Engels’in Kentlerinden Kapitalizmin Ontolojisine bir Gezinti

Friedrich Engels, 1820 yılında Prusya Krallığı’nda Barmen’de varlıklı bir aileye doğdu. Barmen, büyüyen bir endüstriyel bölgeydi ve Engels’in ailesi daha sonra Manchester’da da yatırım yapacak olan kapitalist bir aileydi. Engels,

1842 yılında yani henüz 22 yaşındayken Hegel’in idealizminden koptuğu ve Marx ile tanıştığı esnada iki seneliğine Manchester’a gitti. Manchester, dünya kapitalizminin merkezi olan İngiltere’de sanayinin ve işçi sınıfının en yoğun olduğu bölgelerden biriydi. 1844 yılında, İngiltere’de iki yıl boyunca yaptığı gözlemleri kağıda dökerken, bugün “Marksist klasikler” diye adlandırdığımız metinlerin en erkenlerinden ve en önemlilerinden birini, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’nu1 kaleme almaya başlamıştı. Engels’e göre İngiltere’de emekçi sınıfın sömürülmesi neticesinde ortaya çıkan manzara, proletaryanın içinde bulunduğu koşulları, “klasik biçimiyle, en mükemmel durumuyla” gözler önüne sermektedir [İESD, 24]. Engels, bu koşulları betimlemek için kendi gözlemlerinin yanı sıra özellikle “karşı cenahın” kaynaklarına, seyahatnamelere, hükümet, adli tıp, özellikle de 1830’ların başındaki kolera salgınına dair sağlık yetkilileri tarafından tutulmuş sağlık raporlarına dayanmaktadır.


 

Engels, İngiltere’de kaldığı ve bu çalışması için gerekli saha araştırmasını yaptığı 21 ay boyunca işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarını ve mücadelesini birinci elden görmüş, gözlemlerini resmi raporlar ve o dönem yapılan diğer çalışmalar ile zenginleştirerek desteklemiş ve henüz marksizmin temel kavramları ve yaklaşımı tam manasıyla şekillenmemişken bu gözlemlerinden yaptığı çıkarsamaları devrimci bir çerçeve içine yerleştirmeyi başarmıştı. Engels’in vurgusu açıktı: Yeni gelişen kentlerde sanayi proletaryasının sefil durumundan ufak tefek ikincil aksaklıklar değil, “kapitalist sistemin kendisi” [İESD, 30] sorumluydu. İnsanlığın evrensel kurtuluşunun öznesine dair en temel tartışmaların dahi farazi bir düzlemde ilerlediğini gören Engels için proletaryanın koşullarının bilgisine haiz olmak sosyalizmin haklılığına dönük temel yargıları nesnel bir zemine oturtmak ve işçi sınıfına dönük olumlu ya da olumsuz, ama tam manasıyla romantik varsayımlara son vermenin tek yoluydu [İESD, 23-4]. Her ne kadar Engels, 1892’de yani gözlemlerin üzerinden yarım asır geçmişken yapılan İngilizce baskıya yazdığı önsözde kitabın “felsefi, iktisadi ve siyasi genel yaklaşımı” için “bugünkü yaklaşımımla çakışmıyor” [İESD, 32] dese de bu metin Marksizme çok erken bir zamanda yapılmış materyalist aşılardan biridir. Kitabın önemi yalnızca gözlemlerin zenginliğinden kaynaklanmaz, buna ek olarak Marksizme içkin somut-soyut-somut diyalektiğinin en erken örneklerinden biri olması hasebiyle kitap muazzam önemdedir. Marx da bunun altını çizmiş ve 10 Şubat 1870 tarihinde Engels’e yazmış olduğu mektupta Vasili Vasilyeviç Bervi’nin Rusya’da Emekçi Sınıfın Durumu kitabından bahsederken “senin İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’ndan bu yana yayımlanan en iyi kitap” demiştir.2 Bu yazının temel konusunu işte bu metin ekseninde yapacağımız bir tartışma oluşturuyor. Engels, kitabını marksizmin kendi içsel gelişimi açısından şöyle değerlendirmektedir [İESD, 33]:

“Benim kitabım, onun embriyon olarak gelişiminin aşamalarından birine işaret eder ve insan embriyonu ilk evrelerinde balık olan atalarının solungaç kemerlerini nasıl yeniden üretiyorsa, bu kitap da her yerinde atalarından biri olan Alman felsefesinden modern sosyalizmin çıkışının izlerini taşır.”

Gerçekten de Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’nda embriyonik biçimde marksizm için kritik hale gelecek noktaya değinir. Örneğin, Kıta Avrupası’nı saracak olan 1848 Devrimleri’nin öncülü olan 1842 Çartist3 Ayaklanması’nı ve onu önceleyen bunalımı muazzam bir yetkinlikle görmekte, bu sürecin siyasal anlamını analiz etmektedir [İESD, 306-310]. Sonuçlarına ilişkin Engels’in saptaması şu şekildedir: “Başkaldırının meyvesi, proletaryanın burjuvaziden kesin olarak ayrılışıydı.” Engels’e göre, “özellikle 1842’den bu yana burjuvazi işçileri yanlış yönlendiremiyor”du. Zira Halk Çartı işçi sınıfının kendisine yardım edecek biricik mekanizma olarak bir iktidar talebiydi.4

İşçi sınıfının politik olarak burjuvaziden kopuşu yalnızca siyasal bağlamda gerçekleşmiyordu. Kitabın önemli gözlemlerinden biri işçi sınıfı ve burjuvazinin “dünyaları”nın tamamen birbirinden ayrılmış olmasıydı. Geç kapitalizm, söz konusu uçurumu kapatmak için farklı ideolojik mekanizmalar geliştirmiş olsa da, kapitalizmin erken dönemlerindeki bu açı oldukça çarpıcıydı [İESD,185]:

“…işçi sınıfının, adım adım, İngiliz burjuvazisinden bütün bütün farklı bir ırk haline gelmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Burjuvazinin, yeryüzündeki başka her ulusla, yanında yaşadığı işçilerden çok daha fazla ortak yanı vardır. İşçiler başka lehçelerle konuşurlar, başka düşünceleri ve idealleri, başka gelenekleri ve ahlak ilkeleri, burjuvazininkinden farklı bir dinleri ve politikaları vardır. Böylece birbirine hiç mi hiç benzemez iki ayrı ulusturlar; birbirine hiç benzemez iki ırkın oluşturduğu iki ulus gibidirler; Avrupa kıtasında onlardan birini, burjuvaziyi biliyoruz. Ama İngiltere’nin geleceği için asıl önemli olanı ikincisidir, halktır, proletaryadır.”

Siyasal ve ideolojik boyutlarda birbirinden ayrılan işçi sınıfı ve burjuvazi, temel olarak sanayileşme süreci tarafından üretilen ve belirlenen kentsellikle mekansal olarak da birbirlerinden ayrılmıştır. Engels, Londra ve Manchester’ın akıl almaz genişlemesini anlatırken sınıfların mekansal ayrımını da betimlemektedir. Örneğin Londra’da “Zenginlerin o şahane evlerine çok yakın yerlerde böylesi bir rezilce yoksulluğun gizlendiği mahalleler rahatlıkla bulunabilir” [İESD, 75]. Manchester için yapılan gözlem çok daha nettir:

“Kent, öyle garip kurulmuştur ki, kişi kendini işi ve eğlence gezintileriyle sınırlarsa, bu kentte yıllarca yaşasa da, her gün sokağa çıksa da emekçi mahalleleriyle hatta işçilerle bile karşı karşıya gelmeyebilir. Bunun başlıca nedeni, dile getirilmemiş bilinçsiz bir uzlaşmayla olduğu kadar, söze dökülmüş bilinçli bir kararlılıkla da emekçi halkın mahalleleri, orta sınıf için ayrılan kent mahallelerinden bıçakla keser gibi ayrılmıştır, bunun olmadığı yerlerde de yardımseverliğin örtüsü ile gizlenmiştir.”

Kentselliğin sanayi tarafından belirlendiği dönemin erken aşamalarında Engels’in garip diye adlandırdığı “kent dizaynı”, sanayinin kentsellik tarafından üretildiği içinde yaşadığımız dönemde5 bir norm haline gelmiştir. Sanayinin devasalaşan kentlerin merkezlerine yakın bölgelerden kent dışına itilmesi, buna paralel olarak emekçilerin kent merkezlerinden sürekli olarak daha dışarı sürülmesi ve kentlerin bu şekilde daimi biçimde genişlemesi kapitalizmin değişen birikim modeline uygun yeni bir kent modeli çıkarıyordu.

Ancak, söylediğimiz üzere, Engels’in bu kitabı yazdığı dönemde yeni ortaya çıkan ve geleneksel kentsel yapıları ortadan kaldıran yeni kentselliğin temel belirleyeni sanayi idi. Tarihte benzeri görülmemiş bir merkezileşme anlamına gelen “büyük kentler”, Engels’e göre tam manasıyla, sanayinin bir ürünüydü. Sermayenin coğrafi merkezileşmesinin yanı sıra, emekçilerin nüfus bakımından merkezileşmesi, hammaddelerin ve diğer üretim girdilerinin merkezileştirilmesi ve bunların birbirine yine tarihte benzeri görülmemiş yoğunluktaki ulaşım ve iletişim ağları ile bağlanması ile büyük kentler ortaya çıkıyordu.

1760 ila Engels’in kitabını yazmaya başladığı 1844 tarihi arasındaki İngiltere, dünya-tarihsel önemde bir kırılmaya imza atmıştı. Bu kırılma ise kent ve kır, ama daha önemlisi iktisadi yapının değişik düzlemleri ve sektörleri arasındaki “eşitsiz gelişmenin” neticesinde ortaya çıkmıştı. Söz konusu zincirleme reaksiyonun bir bölümünü Engels’ten aktaralım [İESD, 55-56]:6

“1760’tan itibaren İngiliz manüfaktüründe elde edilen devcesine ilerleme, kumaş üretimi ile de sınırlı kalmadı. O ilk hız, sanayinin tüm dallarına yansıdı ve burada andığımız icatlarla hiçbir ilgisi olmayan bir dizi icat, genel bir hareketin orta yerinde gerçekleştiriliyor oluşu nedeniyle, bir kat daha önem kazandı. Mekanik gücün ölçülemeyecek kadar büyük olan önemi bir kez ortaya çıkınca, tüm enerji, bu güçten her alanda yararlanma ve mucitlerle imalatçıların çıkarına kullanma gayretinde yoğunlaştırıldı. Makineye, yakıta ve malzemeye olan talep işçi kitlelerine gerek duyar oldu ve birçok işkolunu, çalışmaları bir kat artırmaya itti. İlkin buhar makinesi İngiltere’nin kömür madenlerini önemli hale getirdi; ilk kez başlayan makine üretimi de bu alana hammadde sağlayan demir madenlerine ilgiyi artırdı. Artan yün tüketimi, İngiliz koyun besiciliğini teşvik etti; yün, keten ve ipek ithalatındaki artış da İngiliz deniz taşımacılığının genişletilmesini gerektirdi.”7

Bu oluşan girdap, emek talebini artırmış, artan talep kırlardan sanayinin merkezileştiği bölgelere “işçi ordularını” çeker hale gelmişti. Demografik yapı hızla değişirken, sanayinin merkezileştiği bölgeler olarak kentler proleterleşti. Pekiyi bu girdabın oluşmasında ilk itki nereden gelmiştir? Emekçi sınıfları kentlere çeken, yalnızca kentlerde ortaya çıkan emek arzı ve talebi arasındaki dengesizlik değildir. Her zaman olduğu gibi piyasanın gizli elinin işleyebilmesi için devletin demir yumruğunun devreye girmesi gerekmiştir [İESD, 60-61]:

İmalatın hızla gelişmesi işçiye gerek duyuyordu; ücretler yükseldi ve işçi orduları tarımsal yörelerden kentlere göçtüler. Nüfus büyük ölçüde arttı ve artışın neredeyse tümü proletaryada oldu. Ayrıca, İrlanda 18. yüzyılın başından itibaren, düzenli bir gelişme içine girdi. İlk zamanlardaki karışıklıklar sırasında İngiliz gaddarlığıyla büyük ölçüde kırılan nüfus, orada da hızla ve özellikle imalattaki ilerleme başladıktan sonra, İrlandalıların kitleler halinde İngiltere’ye çekilmesinden sonra arttı. Böylece Britanya İmparatorluğunun büyük imalat ve ticaret kentleri ortaya çıktı.

Modern sanayi, devletin gaddar demir yumruğu ile mülksüzleştirilip, piyasanın gizli eliyle kentlere iteklenen insanlar olmadan düşünülemezdi [İESD, 146].

Eğer İngiltere, yoksul ve sayıca çok İrlandalı nüfusa, emrindeki bir yedek güç olarak sahip olmasaydı, İngiliz sanayisinin o hızlı genişleyişi gerçekleşemezdi. İrlandalının kendi ülkesinde yitireceği bir şey yoktu, İngiltere’de ise kazanabileceği çok şey vardı; ve St. George kanalının doğu yakasında, güçlü kuvvetli kişilere istikrarlı bir iş ve iyi bir ücret sağlandığı İrlanda’da öğrenildikten sonra, buraya her yıl İrlanda’dan ordular akmaya başladı. Yapılan hesaplara göre bir milyondan fazla insan zaten göç etmişti, her yıl da elli bin kadar insan göçüyordu; yaklaşık hepsi sanayi yörelerine, özellikle büyük kentlere gidiyor ve oralarda nüfusun en alt sınıfını oluşturuyorlardı.

Bu noktadan sonra büyük kentlerin oluşması sürecine ilişkin Engels’in analizi, kapitalizmin ontolojisine doğru bir seyahat halini almaktadır. Bunu daha net görebilmek için bu metnin dışında Engels tarafından yazılan, daha geç tarihli bir başka metne, Konut Sorunu’na (1872) bakmak gerekmektedir. Konut Sorunu’nda Engels meseleyi daha net bir çerçeve içinde, mülksüzleşme kavramı ekseninde değerlendirmektedir:8

Önceleri toprağa zincirlenmiş olan işçiyi tümüyle mülksüz bir proleter, bütün geleneksel ayakbağlarından kurtarılmış, bir kuş kadar özgür hale dönüştüren tam da bu modern büyük sanayidir; işçi sınıfı sömürüsünün sonal biçimi içinde, kapitalist üretim içinde alaşağı edebilecek biricik koşulları yaratan işte tam da bu ekonomik devrimdir.


 

Kırlardan kentlere kapitalizm: İlk birikim

Kırların yağmalanması ve diğer bir dizi mekanizma ile işçi sınıfının kırlardan sürülmesi, emek-gücünün yeni tip kentlerde merkezileşmesi ve kapitalist sanayileşme için önkoşuldu. Söz konusu önkoşulu Marx, Engels İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’nu yazdıktan yaklaşık çeyrek asır sonra Kapital’in ilk cildinde “ilk (el) birikim” (Almanca: ursprünglichen, İngilizce: primitive) olarak adlandıracaktı. Engels’in kentlere dair değerlendirmelerine geri dönmeden önce Marx’ın kavramsallaştırmasına, bizi günümüze bağlaması ve tartışmayı bir nebze daha derinleştirmesi amacıyla, kısaca göz atacağız.

“İlk birikim” kavramını Marx Kapital’in birinci cildinin son bölümünde ele alır.9 Marx, bu kavramla birlikte entelektüel üretiminde oldukça nadir rastlanan bir şekilde kapitalizmin nasıl ortaya çıktığı sorusuna bir yanıt arar ve tarım ve sanayide modern sınıfların nasıl ortaya çıktığını inceler. Buna ilaveten, Marx, ilk birikim kavramına Kapital’in üçüncü cildinde, Artı Değer Teorileri ve Grundrisse’de de değinmektedir.

Marx’a göre klasik siyasal iktisatçılar üretim araçlarının özel mülkiyetine tarihsel meşruiyet sağlayabilmek amacıyla sermaye birikim sürecini tarihsiz bir kısırdöngüymüşçesine anlatırlar. Bu anlatıya göre, kapitalist üretim vasıtasıyla elde edilecek sermaye birikiminin ön şartı, klasik siyasal iktisatçılara göre, kişisel düzeyde elde edilmiş zenginliktir. Dolayısıyla yumurta-tavuk hikayesini andırırcasına, sermaye birikimi için sermayenin önceden belli ellerde toplanmış olması gerekmektedir. Adam Smith, bunu “öncül birikim” (previous accumulation) ya da “stok birikim” (accumulation of stock) olarak adlandırmaktadır. Marx, bu yaklaşımı teolojideki ilk günaha benzediği için eleştirmektedir.10 Ancak, Marx’ın bu yaklaşıma daha temelden bir eleştirisi daha mevcuttur. Klasik siyasal iktisatçılara göre bu “ilk günah”ın kaynağı bireylerin toplumsal ve tarihsel koşullardan bağımsız, yani doğaları gereği olarak sahip oldukları varsayılan harcama/biriktirme kalıplarıdır. Marx’a göre ise “ilk birikimi” anlamak için “fetih, köleleştirme, çalma ve öldürmeye, yani kısaca zor”un11 rolüne odaklanmak gerekir. Marx’a göre kapitalist üretim biçimi içinde sermayenin sürekli birikimini sağlamak için iki önemli koşul mevcuttur. Bunlardan ilki üretim araçlarının özel mülk haline gelerek sınırlı sayıda kişinin elinde toplanmasıdır. İkinci şart ise emek-gücünün metalaşmasıdır. Burada en önemli nokta, emekçilerin emeklerini açığa çıkarabilecekleri tüm mülkiyetten tamamen koparılmalarıdır (separation).12 İşte, geniş toplumsal kesimlerin ekonomi-dışı zor vasıtasıyla mülksüzleştirilmeleri ilk birikim sürecinin temelidir.

İlk birikimin sonuçları, yukarıda Engels’in de değindiği gibi, dar anlamıyla sermaye birikimi ile ilgili değildir. Daha doğrusu, ilk birikimi mühim kılan yalnızca bu süreç sonucunda sermaye olarak tekil ellerde biriken maddi zenginlik değildir. İlk birikimi mühim kılan, onunla birlikte gerçekleşen toplumsal dönüşüm ve onun ortaya çıkardığı yeni toplumsal ilişkilerdir.13 Burada söz konusu tartışmayı uzun uzadıya açamayacak olsak da Marx’ın sermayeyi “sadece para” ya da servet olarak değil, insanlar arasında nesnelerin araçsallığı vasıtasıyla kurulan bir toplumsal ilişki olarak tarif ettiğini belirtmiş olalım. İlk birikim, en genel manada da toplumsal mülkiyet ilişkilerini ortaya çıkardığı için kapitalizmin ortaya çıkışına cevaz vermiştir. İlk birikim, aynı zamanda işçi sınıfının oluşumu ile yakından ilgilidir.14 Tarım ile uğraşan halkın ekonomidışı zorla mülklerinden koparılarak mülksüzleştirilmesinin son aşaması “emlakın temizlenmesi” (clearing of estates) olarak adlandırılan süreçtir.15 Aslında, tarımsal üretimle yaşamlarını sürdüren halkın mülklerinden süpürülmesi ile sonuçlanan bu ilk birikim, “özgür emekçilerin” ortaya çıkışı için ilk itkiyi yapmakta ve bu süreç yeni oluşmakta olan emek piyasasında emek gücünün satılabilmesi için uygun yasal çerçeve ile desteklenmektedir. Mülksüzleştirme sürecinde farklı yöntemler kullanılmıştır. Kilise emlakının yağmalanması, ortak arazilerin çalınması, feodal mülkiyet ile klan mülkiyetinin gasp yoluyla ve terör estirilerek modern özel mülkiyete dönüştürülmesi, bütün bunlar, ilk birikimin yöntemleriydi. Bunun yanı sıra Marx, sömürgecilik, kölecilik, zorunlu nüfus uygulamaları gibi geniş yelpazede faili devlet olan eylem ve politikaları da ilkel birikim bağlamında ele almıştır. Kısacası, öncelikle kapitalizmin kalbi olan özel mülkiyeti koruyan çerçeve yine özel mülkiyetin bekası için ortadan kaldırılır, ardından özel mülkiyet emek-gücünün de metalaşmasını sağlayacak bir yasal duvar ile çevrelenir.


 

İngiltere’deki 14. yüzyıldan başlayarak 19. yüzyıla kadar devam eden çitlemeler ya da başka bir deyişle toprak çevirme (enclosure) ilk birikimin en bilinen örneğini teşkil etmektedir.16 Burada elbette bir soru gündeme gelmektedir: İlk birikim, kapitalizmin doğum dönemine ve tarımsal arazilere has bir süreç midir, yoksa ekonomi-dışı zor ile mülksüzleşme kapitalizme içsel ve genelleşmiş bir mekanizma mıdır?

Marx’ın konuya ilişkin yazdıkları bu soruya kesin ve net bir yanıt verilmesini zorlaştırmaktadır. Marx, bir yandan ilk birikime tarihsel bir özgüllük atfederken, diğer yandan ekonomi-dışı zor yoluyla elde edilen ilk birikim ve piyasa yoluyla yapılan kapitalist birikim arasında bir rabıta da kurmaktadır. Marx için ilk birikim ile başlayıp bir çok kişinin mülksüzleşmesi ile son bulan sermayenin merkezileşmesi süreci esasen tarihsel bir bütündür. Kapital’in 3. cildinde Marx, piyasa yoluyla birikimi şöyle tarif eder:

“Bu basbayağı üreticilerin emek koşullarından daha üst düzeyde koparılmasıdır (…) Emek koşullarının bir yanda, üreticilerin diğer yanda olmak üzere koparılışı sermaye kavramına biçim verir. Bu başlangıçta ilk birikim biçiminde ortaya çıkar, daha sonra sermayenin devamlı birikimi ve yoğunlaşması olarak kendisini gösterir ve son olarak, zaten birkaç elde toplanmış olan sermayelerin merkezileşmesi ve birçok kimsenin sermayesizleşmesi şeklinde ifadesini bulur.”17

Buradan da anlaşıldığı gibi mesele yalnızca bir zamanlama meselesi değildir. Mesele birikimin ve merkezileşmenin ortaya çıktığı tarihsel ve toplumsal koşullardır. Massimo de Angelis, ilk birikim ile kapitalist birikim arasında, benim de paylaştığım, bir ayrım gözetmektedir. Bu ayrıma göre ilk birikim, koparılmanın (separation) ex novo (ilk kez) üretilmesiyken, devamında gelen birikim, aynı koparılmanın daha büyük ölçekte yeniden üretilmesidir.18 Emekçilerin mülkiyetten süreklileşmiş olarak koparılması, kapitalizm için ontolojik bir fenomendir. Engels, “on dokuzuncu yüzyılın ortalarında Glasgow’dan Londra’ya tüm emekçi sınıf sistemli olarak yağmalanmakta ve zenginler tarafından kendi kaderine terkedilmektedir” [İESD, 64, abç] demektedir. Burada yağmalanmaktan kasıt, yalnızca emekçilerin fabrikalarda artı-değer sömürüsüne tabi tutulması değildir. Örneğin, son derece sağlıksız koşullarda, koşullar ile mukayese edince fahiş kalan kiralar ödeyerek yaşıyor olmaları da yağma mekanizmasının bir parçasıdır. Zor yoluyla koparılma süreci günümüzde de devam etmekte, kapitalizmin değişen birikim modeline paralel olarak emekçi sınıflar kent merkezlerinden, endüstri ile birlikte sürülmektedir. Emekçilerin yağmalanması (İngilizce: plunder) kırsal alandan, kent merkezlerine kaymıştır.


 

Günümüzde ilk birikim

Günümüzde bunun iki temel mekanizmasını görüyoruz: Kentsel dönüşüm ve ipotekli malın haczi. Aslında bu iki mekanizma da yeni değildir.

Öncelikle kentsel dönüşüme bakalım:

Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’nun İngilizce baskısına yazmış olduğu 1892 tarihli önsözde (kitabın ilk olarak 1845 tarihinde basıldığını anımsatalım) kentlerin neredeyse yarım asırlık süreçte gösterdiği dinamizmi betimlerken şöyle bir gözlemde bulunur [İESD, 31]:

“Kolera, tifüs, çiçek ve öteki salgın kastalıkların tekrar tekrar ortaya çıkması, İngiliz burjuvaya, eğer kendini ve ailesini bu hastalıklardan koruyacaksa, kasaba ve kentlerde sağlık koruma kurallarına hemen uyulması gereğini göstermiştir. Böylece, bu kitapta anlatılan en göze batar rezillikler ya tümden ortadan kalkmış ya göze daha az çarpar olmuştur. Kanalizasyon, varsa iyileştirilmiş, yoksa yeniden yapılmıştır; betimlemek zorunda kaldığım en kötü “gecekondular”ın bir başından öteki ucuna geniş caddeler açılmıştır. “Küçük İrlanda” ortadan kalkmıştır; yıkılıp açılacak mahalleler listesinde sırada “Seven Dials”19 vardır. Peki bundan ne çıkar? 1844’te benim cennetten bir köşe diye anlattığım yerler, şimdi kentlerin de genişlemesiyle, rahatsızlık verici, sefalet yüklü, harabelere dönüşmüştür. Artık, yalnızca domuzlarla çöp yığınlarına göz yumulmuyor. Burjuvazi, işçi sınıfının ıstırabını gözlerden saklama sanatında yeni ilerlemeler sağlamış bulunuyor. […]işçilerin ıstırabını ancak çitle çevirebilirler, o ıstıraba son veremezler.”

Söz konusu kentsel dönüşüm sermayenin çıkarları tarafından belirlenmektedir. Emekçiler ve sermaye sınıfı mekansal olarak ayrışmakta, tıpkı günümüzde TOKİ konutlarıyla yapıldığı gibi işçilerin ıstırapları gözden ırak kılınıp, kentin kalanından yalıtılmaktadır. Bu esnada kentler genişlemekte, kentlerin yaşanabilir bölgeleri zamanla çürümektedir. Engels, Konut Sorunu’nda okuyanı hayrete düşüren bir keskinlikte bu dönüşümü Avrupa’da yeni doğan endüstriyel şehirlerde gözlemlemekte, ardındaki mekanizmayı tarif etmekte ve adını koymasa da bugün “kentsel ayrışma” dediğimiz, zaten yukarıda da anmış olduğumuz, burjuvazi ile işçi sınıfının kentsel mekan üzerinden ayrılması sürecini tarif etmektedir [KS, 366, çeviriyi değiştirdim]:

Büyük modern kentlerin genişlemesi, bu kentlerin belirli kesimlerine, özellikle merkezi konumlu bölgelere yapay ve çoğu kez devasa biçimde artan bir değer vermiştir. Bu bölgelerde yükselen binalar, bu değeri artıracak yerde düşürmektedirler, zira bunlar artık değişen koşulları karşılayamamaktadırlar. Bunlar yıkılmakta ve yerlerini başkaları almaktadır. Bu, hepsinden çok, tepeleme biçimde dolu olsa dahi, kiraları hiçbir zaman belli bir azaminin üzerine yükselemeyen ya da ancak çok yavaş yükselebilen merkezi konumlu işçi evleri için geçerlidir. Bunlar yıkılmakta ve yerlerine dükkanlar, depolar ve resmi binalar dikilmektedir. Bonapartizm, bu eğilimi, Haussmann kanalıyla, Paris’te, dolandırıcılık ve bireysel zenginleşme uğruna büyük ölçüde sömürmüştür. Ancak, Haussmann’ın ruhu yurtdışına, Londra, Manchester ve Liverpool’a taşmıştır ve Berlin ve Viyana’da da kendisini evindeymiş gibi hissetmektedir. Sonuç olarak, işçiler, kentlerin merkezinden dış mahallelere sürülmekte; işçi meskenleri ve genel olarak küçük meskenler nadir, pahalı ve çoğu kez bütünüyle elde edilemez bir hale gelmekte, çünkü bu koşullar altında daha pahalı konutlar ile çok daha iyi bir spekülasyon alanına kavuşan yapı sanayii, ancak istisnai olarak işçi konutu yapmaktadır.

İstanbul Beykoz’da Sümerbank deri-kundura fabrikası, TEKEL ve Paşabahçe fabrikalarının kapatılması ile başlayan ve sonrasında bölgeye Beykoz Konakları’nın kondurulması ile sonuçlanan süreci aklımıza getirelim. Beykoz örneğinde olduğu gibi her zaman sanayi bölgelerinde olmasa da, kesinlikle emekçi mahallelerinde gerçekleşen çok sayıda örnek bulabileceğimizi (Haliç, Tepebaşı, Ortaköy, Sulukule, İstinye vs.) aklımızdan çıkarmadan… Beykoz’un AKP’li Belediye Başkanı Yücel Çelikbilek, Beykoz sizin için ne ifade ediyor sorusuna şöyle yanıt veriyor:20

Ülkemizin çok önemli üç fabrikası Sümerbank Deri Kundura, Tekel ve Paşabahçe Cam Fabrikası ilçemizde faaliyet gösteriyordu. Başta Karadeniz Bölgesi olmak üzere Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden göç eden vatandaşlarımız ekmek kapısı olarak gördükleri bu fabrikalarda çalışmak için Beykoz’a yerleştiler. Tabi bu durum başta çarpık yapılaşma olmak üzere birçok sorunu da beraberinde getirdi. Maalesef insanlarımızın ekmek kapısı, umudu olan bu fabrikalar teker teker kapanınca birinci sırada işsizlik olmak üzere sorunlar da çoğaldı. Fabrikalar ve son derece kıymetli arazileri atıl durumda kaldı.

AKP’li Çelikbilek’in fabrikaların kapanmasını ve ardından ortaya çıkan işsizliği adeta bir doğa olayıymış gibi nötr bir dille anlatmasını, bu röportajdan yedi sene evvel Sümerbank’ı tarihten sildiklerini söyleyen Kemal Unakıtan “Ağabey”lerini bir an için unutalım ve şimdiye kadar anlattıklarımız arasındaki paralelliklere bakalım: Kırdan göç ile el ele giden sanayileşme, derme çatma işçi konutlarının ortaya çıkması, konutlar ve sanayileşme ile üzerlerine bina edildikleri arazilerin kıymetleri arasında ortaya çıkan açı, sanayisizleşme ve emekçileri bölgeden süpürme girişimleri: Hedef: “dünya kenti Beykoz”. Siz bunu Boğaz boyunca uzanan plazalar, siteler, konaklar olarak okuyabilirsiniz. Dediğim gibi bu örneklerden çok uzun bir liste yapılabilir. Ancak, amacımız burada bu değil, Engels’in 19. yüzyılda yaptığı gözlemler ile bugün arasında ciddi bir paralellik olduğunun altını çizmek.

Kentsel dönüşümün büyüklüğüyle mukayese edilince küçük kalan bu örneğin ardından ipotekli emvalin icrası meselesine gelebiliriz. Engels, kapitalizmin yarattığı konut sorununa verilen anarşist (ve ardından burjuva) yanıtları eleştirirken ipotek/kredi borcu, güncel adıyla söyleyecek olursak, mortgage meselesine de değinir. Bunu yaparken Marx’ın en küçük kızı Elenor Marx’ın Indianapolis’te yaptığı gözlemlere dayanmaktadır. Zira ABD, konut sorununa “her işçinin kendi evinin sahibi olması” biçiminde özetlenebilecek, sözüm ona bir çözüm modeli sunmaktadır. Çölün ortasındaki evler için dahi ödeyemeyecekleri borçlar altına sokulan işçi sınıfına ilişkin yorumu şöyledir [KS, 379]:

Bu yolla işçilerin bu meskenleri almak için dahi ağır ipotek borçları altına girmeleri gerekmekte ve böylece işverenlerin açıkça kölesi haline gelmektedirler. Evlerine bağlıdırlar, uzaklaşamazlar, ve kendilerine sunulan çalışma koşulları ne olursa olsun tahammül etmek zorundadırlar.

Borçlanmanın emekçileri köleleştirmenin bir yolu olduğunu daha o günden gören Engels’in kitap boyunca bir yandan da dalgasını geçtiği bu yönteme ne mi oldu? Aradan 150 yılı aşkın bir zaman geçti. 2006 yılında ev fiyatları ABD’de tavan yaptı. 2007’de konut piyasası hızla gerilemeye başladı. 2008’de finansal balonun tam manasıyla patlamasının ardından 2009 yılında, henüz kriz dibi görmemişken Şekil-1’deki gibi bir harita ortaya çıkardı bu yöntem:

 

Şekil-1: Haczedilen konut oranı, New York (2009)
Kaynak: “Mapping Foreclosures in the New York Region”, The New York Times, 30 Mayıs 2010.


 

Bu harita 2009 yılında New York’ta borcunu ödeyemediği için haciz yoluyla el konulan ipotekli evlerin yoğunluğunu gösteriyor. Renk koyulaştıkça, tahmin edilebileceği üzere haczedilen ev sayısı yoğunluğu artmaktadır. En koyu bölgeler %10’dan yüksek haczedilme oranını gösteriyor. Haritanın gösterdiği başka bir gerçek daha var ki o da söz konusu en koyu bölgelerin Latin, Asyalı ya da siyah yaşadığı emekçi mahalleri ile örtüşmesi. Tesadüf mü? Elbette değil. Dediğimiz gibi kapitalizmin temelinde emekçilerin mülkiyetten koparılması ve sürülmesi mevcut.


 

Sonuç yerine: Kentler, modernizm ve marksizm

Bitirmeden, marksizme akademinin şanındandır diye getirilen eleştirilerden birine değinmek gerekiyor. Kentleşme ve marksizm üzerine oldukça fazla kalem oynatan Andy Merrifield, artık konu ile ilgili derslerde okutulan bir ders kitabı halini almış olan Metromarksizm kitabında kentlere ilişkin yaklaşımları açısından marksizm ve prudonizmi mukayese ediyor ve sırasıyla, birini modernist olarak nitelerken diğerini antimodernist buluyor.21 Bunun marksizmin diyalektik bakışını anlamamaktan kaynaklanan bir akademik papağanlaşma vakası olduğu kanaatindeyim. Şöyle ki, Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu ve Konut Sorunu’nda kentleri, bırakalım modernizm ve kalkınmacılık adına övmeyi, kentlerin emekçiler için ne büyük cehennem olduğunu yazmakta ve metinlerdeki ciddi yanlışlardan biri olduğunu düşündüğümüz şu cümleyi sarf etmektedir [KS, 398]: “modern büyük kentler, kapitalist üretim biçiminin ortadan kaldırılması ile ancak ortadan kaldırılabilir.” Manchester’da emekçilerin konutlarını tasvir ederken de Engels kapitalizminin emekçileri insanlıktan çıkaran, onları hayvanlığa indirgeyen sonuçlarının altını çizer [İESD, 115-116]. İşçilerin yaşam koşulları nedeniyle hayatını kaybetmesini doğal ölümden ziyade, kentin ve tüm toplumun onlara dayattığı “kasıtlı ve toplumsal bir cinayet” olarak görür [İESD, 152-153]. Metropoller, emekçiler için korkunç bir cehennemdir ve emekçilerin varlıklarını devam ettirmesi bile şaşılası bir çılgınlıktır [İESD, 71]:

Londra için geçerli olan, Manchester, Birmingham, Leeds için bütün büyük kentler için geçerli. Her yerde bir yandan barbarca bir kayıtsızlık, katı bir bencillik, öte yandan adı konmamış bir sefalet, her yerde toplumsal bir savaş; herkesin evi bir çembere alınmışlık içinde; her yerde yasa koruması altında karşılıklı yağmalama; ve bütün bunlar öylesine utanmazca, öylesine açıktan ki, kendisini burada apaçık ortaya koyan toplumsal durumun sonuçlarından insan ürküyor ve bu çılgın dokunun hala birarada durabilmesinden hayrete düşüyor.


 

Pekiyi bu durumda ne yapmak gerekir? Engels, bu soruyu bütün açıklığı ile sorar [KS, 372]: “İşçilerin durumunun kapitalist üretimin geniş çapta uygulanmasından beri bütünüyle maddi olarak kötüleştiğini yalnızca burjuvazi kuşkuyla karşılamaktadır. Yalnızca bu nedenle geriye dönerek (aynı şekilde çok yetersiz olan) Mısır’ın zenginliklerine, yalnızca köle ruhlar yaratmış olan kırsal küçük sanayiye ya da “vahşilere” özlemle bakmamız gerekli mi?”

Yanıtı yine Engels verir:

Tam tersine yalnızca modern büyük sanayi tarafından yaratılan, onu toprağa zincirleyenler de dahil olmak üzere miras kalan tüm kısıtlamalardan kurtarılmış ve büyük kentlerde kümelenmiş olan proletarya, bütün sınıf sömürüsüne ve sınıf egemenliğine son verecek olan büyük toplumsal dönüşümü gerçekleştirebilir. Eski kırsal el dokumacıları, aile ocakları ve yuvalarıyla bunu hiç bir şekilde yapamaz; onu yapma isteklerinden söz etmek şöyle dursun, böyle bir fikri hiç bir şekilde kavrayamazlardı bile.

Kentlerin yarattığı pek çok sorun, örneğin konut sorunu, “kapitalist üretim biçimi sonucu ortaya çıkan sayısız daha küçük, ikincil kötülüklerden biridir” [KS, 365] ve devrim ile hızla çözülüp, sosyalizm ile kalıcı bir şekilde ortadan kaldırılabilir.22 İşte kentlerin önemi onların yaratıcı-yıkım kapasitesindedir. Kentler yoluyla meydana gelen “dev merkezileşme, bu iki-buçuk milyon insanın bir noktada yığılması, bu iki-buçuk milyonun gücünü yüz kat artırmıştır” [İESD, 69]. Kentler, kapitalist sistemin işleyişini tam manasıyla ortaya çıkardıktan sonra proletarya ilk kez bağımsız harekete girişebilecek bir konuma gelmiştir [İESD, 62]. Kavranamayan diyalektik işte buradadır. Engels’in kentlerin önemine dair vurgusu, kentlerin emekçi sınıflara reva gördüğü muazzam yıkımı görememesinden ya da safdil bir modernizm ve kalkınmacılık aşkından değildir. Engels için kentler, bu kentleri ortaya çıkaran kapitalizmi yıkacak olan işçi sınıfını siyasal ve iktisadi bağımsızlığına kavuşturduğu için önemlidir. Kentlerle birlikte ortaya çıkan ikincil kötülükler, bataklığın kendisi kurutulduğu zaman son bulacaktır. Pekiyi bunun için Engels’in bir öngörüsü mevcut mudur? Engels, metropollerin yarattığı toplumsal ve moral yıkıma karşı direnmenin öneminin altını çizmektedir. Bu aynı zamanda emekçilerin insanlıklarını korumasının bir yoludur [İESD, 174]:

İşçiler, hayvan gibi muamele edildiklerine göre, gerçekten hayvanlaşırlarsa şaşmamak gerekir; ya da iktidardaki burjuvaziye karşı en sürekli yürek-isyanını ve en harlı nefreti içlerinde taşıyarak insanlık bilincini sürdürebilirler. Egemen sınıfa karşı öfkeyle dolup taştıkları sürece insandırlar. Boyunduruk altında sabırla eğildikleri anda hayvanlaşırlar ve boyunduruğu kırma çabalarını bir yana koyarak yaşamı çekilir hale getirmeye çalışırlar.

Dolayısıyla rahatlıkla diyebiliriz ki; Engels’in kapitalist kentleşmenin insanı, toplumsal dokuyu, doğayı talan eden karakterine karşı, emekçi halka çağrısı net ve Haziran günlerinde AKM’den sallandırılan pankart ile aynıdır: Boyun eğme!

 

Dipnotlar

  1. Metindeki alıntılar aksi belirtilmedikçe şu çalışmadan yapılacak, alıntılar [İESD, sayfa no.] şeklinde belirtilecektir: Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu [1845], çev. Yurdakul Fincancı, Ankara: Sol Yayınları, 1997.
  2. “Marx to Engels in Manchester”. [Londra], 10 Şubat 1870 https://www.marxists.org/archive/marx/works/1870/letters/70_02_10.htm
  3. Çartizm adı verilen akım, ismini “People’s Charter” yani Halk Bildirgesi’nden alıyor. İngiltere’de işçi sınıfı hareketinin taleplerine politik bir doğrultu veren bu metin 1832 Reformu’nun ardından emekçilerin karşılanmayan taleplerinin elde edilmesi hedefiyle 1838 yılında William Lovett tarafından kaleme alındı. Tamamen politik taleplerden oluşan bildirgede yer alan altı talep şunlardı: Herkes için oy hakkı, eşit seçme ve seçilme hakkı, parlamenterlerin yalnızca mülk sahibi sınıftan seçilebilmelerine neden olan kanunun tümden kaldırılması, parlamenterlerin maaşlarının düzenlenmesi, genel seçimlerin her yıl tekrarlanması ve gizli oy hakkı. 1848’de yenilgiye uğrayan Çartizm etkisini 1884’e kadar sürdürecekti. 1842’de 3 milyon gibi bir sayıya ulaşan Çartistler Britanya’nın son büyük siyasi işçi hareketiydi.
  4.  Metnin bu bölümünün Türkçe çevirisi çok kötü olduğundan metnin İngilizcesi’ne referans vermek durumunda kalıyorum. Türkçe çeviride bana kalırsa Türkçe ile ilgisi olmayan şöyle ifadeler geçiyor: “İşçiler, gönenmelerini istediğini söyleyen herkesten, özdenliğinin kanıtı olarak”. Türkçe metin, kitabın İngilizce çevirisine dayanıyor. İngilizce metindeki “power” sözcüğü, pek çok yerde “iktidar” manasında kullanılmış olmasına karşın Türkçe’ye “güç” olarak çevrilmiş. F. Engels, “The Attitude of the Bourgeoisie Towards the Proletariat” [Burjuvazinin Proletaryaya Karşı Tutumu]. The Condition of the Working Class in England http://www. marxists.org/archive/marx/works/1845/condition-working-class/ch13.htm.
  5. Henri Lefebvre’den aktaran David Harvey, Social Justice and the City, Athens: Georgia Üniversitesi Yayınları, 2009, s.336.
  6.  Bana kalırsa bu metnin önemli ve onu özgün kılan başka bir özelliği, Engels’in daha sonra Lenin ve Trotsky tarafından kuramsallaştırılacak olan eşitsiz gelişim yasasına yakınsamasıdır. Engels, metin boyunca bu kavramı hiç kullanmaz ancak, dediğimiz gibi, yakınsar. Yine yukarıda andığımız biçimde söyleyecek olursak söz konusu kavram, embriyonik olarak İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’nda mevcuttur. Bu yakınsama anlarından birini Engels’in yukarıda değindiğimiz 1842 Ayaklanması’na ilişkin analizinde görüyoruz. 1892 tarihli önsözünde 1842-1848 paralelliği üzerine dikkat çekmemiş olmasını büyük talihsizlik olarak değerlendiriyorum. Engels’in yine “eşitsiz gelişimi” sezdiği başka bir nokta İngiltere, Fransa ve Almanya arasında sırasıyla sınai, siyasi ve felsefi alanlar arasında gözlenen farklılaşmadır. Bunu açıkça şöyle ifade etmiştir [İESD, 60] “Siyasal devrim Fransa için neyse, felsefi devrim Almanya için neyse, sınai devrim de İngiltere için odur.”
  7.  Eşitsiz gelişimin büyüsü ve Sanayi Devrimi’ndeki rolünden bahsetmişken, Engels’in burada özetlediği zincirleme gelişmeleri eşitsiz gelişme perspektifinden analiz eden Türkiyeli bir marksistin iki mühim makalesini, herkesin okumasını tavsiye ederek anmak istiyorum: Küçük, Yalçın. “İngiliz Endüstri Devrimi Öncesinde Avrupa’da Yünlü Dokuma Sanayii.” Ekonomik Yaklaşım 1, no. 2 (1980): 79–135. Aynı yazarın “Gelişme ve Eşitsiz Gelişme Yasası.” Ekonomik Yaklaşım 2, no. 6 (1981): 21–40. 1980’lerin başında çok iyi makalelerin basıldığı bir yayın olan Ekonomik Yaklaşım dergisinin arşivinin tamamı online olarak okuyuculara açılmış durumda. İlgili makalelere http://ekonomikyaklasim.org/ sitesinden ulaşılabilir. Bu vesile ile özgürlüğüne kavuşan Yalçın Küçük’e geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz.
  8.  F. Engels, Konut Sorunu, Marks-Engels Seçme Yapıtlar, c. II, Ankara, Sol Yayınları, 1977, 371. Buradan itibaren Konut Sorunu’ndan yapılacak alıntılar [KS, sayfa no.] şeklinde metin içinde verilecek.
  9. Karl Marx, Capital: A Critique of Political Economy, Cilt 1., New York, International Yayıncılık, 1975.
  10. Capital, c.I, s.713.
  11. Capital, c.I, s.714.
  12. Capital, c.I, s.714
  13. E.M. Wood, The Origin of Capitalism: A Longer View, Verso Books, 2002, s.37.
  14. Capital, c.I, s.751.
  15. Capital, c.I, s.728.
  16. Marx, çitlemelere dönük analizinde, ilk birikimin bu halinin en net biçimiyle İngiltere’de göründüğünü belirtir ve “toprağa el koymanın değişik mekan ve zamanlarda değişik biçimler aldığı”nın altını çizer. Capital, c..I, s. 716.
  17.  Marx, Karl. Capital: A Critique of Political Economy. Cilt 3. New York: Vintage, 1981, s. 354. Vurgular benim.
  18. de Angelis, Massimo. “Marx and Primitive Accumulation: The Continuous Character of Capital’s ‘Enclosures.’” The Commoner, no. 2 (September 2001), s.8. http://www.commoner.org.uk/02deangelis.pdf. Commener Dergisi’nin bu sayısının tamamında çok verimli bir ilk birikim tartışması yapıldığını söylemek mümkün. Buna ek olarak Michael Perelman’ın The Invention of Capitalism: The Secret History of Primitive Accumulation (Kapitalizmin İcadı: İlk Birikimin Gizli Tarihi) isimli kitabının konuya ilişkin çok önemli bir kaynak olduğunu belirtmemiz gerekiyor.
  19. Küçük İrlanda ve Seven Dials, sırasıyla Manchester ve Londra’da iki emekçi mahallesidir.
  20.  Yücel Çelikbilek ile röportaj “2023’de Dünya Kenti Beykoz”, Dost Beykoz, 23.12.2012 http://www.dostbeykoz.com/haber.asp?icerikID=12112&B=2023de-Dunya-kenti-Beykoz#. UzSCza2SzAU
  21. Andy Merrifield, Metromarxism: A Marxist Tale of the City, Londra ve New York: Routledge, 2002, s. 43.
  22. “Gelecekteki toplumun düzenlenmesi için ütopik sistemler yaratılması bizim görevimiz değildir, sorunu burada ele almak son derece boş olacaktır. Ancak bir şey kesindir; rasyonel kullanımı varsayımıyla, büyük kentlerde, herhangi bir gerçek “konut darlığını” anında giderecek mesken için yeterli bina zaten vardır. Bu doğal olarak, ancak, mevcut sahiplerin mülksüzleştirilmesiyle, yani onların evlerine evsiz işçileri ya da bugünkü evlerinde aşırı derecede kalabalık olan işçileri yerleştirerek olabilir. Proletarya, siyasal güç kazanır kazanmaz kamu çıkarları uğruna alınacak böyle bir önlemin uygulanması, mevcut devletçe yapılan diğer kamulaştırmalar ve yerleştirmeler kadar kolay olacaktır” [KS, 379].
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×