Emperyalist Sistemin Bütünselliğinden Bakıldığında Görülen İsrail

Nevzat Evrim Önal

Lenin’in, Emperyalizm eserinde, bu olguyu “kapitalizmin en üst aşaması” olarak tanımlarken yaptığı en temel vurgulardan biri, üretimin dünya çapında toplumsallaşmasının benzersiz bir düzeye ulaşmış olmasıydı. Öte yandan üretim uluslararası düzeyde toplumsallaşsa da mülk edinme özel kalmaya devam etmekte, özel ekonomi ve özel mülkiyet ilişkileri toplumsallaşan üretimi (yani emeği) kuşatan, içinde çelişki biriken bir kabuk olarak varlığını sürdürmekteydi.1 

Tekelleşmiş ve emperyalist bir karakter kazanmış sermayenin öbeklendiği bir avuç emperyalist ülke, tüm dünya çapında emek gücünü, doğal kaynakları ve pazarları paylaşmış; dünya 19. yüzyılın sonlarından itibaren artık ancak “yeniden paylaşılabilir” hale gelmişti. Lenin eserini yazdığı sırada, söz konusu emperyalist güçler iki düşman kampta toplanmış ve bu yeniden paylaşım için birbirleriyle amansız bir savaşa tutuşmuştu. 

İnsanlık bu emperyalist kıyıcılığa Büyük Ekim Devrimi ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kuruluşu ile cevap verdi. 1917 Ekiminde açılan “Kısa Sovyet Yüzyılı” boyunca emperyalist tahakküm ve yayılmacılık kuşkusuz ortadan kalkmadı; ancak Sovyetler Birliği’nin güçlenmesinin, bilhassa da 2. Dünya Savaşı’nı kazanmasının etkisiyle bu tahakkümün açık politik biçimi olan sömürge yönetimleri dağıldı ve devasa nüfusların yaşadığı coğrafyalarda bir kısmı sosyalist olan bağımsız ülkeler kuruldu.

Bu ülkelerin pek çoğunda sosyalizm 1980’lerin sonundan itibaren karşı devrimlerle yıkıldı ve emperyalist kapitalizm tekrar dünya çapındaki tek sistem olarak egemenliğini tesis etti. Ne var ki, reel sosyalizmin yıkılmasının ardından, emperyalistlerin başka ülkeleri sömürgeleştirerek tamamen inhisarına alması ve rakip emperyalistleri bu ülkelerin pazarından, emek gücünden ve doğal kaynaklarından mahrum bırakması pratiği tekrarlanmadı. Dünyanın paylaşımına çok “rijit” bir karakter kazandıran ve emperyalistler arası rekabeti kaçınılmaz biçimde fetih savaşlarına doğru sürükleyen bu sistemden farklı olarak, Sovyet sonrası dünyada ülkeler kâğıt üzerinde egemenliğini korudu. Ne var ki, borç krizlerinin ardından dayatılan IMF yapısal uyum programları, Dünya Ticaret Örgütü tarafından ilerletilen serbest ticaret doktrini, Avrupa Birliği ve NATO genişlemesi gibi “barışçıl” süreçler; bunlar işe yaramadığında ise çok uluslu güçler tarafından yapılan askeri operasyonlarla, her ülke tek bir emperyalist ülkeden ziyade daha genel anlamda emperyalist sisteme çok daha derin bağlarla eklemlendi ve bu manada ekonomik bağımsızlığını yitirdi. Ülkelerin meta ve sermaye dolaşımına tamamen açık hale geldiği bu sürece, emperyalist ülkelerdeki sanayi sermayesinin önemli bir bölümünün meta üretimi amacıyla başta Çin olmak üzere ucuz emek coğrafyalarına ihracı ve bu harekete ters yönde bir emek göçü eşlik etti.

Düzenin egemen ideolojisinde “küreselleşme” olarak adlandırılan bu süreç, meta üretiminin uluslararasılaşması açısından da yeni bir toplumsallaşma düzeyine ulaşılması anlamına geldi. Günümüz dünyasında artık, son kullanıcı tarafından satın alınmış ve dolaşım sürecini tamamlamış neredeyse hiçbir metanın değer zincirinin tek bir ülkede başlayıp bitmiş olması mümkün değildir. Emperyalist sistemin Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından bu yana ulaştığı entegrasyon düzeyi, her bir emperyalistin esasen kendi sömürgeleriyle bloklaştığı 1914 öncesi durumdan çok daha ileridir.2

Bunun yanı sıra, sistemde toplam sermaye birikimi öylesine artmış durumdadır ki, klasik emperyalist ülkeler (ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya) dışında bir dizi ülke, bu karmaşık entegrasyon düzeyinin yarattığı zorunlulukları ve olanakları kullanarak, yani “oyunu kurallarına göre oynayarak” kendi emperyalist girişimlerini ilerletebilmekte ve emperyalist rekabeti şiddetlendirerek sistemde önemli birer ek çelişki kaynağına dönüşmektedir. Bu kategoride, hiç şaşırtıcı olmayacak bir biçimde, sosyalizm çözülürken arkasında bıraktığı merkezi devlet aygıtının bütünlüğünü koruyabilmiş olan Çin ve Rusya başı çekmektedir; ancak Hindistan, Brezilya, Arjantin ya da Türkiye gibi, kapitalist üretim biçiminin gelişkin olduğu her ülke potansiyel bir kriz kaynağıdır.       

Emperyalist entegrasyonun emperyalist ülkelerde kapitalizmin ulusal işleyişi açısından sonuçları

İnceleme nesnemiz olan İsrail’e geçmeden önce, buraya kadar çizdiğimiz çerçeveden yola çıkarak, bugün emperyalist sistemin sahip olduğu ve konumuz açısından önemli kimi hâkim çelişki ve karakteristikleri not etmemiz iyi olacaktır:

Birincisi, mevcut entegrasyon düzeyinde kapitalizmin yapısal işleyişi tek bir ülkeye bakarak anlaşılamaz. Marx’ın Kapital eserinde ortaya koyduğu, sermaye birikiminin ve buna bağlı olarak kapitalist üretim biçiminin işleyiş prensipleri, kapitalizmin emperyalist aşamasında esasen uluslararası bir karakter kazanmıştır. Emperyalist sistem, kapitalizmin tüm çelişkilerini, ulus devletler arasında dünya çapında bir işbölümü yaratarak (ve bunu yaparken üzerine yeni çelişkiler ekleyerek) yeniden üretmektedir. Bu ortamda tek bir ulus devlete bakıldığında kitaba hiç uygun olmayan şeyler görmek mümkündür. Örneğin pek çok gelişkin kapitalist ülkeye bakıp “işçi sınıfı tarih oldu” saçmalığı dillendirilebilmektedir; çünkü artı değerin fiziki üretimini gerçekleştiren sanayi sermayesi, kaynağı bu ülkeler olsa da üretim faaliyetini başka coğrafyalarda gerçekleştirmektedir. Ya da İsviçre kapitalizmi, olağanüstü bir sermaye birikimine ve Nestlé, Roche, Novartis gibi büyük sanayi tekellerine kaynak olmakla beraber, esasen burjuvazinin dünya çapındaki “soru sormayan ve mevduat sahibinden başka kimseye hesap vermeyen bankeri” rolünü üstlenmiştir. Kapitalizmi sadece bu ülkeye bakarak anlamaya çalışırsanız, onu tefecilik ve kara para aklamadan (ve kayak yapmaktan) ibaret zannedebilirsiniz.

İkincisi, bu uluslararası işbölümünün karmaşıklığı ve diğer yandan artık sömürge tipi, ulusal egemenliği ortadan kaldıran tahakküm biçimlerinin kurulamıyor olması, artı değer üretimini ucuz emek coğrafyalarına kaydıran emperyalist ülkelerin kapitalizmin uluslararası işleyişi üzerindeki kontrol yeteneklerini zayıflatmıştır. Lenin’in Emperyalizm eserinde Hobson’dan aktardığı şu pasaj önemli ölçüde gerçekleşmiş ama sonuçları klasik emperyalist ülkeler açısından zannedilenin aksine pek hayırlı olmamıştır:

“Önümüzdeki olasılıklar, Batı ülkelerinin daha geniş bir birliğinin habercisi, Büyük Güçlerin Avrupa Federasyonu: Bu federasyon, dünya uygarlığı davasını ileri taşımayacaktır, Batı asalaklığının ortaya koyduğu büyük bir tehlike anlamına gelebilir: Üst sınıfları Asya ve Afrika’dan büyük haraçlar alan, ve bu haracın yardımıyla, kitlesel tarım ve sanayi ürünleri üretimine dahil olmayan, yeni bir mali aristokrasi denetiminde kişisel hizmetler ya da ikincil sanayi ile uğraşan itaatkâr işçi ve memur kitlelerine sahip bir grup ileri sanayileşmiş ülke anlamına gelir. Böyle bir teoriyi (beklentiyi denmeliydi), dikkate almaya değmeyeceğini ileri sürerek küçümseyenler, günümüzde Güney İngiltere’nin şimdiden bu duruma gelmiş bulunan bölgelerinin toplumsal ve iktisadi koşulları üzerinde düşünsünler. Çin’in, dünyanın gördüğü en büyük potansiyel rezervden, Avrupa’da tüketmek üzere kâr çıkaracak olan finans grupları, yatırımcılar, siyasi ajanlar ile ticaret ve sanayi çalışanlarının iktisadi kontrolüne tabi olması durumunda sistemin ulaşabileceği devasa boyutları düşünsünler. Elbette durum fazlasıyla karmaşık ve dünya güçleri arasındaki oyunlar, geleceğin yalnızca tek bir doğrultuda canlandırılması için fazlasıyla hesap edilemez durumda. Ama günümüzde Batı Avrupa emperyalizmini yöneten etmenler bu yöne doğru gidiyor ve karşı çıkılmadıkça veya gidiş yönü değiştirilmedikçe, sürecin böyle bir sona doğru ilerlemesini sağlıyorlar.”3

Hobson’un öngörüsünün isabetliliğine bugünden geriye doğru bakıldığında bir kehanet yeteneğine sahip olduğu düşünülebilir, ama aslında perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. Daha önemlisi ise, bir burjuva ideologu olan Hobson’un, “Çin egemen ve bağımsız bir güç olursa ne olur?” sorusunu hiç sormamış olmasıdır. Ne var ki, emperyalist kapitalizmin sömürgeci eğilimine karşı emekçi insanlığın Büyük Ekim Devrimi’yle başlayan kalkışması, henüz başarıya ulaşmamış, hatta önemli bir gerileme yaşamış olsa da düzeni çok daha çelişkili hale getirmiş; klasik emperyalist ülkelerin, kapitalist üretimin işçi sınıfı üzerindeki yıkıcı etkisi başta olmak üzere çelişkilerini yoksul coğrafyalara ihraç etme ve merkezde Roma gibi asalak bir sefahat. cenneti yaratma çabası düzenin bir bütün olarak kararsızlaşmasıyla sonuçlanmıştır.

Üçüncüsü, Lenin, Hobson’un emperyalist merkezlerde işçi sınıfının “kişisel hizmetler ya da ikincil sanayi ile uğraşan itaatkâr işçi ve memur kitlelerine” dönüşeceği vurgusunu (Marx’ın Hegel’e yaptığına benzer bir biçimde) materyalist bir zemine oturtur ve “işçi aristokrasisi” kavramını öne sürer. Buna göre, emperyalist tekeller yoksul ülkelere ihraç ettikleri sermayeden o denli büyük bir uluslararası kâr sağlamaktadır ki, bunun bir kısmını sermaye birikimine dahil etmek yerine kendi ülkelerindeki işçi sınıfını (ya da en azından onun bir bölümünü) satın almak için kullanmaları onlar açısından makul bir politik tercihe dönüşmüştür.4

Bunun sonucunda emperyalist merkezlerdeki işçi sınıfının, bilhassa da eğitimli işçilerin emperyalist sermayeden dökülenlerden zenginleşerek orta sınıflaşması, yukarıda işaret ettiğimiz “Romalaşma” halinin tamamlayıcısıdır. Dünya kapitalizminin bütünselliğinden bakıldığında, bu ülkelerde orta sınıf öyle genişlemiştir ki, bazı durumlarda (bilhassa Hollanda, Belçika gibi küçük nüfuslu emperyalist ülkelerde) yurttaşların tamamını kapsar hale gelmiştir. Emperyalist ülkelerdeki bu genişlemiş orta sınıf, objektif olarak, yükselmiş yaşam koşullarını Lenin’in “kupon kesmek” olarak adlandırdığı emperyalist zenginlik transferine borçludur. Yani mevcut konforlu ve ayrıcalıklı yaşamını sorgulayacak bir devrimci eylemliliğe yönelmediği ve statükoyu korumaya çalıştığı müddetçe, suç ortağıdır.

Yoksul coğrafyalardan bu merkezlere akın eden ve yurttaşların sahip olduğu pek çok haktan yoksun bir biçimde bu ülkelerdeki toplumsal yapının en altına yeni bir katman olarak yerleşen göçmen işçiler ise hem bu eğilimi güçlendirmekte hem de yeni çelişkiler yaratmaktadır.

Emperyalist rekabetin bir sonucu olarak İsrail5

2. Dünya Savaşı sonunda İsrail’in yaratılması, emperyalist kapitalist sistemde Yahudi sermayesi açısından uzun yıllardan beri birikmekte olan bir dizi çelişkinin çözümüne yönelik bir politik girişimdi. 

Süreç, maddi kaynaklarıyla birlikte kısaca şöyle özetlenebilir:

Kapitalist üretim biçiminde sermaye birikiminin en önemli dinamiklerinden biri sermaye sınıfının iç mücadelesi olan rekabettir. Ne var ki, rekabet asla liberallerin iddia ettiği üzere serbest piyasanın görünmez elinin tanrısallığı ve dokunulmazlığı altında işleyen, “en iyi olan kazansın” centilmenliğinin herkesçe benimsendiği kurallı bir mücadele değildir. Rekabet çelişkili ama sermaye birikiminin mantığına gayet uygun bir biçimde, hem gönüllü öbekleşmeler hem de el koyma ve mülksüzleştirme yoluyla sermaye merkezileşmesi, yani tekelleşme yaratır. Tekel ise sadece ekonomik değil, bundan ayrılamayacak biçimde aynı zamanda politik güç demektir; zira tekelleşme yarışında önde giden sermaye öbekleri devlet aygıtının işleyişinde de daha fazla söz sahibi olur. Böylece kapitalizmi emperyalist aşamasına taşıyan temel dinamik olan tekelleşme, oyununun hakemi kılığındaki devleti de güçlü sermayeden yana taraflı hale getirir.   

Tüm tarihi boyunca etnik ve kültürel açıdan “vatansız” olmuş olan Yahudi halkına mensup burjuvalar kapitalizmin ortaya çıkış ve yükseliş dönemi boyunca diğer tüm sınıfdaşları gibi sermaye biriktirmiş; kapitalizm 19. yüzyılın sonlarında emperyalist aşamasına ulaşırken bazı Yahudi sermaye grupları da emperyalist ölçekte faaliyet gösterecek sermaye birikimine ulaşmıştı. Örneğin dört ülkeye (İngiltere, Fransa, Avusturya ve İtalya) yayılmış olan Rothschild finans sermayesi, kapitalizmin emperyalist aşamasının en sembolik projelerinden biri olan Süveyş Kanalı’nın finansmanını üstlenmişti ve sermayesini esasen, Lenin’in de emperyalizmin gelişmesi açısından çok önemsediği, metaların uluslararası dolaşımını kolaylaştırarak üretiminin de uluslararasılaşabilmesini sağlayan ulaştırma projelerine, bilhassa da demiryolu projelerine finansman sağlayarak biriktiriyordu.

Ne var ki Yahudilik, “tanrı tarafından seçilmiş millet” anlatısıyla sermaye öbekleşmesine ideolojik zemin sağlamaya çok uygun bir din olsa da önemli bir eksiklik vardı: Bu öbekleşmenin çatısını sağlayacak ve onu ihtiyaç duyduğu şiddet aygıtıyla donatacak bir Yahudi devleti.

Kapitalizmin emperyalist aşamasına ulaşmasıyla birlikte yükselen Siyonizm, tekelleşmiş Yahudi sermayesinin bu eksikliğini gidermeye yönelik bir emperyalist projeydi. Theodor Herzl, 1896’da yazdığı ve Siyonizmin temel metni kabul edilen Yahudi Devleti’ni bu yüzden Yahudi sermayesinin o dönemdeki en büyük temsilcisi olan Rothschild ailesine hitap olarak tasarlamıştı.6 

Herzl’ın projesi o dönemde pek destek görmedi, zira henüz koşullar bir Yahudi devletinin kuruluşunu dayatmıyordu. Bunu Yahudi sermayesi açısından bir zorunluluk haline getiren, öncesinde Nazizmin yükselişini de kapsayacak biçimde 2. Dünya Savaşı oldu. Nazilerin Yahudi mal varlıklarına el koyma ve bunu Alman sermayesine aktarmaya yönelik Aryanizasyon politikası, Yahudi sermayesine, ne kadar uluslararasılaşırsa uluslararasılaşsın emperyalizm çağında bir devlet aygıtına sahip olmamanın rekabette nasıl korkunç sonuçları olabileceğini göstermişti: Nazizmin yayıldığı coğrafyada yerleşik olan Yahudi büyük burjuvazisi, Holokostta can veren milyonlarca yoksul Yahudi emekçi ve Yahudi küçük burjuvanın aksine kaçıp canını kurtarmış; ama onu sınıfsal olarak tanımlayan, dolayısıyla varoluşu açısından canından daha kıymetli olan maddi zenginliğini büyük ölçüde arkada bırakmak zorunda kalmıştı (örneğin Rothschild ailesinin Avusturya’daki kısmı tüm mal varlığını yitirmişti). Dahası, Yahudi burjuvazisinin Doğu Avrupa’dan kaçan bölümü için, sermayelerini kısmen kurtarabilmiş olsalar da artık geri dönebilecekleri bir ülke yoktu: Sovyetler Birliği’nin zaferi Yahudi sermayesi açısından ırkçılıktan çok daha büyük bir tarihsel tehdit olan, Siyonizmin başlıca düşman olarak tanımladığı7 sosyalizmi bu coğrafyaya taşımıştı. Dolayısıyla bu sermayedarlar ya sakatlanmış sermayeleriyle, kapitalizmin gayet gelişkin ve sermaye birikiminin çok güçlü olduğu Batı ülkelerinin zorlu rekabet koşullarında hayatta kalmaya çalışacak ya da kendilerine yeni bir ülke bulacaktı.

Öte yandan, bir de büyük ve geçici fırsat penceresi mevcuttu. Holokost’un savaşın bitiminde tüm boyutlarıyla görünür hale gelen dehşeti, çilekeş Yahudi halkı adına yapılıyor olduğu iddia edilebilecek herhangi bir eyleme büyük bir meşruiyet alanı açmıştı.

İsrail, 2. Dünya Savaşı’nın sonunda, bu meşruiyet penceresi istismar edilerek, tarihin akışı ve insanlığın ilerleyişinin tam tersi istikamette gerici bir çerçevede kuruldu. Sömürge imparatorlukları nihai olarak çökerken sömürgeci anlamda yerleşimci, fetih ve ilhak tarihte en kesin biçimde reddedilirken fetihçi ve ilhakçı, modern devletin laiklik ilkesi tüm dünyada yaygınlık kazanırken din temelli, soykırım insanlığa karşı işlenebilecek en büyük suç mertebesine yükseltilirken soykırımcıydı.

Kuruldu ve yaşatıldı, çünkü sadece Yahudi sermayesi değil, genel olarak emperyalist sermaye açısından işlevli olacaktı.

İsrail’in emperyalist sistemdeki işlevi 

İsrail yadsınamaz biçimde dışarıdan mali destekle kurulmuştur. Kuruluş dönemi olarak görebileceğimiz 1948-1965 yılları arasında İsrail’e dış kaynaklardan 8,33 milyar dolar kaynak aktarılmıştır8 ve bu rakam, dönem boyunca doların hiç enflasyon görmediği düşünülse dahi, İsrail’in 1965 senesindeki GSYİH’sinin yaklaşık iki katına tekabül etmektedir.9 İlk yıllarda bu eğilim daha da belirgindir; örneğin 1949-1954 yılları arasında yaklaşık 2 milyar dolar düzeyinde olan İsrail’in dış harcamalarının yalnızca 420 milyon doları, yani dörtte biri İsrail’in cari gelirleri ile finanse edilmiş, geri kalan 1,6 milyar dolar sermaye transferi ve borçlarla kapatılmıştır ve bu meblağın yarısı ABD kaynaklıdır.10

Öte yandan bu dış destekte Yahudi sermayesinin önemli payı olsa da İsrail’in “Yahudi sermayesi tarafından kurulduğunu” söylemek mümkün değildir. Yukarıda bahis konusu 8,33 milyar doların 2,87 milyar doları “Yahudi örgütleri, kişiler ve Yahudilere ait özel vakıflar” tarafından aktarılmıştır11, dolayısıyla bunun bir bölümünün hiç de sermayedar denemeyecek ve yaşanan acılar karşısında dindaşlarına yardım etmeyi kendisine görev bilen sıradan insanlar olduğunu tahmin etmek zor değildir.

Bugün de Yahudi sermayesinin İsrail’i kendi asli ülkesi olarak gördüğü söylenemez. 2022 yılında Forbes İsrail’in yayınladığı listeye göre, dünyadaki 267 Yahudi dolar milyarderinden yalnızca 60’ı İsrail’de oturuyordu. Bunlardan en zengin 20 tanesinin hiçbiri İsrail’de yerleşik değildi, en zengin elli tanesinin yalnızca dördü (babaları Sami Ofer’in mirasına konmuş olan Eyal ve İdan Ofer ile çevrimiçi oyun şirketi Playrix’in kurucusu Dmitri ve İgor Bukhman biraderler) İsrail’de oturuyordu ve Yahudi dolar milyarderlerinin toplam serveti içerisinde İsrail’de oturanların payı yüzde 10’u bile bulmuyordu.12 

Yani, Yahudi sermayesi söz konusu olduğunda, Siyonist İsrail projesinin esasen ABD’de yerleşik olan emperyalist Yahudi sermayesinden ziyade 2. Dünya Savaşı’nda mahvolan Yahudi sermayesi için bir anavatan inşası olduğu açıktır. Sermayenin, düşeni yemenin başlıca kanunlardan biri olduğu rekabet dünyasında kimse kimseye böyle bir hayır işlemeyeceğine göre, İsrail’in kuruluşu ve varoluşunun mantığı başka yerde aranmalıdır ve şu pasajdaki vurgu yüzde yüz doğrudur:

“İsrail ekonomisi tamamen Siyonizmin ve yerleşimci toplumun Orta Doğu’da bir bütün olarak yerine getirdiği özel politik ve askeri rol üzerine kurulmuştur. İsrail, Orta Doğu’nun geri kalanından izole bir şekilde ele alındığında, sermaye girişinin yüzde 70’inin ekonomik kazanç amaçlı olmaması ve kârlılık arayışından bağımsız olması gerçeğinin bir açıklaması yoktur.”13

Bu mantık, askeri harcamalar verilerine bakıldığında görülmektedir. Her yıl yayınlanan Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) Askeri Harcamalar Endeksini14 açıp, 1948 yılından bu yana ülkelerin yaptığı harcamaların GSYİH’lerine oranının ortalamasını aldığınızda ve kişi başına milli geliri yılda 626 dolar olan Eritre’yi liste dışı bıraktığınızda, İsrail’in yüzde 12 ortalama ile dünyada milli gelirinin en büyük bölümünü savaşa harcayan ülke olduğu ortaya çıkıyor. Listeyi aşağı doğru takip ettiğinizde yedi Orta Doğu ülkesini daha (sırayla Umman, Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye, Kuveyt, Katar, Irak) geçiyor ve sonra, dokuzuncu sırada dünyanın en büyük şiddet potansiyelini elinin altında tutan emperyalist egemen ülke ABD’ye varıyorsunuz.

İsrail’in askeri harcamalarının ortalama yüzde 15’i doğrudan ABD tarafından karşılanıyor. Hibe niteliğindeki bu transferin büyük bölümü FMF (Foreign Military Financing – Yabancı Askeri Finansman) çerçevesinde parasal olarak iletiliyor ve tek şart İsrail’i bu parayla ABD’de üretilen askeri ekipman ve hizmetler satın alması. Ayrıca ABD, zor anlarda İsrail’in savunmasına olağanüstü katkıda bulunmaktan geri durmuyor. Örneğin 2023’te 3,9 milyar dolar olan askeri yardım, 2024 yılında şimdiden 12,5 milyar dolara ulaşmış durumda. Yani ABD, İsrail’in halihazırda yürütmekte olduğu soykırım ve ilhak savaşını doğrudan finanse ediyor.15

Tüm bunlar bize, İsrail’in emperyalist dünya sistemindeki işlevine dair ipuçları veriyor. 

Kuşkusuz, 2. Dünya Savaşı’nın ardından, Yahudi halkının Nazilerin elinde yaşadığı zulmün yaralarının bir ölçüde sarılması ve güvenliğinin sağlanması için bir ülke sahibi olması gerektiği emperyalist olmayan, sol bir çerçeveden de kolaylıkla savunulabilecek ve tartışılabilecek bir pozisyondu. Öte yandan, emperyalizm var olduğu müddetçe dünyanın hiçbir yerinde barış kalıcı olamayacağı için, tabii ki emperyalistlerin müdahil olduğu herhangi bir “çözüm” süreci yeni çelişkiler ve çatışma ihtimalleri yaratırdı. Ne var ki, emperyalizm büyük bir oldubittiyle Siyonist İsrail projesini hayata geçirdi. Böylelikle Yahudi devleti, hem işgal ettiği topraklarda yaşayan vatanı elinden alınmış Filistin halkına hem de bunun yarattığı bölgesel gerilimlerin bir uzantısı olarak çevresindeki ülkelere sürekli şiddet uygulamak zorunda olacağı; bu şiddeti uygulama becerisine her an sahip olmaksızın ve sık sık uygulamaksızın varlığını sürdüremeyeceği bir biçimde kuruldu.   

Dolayısıyla, Türkiye’deki emperyalizm sevdalıları tarafından da sık sık dillendirilen “savaşmadan duramayan barbar Araplar” teranesinin bir gerçekliği bulunmuyor. Orta Doğu’da yaşanan çatışmaların tamamı emperyalist kışkırtmalardan, büyük bölümü de doğrudan doğruya kendisi bir kışkırtma olan İsrail’in varlığından kaynaklanıyor. Bu küçük ama bir savaş makinesi olarak tasarlanmış ülke, kurulduğu günden bu yana Orta Doğu’yu sürekli ya savaş ya yakın savaş halinde tutuyor. Bu süreklileşmiş gerilim, bölgenin ve bölgedeki ülkelerin istikrar kazanmasını imkânsız hale getiriyor, ayrıca her ülkeyi daha fazla silah harcamasına yönlendiriyor. Böylelikle emperyalist sömürgeciliğe dair anıların halen taze olduğu, bir kısmı İsrail ile aynı yıllarda, bir kısmı ise 1930’larda ulusal bağımsızlıklarını kazanmış ülkelerden oluşan ve dünya petrol fiyatını belirleme olanağına sahip bu kritik coğrafya, emperyalizm tarafından doğrudan tahakküm kurulmaksızın çok daha etkin biçimde manipüle edilebiliyor ve yönetilebiliyor.

Sonuç: Emperyalizmin kısır karnından ölü doğmuş, çürüyen bir toplum

İsrail, İsviçre gibi bir ülke. Emperyalist sistemin bütünselliğine bakmadan değerlendirdiğinizde, kapitalizmi nasıl sadece İsviçre’ye baktığınızda kara para aklamacılıktan ibaret zannederseniz, sadece İsrail’e baktığınızda da katliamcılıktan ibaret zannedersiniz. 

Öte yandan emperyalist kapitalizm ikisi de olmadan yapamaz. Dolayısıyla bu işlerde uzmanlaşmış, kural kanun dinlemeyen ülkelerin bulunması emperyalist sistemin işleyişine uygun ve onu kolaylaştıran, zorunlu ama sevimsiz işlerin sistemin bütünü pek meşruiyet kaybına uğramadan halledebilmesini sağlayan bir durumdur.

Böyle insanlık dışı bir misyonla varlığını sürdüren bir ülkenin toplumu da doğal olarak buna göre çürür.

İsrail’in nüfusu, dünyanın çeşitli yerlerinden ekonomik nedenlerle ya da maruz kaldıkları ayrımcılıktan dolayı, ülkenin resmi olarak kuruluşundan önce ya da sonra bu coğrafyaya göç eden Yahudilerden ve onların çocuklarından oluşuyor. Burada üç büyük öbek göze çarpıyor: Doğu Avrupa’dan, bilhassa 2. Dünya Savaşı sonrası göçenler, Arap ülkelerinden, bilhassa İsrail’in kuruluşundan sonraki yoğun savaşlı dönemde göçenler ve Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Rusya ve Ukrayna’dan göçenler.16 Bu üç öbek arasındaki ayrım çizgileri, aynı zamanda toplumun sınıfsal ve fonksiyonel işbölümü öbeklerini de belirliyor. Doğu Avrupa’dan göçenler, hem en belirgin “kurucu” öbek olduklarından, hem tarihsel olarak daha eğitimli ve zengin arka planlardan geldiklerinden, yeni ülkenin egemen sınıfını, profesyonel beyaz yakalılarını ve siyasetçilerini oluşturmuş durumda. İkinci öbek, İsrail’in kuruluşundan sonra Arap ülkelerinde yükselen öfkeden kaçarak, genel olarak da daha yoksul bir arka plandan gelenlerden oluşuyor. Bu öbek İsrail’de de toplumun görece yoksul, mavi yakalı işlerde çalışan kesimini oluşturuyor; ama daha önemlisi, İsrail’e göç etmelerinin sonucunda yaşam standartlarında önemli bir yükselme yaşıyor.17 Benzer bir durum, Rusya ve Ukrayna’dan, önce karşıdevrimden sonraki karanlık on yılda kitlesel biçimde yaşanan, devamında yavaşlayan ancak iki ülke arasında tırmanan gerilimle birlikte tekrar hızlanan göçte de görünüyor.18 

Dolayısıyla İsrail toplumunda herhangi bir kapitalist toplumda olması beklenen sınıfsal eşitsizlikler mevcut, bunlar etnik bir bağlantıya da sahip.19 Bu eşitsizlik İsrail ordu hiyerarşisinde de yeniden üretiliyor.20 Buna rağmen, İsrail’in yoksulları, kendi konumlarını dünyanın genelindeki yoksullarla, bilhassa da yanı başlarında yaşayan, pencerelerinden baktıklarında bombalandıklarını seyredebildikleri Filistinlilerin sefaletiyle karşılaştırdığında, sahip oldukları tartışmasız biçimde yüksek refah düzeyi onları statükoya bağlıyor. Bu bağlamda, İsrail işçi sınıfı, makalenin başlarında alıntıladığımız “işçi aristokrasisi” soyutlamasına tam anlamıyla uygun hareket ediyor. Ve yine yukarıda tartıştığımız çerçevede, bu işçi aristokrasisi, hiçbir Yahudi işçinin kabul etmeyeceği sömürü koşullarında çalışan Filistinli işçiler başta olmak üzere giderek genişleyen bir göçmen işçi katmanının varlığı ile toplumsal hiyerarşide alttan destekleniyor.21 

Bu sınıf uzlaşması, İsrail’in kuruluşundan, hatta daha öncesinden beri bilinçli bir biçimde ve titizlikle, sürekli yeniden üretildi. Bunun en önemli kurumu olan ve 1920’de kurulan, kurulduğu tarihten itibaren İsrail’deki işçilerin sendikal örgütlenmesinin neredeyse tamamını içeren ve Siyonist korporatizmin taşıyıcısı olan Histadrut, daima İsrail devletinde çok önemli bir yere sahip oldu. Öyle ki, Histadrut’un 1921-1935 yılları arasında görev yapan kurucu genel sekreteri, aynı zamanda İsrail’in ilk başbakanı olacak David Ben-Gurion’du. Ben-Gurion dışında Levi Eshkol ve Golda Meir gibi pek çok kurucu siyasetçi de Histadrut’tan çıkmıştı.22

Öte yandan, İsrail’in ayrıcalıklı Yahudi işçi sınıfı, ülkenin uğursuz misyonuna sadece refahtan pay alarak ve sessizce onay vererek dahil olmuyor. İsrail devleti, kendisiyle benzer zenginlik düzeyinde başka hiçbir ülkede görülmeyen yaygınlıkta bir askeri ve bürokratik örgütlenmeye sahip. Toplumun çok büyük bir bölümü, en azından hayatının bir döneminde Filistinlilere yönelik baskıda fiili bir rol üstleniyor. Buna ek olarak pek çok İsrailli Gazze ve Batı Şeria’da Filistinlileri silah zoruyla kovup evlerini ve topraklarını gasp ediyor ve bunu yaparken sadece bir devlet şiddetinin parçası olmuyor, aynı zamanda bireysel olarak zenginleşiyor.

Dolayısıyla, sıradan İsrail vatandaşlarının İsrail devletinin yürüttüğü katliamları sahiplenen, öven, bu insanlık dışı eylemlerle lümpen biçimlerde böbürlenen tavırları, ne kadar iğrenç olursa olsun şaşırtıcı değil. Zira bu ülkede işçi aristokrasisinin varlığı çok daha aktif bir suç ortaklığına dayanıyor. 

Emperyalist sistemin bütünselliğinden bakıldığında İsrail, Orta Doğu’da süreklileşmiş bir kanlı şiddet atmosferi yaratmak için kuruldu ve gerek askeri gerekse ekonomik açıdan emperyalist sistemin işlerliğine bağımlı varlığı da bu misyonu yerine getirmeye devam etmesine bağlı. Bu ülkenin, işlediği suçların ölçeğinin ötesinde bu suçlara kaynaklık eden ontolojisinin mantığından dolayı varlığının sürmesi emekçi insanlığın çıkarlarına taban tabana zıt ve rehabilite edilmesi mümkün değil. İnsanlık eşitlik ve özgürlüğün hâkim olduğu komünist bir dünyaya doğru ilerleyecekse, bu yolun bir noktasında İsrail devletinin en azından mevcut hali yıkılmak zorunda.

İşte bu yüzden, İsrail ile Filistin arasındaki savaş gerçekten de sınıf savaşı. İşçi sınıfının dünya çapında güçlenmesi için, kendi vatandaşı olan işçilerin de büyük ölçüde desteğini alan İsrail devletinin yenilmesi ve işlediği suçların hesabını vermesi gerekiyor.

Tıpkı Nazi Almanyası gibi.  

  1.  V.I. Lenin, Kapitalizmin En Üst Aşaması: Emperyalizm, çev. Levent Özübek, İstanbul: Yazılama Yayınları, 2019, s.28 ve 133. ↩︎
  2.  İhracatın üretime oranı, üretimin uluslararası anlamda toplumsallaşmasına dair iyi bir göstergedir. Şu kaynakta yer alan ikinci grafikten (Grafik başlığı “Value of exported goods as a share of GDP” – İhraç edilen malların değerinin GSYİH’ya oranı), bu göstergenin emperyalizmin ortaya çıkış dönemi (1871-1913), iki savaş arası dönem (1914-1945), Keynesçi dönem (1946-1972), neoliberalizmin birinci dönemi (1973-1991) ve neoliberalizmin Sovyet sonrası ikinci dönemi (1992- günümüz) dönemlerindeki seyri arasındaki farklılıklara bakılabilir: https://ourworldindata.org/trade-and-globalization (Erişim tarihi 10.11.2024). Görüleceği üzere Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından gelen entegrasyon sürecinde meta ticareti, emperyalizmin ilk dönemine göre yalnızca çok daha yüksek bir düzeyde gerçekleşmemiş, aynı zamanda çok daha dinamik bir seyir izlemiştir.  ↩︎
  3.  Hobson’dan aktaran Lenin, Emperyalizm, s.109. ↩︎
  4.  Lenin, Emperyalizm, s.16. ↩︎
  5.  Bu alt başlıkta Yahudi sermayesinin birikimi ve Siyonizmin yükselişi süreçlerine konumuzun gerektirdiği kadarıyla özet olarak değineceğiz; Gelenek’in bu sayısında Orhan Gökdemir ve Erdal Topparmak’ın makaleleri bu meseleyi çok daha detaylı biçimde ele alıyor. Erdal Topparmak, “107 Yıllık Sahtekarlığın Belgesi: Balfour Deklarasyonu”; Orhan Gökdemir, “İsrail’in Arkasındaki Asıl Güç: Yahudi Büyük Sermayesi”, Gelenek 164, 2024. ↩︎
  6.  Topparmak, age. ↩︎
  7.  Topparmak, age. ↩︎
  8.  Galina Nikitina, The State of Israel: A Historical, Political and Economic Study, Moskova: Progress Publishers, 1973, s.280-281. ↩︎
  9. https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.MKTP.CD?end=2023&locations=IL&start=1960 (Erişim tarihi: 10.11.2024). ↩︎
  10.  Galina, agy. ↩︎
  11.  Galina, agy. ↩︎
  12.  “The World’s Jewish Billionaires”, Forbes Israel, 2 Şubat 2023, https://forbes.co.il/e/rankings/2022-jewish-billionaires/ (Erişim tarihi: 10.11.2024). ↩︎
  13.  Haim Haneghi, Moshe Machover ve Akiva Orr, “The Class Nature of Israeli Society”, New Left Review I/65, Ocak/Şubat 1971, https://newleftreview.org/issues/i65/articles/haim-haneghi-moshe-machover-akiva-orr-the-class-nature-of-israeli-society (Erişim tarihi 10.11.2024). ↩︎
  14. https://www.sipri.org/databases/milex (Erişim tarihi 10.11.2024). ↩︎
  15. https://www.cfr.org/article/us-aid-israel-four-charts#chapter-title-0-1 (Erişim tarihi: 10.11.2024). ↩︎
  16.  Burada Aşkenazi ve Mizrahi başta olmak üzere İsrail Yahudi ulusunu oluşturan etnik kökenleri ve bunlara bağlı kimlikleri kendi içinde tartışmıyorum; bu etnik kökenlerden gelen ve İsrail’e göç eden Yahudi öbekleri arasındaki maddi eşitsizlikler ve her biri içindeki görece homojenliğin, İsrail toplumunun sınıfsal ve fonksiyonel işbölümünde yeniden üretildiğini iddia ediyorum. ↩︎
  17.  Haneghi ve ark., age. ↩︎
  18.  Sergio DellaPergola, Diaspora vs. Homeland: Development, Unemployment and Ethnic Migration to Israel, 1991-2019 (Jewish Population Studies No.31), Kudüs İbrani Üniversitesi Avraham Harman Çağdaş Yahudilik Enstitüsü, 2020, s.43-45. ↩︎
  19.  “Inequality between Israel’s Mizrahi, Ashkenazi Jews to be measured in new statistics”, The Times of Israel, 10 Eylül 2022, https://www.timesofisrael.com/inequality-between-mizrahi-ashkenazi-jews-to-be-measured-with-new-statistics/ (Erişim tarihi: 10.11.2024). ↩︎
  20.  Dana Kachtan, “The Construction of Ethnic Identity in the Military—From the Bottom Up”, Israel Studies 17(3), 2012 Güz, s.154. ↩︎
  21.  Filistinli işçilerin çalışma koşullarını Gelenek’in bu sayısında Serap Emir’in makalesi detaylı biçimde ele alıyor. Serap Emir, “Ne Din Ne Medeniyet: Filistin’de Sınıf Savaşı”, Gelenek 164, 2024. Buna ek olarak, yakın geçmişte İsrail Hükümetinin, “Demir Kılıçlar Savaşı bağlamında ekonomik istikrarı güçlendirmek”, yani savaşla beraber çalışma izinleri iptal edilen 13 bini aşkın Gazzeli işçiden boşalan yerleri doldurmak ve işçi aristokrasisini Filistinlilerin varlığını azaltarak ama genişletilmiş biçimde yeniden tahkim etmek için bir düzenlemeye gitti ve ülkeye gelebilecek yabancı işçi sayısının tavanını nüfusun yüzde 3,3’üne yükseltti. İsrail Başbakanlık Ofisi ve Çalışma Bakanlığı tarafından yapılan ortak basın açıklamasının metnine şuradan bakılabilir: https://www.gov.il/en/pages/pmo-labor-ministry-joint-statement-15-may-2024 (Erişim tarihi 10.11.2024). ↩︎
  22.  Haneghi ve ark., age. ↩︎