Emperyalizm Tartışmaları

Bu yazının temel hedefi, Türkiye komünist sosyalist hareketinde değişik yetkinlik düzeylerinde ara ara açığa çıkan, ancak genel olarak bir klişe halinde varolan konumların savunusunu destekleyen emperyalizm tartışmaları olacak.

Emperyalizm tartışmaları yeniden başlıyor, bu sefer gerçekten ciddiye alınacağını ummak istiyoruz. Yazının ilk bölümünde birinci kuşak marksistlerin ve bazı batılı aydınların emperyalizm üzerine incelemeleri kısaca özetlenecek. İkinci bölümde ise Türkiye’de şu anda yapılan tartışmalar hepsini kapsama iddiası olmaksızın ele alınacak.

Emperyalizm tartışmaları yirminci yüzyılla birlikte komünistlerin en çok tartıştıkları konulardan birisi oldu. Rosa ile Hilferding ve Lenin ile Buharin birbiri ardına konu üzerine temel kitaplarını yayınladılar. Emperyalizmin batı aydınlarının gündemine girmesi ise, tartışmaların asıl gövdesi 2. Dünya Savaşı ertesinde olmak üzere devrimlerin neden “gelişmiş” batı ülkeleri yerine “gelişmemiş” ülkelerde olduğunu anlamaya çalışmanın sonucudur. Batı aydınlarının büyük bir bölümü için, asıl önemli olanın Ekim devriminin olması değil Alman devriminin gerçekleşmemesi olduğu akılda tutulmalıdır.

Marx, temel çalışması Kapital‘i yazarken emperyalizm 20. yüzyıldaki gelişkinliğinde değildi. Sonuç olarak, Marx’ta emperyalizm tartışmaları daha çok sömürgecilik olarak kendini göstermiştir. Dolayısıyla emperyalizm üzerine yazan birinci kuşak Marksistler, Marx’tan öz olarak aldıkları yöntemin dışında, daha çok kendi dönemlerinin analizine giriştiler.

Marx’ın sömürgecilik üzerine yazdıkları arasında daha çok kapitalizmin Hindistan’daki gelişmeyi sağlayacağı yönündeki görüşleri bilinir. Oysa, Marx’ın her zaman, teoriyi devrimci perspektifine temel olarak kullandığı bilinmelidir. Marx’ın İrlanda için çizdiği yol, Hindistan üzerine söylediklerine ve Marx’ın her durumda kapitalizmin geliştirici olduğunu söylediği masalına ters düşer. 1 Marx’a göre İrlanda’nın ve hatta İngiltere’nin kurtuluşu, İngiliz etkisini İrlanda’dan çıkarmaya bağlı olacaktır.

Marx’tan sonra gelen birinci kuşak marksistler, emperyalizmin dünyayı baştan sona allak bullak ettiği zamanlarda, Marx’ın Sisteminin Kapanışı (1896) türü kitaplar yazılmışken, emperyalizm üzerine çalışmalarıyla Marx’ın Kapitali’nin (1867) yazılışından kırk küsur yıl sonra, Marksizmin ikinci teorik saldırısını yaptılar.

(Kitapların ilk basım yılları: R. Luxemburg-Sermaye Birikimi-1913, R. Hilferding-Finans Kapital-1910, Lenin-Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması-1916-1917)

Lenin’de, Luxemburg’ta, Hilferding’te kabul edilen ortak nokta emperyalizmin, kapitalizmin doğal bir sonucu olmasıdır.Lenin’in kitabının adı, emperyalizmi kapitalizmin bir aşaması olarak aldığını gösteriyor. Üç yazar için de emperyalizm, gelişmemiş ülkeler üzerindeki politik, ekonomik ve askeri hakimiyet için gelişmiş emperyalist ülkeler arasında savaşa neden olacak çelişmeler ve mücadeleler olarak da görülüyordu. Emperyalizmin yayılmacı karakteri, bunu yaparken önüne çıkan engelleri şiddetle ve kanla ezen yönü kitaplarında önemli yer tutar.

Rosa Luxemburg kendi emperyalizm çözümlemesinde Marx’ın yeniden üretim şemalarında kullandığı “saf” kapitalizm varsayımına eleştiri getirdi. Bilindiği gibi Marx bu şemalarda işçi sınıfı ve kapitalistlerden başka bir sınıfı belli ölçülerin ötesinde göz önüne almamıştı. Örneğin, bu iki sınıfa ait olmadıkları söylenebilecek serbest meslek sahipleri, gelirlerini bu iki sınıfın birinden sağladıkları için ayrıca incelenmezler. Luxemburg, artı-değerin realizasyonunda kapitalizmiçi üçüncü kişilerin etkili olmadığını kabul ettikten sonra, kapitalist üretim tarzı dışında üçüncü kişilerin temel öneme sahip olduğunu söyler. Sonuçta, bu üçüncü kişileri sağlayan kapitalist olmayan üretim tarzları Luxemburg’a göre kapitalizmin kendini yeniden üretmesinde gereklidir:

“En önemli gerçek artı-değerin ne kapitalistlere, ne de işçilere yapılan satışlarla realize edilebileceğidir. Artı-değer, sadece üretim biçimleri kapitalist olmayan örgütlenmelere ya da katmanlara satılırsa realize edilebilir.” 2

Bu bakış, o zamanın emperyalist ortamını çok iyi açıklıyor gibi görünür. “İleri” kapitalist ülkeler, bu temel realizasyon sorunundan dolayı oturup ölümü bekleyemeyeceklerine göre kapitalist-olmayan bölgeleri kullanarak ve onların üretim tarzlarını çözerek bunalımı o an için aşacaklardır. Ancak kapitalizmin realizasyon sorununun kesin çözümü yoktur. Kapitalizm her adımında bu sorunla hesaplaşmak zorunda kalacaktır. Burada akla gelebilecek ilk soru, bu kapitalist olmayan üretim tarzlarının bitip bitmeyeceğidir. Luxemburg’a göre, kuramsal olarak bir bitme olasılığı bulunmaktadır ama “gerçekte böyle bir şey hiçbir zaman mümkün değildir.” 3

Sonuç olarak Luxemburg kapitalizmin devam etmesi için temel önemdeki kapitalist olmayan formasyonları çözmeden edemeyeceğini tartışmasız kabul eder. Acaba kapitalizm kendisi için bu kadar önemli toplumsal formasyonları çözmeden edemez mi? Rosa Luxemburg’ta kapitalizm içi-dışı birbirinden kesin hatlarla ayrılmıştır. Kapitalizmin “içinde”, kapitalist olmayan ancak kapitalizme eklemlenen üretim tarzı düşüncesi Luxemburg’a tamamen yabancıdır. 4

Luxemburg’a göre sermayenin pre-kapitalist formasyonlarla ilişkisi üç aşamaya ayrılabilir:

1- doğal ekonomiyle mücadele, 2- meta ekonomisiyle mücadele, 3- uluslararası sahnede birikimin arta kalan koşullarını elde etmek için rekabet mücadelesi. 5

Ona göre, sermaye ilk aşamada, yani doğal ekonomiyle mücadelede dört amaca sahiptir:

a) önemli üretim güçleri kaynaklarına sahip çıkmak, b) işgücünü “serbestleştirip” kendi hizmetine sokmak, c) meta ekonomisini enjekte etmek, d) ticaret ile tarımı ayırmak. 6

Buraya kadar çok kısa notlarla değindiğimiz Luxemburg’un emperyalizm çözümlemesi şu nedenlerle eleştirilebilir:

  1. Kendiliğindenliğe prim vermekle; öyle ya kapitalizm “teorik olarak” kapitalist olmayan formasyonlar bittiğinde çöker. (Luxemburg’un çalışması zamanında en çok bu yüzden eleştirildi)
  2. Kapitalizmin gücünü küçümsemekle; Luxemburg artı-değerin realizasyonu yani kapitalizmin kendini yeniden üretmesi gibi temel bir sorunu kapitalizmin tek başına çözemeyeceğini iddia etmektedir.
  3. Kapitalizmin kendisi için bu kadar önemli pre-kapitalist toplumsal formasyonları çözmeden edemeyeceği varsayımını tartışmamakla…

Üstelik kitabını teorik olarak örerken, temel hatalar yaptığı uzun süre tartışılmıştır. Bunların ayrıntısına girmeyeceğiz, ancak bu hatalardan biri aşağıdaki alıntıdan anlaşılabilir:

“Yeniden üretim ancak, bir önceki dönemin ürünleri realize edildiği, yani paraya dönüştürülebildiği taktirde yeniden başlayabilir. Çünkü kapitalist sistemde yeniden üretimin başlangıç noktasını her zaman para, saf emek niteliğindeki sermaye oluşturacaktır.” 7

Kitap temel sonuçlarına, sermaye devresini bu kadar mekanik olarak algıladığı için ulaşabilmektedir. Gerçek yaşamda birden fazla çevrime yetecek para-sermayeye sahip olmayan bir bakkal bile yokken, tekelci aşamada bu varsayım kabul edilemez.

Sonuç olarak, Luxemburg’un bu çalışmasının asıl önemi teorik yetkinliğinden gelmiyor. Rosa’nın bu kitabı yazdığı zamanlarda Alman SDP’nin bütün hücrelerine yayılan reformizm artık ortaya tüm çirkinliğiyle çıkmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nda ortaya çıkan utanç verici gelişmeler birçokları için sadece seçtikleri yolun doğal bir durağıdır. Yoksa bir anda ortaya çıkan sapkınlıklar değil. Rosa Luxemburg, açık-revizyoncu kesimin temel tezine, tekelleşmenin kapitalizme içkin krizleri, savaşları engelleyeceği, daha akılcı bir toplum düzeni kurmayı başaracağı tezine karşı çıkar. Luxemburg’a göre krizler, savaşlar, “kan ve pislik” kapitalizme içkindir ve onun bu karakteri sona ermesine neden olacaktır. Luxemburg’a göre, kapitalizm “bazı kusurlarına” karşın sonsuza kadar yaşayamaz ve kapitalizmin ölüm nedeni yine kendisi olacaktır. Bu anlamda Luxemburg kapitalizmin kendi mezarını kazması temasına sıkı sıkıya bağlıdır.

Hilferding, Lenin’in kendi kitabını yazarken Hobson’la birlikte yararlandığı iki kişiden biridir. Tekeller, mali sermaye, sermaye ihracı, uluslararası kartellerin oluşumu, dünyanın bölgeler halinde paylaşılması Hilferding’in çalışmasında ele alınmıştır. 8

Lenin’in tersine Hilferding, emperyalizmi en yüksek aşama olarak almaz, “düzenlenmiş kapitalizm” (organized capitalism) öncesinde bir aşama olarak alır. Bu haliyle Hilferding’in tezi Kautsky’nin ultra-emperyalizmine iz düşer. Bir parantez açarak, Kautsky’nin ultra-emperyalizm tezine, diğer revizyonistler gibi emperyalist aşamada tekellerin üretimi düzenleyerek, üretimdeki anarşiyi ortadan kaldıracakları varsayımından ulaştığını belirtmek gerekir. Kautsky ultra-emperyalizm laflarıyla oyalanırken, çıkan birinci dünya savaşıyla en güçlü şekilde yanlışlanır. Okuyucular arasında, Kautsky’nin bu tezlerden vazgeçip vazgeçmediğini merak edecekler çıkarsa, onlara Kautsky’nin pişkince ultra-emperyalizmin savaştan sonra yaşanacağını müjdelediğini hatırlatabiliriz. Savaştan sonra!

Kanımızca Beckett’in o anlamsız “Godot’yu Beklerken” oyunundaki Godot, sık sık söylendiği gibi sosyalizm değil fakat ultra-emperyalizm olmalıdır.

Hilferding’e gelince, organize kapitalizmin olup olmayacağını sorgularken kendisi, olabilir sonucuna varsa bile, kitabında tezini savunmak için verdiği kanıtlar emperyalistler-arası çelişkilerin kalktığını değil ancak kabul edilebilir başka şekillere dönüştüğünü göstermektedir. Emperyalistler-arası çelişkilerin yumuşak formlara dökülmesi zorunluluğu, herhalde bir bütün olarak kapitalizmin en az gücü kadar güçsüzlüğünü de göstermelidir. Rekabetin eskisi gibi boğaz boğaza değil, örneğin ülkeden ülkeye sermaye kredilerinin koşulları gibi daha yumuşak şekillerde yaşanması, mutlaka ülkeler-arası politik etkilenmeler, bağlaşıklıklar ve düşmanlıklar yaratmakta, bu “yumuşak” çelişkilerin karşıtına dönüşmesine neden olmaktadır.

Hilferding’in tekellerin düzenleyiciliğini, krizlerin ortadan kalkmasına vardırmadığını, kesimler arası oransızlığın neden olduğu krizlerin, tekeller altında da devam edeceğini söylemesi önemlidir. Hilferding’e göre tekellerin sonucu, krizlerden zarar gören kesimlerin tekelleşmemiş kesimler olmasıdır. Dolayısıyla Hilferding toplumda çelişkilerin “tekelleşmemiş” kesimlerde yoğunlaşacağını söylemektedir. 9

Hilferding, kapitalizmin çöküşünün politik ve sosyal olacağını, ancak saf ekonomik nedenleri olmayacağını söyler. Onun asıl zaafı, devrim sonrasında tekeller sonucu oluşan organizasyon düzeyini sosyalist devletin de aynen kullanacağını söylemesi, burjuva devletin parçalanmasını reddetmesidir.

Hilferding yeni gelinen aşamada, sanayi ve banka sermayelerinin ve ticari sermayenin, oluşan mali sermayenin hakimiyeti altına girdiğini söyler. Ona göre, bu birliğin temeli, bireysel kapitalistler arası serbest rekabetin tekeller ve karteller aracılığıyla sona ermesidir. Bu, doğal olarak, kapitalistin devletle ilişkilerinde daha fazla bir içiçelik doğurur. 10

Hilferding’in çok önemli bir katkısı, ülkeyi yabancı sermayenin rekabetinden korumak için kullanılan gümrük tarifelerini incelemesidir. Ona göre, gelişmekte olan ülkelerin (burada kullanılan “gelişmekte olan ülke” terimi 19. yüzyılın ikinci yarısında Almanya’nın gerçekten gelişmesi ve ileri bir kapitalist ülke olması gibi bir gelişme gösteren ülkeleri tanımlamak için kullanılmıştır) gümrük tarifeleri, başlangıçta ülkede sanayiyi kurmak için kullanılan bir yöntemken, daha ileri bir aşamada kendi tersine dönerek saldırının bir aracı olur. (Okurlar, sermaye hareketlerinin, mal ihracatı ve ithalatının askeri terimlerle açıklanmasına dikkat etmelidirler. Örneğin, Japon ürünleri Amerika pazarında yüksek pazar payları elde edince, bunu, ülkeleri nin istilası olarak açıklayan Amerikan yetkilileri vardı. Barışçı kapitalizm diyenlere hangi Pearl Harbour’un daha tehlikeli olduğunu düşünmeleri gerektiğini hatırlatıyoruz. Ülke içinde gümrük tarifeleri nedeniyle oluşan yüksek fiyatlar sonucu elde edilen büyük kârların, kapitalizmin daha ileri bir aşamasında ülke dışına ihracat olanağını arttırması saldırının temel mantığıdır. 11

Hilferding’e göre, mali sermayenin üç amacı vardır:

  1. En büyük ekonomik hakimiyet alanı elde etmek
  2. Bu alanı gümrük tarifeleriyle yabancı rekabete kapamak
  3. Bu alandaki zenginlikleri tekeller aracılığıyla işletmek. 12

Lenin’in Emperyalizm kitabı dünyada en çok okunan kitaplardan biri oldu. Lenin’in kitabını yazarken Hobson’dan ve Hilferding’ten yararlandığı biliniyor. Bizce bu yararlanma oldukça önemlidir. Lenin’e göre, Hilferding tekellerin durgunluk ve çürüme eğilimini gözönüne almadığı için 13 Hobson’a kıyasla bir adım geri gitmiştir. Ancak özellikle Alman SDP’si, ama yalnızca o değil, ultra-emperyalizm vs. zırvalamalarıyla bu ikisine göre çok daha büyük geri adımlar atmıştır. Dolayısıyla Lenin’in kitabı, revizyonizmin yeni tezlerinin, öyle pek de yeni olduğu söylenemeyecek tezler de kullanılarak eleştirilmesi ve 20. yüzyılın başından itibaren dünya çapında yaşanmakta olan devrimci / revizyonist ayrışmasında kendi tarafının teorik varlığının belirtilmesi ve ileri götürülmesi oluyor.

Lenin’in emperyalizmi kapitalizmin bir aşaması olarak gördüğünü biliyoruz. Lenin böylece, Kautsky’nin söylediği gibi bunu bazı nedenlerle “yeğlenen” ve kapitalizmin istediğinde değiştirebileceği bir politika olarak görmediğini vurgular. “Emperyalizm, genel anlamda kapitalizmin bazı özelliklerinin gelişimi ve doğrudan devamı olarak ortaya çıkmıştır.” 14 Lenin’e göre, emperyalizmin beş temel özelliği:

1) Tekeller, 2) Banka sermayesinin ve sanayi sermayesinin kaynaşması sonucu oluşan mali-sermaye, 3) Sermaye ihracı, 4) Dünyayı bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler, 5) Dünyanın bölüşümünün tamamlanması 15 (bu tamamlanma nihai biçime ulaşma anlamında değil, artık emperyalistlerin denetiminde olmayan hiçbir bölgenin kalmaması anlamındadır).

Lenin’in emperyalizmi kapitalizme içkin bir olgu olarak görmesi önemlidir. Çünkü Türkiye’nin bir zamanlar anti-emperyalist mücadelenin anti-kapitalist olmadan yapılabileceği yanılsamasını yaşaması gibi, bundan 80 yıl önce Alman SDP’de de kapitalizmin “asıl” yüzüne, serbest ticaret savunucusu rekabetçi yüzüne dönebileceği yanılsaması önemli taraftar toplamıştı. Bu görüşe göre, burjuvazi içinde serbest rekabeti savunan, ancak güçlü tekeller karşısında etkinlik gösteremeyen önemli katmanlar vardı. Eğer işçi sınıfı gücünü tekelci olmayan, serbest rekabetçi burjuvazinin kefesine koyarsa o anda yaşanan problemlerin önemli bir kısmı hallolabilirdi vs.vs. Anti-tekel, anti-emperyalist mücadele benzeri bir mücadelenin Alman SDP’nin gücünü kemirmesi tarihin gerçeklerinden biri olarak duruyor. Bu “bir avuç tekel”, “finans oligarşisi” hikayesi o zamanlar fos çıktı. Serbest rekabete dönme özleminde olduğu varsayılan, orta, küçük, kısaca tekelleşmemiş kapitalistler, kendi yerlerinin neresi olduğunu elbette biliyorlardı. “Birkaç elde yoğunlaşmış ve yalnızca küçük ve orta kapitalisti değil, çok küçük kapitalisti ve çok ufak patronları (vurgulara dikkat, ufak da değil çok ufak!) da kendine bağlayan yaygın ve sıkı bir ilişki ağı kurmuş olan mali-sermaye” 16 yapacağını yaptı. Olan Alman SDP’ye oldu.

Lenin kitabında Kautsky’nin ultra-emperyalizm tezine şiddetle çatar. Kautsky’nin “salt ekonomik açıdan, kapitalizmin kartellerce izlenen politikanın dış politika alanına taşacağı, yeni bir evre, bir ultra-emperyalizm evresi olanaksız değildir” 17 sözlerini alır Lenin. Kautsky’nin kartellerce izlenen politika dediği, kapitalist şirketlerin aralarında üretim kotaları veya pazarların paylaşılması üzerinde anlaşarak rekabeti engelledikleri durumdur. Kautsky’ye göre, emperyalist ülkeler de böyle anlaşmalar yapabilirler elbette “salt ekonomik açıdan”. Lenin’in cevabı ise şöyledir: “Salt ekonomi sözünden, ‘salt’ bir soyutlama anlaşılıyorsa, söylenebilecek herşey şu görüşe getiriliyor demektir: Gelişme tekellere doğru, bunun sonucu olarak evrensel tek bir tekele, tek bir dünya tekeline doğru gidiyor. Bunun itiraz götürür bir yanı yok, ama saçma olduğu kadar, ‘evrimin’ besin maddelerinin laboratuvarlarda üretilmesine doğru ‘gittiği’ sözü gibi, anlamdan da yoksundur. Bu anlamda, bir ‘ultra-tarım teorisi’ ne denli saçma olacaksa, ultra-emperyalizm ‘teorisi’ de o kadar saçmadır.” 18

Aslında alıntılardan da anlaşılabileceği gibi, bugün ultra-emperyalizm tezleri ya da türevleri Kautsky’nin zamanına göre daha şanslı görünüyor. Tarımsal laboratuvar tekniklerindeki, gen teknolojisindeki göz kamaştırıcı ilerlemeler besin maddelerinin laboratuar larda üretilmesine bir adım daha yaklaştığımızı gösteriyor. Komünistler gerçekçi insanlardır ve yetmiş küsur yılda atılan bu adımın değerini elbette takdir edeceklerdir!

Son olarak, Lenin emperyalizmin karakteristiği olarak asalaklık ve çürümeyi gösteriyor. Emperyalizm sonucu, kendi ülkelerine kıyasla çok daha fazla kâr eden “ileri” kapitalist ülkeler, işçi liderlerini ve işçi aristokrasisini bozmak için bazı olanaklara sahip olabilmektedirler. “Yaşam tarzlarıyla, ücretleriyle, dünya görüşleriyle tamamen küçük-burjuva niteliği taşıyan bu burjuvalaşmış işçi tabakası ya da işçi aristokrasisi, 2. Enternasyonal’in başlıca desteği olmuştur; günümüzde de burjuvazinin başlıca toplumsal (askeri değil) desteğidir”. 19

Lenin’e göre bu unsurlar, “ileri” kapitalist ülkelerde varolan durumu olduğundan elverişli gösterme görevini de görmektedirler. Yazılış dönemi itibariyle, bir çubuk bükme olarak da algılanabilecek bu satırlar bizce sömürünün Batı’da kalktığına ya da kabul edilebilir sınırlara çekildiğine dair yanılsamaları engellemek açısından önemlidir. Batı’daki ilişkiler, bugün çok daha fazla ezdiği yabancı işçilerle, ırkçılığa kadar varan ayrımcılığıyla pek de iç açıcı görünmüyor.

Ekim Devrimi sonucunda Rusya gibi büyük ve önemli bir ülke emperyalistlerin hakimiyet alanından çıktı. Bu konuda, Rusya’nın gelişkin kapitalist ülkelere bağımlı olmakla birlikte, 19. yüzyılın son üçte birinde İngiltere, Fransa, Almanya ve Belçika’dan sonra dünyada en çok toprak elde eden beşinci ülke olduğunu belirtelim. Rusya’da devrim sonrası gelişmeler ve Komintern’in doğrusal olmayan çizgisi Gelenek‘in sıklıkla ele aldığı konular. Biz burada Komintern hakkında bazı değinmelerde bulunup geçmek istiyoruz.

1919 Martı’nda Komintern’in ilk kongresi toplandı. Kongre kuruluşun ön hazırlıklarını yapmakla birlikte, kesin kurulma görevleri 2. Kongre’ye bırakıldı. 20 2. Kongre aynı zamanda, ilk devriminin ihtiyaçları ve yeni kurulmaya başlanan tecrübesiz Asya partilerinin bazı çabaları sonucu ortaya ilginç bileşimlerin çıktığı bir kongre oldu. 2. Kongre’de Hindistan delegesi Roy’un görüşleri önemlidir. Roy’a göre, Doğu’da yaratılan kaynak Batı’ya aktarılmaktadır. “Bu kaynak kesin olarak kurutulmadan Avrupa işçi sınıfı kapitalist düzeni yıkamaz.” 21

2. Dünya Savaşı sonrasında neo-marksistlerin temel tezi olan bu görüşlerin, 2. Kongre’de yüksek bir etkileme düzeyine ulaşması önemlidir. 3. Kongre’ye önemli bir iz bırakmasa da!..

Bu değer aktarımı tezlerini aşağıda inceleyeceğiz, ancak bu sınıf merkezli bakışı geriye atıp, öne ülkeyi çıkaran tezin, o zamanlar kabul edilebilir bulunduğuna dikkat edilmelidir. Tabii, 2.Kongre’de de belirli soru işaretleri oluşmuştu. Lenin bu teze “çok ileri gidiyor” diye eleştiri getirir. 22

Çok ileri gidiyor!

2. Dünya Savaşı sonrası, Batı’da uzun sürmüş bir sessizlikten sonra marksizmden etkilenmiş aydınların çalışmalarını yayımlamaya başladıklarını görüyoruz. Ve giderek artan planda emperyalizm tartışmalarını… 1957’de çıkan kitabıyla Baran, tekelleri hem Batı’daki hem de gelişmemiş ülkelerdeki gelişmeye engel olarak görmekle tartışmaları başlatır. 23 Burada artık tartışmaların nesnesi de değişmiştir. Bu değişme tekellerin ele alınması değil; tekel incelemelerinin yukarıda gördüğümüz gibi 80-100 yıllık bir tarihi vardır tartışmalarda azgelişmiş ülkelerin ön plana geçmesidir. Baran, gelişmemiş ülkelerin izleyeceği yolun gelişmişlerden farklı olduğunu söylüyordu. 24

Baran gelişmemiş ülkelerin gelişmelerini engelleyen mekanizmaları inceledi. Ona göre, gelişmemiş ülkelerde yaratılan artık ya gelişmişlere aktarılıyor ya da üretken olmayan yollarla harcanıyordu. 25 Baran’ın kendisini izleyenlerden farklı olarak ağırlığı ikinci nedene verdiğini söylemek gerekir. Baran azgelişmiş ülkelerde sınai ilerlemenin olmamasını, bu ülkelerin özelliklerinin içiçe geçtiği bir nedensellik ağıyla açıklar. “Yabancı ülkelerin rekabeti gelişmemiş endüstriyi boğar, iç pazarın darlığı gelişmeyi teşvik etmez endüstriyel gelişme olduğunda ise hızla tekelci şekiller alıp, gelişmenin önüne başka engeller çıkarır.” 26

Baran ve Sweezy tekellerin rekabeti yok eden “yaşa ve bırak yaşasın” politikalarım incelediler. 27 Baran’ın amacı kapitalizmin vaktiyle büyümenin motoru olmayı başarabilmişken şimdi bu işi özellikle gelişmemiş ülkelerde yerine getiremediğini, sosyalizmin bunu daha iyi yapacağını göstermektir. 28 Dolayısıyla, özellikle YÖN hareketiyle Türkiye’de de kendisini göstermiş olan “kalkınmacı sosyalizm” anlayışı ilk Baran’da görülüyor. Baran, bu konuda, tarımda yaratılan artığın önce üretim araçları üretimini, daha sonra tüketim malları üretimini sağlayacak şekilde kullanıldığı, Sovyet modeli sanayileşmeyi gelişmemiş ülkeler için önerir. 29

Son olarak, 2. Dünya Savaşı sonrasında Baran’la başlayan emperyalizm, tartışmalarında emperyalizm kavramının farklı bir anlamda kullanıldığı belirtilmelidir. Emperyalizm, bu dönemde birinci kuşak Marksistlerden farklı olarak, gelişmiş ülkelerin, gelişmemişler üzerindeki hakimiyeti olarak algılanmıştır. Baran da emperyalizmi, gelişmiş kapitalist ülkelerin yayılmacı politika ve ideolojileri olarak algılamıştır. 30

Baran gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler arasındaki ilişkileri ticaret, değer aktarımı ve politik-askeri etkilenmeler açısından incelemiştir. Baran’dan sonra Frank ve Wallerstein neo-marksizmin taşlarını döşemeye başlarlar. Onlara göre, kapitalizm bağımlı bölgelerden, emperyalist merkezlere artık aktaran, tekelci değişimler sistemi olarak tanımlanmalı ve ancak dünya sistemi olarak açıklanmalıdır. 31 Böylece, önemli bir “farklılık” getirirler. Burada, Marx’ın “evrensel tarih her zaman olmamıştır; evrensel tarih sayılan tarih bir sonuçtur” 32 dediği hatırlanmalıdır. Frank ve Wallerstein’a göre, 16. yüzyıldan beri, oluşan merkez-çevre (metropol-uydu) arasındaki ilişkiler, bir dünya sistemi olarak kapitalizmin bazı bölgeleri geliştirmesi, bazı bölgelerde ise azgelişmişliğin gelişmesi ile tanımlanır. Gelişme ve azgelişmişliğin gelişmesi, aynı paranın iki yüzüdür. Diyalektik bu olsa gerek! Burada Frank ve Wallerstein’in üç yüzlü bir paraya ihtiyaç duymaları önemlidir. Merkez-çevre kavramsallaştırmasının açıklama gücü yetersiz kalınca, bunlara “yarı-çevre” eklenmiştir. Frank ve Wallerstein’in dünya sistemi, farklı emek-kontrol tarzlarının sonucu ortaya çıkan artığın değişimi üzerine kuruludur. Modern fabrika ve ağaların, yarıcıların tarımsal ürününe el koyması: hepsi kapitalisttir. Frank bu merkez-çevre ilişkisini, gelişmemiş ve gelişmiş ülkeler arasında kurmakla kalmaz, ona göre, bu sömürü ilişkisi bu değer aktarımı, gelişmemiş ülkelerde bölgesel merkezlerde, ülke içindeki yerel merkezlerde, köylülerle büyük toprak sahipleri ve tüccarlar arasında, hatta bu köylülerle kiraladıkları topraksız köylüler arasında zincirlemesine sürer. “Her aşamada, üstteki görece az sayıdaki kapitalist, alttaki birçoğuna tekelci güç uygulayarak, bütün artığı ya da artığın bir bölümünü eline geçirir ve bu artığı kendi üstündeki daha az sayıdaki kapitaliste kaptırmadığı oranda kendi kullanımına harcar. Dolayısıyla her noktada uluslararası, ulusal ve yerel kapitalist sistem, azınlık için ekonomik gelişme ve çoğunluk içinse azgelişmişlik sağlar.” 33

Frank bu ilişkide hiyerarşinin alt basamaklarında bulunan “kapitalist”lerin çıkarlarının statükoyu korumakta yattığını söyler. Bu tezler her şeyden önce ortada anlamlı tanımlanmış bir sınıf olmadığı için eleştirilmelidir. Sınıfı gözardı eden, zincirleme değer aktarımı tasarımıyla ortada çözümleme birimi olarak sadece çok gelişmiş merkez veya azgelişmiş çevreye mensup olan ülkeyi bırakan bu düşünceler, bir görüşe göre “halk cephesi” ve “burjuva demokratik devrim” türünden siyasal stratejileri yıkmayı amaçlıyordu. En küçük “kapitalistler” bile birbirine bağlı olduğuna göre, aralarında ittifak edilebilecek bir katman bulunamazdı. Bu görüşün ikinci vargısı da, bu “kapitalistler” zincirine dahil edilmeyen küçük-burjuvaziye devrim stratejisinde yer vermektir. Evet, burjuvaziyle cephe kurmamanın “teorik” açıklaması yapılıyor, ama ne pahasına! 34

Türkiye

Türkiye’de yapılan emperyalizm tartışmalarına Emperyalizm ve Türkiye adlı kitapla başlamak istiyoruz. Kitap, Tüm İktisatçılar Birliği’nin 1974-1980 yıllarında yaptığı araştırmaların yeniden basılmasından oluşuyor. Kitaba göre, emperyalist sömürü mekanizması şu şekilde şematize edilebilir:

  1. Ticaret yoluyla sömürü azgelişmiş ülkelere değerinin üstünde tekel fiyatlarıyla yapılan satışlar ve bu ülkelerden değerinin altında fiyatlarla yapılan satın almalar.
  2. Yatırım yoluyla sömürü.
  3. Borç verme yoluyla sömürü. 35

“Emperyalistlerin azgelişmiş ülkelere değerlerinin üstünde fiyatlarla (tekel kârı ile) mal satmaları ve bu ülkelerden değerinin altında fiyatlarla satın almaları genel olarak kapitalist (emperyalist) dönemin belirleyici niteliklerinden biridir. Bu faaliyetin sürdürülmesi ise, bu ülkelerde bir işbirlikçi ticaret burjuvazisinin (komprador burjuvazi) yetiştirilmesi ile birarada yürütülür.” 36

“Bilindiği gibi eskiden uluslararası kapitalizm geri kalmış ülkelerin hep geri kalmalarını, hiç sanayileşmemelerini isterdi. Ama bugün artık sanayileşmelerini istemektedir.” 37

Bu düşünce tarzına göre, önce işbirlikçi ticaret burjuvazisi var. Daha sonra bunlar 1950’lerde başlayan süreç içinde tekelci burjuvaziye dönüşüyorlar ve emperyalizme daha bağımlı hale geliyorlar. Ortaya çıkan “çarpık”, “dumansız bacasız sanayileşme”. 38

Bizce bu düşüncenin iki önemli handikapı var. Birincisi, ilk aşamada, yani işbirlikçi ticaret burjuvazisi döneminde Türkiye’de sermaye birikimini gerçekleştirebilecek güçte bir kapitalist sınıf bulunmuyor. Bu konu açık olmalıdır, bu yüzden Türkiye, 1930’larda devletin bizzat yatırımlara girişmesine gerek duymuştu.

İkinci aşamada, yani tekelci aşamada “çarpık” da olsa kapitalist sınıfın gelişmesi bulunuyor. Bu düşüncede eksik olan ise kapitalist sınıfın incelenmesidir. Emperyalizm sanayileşmeyi ister ve Türkiye “çarpık” da olsa sanayi kurar. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye benzeri ülkelerin kurdukları sanayinin “ileri” kapitalist ülkelerce teşvik edildiğini, bunun o ülkeler için çok daha güvenli ihracat olanakları açtığını biliyoruz. Ancak bu olay sadece dış etkilenmelerle açıklanamaz. İç dinamik incelenmelidir.

İkinci yanlış, ilkine bağlı olarak, burjuvazi tanımındadır. Önce işbirlikçi ticaret burjuvazisi, sonra tekelci burjuvazi. Bir türlü şöyle milli bir sanayi burjuvazisi gelmiyor. Gelişmenin “çarpık” olması da bu yüzdendir. Bu işbirlikçi burjuvazi terimi Türkiye’de oldukça kabul gördü. Amacımız elbette burjuvazinin “işbirlikçiliğine” itiraz etmek değil. Yine de işbirlikçi kelimesinin bir ortak hedefte birleşenler arasından çıkıp, karşı tarafa çalışanlar için kullanıldığını söylemek istiyoruz. Dolayısıyla, burjuvaziyi işbirlikçilikle suçlamak için bir neden göremiyoruz. Burjuvazi her şeyle suçlanabilir, ancak içinde bulunduğu bütüne ihanetle değil. Bunun yanında, işbirlikçi burjuvazi diyenler, bir de işbirlikçi olmayan burjuvazi düşünüyorlar ki asıl tehlike de budur.

Bu İki yanlış, bize göre tek bir nedenden kaynaklanıyor. O da sınıf ve ülke konusundaki belirsizlik ve bu ikisini durmadan birbirine karıştırmaktır. Her zaman olduğu gibi değer aktarımı tezlerini temel alan bir düşüncenin, “sömürülen ülkeyi” ve “sömürülen ülkenin emekçileri” gibi sınıfla bağlantılıymış izlenimi uyandıran, görünüşte keskin lafları bırakıp, kapitalist sömürünün ülke içindeki işleyişini incelemesi olanaklı değildir. Kısacası ülke değil sınıf diyoruz. Ülkelerin farklılıkları da sınıfsal olarak tanımlanmalıdır.

F. Başkaya, Paradigmanın İflası adlı kitabında, “Avrupa merkezli” bakış açısına savaş açar. Ona göre, bunun arkasında iki temel düşünce vardır:

  1. “Sömürgelerin kurtuluşu batıdaki devrimin başarıya ulaşmasına bağlıdır,
  2. Dünyanın sosyalist bir dönüşüme uğramasının koşulu onun Avrupalılaşmasıyla olanaklıdır.” 39

Başkaya’ya göre, bu düşünceden 3. Enternasyonal de kurtulamaz. “Her ne kadar Lenin, özellikle 1905 devriminden sonra, Batı proletaryasının ezilen halkların kurtuluşuyla daha yakından ilgilenmesi ve tutarlı bir biçimde desteklenmesi gerektiğini ileri sürdüyse de, 1917 Devrimi’ne kadar sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki devrim sorunuyla ilgisi ikincil önemdeydi.” 40

Başkaya’nın bu “ilgi”yi nasıl nicelikselleştirdiğini bilemiyoruz, ama Lenin’in devrimler tarihini üçe ayırdığı açıktır:

  1. 1848-1871 arası, 1848 Haziran günlerinden Paris Komünü’ne uzayan süreçte başlangıçta “halk”, “adalet”, “hak” gibi terimlerle örülü burjuva demokratik reformlar isteyen sahte, sınıfsız sosyalizmden, proletaryanın ve onun partileri 1. Enternasyonal ve Alman SDP’nin ve genel olarak burjuva toplumun ortaya çıkması,
  2. 1872-1904 arası, Rusya devrimine kadar olan bu süreçte, Batı’nın burjuva devrimlerini bitirmesi ve Doğu’nun henüz başlamaması sonucu oluşan “barışçı” dönem ve Marksizmin teorik zaferi,
  3. 1905 sonrası, Asya’da açılan devrimler kuşağı, 1905 Rusya devrimini, Türkiye, İran ve Çin devrimlerinin izlemesi. Bu dönemde, Batı’da ilk dönemde ortaya çıkan sınıf merkezli düşüncenin Doğu’da da temel olması. Lenin bu konuda çok kesindir. “Avrupa ve Asya deneyimlerinden sonra, sınıfsız politika ve sınıfsız sosyalizmden kim bahsederse, Avustralya kangurusu ve diğer şeyler yanında bir kafese kapatılıp meraklılara sergilenmelidir.” 41

Sadece Avustralya kıtasında bulunan kangurular, yirminci yüzyılın başında çok az biliniyorlardı. O zamanlar, bu hayvanları görmek gerçek bir merak konusuydu. Bugün, bilgi iletişim çağında, kangurular hakkında da daha çok şey biliyoruz. Bunlardan bir tanesi, Avustralya’da çiftçilerin, kanguruların son derece hızlı üremesi nedeniyle bunlarla gerçek bir savaş yürütmek zorunda kaldıkları!

Başkaya’nın “Atatürk devrimleri” sonucunda “Türkiye’nin azgelişmişlik yolunda” hızla ilerlediğini söylemesi 42 bizce “azgelişmişliğin gelişmesi” (Frank) türünde bir söylemdir. Dolayısıyla, bu konuda, yukarıdaki Frank’ın sınıfı bulanıklaştırdığı eleştirisine tekrar bakılabilir.

F. Başkaya’nın 12 Eylül’ün nedeni olarak iki neden gösterdiğini belirtmek gerekiyor. “Birincisi, Türkiye’ye yeni bir sermaye birikimi modelini kabul ettirmek, bunun için gerekli düzenlemeyi yapmak; ikincisi de Türkiye’yi emperyalizmin Ortadoğu’daki çıkarlarının korunması amacıyla alt-emperyalist role hazırlamak.” 43 Başkaya, bunun İran’dan boşalan yeri doldurmak amacını güttüğünü söylüyor. “İran’dan boşalan Ortadoğu’daki alt-emperyalist işleve (jandarmalığa) en uygun aday Türkiye’ydi. 44 Böylece, Başkaya alt-emperyalistliği bir ülkeden (ABD) başkasına verilen bir görev olarak algıladığını gösteriyor. Alt-emperyalistlik “görevini” isteyen tarafın (Türkiye) iç dinamiklerini ele almaya gerek görmüyor.

Son olarak, bu sınıf-ülke karmaşasını bütün kitap boyunca gösteren Başkaya, kitabını homo sapiens’e öğütle bitiriyor.

Yalçın Küçük dergi yazılarında, özellikle ultra-emperyalizm konusuna önem vermiş görünüyor. Lenin’in yazdığı bir önsözde, ultra-emperyalizmin soyut olarak düşünülebilir olduğunu söylediğini aktarıyor. “Lenin, hiç kuşkusuz gelişme çizgisinin, ‘istisnasız bütün devletleri ve işletmeleri yutan bir dünya tröstü doğrultusunda’ olduğunu kaydediyor.” 45 Ancak, bundan önce emperyalizm kaçınılmaz olarak çökecek, kapitalizm zıddına dönüşecektir. Bunu da Küçük, Lenin’den aktarıyor. Burada, Küçük’e göre iki Lenin vardır: Bilim adamı Lenin ve devrimci politikacı Lenin. “Bilim adamı Lenin gelişmenin ultra-emperyalizm yönünde olduğuna işaret ediyor ve devrimci politikacı Lenin bu noktaya varılmadan önce sistemin patlayacağını ya da patlatılacağı mesajını veriyor.” Küçük, devam ediyor: “Belki de hiç bir yerde bilim adamı Lenin ile devrimci politikacı Lenin bu ölçüde birbirinin karşısına dikilmiyor ve belki de hiçbir yerde bilim adamı Lenin, devrimci Lenin’i böylesine büyük uyumla desteklemiyor; yöntemsel olarak bunlara değinmeden edemiyorum.” 46

İnsanın diyalektik bilmesi elbette çok güzel, ancak bizce bu Lenin’ler ve karşı karşıyalık meselesi biraz daha dikkatle ele alınmayı gerektiriyor. Lenin’in Emperyalizmi’nden ultra-emperyalizm üzerine söylediklerini aktarmıştık. Bilim adamı Lenin ultra-emperyalizme giden yolu görüyor; buraya kadar evet, ancak yine bilim adamı Lenin kapitalizmin ultra-emperyalizm aşamasına varmasını da “saçma” olarak nitelendiriyor. Sürecin kendisinin tek bir tekele “doğru” gittiğini ama buna kendi özellikleri nedeniyle hiçbir zaman ulaşamayacağını söylüyor. Verdiği, laboratuarlarda yapılan tarım örneği çok güzeldir. Lenin der ki, “buna doğru bir eğilim olabilir, ama bütün tarım bu yeni yöntemlerle üretim yapamaz”. Ultra-emperyalizm teorisinin kendisi bile “istisnasız bütün devletleri ve işletmeleri yutan bir dünya tröstü”nün sadece bir doğrultu bir eğilim olduğunu gösterir. (Ultra-emperyalizm için yukarıya Kautsky’ye bakınız)

Küçük’te gördüğümüz ikinci ilginçlik de şu: “Kapitalist aşamaya gelindiğinde, yakın zamanlarda açıklıkla ve ısrarla yazıyorum, Marx kapitalizmin gücünü abartıyor. Marx’a göre kapitalizm, üçüncü bir dünyaya ihtiyaç duymuyor.” 47 Küçük, bunu “Rosa Luxemburg’un Anısına” adadığı yazısında yine Luxemburg’un, yukarıda ele aldığımız, “genişletilmiş yeniden üretim şemaları sermaye birikimini açıklamaz” “keşfini” aktardıktan hemen sonra “vurguluyor”. Luxemburg’un anısına elbette bizim de saygımız var, ancak belirttik, onun çalışması teorik öneminden çok zamanının revizyonist yönelimlerine karşı çıkma onurunu taşıyor. Dolayısıyla, teorimizi pekiştirirken Luxemburg’un bu özelliğini gözönünde bulundurmak gerekiyor. Hele Marx kapitalizmi abarttı, çünkü üçüncü dünyaya ihtiyaç duymadı lafını savunmak için Rosa’dan destek aramak olmayacak bir çabadır. Luxemburg’un çalışmasına eleştirilerimizi yukarıda belirtmiştik. Bu dönemde, sol harekette yerleşmesini istediğimiz gelenek, sol adına entellektüel üretimde bulunanların söyledikleri her kelimeyi savunabilmeleri, saf bir yerli kabilesine ordan burdan topladığı boncukları dağıtan şarlatan satıcı rolüne kimsenin kendisini kaptırmamasıdır.

Türkiye’de emperyalizm tartışmaları devam edecek gibi görünüyor. 

Dipnotlar

  1. Gülalp Haldun, “Yeni Emperyalizm Teorilerinin Eleştirisi”, Birikim Yay., s. 15.
  2. Luxemburg Rosa, “Sermaye Birikimi”, Alan Yay., 1986, s. 270.
  3. ibid., s. 319.
  4. Bu konuda şu yazıya bakılabilir. Öztürk, Nihal; “Türkiye’de Tarımın Yapısı Üzerine”, Gelenek 33, özell., s. 78.
  5. Luxemburg, a.g.e., s. 280.
  6. ibid., s. 281.
  7. ibid., s. 29.
  8. Hilferding, “Finance Capital”, 1985, s. 1.
  9. ibid., s. 296.
  10. ibid., s. 302.
  11. ibid., s. 305-308.
  12. ibid., s. 326.
  13. Lenin, “Emperyalizm – Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”, Sol Yay., s. 121.
  14. ibid., s. 106.
  15. ibid., s. 107.
  16. ibid., s. 132.
  17. ibid., s. 113.
  18. ibid., s. 132.
  19. ibid., s. 15.
  20. 3. Enternasyonal – Belgeler, Belge Yay., s. 8(romen rakamıyla)
  21. Aktaran. Başkaya Fikret, “Paradigmanın İflası”, Doz Yay., 1991,s. 73.
  22. ibid., s. 73.
  23. Brewer A., “Marksist Theories of Imperialism”, s. 132.
  24. ibid., s. 132.
  25. ibid., s. 135.
  26. ibid., s. 152.
  27. ibid., s. 135.
  28. ibid., s. 139-140.
  29. ibid., s. 156.
  30. ibid., s. 143.
  31. ibid., s. 159.
  32. Marx, EPEK, s. 279.
  33. Frank, aktaran Brewer, a.g.e., s. 162.
  34. Brenner, “Kapitalist Gelişmenin Kökenleri”, 11. Tez, n. 3, s. 26.
  35. “Emperyalizm ve Türkiye”, Patika Yay., 1989, s. 15-16.
  36. ibid., s. 17.
  37. ibid., s. 22.
  38. ibid., s. 17.
  39. Başkaya, a.g.e., s. 72.
  40. ibid., s. 72.
  41. Lenin, “Selected Works”, Progress Publishers, s. 19.
  42. Başkaya, a.g.e., s. 95.
  43. ibid., s. 189.
  44. ibid., s. 188.
  45. Küçük Y., “Hiyerarşik Emperyalizm”, Toplumsal Kurtuluş, n. 42, s. 38.
  46. ibid., s. 38.
  47. Küçük Y., “Agresif Emperyalizm”, Toplumsal Kurtuluş, n. 44-45, s. l9.