Emperyalizm Kuramına bir Katkı: Kapitalizmin Eğilimlerinden Emperyalizmin Büyük Güçlerine Bakabilmek

“(…) Böyle zamanlarda Vladimir İlyiç’le hemen Tolstoy’un yazdığı bir benzetmeyi anımsardık: Bir gün uzakta bir adamın, çömelmiş vaziyette elleriyle anlamsız hareketler yaptığını görür. Önce adamın deli olduğunu düşünür. Fakat yaklaşınca adamın kaldırım taşında bıçağını bilediğini anlar. Teorik tartışmalarda da bu böyledir. Uzaktan duyulduğunda, tartışmanın anlamsız olduğu sanılabilir; fakat sorunun derinliğine indikçe tartışılan şeyin ne kadar önemli olduğu görülür. (…)”1

Kapitalizmin tüm ciddiyetiyle sendelediği dönemler hem onu yıkmak hem de onarmak isteyenler için geçmiş öğretilerin ve dönemlerin en çok incelendiği zamanlardır. Söz konusu kapitalizm olunca buna dair kaynak bulmak zor olmuyor; zaten, tarihi böyle dönemlerden ibaret. Öte yandan, incelenmek zorunda olan salt iktisadi anlamıyla bir kapitalizm değil. Bir kapitalizm olarak emperyalizm hem bir sistem hem de bu sistemin bileşenleri olarak şekil değiştiriyor ve bütünsel bir kapitalizm incelemesinin asıl mecrası oluyor.

Hamle yapabilmek, zayıf noktaları sezebilmekle mümkündür ve bunu bütüne bakmadan tutarlı bir biçimde gerçekleştirmek olanaksızdır. Marksizm-Leninizm, biriktirdiği külliyat ile somut durumun devrimci bağıntısını kurabilecek eşsiz bir mantıksal mekanizmaya sahip. Böylesi bir “mantık”, eylemi ararken bilimle özel türden bir ilişki kurarak bir dizge yaratmalı, emperyalizm kuramları ansiklopedisi ya da açıklaması sunmaktan öte kimi noktaları seçici ve kuramın doğasında öne çıkarıcı bir görev üstlenmeliydi. Yazının amacı, yazıda ön plana çıkartılacak olan kimi kavramlarla, vurgularla ve bir “gerilim ekseni” yardımıyla geçmişin birikimine ışık tutmak, emperyalizmin bugününü değerlendirebilmek için bir mantıksal çerçeve çıkartmaktır.

Başlamadan önce, okuyucuya yol göstermek adına küçük bir parantez ekleyebiliriz. Bahsedilen çerçeve (üstelik böyle bir konu düşünüldüğünde) kuşku yok ki bu sayfaları çok aşan bir kapsamı hak ediyor. Kısmen bu sınırdan dolayı, kısmen de yukarıda bahsedilen seçicilik gereği metin bir patika sunmaya çalıştı. Kabaca tarif edildiğinde, emperyalizmin ekonomik kökünden emperyalizm anlayışlarına ve emperyalist sistemin bileşenlerine uzanan bir izlek çıkıyor. Öte yandan devrimci bir öznenin kendine yer bulacağı bir mantık bu izleği aşmayı gerektirirdi. Bu nedenle bazı yerlerde nüve olarak bırakılan savlar kendini ancak paragraflar arası bir gidip gelmeyle tamamlayabiliyor. Kuramın doğasıyla da ilgili bu gidip gelişin trafik polisliğini metinde ön plana çıkarılmış kavramlar ve gerilim ekseni yerine getiriyor.


 

I.

Emperyalist sistemde kaymaların olduğu, emperyalist hiyerarşide bazı unsurların düşme ve bazı aktörlerin yükselme eğilimini takip ettiği, hegemon gücün zayıfladığı, başat yeni bir hegemon yükselişinin ortaya çıkmadığı; ancak diğer güçlerin güç denemelerini daha rahat gerçekleştirebildiği ve sistemin bütününü saran bir sendelemenin yaşandığı özgün dönemde emperyalist sistem güçler açısından geçmişe oranla daha parçalı bir görüntü vermektedir. Bu görüntüyü iyi anlayabilmek için öncelikle kuramın kendisinde bir gerilim ekseni belirginleştirilmelidir.

Bu parçalı görüntüde farklı güçlerin etkileyebilirliği artmıştır ve hesaba güçlü bir şekilde dahil edilmesi gereken vektörler çoğalmıştır. Geçmişte bu vektörlerden ikisi, Sovyetler Birliği ve ABD, bütünü anlamak için baskın bir önemdeydi. Şimdiyse, işçi sınıfı cephesinde bir büyük güç olan Sovyetler Birliği’nin olmadığı ve ABD’nin gücünde de bir zayıflamanın olduğu dünyada yer yoklayan diğer güçler geçmiştekinden daha fazla hesap edilir hale gelmiştir. Fakat bununla kalmamakta, bir yandan da böyle bir görüntünün oluşmasının da nedeni olan, sistemin kapitalist temelinde bir sendeleyiş sürmektedir. Böyle bir dünyanın incelenmesi, bütün ile parça arasındaki diyalektiğe daha güçlü ve yaratıcı bir biçimde bakmayı gerektiren bir kuramsal ekseni temel almalıdır. Bu bütün – parça, nesne – özne gerilimini, bu yazıda, bir sistem olarak emperyalizm ile emperyalistliğin ilişkili farklılığı oluşturacaktır.

Bu dolayımlı farklılığı bütünde gerçekleşen siyasal, ideolojik ve ekonomik süreçlerin ilişkili hareketine bakmadan anlamak mümkün değildir. Diğer yandan bu karmaşık yapı-üstyapı diyalektiğine bir önceliklendirmeyle, onun hareketine temel olan maddi süreçlerin yatağından başlayarak bakmak gerekmektedir; çünkü daha sonra şekillendireceğimiz büyük güç olma ve bunun emperyalist sistemle ilişkisi, sistemin unsurlarının neye ne kadar kadir olduğu ve hangi rasyonalitede hareket edebileceği gibi meseleler kapitalizmin mantığını kavramayı, dolayısıyla maddi süreçlerden başlamayı ve Kapital’in bilimselliğiyle özel bir ilişki kurmayı gerektirmektedir. Bu özel ilişki, Lenin’in anlayışındaki gibi bilimden güç alan ancak onun ötesine geçerek ihtilalci özü, nesnelliğin sınırlarını aşındırmayı motivasyon olarak alabilecek bir seçiciliği, vurguyu ve yönelmeyi içerir.

Emperyalizm, kapitalizmin en üst ve özel bir aşaması olarak kendi temelini kapitalist ekonomik temel olarak bulur. Bu ekonomik temelin yasaları ve eğilimleri, emperyalist sistemin alacağı şeklin temel maddi üretici motoru olmaktadır. Kapitalizmi yeni ve zorunlu bir aşamaya ulaştırmış olan bu temel onun içsel dinamiklerinden türeyen tekelci kapitalizmdir. Fakat tekelci kapitalizm emperyalist aşamanın ayırt edici temel özelliği olmakla birlikte emperyalist sistemde “büyük güç” olmanın ya da emperyalist sistemdeki aktörleri anlayabilmenin doğrudan bir parametresi olamaz. Doğrudan olmayan yan, bu farklılık, sistemin bir unsuru olarak sistemin bütünüyle diyalektik ilişki içerisinde olan “emperyalistlik” ile “emperyalizm sistemi”nin dolayımlı yapısından kaynaklanmaktır.

Özel bir kapitalizm olarak emperyalizmin en derinindeki dinamik, kapitalizmin temel yasalarıyla aynıdır. Emperyalizmin kendi bütünselliği olarak girdiği şekil, bu doğrultuda uğrakları, yönelimleri ve krizi bu temel yasaların durmaksızın işlemesiyle doğar. Burada belirginleştirilmesi gerektiğini söyleceğimiz temel yasa kâr oranının düşme eğilimi yasasıdır. Bu yasa, Marx’ın, Kapital’in üçüncü cildinde özel bir bölümünü ayırdığı2 ve bir bütün olarak kapitalist üretim tarzının yönelimine ve bunalıma sistemin kalbinden durmaksızın etki eden, dengelenebilen ancak asla ortadan kaldırılamayan eğilimin yasasıdır.

Yasanın buhranlarla ilgisi üzerine güçlü tartışmalar geçmişten beri vardı ve tartışmalar önemini koruyor; fakat teknik içeriğinden dolayı değil. En azından bu yazı için… Yasanın açınımını burada yapmak mümkün değil; ama mantığına değinilmelidir; çünkü tutarsız mantık hamle yapmayı olanaksızlaştırır.

Marx’ın eksik tüketimin, fazla üretimin “yasa” kategorisine yükseltilmesi çabasına karşı durduğu pasajlar biliniyor. Bu çabalar daha sonra Marksizm adına yazanlar vasıtasıyla yeniden ve yeniden canlandırılmış olsalar bile hiçbir zaman Marksist bakış açısında kendilerine güvenilir bir yer edinememişti. Benzer bir durum aşırı birikim kuramcılığı için de geçerlidir. Odak olarak alındığında, “aşırı birikim krizi” tarifi üzerinden ele alınan aşırı birikimin kendisini gerçekleştirmesi sorunu da fazla üretimin eritilmesi, eksik tüketimin ortadan kaldırılması gibi emperyalizm kuramı açısından emperyalizmin unsurlarına temel olan güdüleri atlayacak bir tutarsızlık barındırır. Bu tutarsızlık aşırı birikimi, eksik tüketimi ve aşırı üretimi oluşturan koşulların yaratıcısı olan “yasa” kategorisi muğlaklaştırıldığında gerçekleşir. İleride gösterileceği gibi, bu muğlaklaştırmadan gelişecek mantıksal merdiven kapitalizmdeki aktörlerin rasyonalitesine ve güdülerine dair kırık basamaklar içerecektir.

Bu nedenle, hem bireyler olarak kapitalistlerin hem bir sınıf olarak sermaye sınıfının hem de kapitalist devletin hareketlerinde yazıda ortaya konulacak özne – nesne salınımının doğasından bağımsızlaşacak bir rasyonalite aramak tarihsel bütünün tüm somutluğuyla gerçekleştiği gerçek organik gelişimine değil kurgusal bir kapitalizm anlayışına varacak ve son tahlilde onu yıkmak isteyen bir özneye alan bırakmayacaktır. Bunun nedeni mantıksal problemde yatıyor buna geleceğiz; şimdilik yeri gelmişken bir parantez açıp not ederek geçelim.

Benzer bir büyük kriz olduğu için 1929 ile yapılan karşılaştırmalardan, liberal, Keynesyen ve neoliberal iktisadın yükseliş koşullarından, Sovyetler Birliği’nin olduğu bir dünyada gerçekleşmiş bir tarihten bugüne “bilgi” taşırken sınıf mücadelelerinin, emperyalist bütündeki özne – nesne salınımının neye izin verdiğini akılda tutmak gerekir. Yine, sermaye sınıfının içindeki gerilimlerin ve tekellerin ülkeler arasında kurdukları ilişkilerin ne ifade edebileceği üzerine kafa yürütürken özel olarak devlet kuramının zenginliğini devreye sokmak zorunludur. Öteki türlüsü, tarihten “öğrendiği” kimi verilerle, fark ettiği parçalı olgular kümesi arasında gelişigüzel ilişki kurup dünyayı anladığını zanneden uluslararası ilişkiler uzmanının analizleri olacaktır. Marksizmin bu olmadığını biliyoruz.

1929’da dünya büyük bir kriz gördü. Kriz Amerika’daki işsiz yığın kuyruklarından ibaret kalmadı. Örneğin Almanya’nın iç dengelerine kadar uzanan yanları vardı krizin ve bu anlamıyla dünya kapitalist sisteminde gerçekleşen büyük buhranların sistemde yarattığı sendelemelere dair fikir de veriyordu. Üzerine kapitalistler arası tamamlanmayan hesaplaşmaları, hegemon değişikliğinin kendini yavaş yavaş hissettirişini, Almanya’nın kafa kaldırışını ve 2. Dünya Savaşı’nı eklediğimizde epey bir inceleme alanı gözümüzün önüne geliyor. Tarihte başka örnekler de var; fakat burada anlatmak istediğimiz şudur. 29 dönemecinde kapitalist sistem, krizini bir büyük güç ve dış basınç olan Sovyetler Birliği’yle birlikte olduğu bir dünyada yaşadı. Devletin ekonomiyi düzenleyiciliği, dünyaya sunulan fikir hakimiyeti gibi sistemi ayakta tutacak mekanizmalardaki dönüşümlere baktığımızda doğru anlaşılması kaydıyla şunu söyleyebiliyoruz: Sovyetler Birliği kapitalizmin kendisini kurtarmasını sağladı… Bugün ise böyle dışarıdan bir basınç yok.

Dünya kapitalist sistemindeki ekonomik bütünleşmenin, finansallaşmanın yaşadığı sıçramayı, bugün hiyerarşinin tepesindeki büyük güç olarak bahsettiğimiz ABD’nin yaşadığı açık krizi hesap ettiğimizde ve yazının başında bahsini ettiğimiz özellikleri dahil ettiğimizde dönemi özgün kılan yan daha da anlaşılır hale gelir. Böyle bir sistemin unsurlarına tanıdığı “salınım” alanı, yazıda ismi geçen ve geçmeyen aktörlerin aynı zamanda verili dönemin genel karakteri karşısında nesne oluşu akılda tutulmadan girişilecek dönemsel karşılaştırmalardan ancak karikatür çıkacaktır. Eğer gerçekten de ders alacaksak tarihten sınıf savaşımını devreye sokacak, emperyalistler arası çıkar çatışmalarını ve zayıflama noktalarını akılda bulunduracak, sistemin krizini gölgeleyecek yaklaşımları teşhir edecek, devrimin öncüsü olacak özneyi oportünizm dahil her tür hastalıktan ve akıl tutulmasından uzak tutacağız; yüzü devrime, sosyalizme bakan hamlelerin zemini olacak değerlendirmeler üzerine düşüneceğiz. Böyle bir marksist 1929’da değil belki ama 1917’ye kadar uzanan dönemeçte emperyalizm üzerine yazarken, bağımsız bir sosyalist hattı belirginleştirirken ve savaştan devrim çıkartacak müdahaleleri örgütlerken; marksizm ve sosyalist hareket içerisinde boy göstermelerini engellemek adına bahsettiğimiz tarzda karikatürlere karşı kavga vermişti.

Peki birkaç paragraf önce söyleyip geçtiğimiz eğilimin ve yasanın önemi nerden kaynaklanıyor ve tüm bunlarla ne ilişkisi var?

Marx için yasa denilen kategorinin anlattığı önemlidir; çünkü mantık hem nedenlerle sonuçların ayrılabildiği hem de nedenlerin sonuçlar olduğu bir anlayışı barındırır. Bu yüzden yasaların bir hareket içerisinde kavranamaması, düşünen insanı tuzağa düşürür. Yasa, dengelenebilen ancak ortadan kaldırılamayan eğilimin mantığında açındırır kendisini. Kâr oranındaki düşüşün zıt yönde etkilerle cilveleşerek yarattığı eğilim, kendisine bağlı neden sonuç hareketi içerisinde yasanın açınımını oluşturur. Kabalaştırma pahasına anlatmak istersek, yasanın bunalımı anlamada güçlü bir kalkış noktası olması gereken yanı, bu sürekli eğilimin hareket halinde, durmaksızın bağlantılar oluşturan karmaşık bütünü anlamadaki mantıksal tepe noktası olmasıdır. Bu tepe noktasının farkına bir kez varıldığında artık devinimin tüm yapısı bir örgü gibi kuramda belirmeye başlar. Bu temel alınmadığında, yani ters yüz etmelere bağışık kalınılmadığında eksik tüketim, fazla üretim vs.’ye dair sonu gelmez bir neden sonuç döngüsünün içerisinde buluruz kendimizi. Kapital’in “içinde” kalmış gibi gözüken bu ayrımlar emperyalizme dair farklı bakış açılarını temellendiriyor. Bize perspektif sunan iki kavram için öncelikle Marx’a kulak verelim:

“Kâr oranı, rekabetin etkisi altında, aşırı sermaye üretimi nedeniyle düşmektedir. Daha çok bunun tersi olabilir; düşen kâr oranı nedeniyle rekabet savaşımı başlar ve sermayenin aşırı-üretimi de aynı koşullardan doğar.”3 (vurgu bize ait)

Krizin açıkça patladığı biçimler olarak görünen ve krizi isimlendirmek anlamında anlaşılır bir yanı da olan aşırı üretime, eksik tüketime ya da aşırı birikime kapitalizmdeki aktörlerin neden çözüm bulamadığını bu üç başlığa odakla çözümlemek istediğimizde, düşünce zincirinin başını sonunu kaçırmaya başlarız. Bu üç nedenin farkında olan aktörler bu nedenleri ortadan kaldırmak için gerçek bilgiyle ve buna bağlı dürtüyle hareket ediyor olsalardı (ki bu üç nedeni bildikleri, çözmeye çalıştıkları çok açık) tüm filmi geri sarıp şunu diyebilirdik: “bunların hiçbiri yaşanmamış olmalıydı”. Öyle ki aşırı üretim problemse, eritmek için tüketimi artıracak önlemler almak mümkündür ve yapılır. Eksik tüketim problemse (ki aşırı üretimin aynadaki yansımasından başka bir şey değildir), tüketimi artıracak önlemler almak mümkündür denilir ve yapılır. Aşırı birikim içinse çözüm bellidir, birikim realize edilir. Peki tüm bu problem-çözüm hikayesinde kâr nerededir? Ya da bunlar zaten onlarca yıldır yapılmıyor mudur? Bu bir tuzaktır; çünkü bir süre sonra kapitalizmin kendisini nasıl kurtarabileceğini düşünürken ve sonsuz neden-sonuç döngüsü içinde bu çözümlerin neden işe yaramadığını tartışırken buluruz kendimizi.

Peki biz kapitalizmi yıkmayacak mıydık… Kapital bunların çözümsüzlüğünü anlattığı için Kapital değil miydi…

Halbuki sorun zaten kafada işleyen bu mekanizmanın gerçekte bu şekilde olmamasındadır ve bu yüzden nereden başlanıldığı çok önemlidir. Çözümleri baltalayan, aktörlerin güdülerini ve verili yönelimlerini açıklayan kâr arayışını ön plana çıkartacak bir dizgeyi ortaya koymak gerekmektedir. Bunun için yapmamız gereken, bilimle temasımızdaki kritik halka olan ve Marx’tan yukarıda yaptığımız alıntıya temel oluşturan yasayı görmek, maddi üretim ilişkilerinin bu “demir yasa”sısından koşullara ve aktörlerin motivasyonuna ilerleyecek bir merdiveni anlamak olmalıdır. Önce bu mantıksal merdiven doğru kurulacak ki daha sonra, tarihin gösterdiği zenginlikler ve karmaşık işleyiş, ters gibi gözükecek yönelimler ya da dolaylılıklar belli sınırlar içerisine yerleştirilebilsin, anlaşılabilsin. Şimdi o karmaşık ilişkiler ağına daha yakından bakmaya başlayabiliriz.

Bu yasayla gelen kapitalizm ve bunalım kavrayışına göre, kapitalizmin finansal cambazlıkların ötesinde verili sermaye konfigürasyonunda devalüasyona, büyük bir yenilenmeye ve yeniden düzenlemeye gitmeden darboğaz aşma şansı bulunmuyor. İlk başta bunalımı dengeleyici ve düzenleyici bir takım geçici faktörler devreye sokuluyor; fakat bir sonraki gelişinde daha büyük olmak üzere bir bunalım olgunlaşıyor. Bunalıma sistemin bütünsel olarak verdiği refleks (bir nesnel karakteri bulunuyor) bunalımın ekonomik olarak ortaya çıkması ve bunun politik sonuçlarının oluşması şeklindeki kronolojinin ötesinde bir karmaşıklık taşıyor.


Çünkü yapı ve üstyapı kavramları gerçeklikte birbirinden ayrı olmadığı gibi birinin diğerinin üstüne mekanik bir biçimde oturtulduğu bir mekanizma da söz konusu değildir. Tarihin gösterdiği, değişen üretim tarzının kendisine uymayan üstyapısal biçimleri kimi zaman şiddetli kimi zaman ise tedrici bir biçimde değiştirdiği, dönüştürdüğü ve yeni bir içerikle yeniden oluşturduğu, “uygun hâle” getirdiğidir. Denilebilir ki burada bir zamansal geç gelme gözüküyor gibidir. Evet ama bu sonradan bakan ve anlamak için kavram ortaya koyan bir göz için böyledir. Tam da yapıdaki dönüşümün gerçekleştiği süreç boyunca üstyapıda gerçekleşenler, bunların zengin içerikleri ve yapıyla karşılıklı ilişkileri ikisinin hiçbir zaman ayrı olmamış olmasıyla ve en önemlisi sınıf mücadelelerinin şekil vericiliğiyle ilgilidir. Üretim tarzı soyutlaması kendini, tarihin tüm gerçek, somut, özgün içeriğiyle gerçekleştiği organik bütünde gösterebilir ancak. Bu gerçekleşme, yasaların demir ağırlığının ucu açıklıkla birlikte var olduğu ve “zorlanabildiği” bir gerçekleşmedir.

Süreçte sistemin verdiği refleks, ekonomik patlağın ortadan kaldırılması için donanılan ekonomik, ideolojik ve siyasi motivasyonun bir su yatağının dalgalanmasına benzer bir biçimde başka bir noktadan siyasi, ideolojik ve ekonomik krizlere yol açmasına neden olur. Böyle bir süreç eşitsiz gelişimle ve son tahlilde somut bir mekânsal – zamansal konfigürasyonda gerçekleşeceğinden ancak yine de kapitalist dünya entegre bir bütün olduğundan, bu dalgalı yapı dolaşım eğiliminde olan bir izlenim gösterir. Bu sürecin mantığı gereği, sürecin ruhuna gömülü bir biçimde, kâr oranının düştüğü ve rekabetin kızıştığı genel halde, her büyük tekel, bu sürecin bir parçası ve yapıcısı olarak daha çok kâr ele geçirebilmek için yapısal ve üstyapısal cephanelerini büyük bir hızla harekete geçiriyor. Burada rekabet, yapı-üstyapı diyalektiğini anlamak için avantajlı bir nokta oluyor.4

Dünyanın büyük güçleri, başta ekonomik olmak üzere güçleri ölçüsünde krizleri kendi üzerlerinden atabilme becerisi gösteriyorlar belki; ama görünüşte kriz ortadan kalkmış gözükürken, gizlenmişken, ya da uzak tutulacağı düşünülürken işleyen bütünsel süreç gereği kriz dinamikleri, bir bütün olan sistemin farklı parçalarında (hatta bir geri yansımayla krizin çıktığı büyük güçlerde de) kendisini gösterebiliyor. Krizlerin dolaşım eğiliminde olduğu yapı bir kargaşa olmuyor, eğilimlerin işaret ettikleri doğrultusunda çıkarsanabiliyor.

 

Peki zaten pek iyi bildiğimiz bu süreç ne anlam ifade eder?

Egemen sınıfın engebeyi aşmaya yönelik perspektifleri böyle bir döngüsellik içerisinde anlamlanıyor. Nitekim, dillendirilen çözüm arayışların, örneğin “sanayi rönesansı”, altyapının yeniden inşası ya da müjdesi verilen yeni birikim alanları sistemin unsurlarının kapsamlı bir savaş girdabına sürüklenişi eğilimince anlamlandırılabilir. Çünkü yeni veya yenilenmiş birikim alanlarının oluşturulması sistemin doğrudan yeni bir evreye doğru engebeyi atlatmasını değil ancak sancılı bir evreler silsilesiyle krizin aşılmasını sağlayabilirdi.

Bu silsile içerisinde, tüm ideolojik – politik bileşenleriyle, sermayenin rantiye odağının baskılanmasına neden olacak bir sıkışma, büyük bir “yaratıcı yıkım” süreci ve savaş vardır. Bunalımlarla evre atlayabilen kapitalizmde, aşırı birikmiş sermaye kendi birikimine engel olmaya başlar. Bu, finansal sistemde ciddi sarsılma ve çöküşlere neden olur. Bu çelişki, devasa boyutlardaki sermaye garanti ve yüksek kâr beklentisiyle rantiyeyi terk etmeme eğiliminde devam ettikçe sıkışma üretmeye devam eder. Bu sıkışmanın aşılması, devasa ölçekte sermayenin yine geniş ölçekte bir yaratım sürecine sokulmasıyla, böylelikle birikim sürecinin genişleyen ölçeklerde devam edişiyle ve kendisine geri dönüşünün mümkün hale gelişiyle aşılabilir. Böyle bir yaratım süreci eğilim olarak yine geniş ölçekte bir yıkım süreciyle ve yeni(lenmiş) birikim alanlarının yükselişiyle birlikte gider.

Ancak bunu odak olarak alacak olsaydık bir tür aşırı birikim kuramcılığından kurtulamazdık. Fakat ne tarih önceden oynanmış bir tiyatrodur ne de sınıf mücadelelerine böyle bir senaryoda yer olabilir. Böylesi bir tür erekselcilik olurdu. Oysa tüm bu silsiledeki tekeller, ancak kâr güdüsü ve yükselen rekabetin sınırları içerisine hapsolmuş bir rasyonaliteye sahip olabilirler. Sermaye sınıfının uzun dönemli çıkarlarını görece özerk bir noktadan zengin bir deneyim geçmişiyle savunma özelliğine sahip devlet aygıtı da rekabetten ve krizlerden bağışık kalamaz. Böyle bir sistem zayıf noktalar üretmekten kurtulamaz.

Bu resmi anlamak ve bu resimde onu yıkmak isteyen bir cephenin yapabileceklerini tartışmak için tam da kâr güdüsünü ve rekabeti ortaya çıkaran bir yasadan başlamak ve vurguyu, sistemin zayıf noktalarına, dolayısıyla “büyük güçler” arası çatlaklara ve devrime doğru yönlendirmek gerekirdi. Lenin’in emperyalizm tahlilinin devrimle bağlantı noktasını böyle bir perspektif oluşturur. Bu nedenle yaratıcı yıkım süreci, politik manevralar ya da savaş eğilimi analiz edilirken, ancak bunlar oluşurken gerçekleşecek çatlaklar ve hareket alanları düşünüldüğünde erekselci olmayan, baştan tamamlanıp bitmemiş, devrimci bir bakış açısı yaratılabilir.

Şimdi devreye yeniden rekabeti alabiliriz. Bu silsiledeki sancı, örneğin yeni(lenmiş) birikim alanlarını devreye sokabilecek kaynaklara, pazara, reorganizasyon kabiliyetine sahip olduğu düşünülen bir ABD’nin bunu ancak dünyanın geri kalanını krize doğru ittirerek gerçekleştirebilecek olmasında yatıyor. Bu hem bir neden hem de sonuç anlamında; çünkü bu kabiliyet hem onun dünyanın geri kalanıyla ilişkisinin niteliği sayesinde var oluyor; ancak hem de sistemdeki sendeleme hali bir yasa gibi ABD’yi buna mahkum ediyor. Bunun için diğer egemenlerin kaynaklarını baskılaması, parçalanmakta olan ittifak sistemi karşısında oluşan güç odaklarını dağıtması ve tam güç bir saldırı için kendini hazırlaması gerekiyor. Aynı zamanda bir zaman savaşı… Bu da rekabetin kızıştığı bir ortamda diğer egemen ya da yükselen güçler açısından (verili dengelerden yararlanabilmiş bile olsalar) kendi sermayelerinin yıkımını istememek, daha önce başka egemenlerin olan ekstra kâr alanlarına göz dikmek biçiminde bir yönelimi katlıyor. Denge tutmayan sistemle kurulan karşılıklı ilişki tüm aktörleri bir girdaba doğru sürekli olarak çekiyor.

Bu sirkülasyon hâli kapitalizmin temel bunalım dinamiğinin “aşırı birikim”, “fazla üretim” veya “eksik tüketim” değil tam da kâr oranının düşme eğilimi üzerinden ele alınmasını gerektiriyor. Burada devamlı tekrar ettiğimiz bir söz oyunundan öte, güçlü bir bağlantı var; çünkü ancak bu eğilim kâr arayışı ile devletlerin dışarı doğru saldırganlaşması arasındaki ilişkiyi anlatabilir. Bu eğilim sistemin demir külçe gibi bir yasası olarak, onun parçaları olan özneleri böyle bir tavır almaya en dipten itmektedir.

Bunalımın temel dinamiği olarak aşırı üretim, eksik tüketim, aşırı birikim ana hareket ettirici olarak alınsaydı; bunalıma başka türlü çözümler de bulunabilirdi. Hatta bunalım durumu oluşmayabilir ve hatta yine mantıksal sonucuyla kapitalizm kapitalizm olmayabilirdi! Rekabet ile savaş, kuramda kendisine yer edinmek zorunda bile kalmayabilirdi. Çünkü ana hareket ettirici dinamik, öznelerin dürtülerini belirleyen bir mantıksal çerçeve sunar ve eğer aşırı birikim, aşırı üretim ya da eksik tüketim temel dinamik olsaydı, bunlardan yola çıkılarak oluşturulacak mantıkta kâr güdüsünün ve rekabetin izin verdiği rasyonaliteden öte bir gerçeklik bilgisi ve çözüm oluşturabilme kabiliyeti öznelerde kendine yer bulurdu. Böyle yola çıkıldığından kapitalist gerçeklik gözümüzün önünde hemen un ufak olurdu; çünkü sermaye sınıfı, onun politik aktörleri ve ideologları dünyaya yanılsamalı bakmaktan hiçbir zaman kurtulamazlar. Kapitalizm tüm özellikleriyle bir bütünlüğe sahiptir ve marksizm bu bütünü gerçekte olduğu gibi kavrayabilecek tek mantıksal çerçeveyi sunar.

 

II.

Emperyalizm kuramları arasındaki ayrımlar da buradan türemektedir. Öyle ki kapitalizmin içsel dinamiklerine dair önemli notlar düşmüş Luxemburg’u, Hilferding’i ve dönemin otoritesi olarak nam salmış Kautsky’yi emperyalizm anlayışları açısından Lenin’den ayrıştırabilmemizi, Lenin’in temel katkısını anlayabilmemizi sağlamaktadır. Emperyalizmi anlayabilmek, Kapital’in bütününden çıkacak bir anlayışı, özne – nesne diyalektiğinin doğasına vakıf olabilmeyi ve değiştirici bir perspektifi gerektirir. Lenin: emperyalizmin kapitalist temelinin eğilimlerinden devrime uzanan derin ve dolambaçlı bir bağlantı…

Böylece savaş eğiliminin emperyalist sisteme içkin bir şey olduğunu da söylemiş oluyoruz. Ekonominin bağrından doğan ekonomik savaş ve rekabet bu şekilde kendisini politik, ideolojik ve askeri olanda bulmuş oluyor.

“İnanıyorum ki, bu broşür, en önemli ekonomik sorunun, emperyalizmin ekonomik özünün kavranmasına yardım edecektir; bu incelenmedikçe, modern savaşı ve modern siyaseti anlamak ve değerlendirmek olanaksızdır. (…) okurların dikkatini, bir daha, bir kez daha, II. Enternasyonal kahramanlarının, bildirinin bu yakın savaşın proletarya devrimiyle bağıntısını anlatan bölümlerinden, açıkça, kesin bir biçimde, bir hırsızın hırsızlık yaptığı yerden kaçışındakine eş bir dikkatle kaçtıkları gerçeğine çekiyorum. (…) Ve bu bilanço gösteriyor ki, üretim araçlarında özel mülkiyet düzeni var olduğu sürece, bu ekonomik temel üzerinde, emperyalist savaşlar, mutlak biçimde kaçınılmaz olacaktır.”5

Ekonomik olandaki bunalım gelişirken, bir sistem olarak emperyalizm krizine ilerlerken onun parçası olan güçler kapsamlı bir vuruşmaya doğru sürükleniyorlar. Bu süreç krizlerin başka yerlerde üretilmesi (hatta kendilerine geri yansıması) pahasına büyük güçlerin krizleri kendi üzerlerinden atıp kendilerini sağlama alma yönelimine girmesine neden oluyor.

Kâr oranının düşme eğilimi ile rekabetin kızışması bağlantısını az önce belirtmiştik. Marx daha Kapital’in ilk cildinde “merkezileşmenin en güçlü kaldıraçları olan rekabet ve kredi sistemi” derken ve aynı sayfaları içeren muazzam alt başlıkta üçüncü ciltte yapacaklarını nüve olarak bırakırken6 işin özünü görmüş ve kâr oranının düşme eğilimi ile merkezileşme arasındaki bağı ortaya koymuştu. Aynı başlıkta daha sonra Hilferding’in açımladığı anonim şirketlerin özünü de ortaya koymuştu. Bu bağ aynı zamanda merkezileşme, tekelleşme ve kapitalizmin kendi sonuna doğru gidişi açıklayan yanlar içermekteydi ki “asalak – ölmekte olan kapitalizm”in eskiziydi.

Lenin, o güne kadar ekonomik temeli üstyapısal birliğiyle tutarlı olmaktan uzak veya yanlış sonuçlara varacak bir kavrayışla ele alınmış emperyalizmi ayakları üzerine oturtmuş, önemli bir perspektif farklılığıyla ele almıştır. Onu aslında sermayenin temel motivasyonu ve kapitalizmin içkin özelliği olan kâr arayışı ve rekabet ruhunun bağıntısı içinde kavramıştır. Burada rekabet Marx’ın defalarca bahsettiği üzere, bir temel yasa değildir; öyle ki rekabet ve kâr arayışı kapitalist üretim tarzının bir bütün olarak incelenmesiyle kavranabilecek ruhudur; fakat, bina benzetmesiyle, bizim incelememizin tutarlılığı için öne çıkartılması gereken temel kolonlardan biridir. Rekabet Lenin’in emperyalizm kavrayışında önemli bir unsurdur. Bu, Hilferding ve Kautsky ile kontrastı incelenerek fark edilebilir; çünkü aslında rekabet, onun çalışmalarının ve polemiklerinin bütününe içerilmiş ve özel olarak ayrıntılandırılmamıştır. Rekabet, kapitalist üretim tarzının içkin özelliği olarak ele alınıyor. Peki neden bu kadar önemli?

Hilferding’in eserinin “Proletarya ve Emperyalizm” bölümünde büyük bir hata yapılıyor ve bu basit bir vurgu hatası olmanın ötesinde anlam taşıyor. Hilferding mali sermayenin üretimi örgütleyici ve toplumsallaştırıcı yanına öylesine eğiliyor ki bu eğilimden çıkacak “ileri” yan, emperyalizm eleştirisi ve devrim teorisi için problem arz ediyor; çünkü emperyalizmin bir asalaklık, çürüme, “kupon kırpma” eğilimi olduğunun “duyulmamasına” neden oluyor. Ve emperyalizm daha çok finans kapitalin politikası gibi ele alınıyor.7

Bu, yapı ile üstyapıyı ayıran Kautsky ile benzer bir yol tutmak anlamına geliyor. Lenin’in Kautksy ile polemiğinde, dünya solunda burjuva politikalarının meşrulaştırılmasına hizmet edenlerle giriştiği kıyasıya mücadele ve bağımsız bir hattın vurgusu vardır. Fakat yalnızca bundan ibaret değildir. Hilferding’in göz ardı ettiği asalaklık ve çürüme eğilimi örneğin Hobson’ın analizlerinde bulunmaktadır; hatta Lenin bu anlamda Hobson’ın vurgularının “daha ileri” olduğunu bile dile getirir. Lenin’i özgün kılan yan, Hilferding’in ekonomik analizlerini kullanırken aynı zamanda emperyalizmin asalaklık ve çürüme eğilimini geri plana atmayacak bir kavrayışa sahip olmasıdır. Lenin’in ortaya koyduğu yeni çerçevede artık Hilferding ve Kautsky’nin Marksizmi devre dışıdır.

Hilferding’in kitabındaki önemli nokta, tekelci sermaye olarak mali sermayenin, sermayenin toplumun her hücresine nasıl erişerek kaynak kullanımını had safhaya çıkardığını ve finans sermayesinin sınai sermayeyle bileşik tarihsel gelişimini ortaya koymasıdır. Lenin’e ve bize gelişimin bir ürünü olarak “mali sermaye” temeli sunmuştur. Burada “kurucu kârı” ile anlatmaya çalıştığı şey de önemlidir. Sermayenin toplumun tüm kaynaklarına nüfuz ederek kendini katlamasını -toplumsallaşması- ancak yine de gerçek, yaşayan kapitalistlerin mülkiyetine ait oluşunu anlayabilmek için kavşak işlevi görür. Sermayenin toplumsallaşmasını aynı zamanda sermayenin tekil ellerde toplanıyor ve yönetiliyor oluşuyla birlikte anlatabilmek önemli; çünkü bu aynı zamanda sermayenin toplumsal bir buhar değil tekil gerçek öznelerde yoğunlaşmış bir bulutumsu olduğunu anlatacak dayanaktır.

Bu dayanak olmadığında, rekabet kolonu eksik kalır ve hatta Kautsky’i haklı çıkaracak bir kulvara girilmiş olunur. Öyle ki daha sonraları Hilferding’in de yanında konumlanacağı “evrimci” Kautksy’nin “tarihsel senaryosu” bir ultraemperyalizmdir!

Lenin’in broşüründe, rekabetin eşitsiz gelişim ve yapı-üstyapı diyalektiğiyle bağlantı noktaları değinilerek bırakılmıştır. Ötesi bunalımın dinamiklerine inmekle sağlanabilir. Bu ise başta bahsettiğimiz üzere kâr oranının düşme eğilimini incelemeyi ve tekellerin hareketine temel olan güdüyü ortaya koymayı gerektirir. Böylece emperyalizmin temel özelliği olan sermaye ihracının ne anlam ifade ettiği de anlaşılmış olur. Kâr oranının düşmesi eğilimi, kızışan tekellerin birbirine çarpmasının ekonomik temelini oluşturur. Basit görünümüyle pazar ve ucuz işgücü, sermayenin rekonfigürasyonu ve aşırı birikimin realizasyonu gibi çözümlerin arayışını değil; kâr arayışını ve bir tekel güdüsünü ön plana çıkartır. Bu arayış bizim ortaya koyduğumuz mantıksal dizge içerisinde özne-nesne salınımıyla iç içe geçer. Bu ön plana çıkartış ise emperyalizmin nasıl geliştiği konusunda daha baştan ayrım yaratır. Bu ayrım yalnız Hilferding ya da oportünist günahlarını teorileştiren Kautsky için değil; Rosa Luxemburg için de geçerlidir.

Luxemburg’un Kapital’in ikinci cildinde yer alan yeniden üretim şemalarında gördüğü problemleri8 kapitalizmin devamlılığı için bir “dış”ın gerekliliğine doğru ilerletişi, belki sömürgecilikten yeni çıkmış, gelişkin kapitalist Avrupa’nın büyük bir farkla merkez olduğu o günün dünyası için bir ölçüde açıklayıcılığa sahiptir. Ya da Almanya’nın, mali sermayesinin “dış”taki tüketimi fonlayışını ülke içindeki güçlü üretime bağladığı geleneksel tarzı bir miktar açıklar gibi bile gözükmektedir.9 Fakat emperyalizm bir sistemdir ve yalnızca tekil ülkelerin yönelimleri üzerinden incelenemez. Dünya tüm eşitsizliğine ve parçalanma eğilimine rağmen bugün çok daha “bileşiktir”.10 Daha da önemlisi, Luxemburg’un emperyalizm analizlerinin diğer politik analizleriyle birleşmekte yaşadığı sıkıntıdadır. Çünkü emperyalizmi bir dünya sistemi olarak kabul etmediğinizde, bunun da üstüne kapitalizmi üstyapıyla bağlantıları özensiz kurulmuş bir ekonomik çekirdek olarak ele aldığınızda, dünyanın geldiği aşamada kapitalizmin dönüştürücülüğüne biçilecek olumlu rol tüm siyasi sıçrama noktalarınızı tahrip edecektir. Lenin’in emperyalizm analizlerini devrime bağlayan bağlantı tam da buradadır. Kapitalizmin eşitsiz dönüştürdüğü bir dünyada, kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizm çağında güncel olan sosyalist devrimdir.11

Burada ortaya koyduğumuz çerçeveye göre, radikal bir değişiklik gerçekleşmeksizin kâr oranında bir düzenleme gerçekleşemez. Öyleyse artık, bunun “can çekişmek” demek olması, gelinen noktanın “asalaklık” üretişi yani sermaye ihracının tekellerin yüksek – garanti kâr arayışıyla ilgili oluşu ve dünyanın paylaşımının bu arayışla doğrudan bağlantısı açıklığa kavuşmuş olur. Üretici güçlerin önünde bariyer olma ve çürüme olarak finansallaşmanın ruhu, garanti ve yüksek kâr arayışının sonucu olan “kupon kırpma”dır.

Can çekişen kapitalizmde kendi sermayesini içeride yıkıma – rekonfigürasyona götürmek istemeyen, üretici güçleri sınırlayan ve dışarıda kupon kırpma yönelimine giden rantiye finansallaşmanın mantığı için Marx’a kulak verelim:

“Sermaye eğer dışarıya gönderiliyorsa, bu, mutlaka içerde kullanılmadığı için değil, dış bir ülkede daha yüksek bir kâr oranı ile kullanılabildiği içindir.”12

Bu aynı zamanda sermaye ihracına nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda ipucudur. Üretim ve kâr arayışından yola çıkılmadıkça, Hobson’ın düştüğü hataya düşülebilir. Öyle ki Hobson, emperyal genişlemenin kaynaklarını sezmekte; fakat özüne inememektedir. Sonuçta, bu haliyle eksik tüketimci bir anlayışa yerleştirme imkanı bulabileceğimiz bir yanılgıdadır Hobson. Tüketimin ülke içinde dengesiz dağılması (mal-distribution) sonucu meta ve sermaye emiliminin gerçekleşememesini, bu yüzden sermayenin ülke sınırlarını zorlamasını ve başka coğrafyalara göz dikmesini mekanizma olarak görmektedir.13 Hobson, emperyalizmin çürüme, saldırganlık ve ilhak eğilimi olduğunu görmekte; fakat bunun kaçınılmaz olmadığı düşüncesinden kurtulamamaktadır.

Evet, emperyalist devletler pazar arayışıyla harekete ederler. Fakat kapitalizmin problemlerinin birincil olarak pazar sorununa bağlı olduğu, dolayısıyla kapitalistlerin yaşadığı sıkışmanın ürettikleri metalara “uygun” pazar bulamamaları yani aslında bir tür aşırı üretim ya da eksik tüketim problemi yaşadıkları, devletlerin yayılmacılığının ve savaş eğilimlerinin bu mantıksal silsileyle gerçekleştiği kurgusu yanlış ve eklemlenmiş bir kurgudur. Filmi geriye sardığınızda kâr arayışını, onu yaratan koşulları, mantıksal hiyerarşiyi atlarsınız ve emperyalist saldırganlığın kaçınılmaz olmadığını gerçekten de “mantıklı” bulabilirsiniz! Çıktığınız yolun sonuysa herhalde kapitalistleri ikna etmeye, kapitalizmi terbiye etmeye ya da bir devletin karşısında ehvenişer bir devlet aramaya çıkacaktır.

Biz ise, emperyalizmi farklı devletlerin ilişkisinin dünya ekonomisinin ortaklığında gerçekleşebildiği, parça – bütün ilişkisiyle var olan bir sistem olarak ele almadan saldırganlığın, savaş eğiliminin yerli yerine oturtulamayacağını düşünüyoruz.


 

III.

Kapitalizmin içsel dinamiklerinin tekelleri sürüklediği yolu ve bunun emperyalizmle ilişkisini incelemiş olduk. Hatta bundan çıkan kimi sonuçların emperyalist sistemde büyük güç olmakla bağlantılarını nüve olarak bıraktık. Şimdi bu bölümünde, yazının başında tarif edilen gerilimi, bir sistem olarak emperyalizm ile emperyalistliğin ilişkili farklılığını tekrar düşünmek gerekir. Bu farklılığı “büyük güç” penceresinden incelemek elimizi rahatlatacaktır.

Tekelci kapitalizm, mali sermayenin egemenliği, sermaye ihracı gibi emperyalizmin karakteristik özellikleri dolayımlanarak, değişerek, farklı organlar ile vücuda gelirler. Farkı anlayabilmek için verilerin nasıl değerlendirileceği de önemlidir. Örneğin 1913 dünyasında Britanya’nın dış sermaye yatırımı GSYİH’sının yüzde 147’si mertebesindeyken, Almanya’da bu oran yüzde 47 ve ABD için ise yüzde 9’du.14 Fakat bu veriler ne ülkelerin gücünü tam olarak anlatıyordu ne Lenin bu ülkelerin herhangi birisine “büyük güç değildir” dedi ne de birinden birinin “haklı” olabileceğini düşündü.

Yani büyük güçlerin güçlerinin bileşeni olan parametreler verili dönemde farklı oranlarda ve bileşimde olabilir. Güçleri de farklı olabilmektedir; fakat bu farklılık ve değişebilirlik, onları dünyanın yeniden paylaşılmasında söz sahibi olma yöneliminde ısrar etmekten ve “büyük güç” olarak anılmalarından mahrum bırakmamıştır. Verili bir dönemeçte, verili bir coğrafyada gücü oluşturan parametrelerin verili bir cepheye uzanımı eşitsiz gerçekleşir. Buna göre devletlerin sahip oldukları ekonomik, ideolojik, siyasi ve askeri güçlerden bazıları diğerlerinden daha ön plana çıkabilir ve verili dönemeçte bu gücün kullanımıyla emperyalist sistemin bütünündeki dağılımda önemli bir değişikliğe neden olunabilir. Örnek olsun, İngiliz – Fransız mali sermayesinin fonlamasıyla savaşa girmiş yeni kapitalistleşen Rusya Avrupa’nın belirleyici güçlerinden biri olarak görülüyordu. Rusya savaşta devasa bir orduyu mobilize edecekti. Tersinden, Rusya yalnızca güç uygulamak açısından değil aynı ordunun dağılması ve rejimin çökmesi açısından da Avrupa’yı belirleyen temel parametrelerden biri olacaktı.

Yukarıda takip ettiğimiz izlekten çıkan öz, finansallaşmanın çürümek demek oluşu ve bu çürümenin sermayeyi kâr arayışı ile asalak bir biçimde kupon kırpma eğilimine girmeye itmesi ve bu yüzden karakteristik fenomen olarak sermaye ihracının belirgin oluşu ve bunun dünyanın ekonomik-politik paylaşımına neden olması. Burada devreye “büyük güç” olmak giriyor. Sermaye ihracı kapitalizmin vardığı seviyenin, çürümenin temel karakteri ve tarifidir ancak bir büyük güç için “şema” değildir! Sermaye ihracı düşebilen, negatife inebilen ya da farklı biçimlere bürünebilen, finansallaşma eğilimine ters gibi gözüken bir sanayi rönesansının gündemde olduğu bir ülke şemaya uymayabilir; ancak genel mantığa, sistemin bileşenlerini bir hesaplaşmaya, savaşa itişine ve buna ülkenin içinde ve dışında hazırlanışa özünde uyar. Şemaya uymama durumu “küçükler” için de geçerlidir. Büyük güç perspektifi, sermaye ihraç eden ve dünyanın verili durumunda yer yer “cesur” da davranabilen hırslı küçük rol kapıcıları, ancak birkaç tane olabilecek ve belli bir hiyerarşide anlaşılması gereken büyük güçlerden emperyalist nitelik anlamında ayırabilmeye de olanak verir.

Lenin esasen bir sistemi çözümleyerek ayakları üzerine oturtuyor.15 Egemen güçlere dair ortaya koyduğu veriler, tablolar ağırlıkla sistemin genel karakterini ortaya koymak üzere kullanılmıştır. Sistemin içerisinde “emperyalist” olarak göreceğimiz egemen güçler onun yazılarında hep “büyük güç” (Great Powers) olarak tanımlanmıştır.16 Lenin’in Emperyalizm kitabının 6. Bölümünün başlığı “Dünyanın Büyük Güçler Arasında Paylaşılması”dır. Yine Lenin, kitabının neredeyse çoğu yerinde egemen devletlerden “büyük güçler” olarak bahsetmiştir. Bu basit bir kelime farklılığından öte bir anlam taşıyabilir. Buna bağlı olarak emperyalist olmak “emperyalizmin tatbik edicisi” olmaktan ziyade “büyük güç olmak” anlamında değerlendirildiğinde yazının başından beri bahsedilen dolayımlı farklılık anlaşılır hale gelir. Bu, büyük güçlerin emperyalist sistemin baş belirleyenleri, aktörleri ve suçluları olmadığına ya da sistemik yasalar tarafından ittirilen pasif, edilgen nesneler olmalarına dair değildir; nesnellik ile öznellik diyalektiğinin doğasına ilişkindir. Aynı zamanda bu diyalektik, büyük güçlerin her şeye kadir olamayacağı, krizlerden muaf olmadığı anlamına da gelir.

“19. yüzyılın son üçte-biri, yeni, emperyalist döneme geçişe tanık oldu. Bir değil, pek az olmasına karşın birkaç Büyük Gücün mali sermayesi tekel durumundadır. (Japonya ve Rusya'da askeri güç tekeli, geniş toprakları, ya da azınlık milliyetlerini, Çin'i vb. soymaktaki özel kolaylıklar, günümüzdeki modern mali sermaye tekelini kısmen bütünlemekte, kısmen de onun yerini almaktadır.) Bu farklılık, İngiltere'nin tekelci konumunun niçin on yıllar boyu rakipsiz kalabildiğini açıklar.”17

Alıntıda Lenin’in “kısmen” diyerek devreye soktuğu parametreler büyük güçlerin sistemin bütünüyle ilişkisine dair yapı-üstyapı bağlantısının kurulduğunu gösteriyor; siyasi, askeri, ekonomik vb. bileşenlerin birlikte etkidiğinin göz önüne alınmasının gerekliliğine işaret ediyor. Bu tek örnek değil elbette. Lenin’in aynı tarihsel kesitteki yazıları sosyalist hareketteki emperyalizm anlayışlarıyla bunların siyasi çıktıları arasındaki ilişkileri ortaya sermekle bezeli. Sonuç olarak, emperyalist dürtünün asıl mantığı, rekabet ruhu içerisinde kâr arayan kızışmış tekellerin, bulunduğu özgüllükteki kaynakları harekete geçmeye itmesidir. Bu itki devletsel, ulusal, askeri, coğrafi, diplomatik vb. sınırlar içerisinde özgül şekillerde gerçekleşir ve ortaya özgün koşullarda farklı etkiler yaratabilecek birçok değişkenin birleşerek etkidiği bir tür bütünlük çıkar.

Gücün tatbikinin coğrafi ve zamansal sınırlarının olması kendini yine son tahlilde ekonomik olanda bulur; fakat “oyun” durağan ya da planlı değildir. Kritik başlıkları, güçler arası dengesizliklerin avantajını görüp buraya güç tatbiki yapabilen bir devletin ekonomik sınırları diğer parametreler ile telafi etme yeteneği bulunur. Bunu sağlayan dolayım ve eşitsiz gelişimdir. Bu tekil olarak devlet nezdinde böyledir. İttifaklar nezdinde ise ekonomik-askeri-siyasi ve hatta coğrafi bir sürekliliğe kavuşmak zorundadır. Bu aşamada ise artık söz edilmesi gereken farklı devletlerin farklı özgül bileşenlerle oluşturdukları güçleri bu sürekliliği oluşturmak için nasıl eklemleyebilecekleridir. Bu ise karşılıklı ilişkilerin tarihselliğinin incelenmesini ve nelere el vereceğinin olasılıklarının ortaya serilmesini gerektirir. Ve bunların hepsine etki edecek başka bir seviyede, sınıf mücadelesinin kendisini… Çünkü denge tutmayan bir dünyada dengelerin nasıl gerçekleşebileceğine değil, sendeleme halinin devrime nasıl bağlanılacağına odaklanmak için son tahlilde dünyaya sınıf mücadeleleri gözlüğüyle bakılması gerekir.

Emperyalizmin ayırt edici unsuru olarak kapitalizmin tekelci aşaması ve mali sermayenin egemenliği ilk olarak onun bütün bir sistem olarak temelidir. Emperyalist sistemin bütünü emperyalist egemenleri, egemen olmaya çalışan yani statükoyu zorlayan yükselen güçleri ve diğer öğeleri barındır. Fakat bu temel, emperyalist olma özelliğini barındıran devletlere doğrudan değil başka birçok parametreyle ilişki içerisinde dolayımla yansır. Öyle ki bir devletin emperyalist niteliğinin değerlendirilmesi örneğin o devletin tekellerinin, mali sermayesinin ne ölçüde gelişmiş olduğunun dışında birçok başka parametre tarafından belirlenir. Bu görünüşte dışarıdan parametreler de esasında emperyalist aşamanın bütünsel hareketinin içsel dinamiklerinin sistemin tamamı için hazırladığı ancak eşitsiz gelişimin damgasını vurduğu bir süreç ile oluşur. Bu anlamda “yapısal” bir etkileşim değil tam tersine “tarihsel” bir süreçten bahsediyoruz. Emperyalist sistemin bütünsel yapısı ile ülkelerin özgüllükleri arasındaki bağın niteliği kapitalist-emperyalist sistemin belli dönemlerinde, kriz dönemlerinde belirginleşir; çünkü krizler nasıl sermayenin “hayali” bölmesinin dönüp dolaşıp kendi maddi zeminine döneceği mahşer zamanları oluyorsa, ekonomik-politik-ideolojik tüm yönleriyle emperyalizmin krizi de rekabet ruhunun, kâr hırsının en vahşisine bürünerek, eldeki tüm kaynakların seferber edildiği dönemler oluyor.

Böylece bir sistem olarak emperyalizm ile büyük güç olmanın ilişkili farklılığı, rekabetin ortadan kalkmayan bir ruh oluşu ve savaşa yönelim, kapitalist temelin sarsılma dinamiğini kavramda derinleştiren kâr oranının düşme eğilimi yasasıyla kendine bir mantık çıkartmış oluyor. Lenin’in düşüncesinde, tüm bunların hepsine sınıf mücadeleleri perspektifinden bakmanın özgünlüğü vardır. Burada, kendine kavga arayan devrimci öznenin, sistemin eğiliminden ve her şeye kadir olamayacak güçlerin kavgasından devrimi tutup kaçırması vardır. Lenin’in kavrayışında, Kautksy’nin tarih senaryosuna bilimin gücünden başlayan ancak orada kalmayan, son tahlilde tarih yapma iradesinin ve yapmış olmanın gücüyle verilen bir yanıt vardır.

Bu yanıt yolumuzu aydınlatıyor.

Dipnotlar

  1. Nadejda Krupskaya, Lenin’den Anılar, (Ankara: İnter, 1995), 92.
  2. Marx’ın bu yasaya verdiği önem üzerine bir tartışma bu makalenin konusu değil; ancak metinde belirginleştirilecek mantığın bu yasayla ilgisi açısından şunu belirtmeliyiz ki Kapital’de ortaya konan yasaları ve analizler arasındaki ilişkiyi kavramak matematik denklemlerin ötesinde bir yasa anlayışını gerektiriyor. Marx’ın Kapital’de ortaya koyduğu mantıksal dizgeyi dört köşeli hale getirenler, yasaları yalnızca olgularla kanıtlanıp kanıtlanamadığına göre ele alanlar şaka yapıyor olmalılar. Bu çarpık anlayış ile Leninizm’i Marksizm’e eklemlenen bir eklenti olarak görenler arasında da bir akrabalık bağının bulunduğu söylemeliyiz.
  3. Karl Marx, Kapital 3, (Ankara: Sol,1997), 224.
  4. Tekel güdüsünün üstyapıya yansımasını doğrudan ve tek yönlü ele almamak gerektiğinin notunu düşelim. Rekabet kavşağından bakmak, tekeller arasındaki ilişkiyi, sermaye sınıfı ile devlet arasındaki ilişkinin çift yönlü doğasını göz ardı etmeyi gerektirmez.
  5. http://goo.gl/Rj7FhQ
    http://goo.gl/T2yksI
  6. Karl Marx, “Birikim ve Ona Eşlik Eden Yoğunlaşma İlerlerken Sermayenin Değişir Kısmının Göreli Azalması” içinde Kapital 1, (İstanbul: Yordam,2011), 601.
  7. "While thus creating the final organizational prerequisites for socialism, finance capital; also makes the transition easier in a political sense. The action of the capitalist class itself, as revealed in the policy of imperialism,…" (http://goo.gl/4JOw32)
  8. Bizce bunların problem kategorisine sokulabilmesi için Marx’ın, analizlerini yasa anlayışına nasıl bağladığına değil de tekil olarak bu analizlere odaklanmak gerekir. Marx’ın ayrı bölüm ve alt bölümlerde ortaya koyduğu incelemeler eğer onun yasa kavrayışıyla birlikte ele alınmayacaksa Kapital’in mantığı diye bir şeyden bahsetmemek gerekecektir. Luxemburg’u ya da Hilferding’i çapsız ilan edecek elbette değiliz. Ancak Lenin’in Hegel’in Mantık’ı üzerine kaleme aldığı notlarında Kapital vesilesiyle söylediği “Yarım yüzyıl sonra, hiçbir Marksist Marx’ı tam olarak anlayamamış” deyişine hak vermek gerekiyor.
  9. Luxemburg’un aradığı “dış”, ironik bir biçimde Sovyetler Birliği tarafından geldi. Kapitalizmin kendi içsel çelişkilerini düzenlemesine, kendisine çeki düzen vererek “kendini kurtarmasına” neden olacak bir dış basınçtı bu. Tüm ideolojik ve politik bileşenleriyle… Bunu olumsuz bir anlamda tekrar edip durmak değil amacımız; 2017 dünyasında kapitalizmin yaşadığı krizin ve çözüm bulamayışın büyüklüğünü anlatmak için yer veriyoruz.
  10. Dünyanın bugünkü durumunun analizi ayrı bir çalışmayı hak eder; ancak geçerken şunu söyleyebiliriz. Bahsettiğimiz bileşiklik “bağımlılık okulu”nun mirasçılarını üzecek verileri her gün sunmaktadır. Diğer yandan görünen o ki bu “üzüntü” bir takım solun kapitalist büyük güçler arasında sığınacak liman aramasının önüne geçmiyor.
  11. Lenin’in emperyalizmi böyle kavrayışı onun tam da kapitalist büyük güçler arasında tarihsel olarak ilerici ülke aramamasıyla aynı doğrultudadır. Her daim devrimi arayan Lenin’in bu kavrayışı olgun hale getirişi aslen 1914 dönemeciyle ve 1915-16 dönemindeki kimi tartışmalardan sonra tam anlamıyla gerçekleşebilmiştir. Bu kavrayışta bağımsız bir hatta dair bakış açısı da bulunmaktadır.
  12. Karl Marx, Kapital 3, (Ankara: Sol,1997), 226.
  13. http://goo.gl/yuw6RO
    Ayrıca, Lenin de Emperyalizm el yazmalarında “mal-distribution” kelimesini özel olarak vurgular.
  14. http://goo.gl/nPNn1b
  15. Şunu belirtmeliyiz ki Lenin’in çözümlemelerini yaptığı ve taktiklerini devrimin çıkarlarına bağladığı dünya, Avrupa’nın merkez olduğu ve geri kalanın net bir “paylaşım” fiiliyle anlatıldığı asimetriye sahiptir. Büyük güçlerin yaşayacakları krizlerin, alacakları darbelerin ve bu ülkelerdeki burjuva iktidarlarının sarsılışının devrime sağlayacağı katkı anlamında bir mazlum, sömürülen uluslar anlayışı vardır. Dönemin tartışmalarında kendine yer bulan ulusal sorun o koşullar altında değerlendirildiğinde anlam kazanır. Devrim ve iktidara bağlanmayan bir taktikler kümesi aramak boşunadır. Bugünse, iktidarı arayan Lenin’in temel devrimci motivasyonu saklı kalmak üzere, dünyanın tam olarak aynı dünya olmadığını belirtmek gerekecektir. Bu şundan dolayı önemlidir. Nasıl Lenin o dönem kendi burjuva iktidarını desteklemenin, krizi ve devrim hedefini gölgelemenin her türlüsünü acımasızca eleştirdiyse; bugünün dünyasında da aynı yanılsama ve işlev için büyük güçlerde ya da ülke içinde mazeret arayanları mahkûm etmek mutlak gerekliliktir.
  16. http://goo.gl/8o0fDj
  17. V. I. Lenin, “Emperyalizm ve Sosyalizmdeki Bölünme”, içinde Marx-Engels-Marksizm, Sol Yayınları 1990, s.241-57.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×