizasyon süreciyle kolhozlarda (kolektif çiftliklerde) birleştirdi ve tarımsal üretimi toplulaştırdı. Böylelikle işçi sınıfının köylülük üzerinde NEP döneminde zayıflayan öncülüğü de yeniden tesis edildi. Ne var ki, İkinci Savaş’ın yarattığı travmanın ardından gelen ideolojik geri çekiliş, Stalin’in son yıllarından itibaren aradaki öncülük ilişkisinin bir kez daha zayıflamasıyla sonuçlandı. İşçi sınıfı ve köylülük arasında bir sınıfsal çelişki bulunmadığı teorize edildi, kolektif çiftliklerin devlet çiftliklerine dönüştürülmesi sürekli ertelendi ve tam anlamda bireysel olmasa da son tahlilde özel mülkiyetin bir biçimi olan (ve tamamen bireysel nitelikte üretim unsurları da barındıran) bu yapılar Sovyetler Birliği ekonomisinin “barış içinde bir arada yaşanan” ancak sosyalist olmayan bir parçası olarak kalıcılaştı.

Sovyetler Birliği’nin temel sorunu kuşkusuz bu küçük özel mülkiyete dayalı yapıların varlığı değildi. Sorun, bunları nihayetinde ortadan kaldırmayı hedefleyen iradenin zayıflamış olmasıydı2. Sovyetler Birliği deneyiminden orak ve çekicin ilişkisine dair çıkartılabilecek en büyük ders budur: Devrimci işçi sınıfı iktidarı ele geçirdikten sonra, genelde “köylülük” olarak tanımlanan toplumsal kesime dönüştürücü bir öncülük yapmaktan, bu toplumsal kesim tarafından gerçekleştirilen küçük burjuva nitelikteki tarımsal üretimi sosyalizmin içinde eritmekten vazgeçemez.

 

2. İki dönüşüm yolu ve Türkiye’deki sonucu

20. yüzyılın ilk çeyreğinde, Türkiye Cumhuriyeti ve Sovyetler Birliği’nin kuruluş süreçlerinin başında, tarımda benzer bir sınıfsal yapının var olduğunu söylemek mümkündü.

Rusya’da devrim sırasında aristokratlara ait malikâneler kırdaki diğer sınıflar tarafından ortadan kaldırılmış; bu süreçte topraksız köylülerin büyük bölümü toprak sahibi olurken kırdaki özel sermaye birikimini temsil eden Kulak sınıfı da güçlenmişti. Böylelikle ortaya kapitalist nitelikli büyük çiftlikler ile aile emeğine dayalı üretim yapan ve esasen kendi kendine yeten küçük çiftliklerden oluşan, ikili bir yapı çıkmıştı. Devrimi takip eden NEP döneminde ise kapitalist nitelikteki piyasa ilişkilerine sınırlı da olsa açılan alan Kulakların güçlenebileceği bir ortam doğurmuş; onlar güçlendikçe, aile çiftlikleri onlara bağımlı hale gelmişti.

Türkiye’de ise Osmanlı’yla uzun süredir gerilimli bir ilişki içerisinde olan toprak ağaları büyük ölçüde devrimcilerin yanında yer almış, açıkça karşısında konumlananlar ise hızlıca ortadan kaldırılmıştı. Başlangıçta sanayi sermayesi henüz anlamlı bir ölçeğe sahip olmadığı, ticari sermaye ise büyük ölçüde gayrimüslimlerin elinde olduğu ve devrim sürecinde çeşitli biçimlerde talan edilerek eridiği için toprak ağalarının mülkiyeti, burjuva devriminin yaslanabileceği tek maddi zemini temsil ediyordu. Böylelikle büyük toprak sahipleri cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren hem devlet aygıtında kendi çıkarlarına aykırı herhangi bir uygulamanın (örneğin toprak reformunun) önünü kesebilecek derecede etkili bir güce sahip oldular; hem de devrimin burjuva niteliğine rağmen kendi sınıfsal çıkarlarını ilerletebilmek için kırsal alan üzerinde sahip oldukları “ağalık” ayrıcalıklarını koruyabildiler.

Ne var ki bu noktadan itibaren yollar ayrıldı. Sovyetler Birliği’nde 1920’lerin sonundan itibaren sosyalist devrim kolektivizasyonla kıra taşındı. Küçük üreticilerin üretim faaliyetlerinin kolhozlarda birleştirilmesine, kulakların tasfiyesi eşlik etti ve kırda büyük ölçekli özel mülkiyet ortadan kaldırıldı. Türkiye’de ise neredeyse tamamen kendiliğinden bir süreç işledi3. Kapitalizm geliştikçe büyük toprak sahipleri giderek toprağa yabancılaşıp kentlileşti. Bu ailelerin bir kısmı sahip oldukları zenginlikleri sermaye olarak kullandı ve burjuvalaştı, bir kısmı servet olarak görüp birkaç kuşak zarfında yiyip tüketti ve neticede Türkiye’de toprak mülkiyeti zaman içerisinde cumhuriyetin ilk yıllarına göre daha da parçalı bir yapı kazandı.

Bu aynı zamanda bir piyasalaşma süreciydi. Tarımsal üretim cumhuriyetin kurulduğu yıllarda dahi Anadolu’nun büyük bölümünde zaten geçimlik olmaktan çıkmış, piyasa için yapılır hale gelmişti. Aradan geçen yüz yılın ardından, 2001 krizi, Kemal Derviş reformları ve AKP’nin tarım politikalarıyla bu süreç tamamına erdi. Bugün Anadolu’da başka bir gelir kaynağı olmaksızın kendi tarımsal üretimini kendisi tüketerek yaşayabilecek tek bir aile dahi bulmak zor olacaktır. Türkiye çiftçisi tamamen piyasa için üretim yapar ve burjuvazi onun ürettiği değere büyük ölçüde doğrudan emek sömürüsüyle değil, piyasa mekanizmaları yoluyla el koyar.

 

3. Mevcut durum4

Bugün Türkiye tarımının genel durumunu şu şekilde özetlemek mümkün:
 

• İşgücü verilerine bakılırsa, Türkiye’de 5,5 milyon insan geçimini tarım ve hayvancılıktan sağlıyor. Bunların 532 bini işçi, 62 bini işveren, 2 milyon 260 bini “kendi hesabına” çalışıyor (yani bir işletmenin sahibi veya ortağı). 2 milyon 600 bini ise “ücretsiz aile işçisi.” Bu verilerden, Türkiye’deki tarım işletmelerinin sayısının 2 ile 2,5 milyon arasında olduğu anlaşılıyor. Bu, Çiftçi Kayıt Sistemi’ne 2016 yılında 2 milyon 141 bin çiftçinin kayıt yaptırmış olmasıyla da tutarlı5. Bu sayı 2001’de yapılan son tarım sayımında 3 milyonun biraz üzerindeydi, dolayısıyla Kemal Derviş reformlarıyla başlayan son piyasalaşma dalgasının yaklaşık her dört tarım işletmesinden birinin ortadan kalkmasıyla sonuçlandığını söylemek mümkün. Bu dönemde, 2001-2007 arasında hızlı bir çözülme, 2008-2011 arasında kısmi bir geri dönüş ve 2011 sonrasında tekrar çözülme gözleniyor. Bu da kırdaki küçük aile çiftçiliğinin halen, ancak sınırlı biçimde, ekonomik kriz dönemlerinde akrabalık ilişkileri vb. yoluyla emekçiler için bir koruma sağlayabildiğini gösteriyor.
 

• Tarım Türkiye’de yurtiçinde üretilen parasal değerin yüzde 6,2’sini oluşturuyor. Bu, dünya ortalaması olan 3,8’in de, gelişmiş ülkeler ortalaması olan 1,4’ün de hayli üzerinde. Ne var ki bunun sebebi, Türkiye’nin bir “tarım ülkesi” olması değil; yüksek katma değerli tarım ürünlerinden hayli geniş bir yelpazede üretebiliyor olması ve önemli miktarda tarımsal ürünün halen gıda sanayisi dolayımından geçmeden tüketiciye ulaşıyor olması.
 

• Türkiye’de bitki tarımı hayvancılığa göre belirgin biçimde daha önemli. Tarıma yatırılan sermayenin bileşimine bakıldığında, Türkiye’de yatırılan sermayenin yüzde 55’inin toprağın ıslahına ayrıldığı (dünya ortalaması yüzde 31), spesifik olarak hayvancılığa yatırılan sermayenin ise toplam sermayenin ancak yüzde 15’i olduğu (dünya ortalaması yüzde 37) görülüyor.
 

• Türkiye tarımında makineleşme de toprağın ıslahından daha az önemseniyor. Tarıma yatırılan sermayenin makinelere ayrılan kısmı yüzde 26. Bu oran dünya ortalamasının biraz üzerinde olmakla beraber, Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve Doğu Asya ortalamalarının altında. Yani Türkiye’de tarımsal üretim halen önemli ölçüde emek-yoğun gerçekleştiriliyor. Bunun bir sebebi makineleşmenin zor olduğu bahçecilik, seracılık gibi alt alanların yaygın olması; ancak esas önemli olan tarımsal işletmelerin büyük bölümünün makineleşmeyi imkânsız kılacak kadar küçük olması.
 

• Türkiye’de bitki tarımı yaklaşık 24 milyon hektarlık bir yüzölçümünde yapılıyor ve bu alan hızla daralıyor (son on beş yıl içerisinde kayıp yüzde 11 düzeyinde). Kaba bir hesapla, işletme başına yaklaşık 10-11 hektarlık bir alan düşüyor ve toprak eşit paylaşılmadığı için işletmelerin önemli bölümü 10 hektarın altında. 2001 tarım sayımında 3 milyon işletmenin 2,5 milyondan fazlası 10 hektardan küçüktü. Aradan geçen zamanda öncelikle bu işletmelerin ortadan kalktığını düşünmek akla yakın olsa da, kimi başka işletmeler de miras yoluyla vb. parçalanmış olacağı için muhtemelen mülkiyet yapısında önemli bir değişiklik olmamıştır6.

 

4. Devrime kadar Türkiye tarımı

Tekrar vurgulamamız gereken ilk nokta şu: Türkiye’de çiftçilik ağırlıklı olarak kırdaki küçük burjuvazi tarafından gerçekleştiriliyor. Duruma göre “küçük üretici” ya da “köylü” olarak tanımlanan bu insanlar esasen kendi emekleriyle ve esasen kendi topraklarında üretim yapıyor, ürünlerini satarak da geçimlerini sağlıyor. Bu insanların, sınıfsal anlamda kentteki esnaf ve zanaatkârlardan farkı yoktur; genellikle belli bir ürün ya da ürün ailesinde uzmanlaşmışlardır, geçim ihtiyaçlarını tamamen satın aldıkları nesnelerle gidermektedirler ve kapitalist piyasa ile ilişkilerini kesip geçimlerini topraktan sağlayacakları bir yaşantıya geri dönmeleri mümkün değildir. Dolayısıyla politik davranışları da, dışarıdan bakıldığında nasıl göründüğünden bağımsız olarak kentli küçük burjuvaziden çok farklı değildir. Küçük burjuvazinin kapitalizmle derdi, kapitalizm onun eğreti varoluşunu tehdit ettiği dönemlerde ortaya çıkar ve kendi küçük mülkiyetini korumanın ötesinde bir ufka kendiliğinden sahip olamaz.

Öte yandan sermaye düzeni dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de büyük bir bunalım içerisinde ve burjuvazi, kendi sermayesi dışındaki doğal ve toplumsal kaynaklara olağanın ötesinde bir hoyratlıkla el koymak zorunda kalıyor. Bu zorunluluk, onu rantabilitesi çok sınırlı projelerle doğayı talan etmeye itiyor ve doğanın sağladığı tarımsal üretim olanaklarıyla geçinen çiftçilerle karşı karşıya getiriyor. Bu gerilim, yerel ölçekte küçük burjuva-liberal solculuk için bir beslenme alanı oluyor, “büyük siyasette” CHP tarafından çeşitli vesilelerle varlık göstermek için kullanılıyor, toplumsal zeminde de zaman zaman orta sınıf vicdanı üzerinden hayata bakan kentli küçük burjuvazi ve eğitimli emekçiler içinde yankı bulup gündem haline geliyor.

Aradaki bu ilişkilenmenin sebebi yalnızca çiftçi eylemlerinin sınıfsal karakteri değil; bu eylemlerin politik içeriğinin hem eylem sırasında hem de eylemlerin haberleştirilme ve kamuoyuna yansıtılma sürecinde küçük burjuva solcu (liberal ve/ya devrimci demokrat) örgüt ve bireyler tarafından belirlenmesi. Bergama’da altın madeni karşıtı direnişteki “Asteriks” teması bunun en net örneği olmakla beraber, son yıllardaki tüm benzer direnişlerde politika anti-modernist, paganik ve bireysel vicdana seslenen bir ideolojik içerikle oluşturuldu.

Bu durumun proleter sosyalist devrimci siyasi hareketimiz açısından özel bir sorun teşkil ettiğini düşünmüyorum. Siyasi hedefi proletarya diktatörlüğü olan kentli bir hareketin küçük burjuva kır eylemliliklerinde etkisinin sınırlı olması kaçınılmazdır. Kaldı ki, küçük ve büyük mülkiyet arasında ve kırla kent arasında, kapitalizm koşullarında çözülebilecek bir sorun değil aşılamaz bir çelişki vardır. Nitekim direnişler haricinde küçük burjuva solculuğun çiftçilere önerisi kooperatifler üzerinden bir alternatif piyasalaşma yolu ve bu yolla büyük sermaye karşısında bir dayanma/pazarlık gücü elde etmeleridir. Bunun en net örneği de Sevan Nişanyan’ın akıl hocalığında kurgulanmış ve tüm Şirince köyünü bir otantik, organik vb. köy ürünleri pazarlama merkezi haline getirmiş olan projedir.

(Dipnota mahkûm edilemeyecek önemde bir parantez: Bu, kapalı bir kapı değil ama çıkmaz sokaktır. Çıkmaz sokaktır, çünkü sermaye düzeni işlerliğe sahip olduğu müddetçe büyük sermaye küçük sermayeyi sıkıştırır ve kooperatifçilik, ne denli özyönetim övgüleriyle güzellenirse güzellensin, küçük üreticilerin sermayelerini ya da üretim araçlarını dahi değil, ürünlerinin pazarlama faaliyetini birleştirerek faaliyet gösterdikleri tedarik zinciri içerisinde bir tekel gücü elde etme çabasıdır. Emperyalizm çağının tekelleşme düzeyleri karşısında bu çabaların uzun erimde tutunabilmesi mümkün değildir. Yine de kapitalizm koşullarında bu tarz girişimlerin büyümesi, hatta kısmi başarılar elde etmesi imkânsız değildir. Dolayısıyla buna benzer durumlarla “bir şey çıkmaz” varsayımı üzerinden ilişkilenilmemeli, eğer ilişkileniliyorsa, ufku ekonomik kazanımlarla sınırlı bir işçi direnişine benzer bir tavırla yaklaşılmalıdır.)7

Bu gibi yapılar kendilerini kapitalist sistemin içindeki küçük boşluklarda var eder; var edebiliyor olmaları da kapitalist sermayenin o boşluklara göz dikecek kadar sıkışmamasına bağlıdır. Sistemik kriz devrimci bir duruma doğru evrilirken, kimi küçük mülkiyetin öbeklerinin büyük mülkiyet karşısındaki varlık-yokluk mücadelesinin de devrimci eğilimler kazanması beklenir. Türkiye’de bunalımın olgunlaştığı ve proleter sosyalist devrimin gündeme geldiği bir durumda, küçük mülk sahibi tarımsal üreticiler de pozisyonlarını bu diyalektik çerçevesinde, düzenin yıkımı ya da restorasyonu arasında belirlemek zorunda kalacaktır.

 

5. Devrimden sonra…

Türkiye’de küçük ölçekli tarımsal üreticilerin yüz yüze olduğu bir sorun, bir de sorunsal vardır.

Sorun, sermaye düzeninin onların varlık ve geçim koşullarını sürekli olarak sıkıştırmasıdır. Bunun en önemli biçimi piyasa mekanizmaları üzerinden yürümektedir: Büyük sermaye çiftçilerin ürettiği değere, ürünlerini hep daha ucuza alıp; gübre, tohum gibi girdileri ve ihtiyaç duydukları tüketim nesnelerini hep daha pahalıya satarak el koyar. Yaşam alanlarının doğa talanıyla yok edilmesi, bu yöntemin yanı sıra yapılan ve vakalar tekil olarak çarpıcı olmakla birlikte, ekonomik açıdan halen istisnai sayılması gereken ikincil bir yöntemdir.

Sorunsal ise, sermaye tarafından sıkıştırılan çiftçilerin mevcut geçim koşullarının korunması için dahi başvurabilecekleri tek merciinin devlet olmasıdır. Devlet, tarımsal üretimin sekteye uğraması düzenin bekası açısından tehlikeli olduğu için ve kapitalist sermayenin tercihi üretimi bizzat yapmak değil çiftçiye yaptırıp ortaya çıkan değere piyasa mekanizmalarıyla el koymak yönünde olduğu için zaman zaman küçük üreticiyi destekleyen ekonomik kararlar alabilir. Ya da, bir talan projesi karşısındaki direnişi ezmenin politik maliyetinin çok yüksek olacağını düşündüğünde geri adım atabilir; hatta söz konusu vakayla sınırlı kalmak kaydıyla talanı gerçekleştirmeye yeltenen sermaye grubuna göstermelik cezalar dahi verebilir. Ama bütün bunlar çiftçinin temel çelişkisini ortadan kaldırmaz. Sermaye düzenine karşı devletin korumasına muhtaçtır ve devlet sermayenin devletidir.

Türkiye’de devrimin nasıl gerçekleşeceğini ve farklı sınıfsal yapıların süreçte nerede duracaklarını kuşkusuz bugünden kesin olarak bilemeyiz. Türkiye kapitalizminin gelişkinlik ve kentlileşme düzeyi göz önüne alındığında, devrim pekâlâ kent merkezlerinde başlayıp sonuçlanan bir süreç olarak da yaşanabilir. Ya da devrimci demokrat bir siyasi özne, Rus devrimi sırasında SR’larınkine benzer bir biçimde çiftçilerin devrimcileşen bölmesinin sözcüsü haline de gelebilir.

Ama devrim nasıl gerçekleşirse gerçekleşsin, bazı kestirimleri şimdiden yapmanın mümkün olduğunu düşünüyorum. Bunların birincisi, küçük burjuva çiftçilerin, kendi emekleriyle geçinen ve kapitalizm koşullarında eğreti bir varoluşa sahip insanlar olarak, proletaryanın müttefikleri arasında yer almasının mümkün olduğudur. İkincisi, bunun kendinden olmayacağı ve bunun için çaba gösterilmesi gerekeceğidir. Üçüncüsü, devrim koşullarında büyük sermayenin piyasaya içkin baskılama mekanizmaları ortadan kalktığında gıda üreticilerinin kapitalist toplumda sahip oldukları gücün ötesinde bir ekonomik güç elde edecekleri ve bunu politik olarak devrimin yanında olduğu kadar karşısında da konumlandırabilecekleridir.

Dördüncüsü ise şudur: Bugünün Türkiyesi’nde, yüz yıl öncesinin Sovyet Rusyası’na nazaran başta imalat sanayi olmak üzere kentsel ekonomi çok daha gelişkindir ve tarımsal üreticiler de kentsel ekonomiye, onun ürünleri olmaksızın mevcut yaşamlarını sürdüremeyecek derecede bağlanmış durumdalar. Karşımızda yüz yıl önce Rusya’da olduğu gibi zaten kentlerin pek hayrını görmeyen ama oraya besin satıp karşılığında gazyağı vb. vazgeçebileceği şeyler satın alan, orta çağın karanlığından yeni çıkmış, modern yaşantının nimetlerini hemen hiç görmemiş ve kendi yağıyla kavrulacağı bir doğal ekonomiye kolayca geri dönebilecek bir “köylülük” değil; kentle ekonomik bağları güçlü ve vazgeçilmez olan, azımsanamayacak bir kısmı mülkünün başında olması gerektiği zamanlar dışında kentte yaşayan, hatta bir kısmı tarımsal üretimlerini büyük şehirlerin parçası sayılabilecek yerlerde gerçekleştiren küçük mülk sahipleri bulunuyor. Pratik çıkarlarını sezme konusunda küçük burjuvalara has algıları çok gelişkin olan bu insanlar, kentsel üretim araçlarının kontrolünü eline geçirdiğine ikna oldukları anda, proletarya ile olumlu ilişkiler kurmaya kendilerini mecbur hissedeceklerdir.

İşçi sınıfı açısından sürecin sağlıklı yürümesinin sigortası ise yüz yıl öncekiyle aynıdır: Devrimi sosyalist yapan işçi sınıfının öncülüğü, sosyalist devrimin vazgeçilmez iktidar aygıtı da proleter devlettir ve devrimin sosyalist kalabilmesi için devletin proleter karakterinin korunması esastır. Dolayısıyla devrim bir sınıf ittifakına dayanıyor olsa da devlet bu ittifakın tarafları arasında eşit paylaşılan bir üstyapı kurumu olarak görülemez; zira devrimin herhangi bir sorunu devrime katılan sınıflar açısından eşit öneme sahip olmayabilir ve bu sorunlar devrimin bekası ve ilerlemesini gözeten bir tarihsel perspektifle, bunun dayattığı öncelik sırası ve gerektirdiği biçimde çözülmelidir. Pek çok açıdan yeni baştan kurulacak olan sosyalist ülkenin gıda güvenliğinin sağlanırken de, tarımsal üretimin parçalı yapısının yarattığı verimsizlik sorunu ortadan kaldırılacağı zaman da, tarım merkezi planlamanın bir parçası haline getirileceği zaman da ve nihayetinde insanlığın en eski üretim aracı olan toprakta özel mülkiyet tam anlamıyla ortadan kaldırılacağı zaman da.

Değişmez iki ilkemiz bunlardır: Devrimin sosyalist niteliği ve devletin proleter karakteri. Geri kalanı, tarihin önümüze koyacağı sorunların üstesinden her zaman, ama her zaman, mümkün olan en devrimci biçimde gelme iradesini göstermek ve korumaktır.

 

***

 

*Bu yazı, editörlüğünü E. Zeynep Suda’yla beraber üstlendiğim 100. Yılında Büyük Ekim Devrimi (İstanbul: Yazılama, 2017) isimli makale derlemesinde yer alan “Sovyetler Birliği’nde Tarımda Kolektivizasyonun Mantığı” başlıklı makalenin devamı niteliğinde. Tekrar tekrar referans vermek yerine, okunmuş olduğunu varsayacağım.

Dipnotlar

  1. Semir Aslanyürek bunu zamanında soL’a verdiği bir röportajda anlatmıştı (“Sosyalizmle yedi yılın öyküsü”, arsiv.sol.org.tr/index.php?yazino=14963, Erişim tarihi: 25 Kasım 2017). Sonrasında, anılarının kitaplaştırdığı halinde ise heykelin bir fotoğrafı mevcut. Semir Aslanyürek, Rüya Gibi, İstanbul: Yazılama, 2013, s.281.
  2. Kemal Okuyan, Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü Üzerine Anti-tezler, İstanbul: Nâzım Kitaplığı, 2005, s.28-35.
  3. 27 Mayıs darbesi dahi bir sınıfsal yapı olarak toprak sahiplerinden ziyade, onların çıkarlarını temsilen iktidara gelmiş ancak Türkiye kapitalizmine yalnızca Türkiye burjuvazisi değil emperyalist hiyerarşi tarafından da belirlenen gelişme doğrultusunun önünde bir takoza dönüşmüş Demokrat Parti iktidarına yönelik yapılmıştı. Nitekim 27 Mayısçıların “ağalık, şeyhlik gibi müesseseleri yok etme” iddiaları lafta kalmıştı.
  4. Bu bölümdeki özet veriler Türkiye İstatistik Kurumu, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ve Dünya Bankası verilerinden derlenmiştir.
  5. “CHP’li Sarıbal: AKP döneminde çiftçi sayısı 624 bin kişi azaldı”, Hürriyet, 8 Temmuz 2017, http://www.hurriyet.com.tr/chpli-saribal-akp-doneminde-ciftci-sayisi-624-40513907, Erişim tarihi: 25 Kasım 2017.
  6. Tam olarak bilemiyoruz zira 2001’den bu yana genel tarım sayımı yapılmıyor. Çiftçi Kayıt Sistemi’ndeki veriler de genel kullanıma açık değil. Özetle, Türkiye tarımında mülkiyetin ve üretimin ne derece merkezileştiğini bilmiyor ancak sınırlı ölçekli çalışmaların sonuçlarından tahminler yürütebiliyoruz.
  7. Küçük burjuva sol popülizm ile aramızdaki kavramsal ayrımların hakkıyla tartışılması bu yazıyı aşar. İlgilenenler şu makaleye bakabilir: Nevzat Evrim Önal, “Tarım ve Köylülük ‘Sorun’larına dair bir Tartışma Çerçevesi, Praksis, 43, 2017/1, s.727-739, goo.gl/ogvcdx.