Ekim’in Düşünsel Tarihi: Maksimalizmin İzinde

Ekim Devrimi’nin düşünsel arka planını yazmanın bazı zorlukları bulunuyor. 1890’larda Rusya’da ilk Marksist çevrelerin kurulmasından Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin oluşumuna, Bolşevik-Menşevik ayrımlarından bu iki kamp içindeki bölünmelere, Marksistler dışındaki reformist ve devrimci akımlardan devrim karşıtı safların dizilişine son derece dalgalı ve ele avuca gelmez bir devrim sürecini öncesi ve sonrasıyla hangi düşünceye bağlayabiliriz? Buna klasik bir Sovyet resmi tarihçisi, elbette bilimsel sosyalizm yanıtı vermekte tereddüt etmeyecektir. Öte yandan devrim sürecinde bilimsel sosyalizmin noktası virgülüne vakıf Plehanov’ların ve nice Marksistlerin geri ve kenarda kalmış olması, burada bilimsel sosyalizmin yeterince ayırt edici bir tarif olmadığını düşündürür. Kuşkusuz kimine göre burada bir bilmece yoktur; devrimi yapan Bolşevik düşüncedir. Ama Bolşevik düşünce nedir? Lenin’ sorulacak olursa, Bolşevizm 1900’lü yılların başında “devrimci sosyal demokrasi” içinde ekonomist denen akıma açılan bayrakla başlar ve türlü oportünist akımlarla mücadele içinde devam eder. Bu mücadelenin karşı safına, yalnızca ekonomistler, Menşevikler, narodnikler değil, basbayağı Bolşevikler de düşer; Mach’çılık, otzovizm, 1905 sonrası Duma’yı boykot girişimleri Lenin’le adanmış Bolşevikler arasında ayrımlara neden olmuştur. Üstelik Lenin bu tarifi henüz Birinci Savaş ve 1917 çalkantılarının yaşanmadığı bir dönemde, 1913 yılında yapmaktadır.1 Bütün bu mücadele mirasına bakınca, Bolşevizmi tek bir isimle, Lenin’in ismiyle özdeşleştirmek mümkündür. Bolşevik düşünce, önceden elde varolan bir programın uygulanması değil, büyük ölçüde Lenin’in yönettiği reflekslerden kurulu bir hattır.

Bu hat içinde strateji ve taktik düzeyinde zıtlıklar görünebilir, ama eninde sonunda Lenin’in tarifi, hattın çeşitli biçimlerde ortaya çıkmış oportünizm (daha özcesi, sınıf uzlaşmacılığı) girişimlerini bozarak oluştuğunu da göstermektedir. Ama yalnızca bu değil. Bu refleksi doğuran bir düşünsel alt yapı söz konusudur ve bütün bu devrim tarihine kuşbakışı bir değerlendirme, bütün bu sürecin beyni olmuş Lenin’i besleyen üç damar ayırt edebilir: i) 1890’lardan itibaren yükselen işçi hareketi ii) Marx ve Engels’in kurduğu tarih bilimi olarak tarihsel materyalizm (Plehanov etkisi) ve iii) (Narodnovol’cülükten miras alınan) jakobenizm.2 Ve bu üçü içerisinde, diğerlerini belirleyen öğenin, en sonuncusu, yani jakobenizm olduğunu söylemek, günümüzde özellikle önem taşımaktadır.

Aslında Ekim Devrimi’nin 100. Yılında odağımızı biraz bugüne kaydırınca, sosyalist çevreler içinde pek anılmasa da jakobenizm ruhunun Ekim Devrimi anmalarında kendini hissettirdiğini gözlemlemek mümkündür. Gerçekten de, Ekim Devrimi’nin 100. Yılı anmaları SSCB’nin çözülüşü üzerinden kısa süre geçmiş olmasına rağmen son derece yaygın ve barışık geçti. Ekim Devrimi’ne yönelik Soğuk Savaş’tan kalma suçlamaların hasır altı edildiği böyle bir barışma, Batı kamuoyunda özellikle görünür hale geldi. Popüler kültürden yüksek kültüre ve akademiye bir bütün olarak Batı ideoloji dünyası, Ekim Devrimi’nde Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek ister bir konum almıştı. ABD’de 2000’li yıllarda doğmuş kuşağın sosyalizmde yaşamak istediklerine ilişkin anketler gündelik basında okuduk; Soğuk Savaş propagandasının bir numaralı üslerinden İngiliz BBC, haberlerinde Ekim Devrimi’ni saat saat yeniden canlandırıyor, yirminci yüzyıl boyunca anti-Sovyetizmin ocaklarından olmuş Batı sanat edebiyat çevreleri, Londra’da Ekim Devrimi sergilerinden Sovyet film festivallerine koşuyordu. Orak çekiçli bayraklar, Marx, Lenin temalı pop-art temsilleri, sosyal medyada esen devrim nostaljisi rüzgârlarına karışıyordu. Rusya hükümeti Ekim Devrimi’ni yarım ağız anıyorsa, bunun nedenini Alman Der Spiegel’den öğreniyorduk: Çünkü devrim Rusya’nın artık bir parçasıydı ve Putin devrimin soluğunu hâlâ ensesinde hissediyordu. Benzerleri ülkemiz düşün piyasasında da görülen bu Ekimseverlik bir yanıyla şaşırtıcı olmalı: 90’larda siyaseti gözlemleyebilecek yaşta olan kuşak için en gündelik konuşmalarda, köşe yazılarında sosyalizmin de savunucularının da türlü argümanlarla aşağılanmaya çalışıldığı zamanlar, dirençsiz sol siyasetlerin Ekim ve Sovyet mirasından kaçarcasına uzaklaştıkları günler belleklerde henüz tazedir. Devrim fikrinin popülerleşmesi her halükârda olumludur, ama evcilleştirilmesine karşı dikkatli olmak kaydıyla.

Nitekim, sanattan politikaya bütün mahcup barışma girişimlerine rağmen, Soğuk Savaş’ta liberal ideolojik hücumun hedefi olmuş üç ana uğrağa ilişkin hiçbir revizyonun gündeme gelmemesi, bütün bu popüler anımsayışlara bir sistemli unutuşun eşlik ettiğine de en açık gösterge olsa gerek. Bu üç uğrak, i) 1902 yılında “Ne Yapmalı?” ile Lenin’in çizdiği örgütsel ve siyasal hat ii) 1917 yılında tarım toplumunda proleter devrime geçiş hamlesi olarak iktidarın alınışı ve iii) 1927 ile 1929 yıllarında sosyalizmin ekonomik omurgası olarak merkezi ve devletçi planlama (Gosplan) çıkışı sayılabilir.3 Ekim Devrimi’ne ilişkin liberal tutumda bu üç noktada en ufak bir sorgulamaya gidilmediği gibi Ekim Devrimi’ne “hakkını verme” girişimleri içinde de bu üç uğrak noktasında yapılan “yanlışların” izleri kovalandı. Sosyalist devrimi Rusya’nın tarihsel/toplumsal koşullarına yönelik bir zorlama olarak görüp arızileştirme; devrimin renkli ve çoğulcu ilk dönemlerini sonraki gri ve “totaliter” dönemlerinden ayırma; devrimde halk (ve kimi zaman da işçi) kitlelerinin aktörlüğü ile Bolşeviklerin müdahaleleri arasındaki bağları koparma bu temalardan en tipik olanlarıdır.

Liberal sovyetolojinin odak noktası olarak saydığımız üç uğrağın bir ortak özelliği bulunuyor. Bu üç uğrak da Ekim Devrimi tarihinde elde reçete misali tutulan bir bilimsel sosyalizm külliyatının uygulandığı süreçler değil, devrimci kadroların tam da teorik, güncel her türlü lineerliği, beklentileri ve öngörüleri kırdığı momentlerdi.4 Gerek Ne Yapmalı? gerek sosyalist devrime geçişi ilan eden Nisan Tezleri gerek ağır endüstri inşasını öne koyan Gosplan kuruluşu, Ekim Devrimi’ni diğer devrimlerden ayıran ve yirminci yüzyıl devrimlerinin yegâne modeli haline getiren sıçrama hamleleri oldu. Bu üç nokta, devrim sürecinde maksimalizmin ortaya çıktığı anlardı. Buradaki tercihler, stratejik/taktik manevralardan ibaret kalmayıp tarihsel materyalizme de ekler yapmayı gerektiren teorik keşiflere yol açtı; Marx’ın çabaları sırasında görece geri planda kalmış, ama Bolşeviklerin mücadelesiyle birlikte sonunda kristalize olmuş “eşitsiz gelişme” yasasından söz ediyoruz. Yalnızca Lenin de değil, örneğin Lenin’in ölümünden sonra Stalin önderliğinde Krjijanovskiy ve Strumilin gibi isimlerin yönettiği merkezi planlama iradesi gene örnek bir ekonomik maksimalizm örneğiydi.5 Devrim mücadelesinin sürprizli biçimde öne çıkardığı bu üç sorunda da aşamacılık reddedildi, nesnel koşullar öznel iradenin hizmetine sokuldu, gerçeklik ideale boyun eğdi.

Bu anlamda, liberal düşüncenin bu uğrakları hedef alması, anmalarda bu uğrakları unutması hiç de şaşırtıcı değildi ve karşısındaki düşmanın özünü daha iyi görebildiğini gösteriyordu. Bu dönemde, Ekim Devrimini jakoben momentlerinden arındırma, de-jakobenizasyon, bu tarihi evcilleştirmenin en kritik adımı olarak karşımıza çıktı.

Peki, Ekim Devrimi tarihinde bu üç sıçramayı da kapsayacak söz konusu reflekse nasıl bir tarihsel arka plan çizilebilir? Rusya’nın Fransa’dan sonra jakoben damarın en güçlü biçimde ortaya çıktığı ülke olduğu göz önüne alındığında, bunun bir nesnel nedenlerine bir de öznel nedenlerine, bu bağlamda da Lenin’in jakobenizmle ilişkisine değinmek daha ayrıntılı tartışmalar için ön açıcı olacaktır.

Kapitalizm Mistisizmi

Rusya’nın özgün tarihsel koşulları devrim öncesi ve sonrası Rusya tarihçiliğinin de temel sorunlarından olagelmiştir. Diğer imparatorluk sistemleri gibi Rusya’da da modernleşme sürecinin başladığı zamandan beri Batı’yla olan farklar, bu farkların modernleşmede olumlu mu olumsuz mu rol oynadığı gibi sorular ulusal düşünüşün temel eksenini oluşturmuştu.

Öte yandan Rusya’da bu sorunun farklı, örneğin Osmanlı’dan farklı, bir kaynağı olduğunu söylemek mümkündür. Korkunç İvan mitolojisinin de ima ettiği üzere, Rusya’da Çarlık otoritesi, yerel güç odaklarını, derebeylerini ya da boyarları en baştan itibaren boyun eğdirmeyi başarmıştı. En çarpıcı biçimde Büyük Petro reformlarıyla ortaya çıkmış olsa da, Rus Çarlığı önceden beri merkezi otoritesini kabul ettirmiş bir imparatorluktu. Bu, toplumsal çelişkilerin merkezde toplanabildiği, Çarlık otoritesinin bu çelişkileri siyasal olarak yönetmede başat odak olduğu anlamına gelmektedir.

Siyasal merkezileşmede bu başarı, on dokuzuncu yüzyıl başından itibaren kapitalist ekonomiyle bütünleşme sürecinin de neredeyse kararnamelerle yönetilen çeşitli idari reformlar ardına gizlenebilmesini sağlamıştı. Batı’yla ekonomik ilişkiler gelişip Rusya’da ticaret burjuvazisi mi serpiliyor, sosloviya (katmanlar sistemi) içinde bir değişiklikle soyluluk ile servet ilişkileri konusunda ara düzenlemeler getiriliyor, yeni gelişmekte olan sınıfın talepleri görece doyurulabiliyordu. Ya da tarımda sınıfsal farklılaşma mı boy gösteriyor, bir tür köy komünü yönetimi öngören obşçina sistemi gündeme sokuluyor, büyük toprak sahipliği ile topraksız köylü arasında yeni bir denge oturtulmaya çalışılıyordu.6 Serfliğin 1861’de kaldırılmasından 1905 sonrası Stolıpin dönemine, oradan 1917’ye kadar sayısız idari reform çabasının doğurduğu çeşitli meclis sistemleri hep bu merkezi dinamikten besleniyordu.

Bu merkezilik, uzun on dokuzuncu yüzyıl boyunca Rusya’da siyasal formasyonu ve ideolojileri iki ana yönde belirledi: i) Çarlık içinde ekonomik çıkarlarını doyurabildiği sürece burjuvazinin ideolojisini Batı’daki “tipik” seyirden ayrı bir yola sevk etti; ii) Rusya’da devrimci entelijansiyanın oluşumuna zemin hazırladı.

Devrimci entelijansiya meselesine, Lenin’e de açılan bir köprü olması bakımından ileride değineceğiz. Ama burjuva ideolojisinin izlediği seyir hem daha az konu edilmesi hem de genel olarak Marksistlerin, bu arada Lenin’in düşünsel evriminde önemli yer tutması bakımından ilginçtir. Devrimin yakın gözlemcisi, Menşeviklerin önemli isimlerinden Fyodr İlyiç Dan Bolşevizmin kökenlerine ilişkin ilginç retrospektif incelemesinde ilk neşteri buraya atıyor ve ikisi de aynı dönemde toprak köleliğini kaldırmış olan Rusya ile ABD’nin neden “demokrasi” bakımından bu kadar ayrı seyirler izlediği sorusuyla işe başlıyordu.7 Rusya’da monarşinin burjuvazi üzerinde kurabildiği hegemonya, burjuvazinin yükselişi ile burjuva demokrasisi ve politik ekonomisinin yükselişi arasındaki “tipik” olduğu kabul edilen eşgüdümü bozmuştu.8 Gerek Çar I. Nikolay gerek halefi II. Aleksandr devrinde –1861 sonrası serfliğin kaldırılması başta olmak üzere çeşitli reformlarla sanayi burjuvazisinin önü açıldığında bile– Rusya burjuvazisi 1890’lara dek Çarlığın bir tür “merkantilist” koruması altında gelişmiş, emek-değer teorisini ya da anayasal-parlamenter rejim taleplerini sahiplenen bir sınıfsal muhalefet oluşturmaya gereksinme duymamıştı. Burada iktisaden yaşanan burjuva gelişme siyaseten o denli görünmezdi ki, daha sonra ilk kuşak yasal Marksistlerden (ya da liberallerden) Tugan-Baranovskiy’nin on dokuzuncu yüzyıl ortalarına bakarak “Tanrı bize keşke bir burjuvazi verseydi!” dediğini gene Dan’dan okuyoruz.9 Rusya’nın kapitalizmin gelişmesi açısından bir “anomali” olduğu yolundaki giderek taşlaşmış olan düşünce, ancak 1890’lardan itibaren Plehanov ve Lenin’in elindeki keskin tarihsel materyalizm kılıcıyla kırılabilecekti.

O zamana dek “Rus anomalisi” üzerinden dehşetengiz bir ideolojik hegemonyanın hüküm sürdüğünü belirtmek gerekiyor. Bunun, narodniçestvo, Türkçesiyle “halkçılık” hareketi için temel bir önkabul olduğu Rus düşünce tarihinin elifbesidir. Aksakov gibi ilk kuşak Slavofil düşünürlerden başlayan ve temelde kültürel bir Rus milliyetçiliği arayışı sayılabilecek bu fikir, Batı’dan geri kalmışlığı değil, Rusya’nın kendi özgün gelişme yolunu çizmeyi görev olarak önüne koyuyordu. Bir tür “folk-mani” halini de alan yurtseverlik düşüncesi daha sonra Alexandr Herzen (Gertsen) gibi Slavofili ile Batıcılığı sentezleyici düşünürlerce devrimcileştirildi. Herzen’den 1860’lı yılların yeni kuşağına –ya da babalardan oğullara– taşınan devrimci sentez, anomalinin Rusya lehine işleyebileceği, ülkenin dehşetengiz yoksulluklar ve eşitsizlikler üreten kapitalizm aşamasını atlayarak köy komünlerine dayalı bir sosyalizme varabileceği yolundaki stratejiye zemin sağlıyordu. Bu inancın Avrupa’da etkin Rus devrimcilerince tarihsel materyalizmin kurucusu Marx’a kadar taşındığını ve Marx’ın da bir endüstriyel ülkenin lokomotif olması kaydıyla bu fikri reddetmediğini biliyoruz.

Narodniçestvo devrimci dozunu giderek artırarak efsanevi bir akım olmaya doğru yürüdü ve yolu Lenin’le de çakıştı. Öte yandan dikkat çekici olan, bu düşüncenin yalnızca muhalif ve devrimci çevrelerce değil, egemen ideoloji tarafından da benimsenmiş olmasıdır. En berrak örnek olarak, Çarlığın Batı Avrupa’yla çatışmalı dönemlerinde –Kırım Savaşı’na dek– bu özgünlük ve “anomali” meselesi burjuvazinin Çarlıkla ittifakını bir ulusal kader gibi sunmasına yardımcı olmuş; hatta ve hatta I. Nikolay’ın ideologlarından Sergey Uvarov’un çizdiği –Ortodoksi, Otokrasi ve millilik (narodnost’)– üçlemesine dayalı bir tür Resmi Milliyetçilik bayrağı altında “kapitalizme düşman” bir sınıf rolü oynayabilmesini de sağlamıştı.

Rusya’nın kapitalistleşmesi ya da modernleşmesi sürecinde kapitalizm nesnel olarak alabildiğine gelişirken programatik bir “kapitalizm” savunusuna gerek duyulmuyordu. Bunun yerine, Rusya’da otokrasi ile yeni gelişen burjuvazinin ittifakını örten bir “anomali” fikri siyasal açıdan daha işlevliydi. Burjuvazi, Çarlık despotizminin hem korumasından yararlanabiliyor hem de sömürücü, baskıcı, köhne politikaların sorumluluğundan bağışık kalabiliyordu. Geçerken belirtmek gerekir; bu fikir hiç de Rusya’ya özgü değildi ve yaşadığı ülkenin Batı kapitalizminden sapan “sui generis” özelliklere sahip olduğu iddiası burjuvazinin evrensel bir örtüsü olagelmişti.10 Rusya’da bunu oldukça güçlü kılan, bu anomalinin aşılması değil, sürdürülmesi gerektiği yolundaki güçlü entelektüel itkiydi.11 Burjuvazi, ekonomik çıkarlarının zorlamasına rağmen 1905 yılına dek Çarlık kanatları altından çıkmadı ve 1905 yılından sonra da ittifakını ağır bir baskı rejimi altında açığa çıkararak sürdürdü. Rusya’nın kapitalistleşememiş (burjuva demokrasisinin yerleşmediği) bir ülke olduğu yolundaki ideolojik örtü, 1917 Şubat Devrimi’nde burjuvazinin (Menşevik) sosyalistleri kendi programına dâhil etmede başlıca aleti olacaktı.

Bununla birlikte, Rusya’nın özgünlüğü tezinin devrimci yakıtı da giderek tükeniyordu. Halkçılık hareketi, özellikle Narodnaya Volya’nın ezilmesi ardından 1890’lardan itibaren bir tür liberal halkçılığa doğru da evrildi ve burjuvazi ile devrimci gelenek arasında bir köprü oluşturmaya da başladı. Özellikle Yakov Abramov ya da Nikolay Mihayilovskiy, narodnizm’e (üstelik Batı’nın kapitalist gelişimini bunca mahkûm ederken) Batı sosyolojisi aşıları yaparak bu buluşmayı kolaylaştırmış olmalıdır. Narodnizmin önderlerinden Mihayilovskiy halkçı düşünceyi politik zeminden pedagojik (bireyin kendini geliştirmesi) zeminine çekiyor, Çar III. Aleksandr –Lenin’in ağabeyinin suikast planlamaktan idam edildiği Çar– zamanında yasal basında kendisine yer ve övgü bulabiliyordu. Lenin’in en başlardan beri hedef tahtasına koyduğu Mihayilovskiy, açıkça toplumsal (ve sınıfsal) farklılaşmanın insan mutluluğunu zedelediğini, işbölümünün insanı tek boyutlu hale getirdiğini söyleyerek dinamik kapitalist gelişmeyi örtbas ediyor, 1890’larda sanayinin gelişmesiyle köylerden kentlere akan yeni işçi kitlelerinin huzursuzluklarına karşı bir apolitizm salgılıyordu. Diğer yanda, Abramov’un “halka doğru” çağrısı ise artık Herzen’in devrimci “halka doğrusu” gibi değildi. Abramov’un “küçük işler teorisi” eğitim sistemi sayesinde sayıca giderek artan ve Rus taşrasına atanan genç istatistikçiler, öğretmenler, katipler ordusuna, köylülerin yaşamını bozacak devrimci fikirler değil, köylülerin yaşamına dokunan, onları akıl ve duygu bakımından geliştirecek küçük ve somut katkılar sunmalarını (sonradan 1900’lerin Marksist ekonomistlerine benzer biçimde) öğütlemekteydi. Eninde sonunda, Lenin’e gelindiğinde, devrimci fikirlerinden yalıtılmış bir yasal narodniçestvo boy göstermiş ve öğrenci çevrelerinde etki uyandırmaya başlamıştı.

Jakobenizm

Rusya’da merkezi otoritenin bu gücünün, burjuvazinin nesnel konumu ile öz bilinci arasındaki bu tezata ve onunla birlikte de devrimci bir aydın hareketine yol açtığını belirtmiştik. Gerçekten de, Rusya’da aydının da Marksist aydının da doğuşu bu ilginç somut durumla belirlendi. Rusya’da Marksizm, kapitalizmle mücadele halinde değil, bir tür kapitalizm kanıtlayıcısı, hatta yasal Marksistler dikkate alındığında, basbayağı kapitalizm savunucusu olarak doğdu. Ne de olsa, kapitalizmin geçerliliğini kanıtlamak, Marksizm’in geçerliliğini kanıtlamak demekti. Önceleri bir narodnik olan ve Lenin’in hocası saydığı Plehanov, halkçı teorilerin iflasını ve meta ekonomisi yasalarının Rusya topraklarında da geçerli olduğunu kanıtlama yolunda büyük bir felsefi ve siyasal mücadeleye giriştiğine köylü kitleleri Avrupa Rusyası’nın sanayi havzalarını doldurmaya ve ilk protestolarını gerçekleştirmeye başlamıştı. Plehanov’a göre devrimci hareket artık bu işçilere “kente gelmiş köylü” muamelesi yapmayı bırakmalı, bunlara uygun, yani Marksist bir mücadele programı oluşturmalıydı.

Lenin’in tam da “Rusya’nın istisnai bir ekonomik bir gelişme izlediği” fikrine dayanan narodnik teoriye karşı mücadelede Plehanov’la birlikte yürüdüğü, tartışmaya gerek olmayan bir olgudur. Yalnızca Plehanov mu, bu yolda yasal Marksistler olarak anılan Struve gibi liberal kalemlerle bile söylem birliği yapmaktan geri kalmamıştı. Bununla birlikte, Lenin’le diğerleri arasında asıl ayrımı çizen Marksizm değildi. Marksizm, giderek evcilleşen, 1890’lardan itibaren artmış işçi protestoları karşısında hantallaşan narodniçestvo’ya karşı eksiksiz bir silah sunuyor; tarihsel materyalizme dayalı sınıf çözümlemesi, Rusya’da kapitalizmin egemenliği üzerindeki geleneksel (halkçı teorinin dokuduğu) “anomali” örtüsünü kaldırıyordu. Lenin bu mistifikasyonu kırmada o kadar kararlıydı ki, metodolojik bir çıkışla Rus düşünüşüne o döneme dek damgasını vurmuş olan geleneksel sübjektif sosyoloji ve felsefi polemikleri aşarak, tezlerini ayrıntılı istatistik çalışmalarla sundu. İlk kapsamlı çalışması Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi’nde görülen eşine az rastlanır metodoloji, ampirik bilgi gösterisi Plehanov’u bile tıkamış o soyut, metafizik tartışma döngüsünü aşmakla ilgiliydi ve Rusya devrimci hareket geleneği için bir yenilikti.12

Bununla birlikte, ileriki gelişmeler, Lenin açısından ülkede kapitalizmin yerleşmiş ve ilerlemekte olduğunu kanıtlamanın, diğer Marksistler için olduğundan farklı bir anlam taşıdığını kanıtlamıştır. Başta yasal Marksistler, ardından Menşevizm açısından bu mücadeleden çıkan sonuç, kapitalizmin tamamlanana (eski toplumsal düzeni bütünüyle atana) kadar burjuva gelişimi destekleme gereğiydi. Marksistlerin çoğu narodnizm’le kavgayı ondan kopma, bu arada onun kapitalizmi reddeden devrimci içeriğinden de kopma hedefiyle veriyordu. Bunlara göre, burjuva demokrasisi bir acil hedef olarak sosyalistlerin önünde duruyordu. Lenin’de ise Rusya’da Çarlık yönetimi altında kapitalizmin gelişmesi, burjuvaziyi başlı başına ve doğası gereği “suç ortağı” yapıyordu ve Lenin bu suç ortağıyla yollarını ayırmayı baştan beri gündemin en önüne koyuyordu. Burjuvazinin gelişmesini (bir iktidar kurmasını),destekleme yanlısı olmadığı gibi bu bakımdan narodnizmden kopuş yanlısı hiç değildi. Rastlantı değil, Marksist karşıtları Lenin’de “narodnovol’cülük” teşhis etmekten geri kalmıyorlar, Lenin’den “bu suçlamadan onur duyarız” yanıtını alıyorlardı.13

Lenin’i Lenin ve Bolşevizmi Bolşevizm yapan refleksin, yani jakoben eğitimin, burjuvaziye karşı bu devrimci uyanıklığı beslediği söylenebilir. Tam da Georg Lukacs’ın Lenin’de pek isabetle saptadığı o fikir, “devrimin güncelliği” ya da iktidar hırsı, burjuvaziyle bir sınıf uzlaşması düşüncesine –Menşevikler Marx’tan ne kadar alıntı getirirlerse getirsin– peşin bir set çekiyordu.

Bu hırs Lenin’e nereden geliyordu? Kimi düşünürler bunu narodnovol’cü bir hücre kurup Çar’a suikast tasarlama suçlamasıyla idam edilen ağabeyinin etkisine bağlasa da bu etki, psikolojik bir motivasyon olmaktan fazlasıydı. Lenin, ağabeyine kadar sirayet eden, aslında Rus aydınına özgü jakoben geleneğin doğrudan mirasçısı olduğunu asla gizlemedi.

Rus aydını, devletten kovulmuş bir aydındı ve ilk günahı da I. Nikolay’ın tahta çıkışında anayasa talebiyle Aralık 1825’te bir devrimci darbe hazırlayan Dekabristler (Aralıkçılar) işlemişti. Bundan sonra Rus aydınının elinden iktidar alınmış oluyor, devlet katında yenilikçi aydın bırakılmıyordu; Petro ve Yekaterina döneminin parlak kadrolara yer açan “aydınlanmacı despot” imgesi bitmişti ve Çarlık elinden en masum reformist fikirlere karşı bile ağır bir baskı dönemi başlıyordu. Otokrasinin keyfi, eşitliksiz, hukuksuz yönetimi altında reform isteyen dinamik kesimlere 1850’lerden başlayan ve on dokuzuncu yüzyıl sonuna doğru giderek sivrilen bir mücadele gütmekten başka çare kalmamıştı. Aydın, başka politik gövdeler keşfetme (halka gitme) ve iktidarı zorla teslim alma (devrimci şiddet) stratejilerine yöneliyor; bu stratejiyi teorik, estetik ve felsefi bakımdan işleyerek Çarlık düzeni karşısında güçlü bir dünya görüşü ortaya koyuyordu. Belki de Marx’ın Alman felsefesi için saptadığı, geri maddi koşullar ile ileri düşünce dünyasının “eşitsiz gelişmesi”, daha berrak biçimde Rus topraklarında hissediliyordu. Üstelik, bu kez Alman felsefesindeki gibi devrimden kaçınarak onun düşünsel mirasını uyarlama arayışı değil, devrime susamış bir eylemcilik ön plandaydı.

Bu durumun Rus düşünce dünyasında uyandırdığı gerilimleri burada sergileme imkanımız yok. Yalnızca bunun hatırı sayılır bir devrimci literatür oluşturduğunu ve özellikle Fourier, Saint-Simon, daha sonra Feuerbach’çılık gibi ütopik sosyalist ve materyalist akımlara çok açık bir entelektüel radikallik yarattığını belirtmek yeterlidir. Genç Lenin bu radikal, ütopik mirastan alabildiğine beslenmişti ve Bolşevik kadrolara aşılamaya çalıştığı da aynı mirastı. Lenin’in Samara günlerinden Sovyet planlamaya dek en istikrarlı yoldaşı ve izleyicisi olan Krjijanovskiy “Vladimir İlyiç’in gençliği, Komünist Partimizin gençliğidir” derken bu dönemki formasyonu anlamanın Bolşevizmin ilerleyen tarihini anlamada ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Lenin’in siyasal yaşama katıldığı ve ilk devrimci çevresini topladığı Samara günlerinden en yakın arkadaşı Blanquist-narodnik eğilimli M. P. Golubeva tartışmalarını “Jakobenlerden Çernişevskiy’lere, Çernişevskiy’den Marx’a geçtik” sözleriyle aktarıyor ve devam ediyordu: “Anımsadığım kadarıyla iktidarın ele geçirilmesi imkanında da arzusunda da en ufak bir ayrılığımız yoktu, ama yalnızca bizim nasıl bir ‘halka’ dayanmayı düşündüğümüzü anlayamıyor, halk diye bir şeyin olmadığını, halkın çıkarları farklı sınıflardan oluştuğunu anlatmaya koyuluyordu.”14 Golubeva’yla da devrim dönemlerine uzanacak bir birliktelik bu polemiklerle başlamıştı.

Lenin, 1902 yılında yayımladığı, siyasal örgütlenme ve parti konusunda kesin bir kopuşu sağlayacak yapıtına Ne Yapmalı? başlığını koyarken de amacı hiç kuşku yok Çernişevskiy’nin Ne Yapmalı’sını anıştırmaktı. Peki tarihsel materyalizme bu denli hâkim, önem veren bir devrimci, narodnik geleneğin bu en parlak aydınında ne bulmuştu? Lenin, kitabında çok net biçimde, ekonomi ile siyaset arasındaki keskin ayrımları anlatıyor, işçilerin ekonomik mücadelesinden siyaset çıkarmaya çalışan aşamacılığı (ekonomizmi) mahkûm ediyordu. Bu yoğun siyaset tartışmasında Çernişevkiy’nin romanından ziyade Alman Sosyal Demokrat Partisi’ndeki tartışmaların Lenin’e esin kaynağı olduğu bir gerçektir. Ama Çernişevskiy’nin Ne Yapmalı’sı, adanmış bir çevrenin her türlü konformizmi ve aşamayı reddederek fikirlerini gerçekleştirecek bir aygıt (kooperatif) ve ilişki geliştirdiği, açıkça ütopik bir romandı. Marksist ekonomistlerin daraltıcı (küçük işler) teorilerine karşı, tıpkı Çernişevskiy’nin karakterleri gibi insanın güçlerini sınırsızca ve özgürce kullanabildikleri, kendi dar dünyası dışında yaşamın bütün yönlerini (ve siyasal iktidarı) kuşatabilen bir bakışı Marksist partide bu başyapıtla anımsatmayı seçmişti.

Narodniçestvo’nun devrimci damarını tüketip Rusya’da egemen ideolojiyle köprüler kurmaya başladığı dönemlerde siyasetle tanışan Lenin narodnik önderlerle mücadeleye girişiyorduysa da, Marksist akım içinde “oportünistler” olarak nitelediği çeşitli uzlaşmacılık biçimlerini karşısına almakta da hiç tereddüt etmiyordu. Narodniklere karşı liberal kalemlerle ittifak ediyordu etmesine, ama Struve’nin “devrimci sosyal demokrasinin” yayın organlarında yazmasına da karşı çıkan, Tulin mahlası kullanarak yasal Marksistlerin burjuva niteliğini ifşa edecek özgün bir çaba içerisinde olan da kendisiydi.15 1890’larda narodnik’lerin önderlerinden Vorontsov ile kavga ettiğinde de, 1905 sonrası Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ni yasallaştırmak isteyen Marksist Menşevik’leri tasfiyecilikle mahkûm ettiğinde de, Devlet Ve Devrim’de demokrasi ve diktatörlük kavramlarını köşeli bir üslupla tartışırken de amacı aynıydı: Parlamenter bir “uzlaşma” yanılsamasının başını küçükken ezmek. Bu doğrultuda, Şubat 1917’deki geçici hükümeti devirmek üzere çoğu Bolşevik kadroyla ters düşerken, iktidar hedefini kılavuz bilmişti.

Lenin’in gerek narodnik gerek Marksist bütün uzlaşmacı strateji ve teorilerle en keskin biçimde mücadele ederken jakobenizm ve devrimci halkçılığı istikrarla sahiplenmesi onun formasyonuna ilişkin en önemli işaret sayılmalıdır. Daha Ne Yapmalı’da, Narodnovol’cülükle suçlanan Lenin, bundan sonra da Bolşevik kanadı “Jakoben” ve Menşevik kanadı “Jironden” olarak nitelemekten asla geri durmadı. 1905 yılında proletarya ile köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü hedefiyle yeniden bir iktidar programı ileri sürdüğünde, bunu “Jakobenler nasıl 1793 yılında 18. yüzyılın öncü sınıfının çıkarlarını savundularsa, biz de 20. yüzyılın öncü sınıfının çıkarlarını savunmalıyız” sözleriyle gerekçelendiriyor; Ekim Devrimi’nin arifesinde, Haziran 1917’de, Pravda’da “Jakobenler örneği öğreticidir. Bu örnek bugün de eskimiş değildir; onu yalnızca yirminci yüzyılın devrimci sınıfına, proleterlere ve yarı-proleterlere uyarlamak gerekir” diyordu. Guesde’ist hareketin önemli adlarından Marcel Cachin, 1920’de Lenin’le konuşmasında Lenin’in “komünistleri çağdaş jakobenler” olarak tanımladığını aktarırken bu sürekliliğin Lenin’in siyasal yaşamının başından sonuna sarsılmadığını da göstermektedir.16

Nisan 1917’de Bolşevikler dâhil ezici çoğunlukta devrimcinin burjuva devrimini oturtmaya hazırlandığı bir zamanda “burjuva devrimi çoktan tamamlanmıştır” diyerek proleter devrime çağırmaya; 1929’da küçük ölçekli sanayileşme ya da tarım seçeneklerinin bir kenara itilip büyük ölçekli sanayileşmeyle proletarya diktatörlüğünü sağlamlaştırmaya götüren keskin bakışta hep aynı reddiye ve iradecilik izlerini görüyoruz.

Bir Marksist olarak narodniklerden ayrılan Lenin, bir jakoben olarak çağdaşı Marksistlerin neredeyse tamamından ayrı bir yerde duruyordu. 1890’lardan itibaren işçi sınıfının kitlesel yükselişlerine eşlik eden mücadelesinde, saflarındaki siyasal sapmaları teşhiste tek yöntemi bu iktidar perspektifi oldu. Bolşevik, sınıf bilinci olan bir jakobenden başka bir şey değildi; Rusya’nın mistik karanlığından sosyalist iktidar aydınlığına hep en ileriye, en “ütopik” görünene, iktidar ufkuna yürüyerek çıkabildi.

***

*Işık Üniversitesi – Fen Edebiyat Fakültesi öğretim üyesi, araştırmacı, yazar

Dipnotlar

  1. V. İ. Lenin, “O Bol’şevizme”, Polnoe Sobranie Soçineniya içinde, 5. Baskı, cilt 22 (Moskova: Gosudarstvennoe İzdatel’stvo Politiçeskoy Literaturı, 1969) 279-280. Büyük Sovyet Ansiklopedisi, Bolşevizm girdisinde, bu mücadeleleri (sosyal şovenizme karşı mücadeleleri ekleyerek) sıraladıktan sonra temel çizgi olarak proletarya enternasyonalizmini belirtmekte ve bir parti olarak Bolşevizmin, kendisini II. Enternasyonal tipi partilerden ayırarak kurduğunu belirtmektedir. “Bol’şevizm” Bol’şaya Sovyetskaya Entsiklopedia (Moskova, 1968).
    ​Lenin’in 1890’lardan başlayan mücadelesi, en donanımlı Marksistleri (örneğin Menşevikleri) tarihin dışına sürükledi, en devrimci Bolşevikleri hem de devrimin eşiğinde şaşkına çevirdi; o derece ki, Nisan 1917’de Lenin hedef olarak proleter devrime geçişi ilan ettiğinde kendisiyle geri kalan Bolşevikler arasında kopuşa varacak ayrımlar oldu. Lenin’in sert müdahaleleri olmasaydı, çok büyük ihtimalle devrimci irade narodniçestvo’ya mal olmuş bir nostalji olarak kalacak, Marksistler yasal Marksizmle (ya da liberalizmle) sınırlarıçekemeyecek, sonraları II. Enternasyonal’le ayrışmakta geç kalacak, büyük ihtimalle Şubat Devrimi sonrası Geçici Hükümet iktidar krizini toparlama fırsatı bulabilecekti. Böyle bir düşünsel deney kuşkusuz şu mantıksal sonuca da götürür: Böyle bir durumda, Rusya’da Bolşevizmin de Almanya’da Spartakistlerin yaşadığı türden bir tasfiyeye uğraması kaçınılmaz olacaktı. Bu süreçte gerekirse tek başına kalma pahasına harekete dayattığı yön, Lenin’i devrimin beyni yapmaktadır.
  2. Narodnovol’cülük, narodnik (halkçı) akımın ürettiği devrimci şiddet örgütüne aidiyeti ifade eder. Rusya’da Zemlya i Volya/Toprak Ve İrade hareketinin bölünmesi sonrasında ortaya çıkan Narodnaya Volya/Halkın İradesi hareketi, dar bir grup devrimcinin Çarlığın merkezini hedef alan şiddet eylemleriyle halkı ayaklandırma stratejisi güdüyordu. 1881’de Çar II. Aleksandr’ı öldürmeyi başaran örgüt, ardından gelen yoğun devlet baskısı karşısında çöktü, ama bu tür özverili militanlardan oluşan konspiratif devrimci şiddet geleneğini miras bırakmış oldu. Lenin’in ağabeyi Aleksandr Ulyanov da, yeni bir Narodnaya Volya kurarak Çar III. Aleksandr’a suikast tasarlamaktan yargılandı ve Mayıs 1887’de idam edildi. (Aleksandr Ulyanov’un hücresinin asıl Narodnaya Volya ile bağı kanıtlanamamıştır).
  3. Tarihçi Sheila Fitzpatrick, klasik Batı sovyetolojisinde totalitarizmin kökenlerinin üç uğrakta arandığını söylerken benzer bir liste vererek birinci sıraya Leninist ideoloji ile Ne Yapmalı’da sergilenen örgütsel örüntüyü, ikinciye iktidarın Bolşeviklerce alınmasını ve üçüncüye de parti diktatörlüğünün kurulma sürecini yerleştiriyor. [Sheila Fitzpatrick, “The Legacy of the Civil War,” Party, State and Society in the Russian Civil War: Explorations in Social History içinde, der. Diane P. Koenker, William G. Rosenberg v.d. (Indianapolis: Indiana University Press, 1989), 385.] Kitabın yayımlandığı tarihten sonra Sovyetler Birliği çözüldü ve çözülme büyük oranda merkezi planlama hevesine bağlandı. Bu propaganda silsilesinde planlama, aynı zamanda Sovyet merkeziyetçiliğinin ve diktatörlüğün altyapısını oluşturuyordu. Dolayısıyla, fazla genel ve totolojik kaçan “parti diktatörlüğü” yerine daha somut bir konuyu, planlamayı yerleştirmek daha açıklayıcıdır.
  4. Buna karşılık, sosyalistlerin bugüne dek benimsediği paradigmaların bu çizgiye karşı ne kadar istikrarlı bir mücadele sağladığı da sorgulanabilir. Ayrıntılı bir tartışma elbette ayrı bir yazının konusudur. Ama genel bir tasnifle gözlemleyecek olursak; liberal söylemlere komşu olan ve ömrünü dolduran “yeni sol” arayışlar bir yana, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nce Soğuk Savaş’ta örülmüş resmi tarih yazımının da devrimde bilinçli öğenin rolü ve formasyonunu açıklamada yetersiz kaldığını söylemek mümkün görünüyor. Lenin’i ilk faaliyetlerinden beri bilimsel sosyalist teorinin bir pratisyenine, dahası teoriyi de uygulanmayı bekleyen hazır bir reçeteye indirgeyen bu steril tarih yazımı, hem günümüz mücadele gündemi hem de devrim tarihindeki iniş çıkışları, düşüş ve yükselişleri ayrıntılandıran yeni bulgular karşısında etkisizleşmiş görünüyor. Özellikle Bolşevikler içinde 1905’i izleyen ayrışmalar, Birinci Savaş, devrim sonrası iç savaş ve NEP dönemindeki örgütsel gelgitler bu tür bir tarih yazımını bozan verilerle doludur. Dahası, Stalin dönemi bütün tasfiyelerden sonra bile parti içi çekişmelere ilişkin zengin malzeme sunmaktadır. Batı sovyetolojisi, bu yolda kendisini inceltmekten geri kalmamış, Sovyet resmi tarihçiliğinin entelektüel tarih alanına yaslanan, çelişkisiz ve gerilimsiz bir çizgi olarak Lenin ve Bolşevizm imajına anti-tezler üretmek üzere özellikle parti tarihi ve sosyal tarih alanlarına doğru yayılmıştır. Örneğin, Ronald Grigor Suny, The Soviet Experiment: Russia, the USSR and the Successor States (New York: Oxford University Press, 1998).
  5. Planlamanın ne denli güçlü bir sıçrama olduğu çoğunlukla siyasal ayrımlar odak noktası olarak alındığından gözlerden kaçabiliyor. Daha 1920’li yıllarda savaş komünizminden başlayıp NEP’e uzanan bir dönemde yeni düzenin ekonomisini kurma çabaları çeşitli planlama arayışlarına yol açmıştı. Bu dalga içinde ultra endüstrileşme yanlıları (Trotskist kanat) olduğu gibi ekonomiyi militerleştirme (Fruntze ve gene Trotskiy) ya da Rusya’nın tarım toplumu niteliğini temel alarak bir ekonomi kurulmasını öngören (Kontradiyev gibi) çevreler arasından, 1927 yılından itibaren ağır endüstri ve büyük ölçekli fabrikalar ağı kurmaya dayalı merkezi planlama benimsendi. Diğer “gerçekçi” planlama arayışlarıyla mücadele teknik ve istatistik alandan ziyade felsefi ve ideolojik alanda verildi. Strumilin, planlamayı mimariye benzeterek proletaryanın tarihsel rolünü oynayabilmesi için kendini ekonomik bir özne olarak da kurması gereğine dayandırıyordu: S. G. Strumilin, Problemı Planirovaniya v SSSR (Leningrad: İzdatel’stvo Akademiya Nauk, 1932). Köylülüğün nicel ve nitel olarak ağır bastığı bir tarım toplumundan yirminci yüzyılın ikinci süper gücünü oluşturacak bir endüstri toplumuna sıçrayış bu planlama teşkilatının başarısı oldu.
  6. Kuşkusuz burada merkezi otorite ve kararların kusursuz, pürüzsüz bir uygulanışından söz etmiyoruz. Rusya toprakları sınıfsal çatışmadan da diğer çatışma ve direnişlerden de bağışık değildi. Bununla birlikte, bu tarihçeyi Habsburg ya da Osmanlı imparatorluklarındaki idari reformlarla karşılaştıran kimse, Rusya’daki merkezi devlet mekanizmasının görece etkililiği konusunda şüpheye düşmeyecektir. Habsburg iki merkezli bir devlet biçiminde yoluna devam etmişken Osmanlı payitahtı, idari reformlarını kendi topraklarında uygulatma yolunda imparatorluk sathında iç savaş düzeyinde mücadele vermekteydi. Rus monarşisi, bütün bu çelişkileri merkezde toplayıp yönetebilmesiyle ayrılmaktadır.
  7. Fyodr İlyiç Dan, Proishojdenie Bol’şevizma: K İstorii Demokratiçeskih i Sotsialistiçeskih İdey v Rossii posle Osvobojdeniya Krest’yan (New York: Novaya Demokratiya, 1946), 7-11.
  8. Burjuvazinin “tarihsel rolünü oynayamamış olması”, Rusya’da ya da Almanya’da totaliterliğin kökenlerini açıklamada liberal tarihçilerce sıkça başvurulan bir tema olagelmiştir. Ne var ki, bu tema, daha ziyade burjuvaziyi ibra etmek üzere gündeme getirilmektedir. Burjuvazinin demokratikleştirici gücüne iman eden liberal bakış, aynı zamanda bu burjuvazinin devlet zincirlerinden kurtulamamış olmasına ağıt yakmaktadır. Almanya örneğini şimdilik bir yana bırakıyoruz; Almanya modernleşmesi Rusya’da gerek egemen gerek devrimci ideolojinin başlıca esin kaynağı olmuşsa da neredeyse konfederatif bir sistem olması açısından kökten farklılıklar da göstermekteydi. Dan’a göndermeyle söyleyebileceğimiz ise, Rusya’da burjuvazinin en azından 1905 Devrimi arifesine kadar Çarlık monarşisinin kanatları altından çıkmayı tercih etmemiş olduğudur.
  9. Dan, 17.
  10. Bunun çeşitlemeleri için Barış Zeren, “Neoliberal Özgücülüğün İzinde Bir Taslak”, AKP ve Liberal-Muhafazakâr İttifak: Hegemonyadan Diktatoryaya içinde, (der.) Ç. Sümer ve F. Yaşlı (Ankara: Tan, 2010), 109-134.
  11. Aksakov’dan başlayarak Slavofili’nin temel görüşü, Rusya’ya uygarlık misyonu yüklemeye kadar varıyordu; Rusya özgünlüğünün gösterdiği yoldan giderse Batı’yı da içine düştüğü bunalımdan kurtarabilecekti. Slavofili konusunda genel bilgiler için şu kaynaktan yararlanıyoruz: James M. Edie ve James P. Scanian (der.) Russian Philosophy, cilt 1 (Chicago : Quadrangle Books, 1965).
  12. Rusya’da burjuvazi gibi narodnik hareket de politik ekonomiye mesafeliydi. Devrimci eylemin zemini çoğunlukla sübjektif moralde (militanı devrimci kararlılığa sevk eden moral duruşta) aranıyor, teorinin ekonomik dayanağı olarak gösterilen köy komünlerinin evrimi üzerine ayrıntılı bir gözlem gereği duyulmuyordu. Harding, bütün bu dönem boyunca narodnizmin ideolojik ve ekonomik referansının bir tek August Von Haxthausen’in 1847 tarihli Rusya’da halk yaşamı ve geçim ekonomisini anlatan kitabı olduğunu kaydetmektedir ki, bu yapıt da daha sonraları Korsak gibi liberal iktisatçılarca alay konusu da olmuştu (Harding, 33). Oysa o döneme dek Rus Çarlığı, Rus taşrası hakkında benzeri pek az bulunan bir disiplinle Zemstvo istatistikleri denen büyük bir ampirik külliyat biriktirmişti. Lenin, daha Samara günlerinde devrimci narodnik önderleri Marksizm saflarına çekme çabaları sırasında, zihinlerdeki taşlaşmış mistisizmi dağıtmada bu ampirik bilgilere sıklıkla başvuruyordu.
  13. Narodovol’cülük Lenin’in Ne Yapmalı yapıtında “demokrasicilik” karşısında sahiplendiği bir nitelemeydi; “Şto Delat’”, Polnoe Sobranie Soçinenii, 5. Baskı, cilt 6 (Moskova: Gosudarstvennoe İzdatel’stvo Politiçeskoy Literaturı, 1963) 134 vd.
  14. Alıntılar için: Anatoliy İvanskiy (der.) Molodoy Lenin: Povest’ v Dokumentah i Memuarah (Moskova: İzdatel’stvo Politiçeskoy Literaturı, 1964), 626.
  15. Lenin bu faaliyetlerinin bir özetini ve yasal Marksistlere karşı temel duruşunu 1902 tarihli Ne Yapmalı? yapıtında anlatmaktadır. Örneğin liberallere dergide yer verme konusunda çevresindeki diğer Marksist teorisyenlerle görüş ayrılığı içerisindeydi.
  16. R. Y. Kaganova, Lenin vo Frantsii (Moskova: İzd. Mıysl, 1972), 31-39.