Faşizm ve Devlet Üzerine

Faruk Tuna’nın 8 yıllık, Didar Şensoy’un

taze anılarına saygıyla…

I

Faşizm konusunu, hem Avrupa solunun gündemine, hem de Türk solunun tartışmalarına çoğunlukla faşizmin güçlenmesinin ve anti-faşist mücadele pratiğinin teorik üretimden daha öne sıçradığı konjonktürlerde girdi. Söyleneceklere bu saptamayla başlamak, sonda vurgulanacak olanı ilk başta dile getirmek anlamına gelebilir. Gelsin; çünkü bu tartışmanın ve aynı konuda söylenecekleri,n faşizmin nasıl baskıcı bir rejim olduğundan, faşist yükselişin tarihinden ve faşizm tanımlamalarından ibaret kalmasının, çözümleyicilik açısından gittikçe yararsızlaştığı açıktır.

Geleneksel sol için, faşizme ilişkin literatür 1945 öncesine dayanıyor ve Enternasyonalin VII. Kongresindeki tartışma/tanımlamalarda odaklaşıyor. Oysa, bu tezlerin de bir tarihi var: Faşizm, V. Kongrede “Gerileme çağında sermayenin diktatörlüğü”, VI. Kongrede “büyük sermayenin diktatörlüğü, mali sermayenin dikatatörlüğü”, İKP’nin 1926’da Lyon tezlerinde “burjuvazinin bütün güçlerinin organik birliği” ve nihayet VII. Kongrede en gerici, en emperyalist finans kapital diktatörlüğü olarak tanımlandı. 1924, 1926 ve 1928’e kadar tezler belli bir ideolojik bütünsellik gösteriyor. 1935’teki VII. Kongre ise faşist devletin temsili niteliğinin daraltılmasını simgeliyor. Aradaki kritik yıl 1929’dur. Birincisi, dünya bunalımı yüzünden, ekonomist tezlere zemin oluşuyor. İkinci olarak, NEP döneminin sonu, kollektivizasyon ve planlamanın başlangıcı, Avrupa’da devrimci durumun likide olduğu tespitleriyle birlikte, yalıtılmış bir sosyalist devletin dış birimlere yüklediği “sınırlı” ve “sınırlandırıcı” misyonlar geliyor gündeme. Sonra, dünya bunalımının tekelleşmede ileri bir sıçrama yarattığı gerçeği ile kapitalizmin içindeki anti-tekel potansiyelin aynı ölçüde arttığı yanılsamasının iç içe geçmesi. Buna ek olarak III. Enternasyonalin reformist geleneğinden kopan “devrimci” parti ve çizgilerin, bu kopmayı yaşamalarına karşın, faşizmin iktidar öncesine “hakkı verilmemiş bir devrimci bunalım” sıkıştırmaları… “Sınıfa karşı sınıf” sloganından, anti-faşist birleşik cephe taktiklerine geçişin zemini budur.

Faşizm tespitlerinde ve önerilen anti-faşist mücadele programlarında varolan kimi ön kabulleri tekrar ele aldığımızda, 1933-1945 arası anti-faşist literatürün, eksikli, anti-faşist mücadelenin günlük işlevlerine tekabül eden etik-politik güdülerle belirlenmiş olduğu ortaya çıkıyor. Deşilmesi gereken ilk yorumlar demeti, emperyalizm çalışması ile tekelci kapitalizme ilişkin tezler alanında ortaya çıkıyor.

“Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”nda yer alan tezlerden, emperyalizm çağında burjuva demokrasisinin tekellerin ekonomik iktidarı için, artık uygun bir biçim olmaktan çıktığı ve burjuva devletin yıkılıp yerine faşist devletin kurulmakta olduğu sonuçları çıkarılıyor. Bu durumda emperyalist ülkeler, burjuva demokrasisi ile yönetildikleri yarım yüzyıldan beri “uygunsuz vaziyette” varlıklarını sürdürüyorlar. Lenin, emperyalizm tezlerinde “siyasal demokrasinin serbest rekabete, siyasal gericiliğin tekelci aşamaya denk düştüğünü” genel bir eğilim olarak tanımlarken emperyalizm çağında burjuvazinin ilericiliğinin maddi temelinin çöktüğünü vurgulamaktaydı.

Ortodoks teorinin kapitalizmin en yüksek aşamasına ilişkin “atladığı” başka önemli çıkarsamalar da var. Bunlardan özellikle dördü oldukça yakıcı içerik taşıyor.

1) Emperyalizme ve tekellere karşı mücadelede o “son” aşamadan daha önceki, yani serbest rekabetçi aşamaya dönüş olamaz. Bu, gericiliktir.

2) Kapitalizmin emperyalist aşaması zayıf halkalar yarattı. Sosyalist devrim bu zayıf halkalar zincirinin belki de en zayıfında gerçekleşti. Diğer iki zayıf halkada, yani Almanya ve İtalya’da zinciri kıramamanın cezası faşizm oldu. (bunu biz söylüyoruz.)

3) Tekeller her şeyden önce serbest rekabetin bağrından doğdu. “En gerici” tekellerin dışında kalan sermayedar sınıf ve kesimler, üretim araçlarından mahrum kalmadıkça objektif olarak, en gerici tekellerle uzlaşmaz bir karşıtlık oluşturmazlar. Tekellerin diğer küçük sermayeleri yutması, yok etmesi değil, kendisine bağımlılaştırması anlamına geliyor.

4) Tekelci aşama üretim biçiminde bir değişiklik değildir. Tekellerin devletle kaynaşma sürecine girmeleri, yeni bir devlet tipinin ve mülkiyet ilişkilerinin habercisi de değildir.

Her maddeyi ayrıca tartışmak gerekiyor.

1) Tarih en affetmez ve nesnel yargılayıcıdır: Tarihte emperyalizmden serbest rekabete geri dönen bir kapitalist ülke hiç varolmadı. Emperyalizmi, kapitalizmi aşan bir güç, sosyalizm ve Sovyetler Birliği geriletti.

2) Emperyalizm eşitsiz gelişmeyi açığa çıkardı. Devrimi zorunlu olarak en gelişmiş kapitalist ülkelerde, değil zayıf halkalarda olanaklı kıldı. Eğer bu zayıf halkalarda faşizm iktidara gelmişse, bu sosyalist devrimin başarısızlığının bir maliyetidir. Çünkü 1920’lere kadar devrim, Almanya merkezli olarak, Avrupa’da beklendi. Hem İtalya’da 1917’den 1919’a değin varolan devrimci durumda, hem Almanya’da 1930’a kadar güncel olan proleter devrim konjonktüründe burjuvazi, tarihsel bir eğilim olarak sosyalistleri ve proletaryayı yendikten sonra faşizmi yerleştirdi. Bu arada, AKP’nin faşizme karşı sosyalizmi savunduğuna ilişkin olarak yaptığı özeleştiriden söz etmek istiyorum. AKP 6 milyonluk oyuyla bir kitle partisiydi ve hiçbir zaman silahlı bir ihtilal örgütlemedi. Silahlı mücadele ve sosyalist iktidar perspektifini reddedip, ASDİP’ne ortak grev çağrısı yaptı. Devrimci bunalım koşullarında ihtilalci mobiliteyi gösteremeyip, illegaliteye geçemedi. Birkaç günde 4.000 kadrosu yok edildi. Yetkili bir ağızdan, G.Dimitrov’dan tanık gösterebiliriz. Dimitrov, Reichtag yangını ile ilgili savunmasında ısrarla ve delilleriyle AKP’nin bir silahlı ayaklanmaya hazırlanmadığını vurguluyor. Clara Zetkin’in yorumuna ise katacağımız bir şey yok: “Faşizm, proleter devrimi gerçekleştirememiş proletaryanın çekmeğe mahkum olduğu cezadır.” 1

3) Faşizmin sınıfsal taşıyıcıları azaldıkça, anti-faşist cephenin unsurları arttı. En gerici tekellerin dışındaki kesimlerin yıkıma uğradığı tespitleriyle birlikte, iktidar perspektifinin likide edildiği birleşik cephe tezleri gündeme geldi. Sosyalizmi hedefleyen iki partinin oluşturduğu ve sosyalist iktidarı kuran Bulgaristan Vatan Cephesi bu kapsam dışında sayılmalıdır. Cephe tezlerine, tüm diğer ideolojik yanılsamaların ve nesnesini kendi yaratan gözlemlerin (yani anti-tekelci yığınlar) dışında hep iki apolojik malzeme öne sürüldü: 1) Almanya’daki sol sosyal demokratların mücadeleye çekilememesi. 2)  Fransa’daki cephe denemesinin faşizmin iktidara gelmesini engellemesi. 2

Fakat sosyalistler bu sol (?) sosyal demokratların neden “sol” olduklarını hiçbir zaman anlayamadı. Reichtag oylamalarında sosyal demokratlar hep bir bütün olarak tavır gösterdiler. 1914’teki savaş bütçesini, hep bir bütün olarak kabul ettiler; Spartakistleri, aralarında ihtilafa düşmeden yok ettiler. Hatta Hitler’in iktidarına karşı “sol sosyal demokrat” diye nitelenen bir muhalefet cinsi de olmadı.

İkincisi, Fransa’daki cephe deneyimi. 1933-34 tespitlerinde, Fransa’daki cephenin tüm ilerici güçlerle birlikte faşizmin iktidarını engellediği öne sürüldü. İtiraz şudur: Dinamik yanlış yerde aranıyor. 1932-34 arası Sovyetler Birliği’nin, yalıtlanmışlığın taşıdığı gerginliği ve olası tehlikeleri yumuşatmak için çok yönlü siyasi/diplomatik taarruza geçtiği dönemdir. 16 Kasım 1933’te Birleşik Devletler ile Sovyetler Birliği arasında diplomatik ilişkiler kuruldu. 22-23 Ocak 1933’te küçük Antant ülkeleri konferansından sonra İngiltere ve Fransa’nın Almanya’ya karşı önleyici bir dış politika izlemelerinin yolu açıldı. Sovyet dış politikası Stalin’in yaklaştığını sezdiği dünya savaşının getireceği yıkımı elimine etme dürtüsüyle, karşı kampın içindeki diplomatik zayıf halkayı yakaladı: Versailles Anlaşmasının aleyhindeki bağlayıcılığından ve dörtlü paktın kendisini, Almanya İtalya ve İngiltere’ye mahkum etmesinden son derece rahatsız olan Fransa… 29 Kasım 1932’de Fransa ile saldırmazlık anlaşması, 11 Ocak 1934’te ise ticaret anlaşması imzalandı. Fransa’nın dışişleri bakanı Barthau Sovyetlerle yakınlaşma politikası güderek, iç dengede bir tarafı oluşturdu. 15 Eylül 1934 günü, Fransız diplomasisinin girişimi üzerine Sovyetler Birliği Milletler Cemiyeti’ne çağrıldı. Üç gün sonra Milletler Cemiyeti Genel Assamblesi, Sovyetler Birliği’ni cemiyete kabul etti. Molotov gelişmeyi şöyle yorumladı: “Olayı aktifimize yazıyoruz”. Bu gelişmeler gerçekte Fransa’da faşist tehlikenin erimesine yol açmış ve Sovyetler Birliği’nin savunulmasını öne alan politikaların bir örneğini oluşturmuştur. 3

Öteki tarafta ise silahlanma bütçelerini destekleyen, grev ve fabrika işgallerini önlemeye çalışan, atalarının üç renkli bayrağından söz eden, kapitalistlere sürekli taviz ve güvence veren, reel ücretleri düşüren, devalüasyonist bir cephe hükümeti ile savaş kredilerini faşistlerle birlikte onaylayıp, onlarla zafer gösterisi düzenleyen, Cezayir’li anti-emperyalistlere Fransız Cumhuriyeti’nin bölünmez bütünlüğünü vaaz eden bir komünist partisi vardı.

4) Faşist devlet, üzerinde geliştiği zemini, burjuva liberal devlet yapısında bulur. Somutlandığı bir örnek: “Cumhuriyetçi Fransa’da Dereyfus davası, özgür ve demokratik Amerikan Cumhuriyeti’nde kapitalistelerin silahlandırdıkları paralı asker birlikleri tarafından grevcilere uygulanan katliam, ve buna benzer binlerce olgu, burjuvazinin boş yere saklamaya çalıştığı gerçeği, yani terör ve burjuva diktatörlüğünün en demokratik cumhuriyetlerde bile fiilen varolduğu ve sömürücülerin sermaye iktidarının sarsıldığını sandıkları her keresinde bunun apaçık ortaya çıktığını göstermektedir.” 4 Ve yine tarihsel veriler kullanmak durumundayız. Faşizmin iki ülkede birden iktidarda olduğu 1933’ten 1944’e kadar emperyalist bloktaki her devlet, hem iktisadi hem siyasi zor kullanılarak tahkim edilmiş, ekonomileri militarize edilmiş, Amerika’da ve İngiltere’de alışılagelmişin dışında uzun yıllar -en azından Hitller kadar- başkan idaresi hüküm sürmüştür. Savaş harcamaları bir çok kez parlamento denetiminden uzak tutulmuş, hatta çoğu kez parlamentonun meşruluğu ciddi tehdit altına girmiş, yürütme aygıtının işlevi fazlasıyla yoğunlaşmıştır. Bir diğer tarihsel fenomen de, en gerici, en emperyalist tekellerin faşist Almanya ve İtalya’da olmadıkları, çünkü tekellerin gericiliğinin sermayenin konsantrasyonunca belirlendiği, bunun da Amerika, İngiltere, Hollanda gibi ülkelerde daha üst düzeyde gerçekleştiğidir. Ve bu ülkelerin de sıcak çatışma anına dek faşizmi destekledikleri unutulmamalıdır. (Fransa hariç)

II

Faşist devlet tüm özelliklerinin ötesinde burjuva devlettir. Faşizmi neredeyse kategorik olarak ayrık bir devlet tipi olarak tanımlayan klasik yaklaşım teorik açıdan sınırlı bir değere sahip ve ahistoriktir. Ahistoriktir çünkü faşist devleti, burjuva devletin tarihsel gelişimi ve bu gelişimin ürünü bir devlet biçimi olarak ele almaz. Prototip sayılan burjuva demokrasisini faşizmden soyutlar ve tarihsel sürekliliğin dışına taşır. Görelim: Burjuva demokrasisi, özünde burjuva diktatörlüğünün, bir yönetim biçimi olarak dışa vurulması, sınıf egemenliğini kurmanın ve yeniden üretmenin üst yapısal bir aracıdır. Bu işleve burjuvazi açısından kimi durumlarda monarşik bir cumhuriyet, parlamenter bir temsili demokrasi, başkalarında askersel diktatörlük, bonapartist bir baskı rejimi, kimi durumlarda da faşist diktatörlük denk düşer. Bu her devlet biçiminde, demokrasi ve faşist diktatörlüğü birbirlerini içeren bir tarzda geçerlidir. “Diktatorya diğer sınıflar üzerinde egemenlik sürdüren sınıf için demokrasinin ortadan kaldırılması anlamına gelmez, diktatoryanın kendisine karşı sürdürüldüğü sınıf için demokrasinin ortadan kaldırılması (veya yine bir kaldırılma biçimi olan çok önemli bir kısıtlama) anlamına gelir” 5 Bu, diyalektikte karşıtların birliğinin simgelediği bir olgudur. Bu, burjuva devletinin tarihsel niteliğidir.

Sosyalist ideolojide devlet üst yapısal bir kurum olarak, ebedi değil sınıfsal ve tarihsel sınırlamalara tabi tutularak açıklandı. Teorikleştirme, Hegel’deki öncüllerin tekrardan sorgulanması ve devleti açıklayan yöntemin ayakları üzerine oturtulmasıyla gerçekleştirildi. Hegel’de devlet evrenseldir, ayrım içerisindeki birliği temsil eder. Devlet organik bir bütün olarak bireysel öz bilinç ile evrensel iradenin özdeşlendiği alandır. Devlet ve sınıflar ilişkisi değişmez bir statüde ilk ve son kez belirlenmiştir.

Marx ve Engels bu postulaları sorgularken kendi teorilerini, Hegel’i yadsıyıp aşarak kurdular: 1) Devlet evrensel değil, toplumsal koşullarla belirlenmiş ve ulusaldır. 2) Devlet evrensel iradenin iktisadi en üst düzeydeki ifadesi değil, örgütlenmiş zorun ifadesidir. 3) Devlet ve sınıflar ilişkisi mutlak ve statik değil, somuttur, sınıf mücadelesinin sonucuna bağlıdır ve son durumda devlet ortadan kalkacaktır. 4) Devlet bir sınıfın karmaşık çıkarlarının karşıtlıklar içinde ve birlik halinde kaynaştırıldığı kurumdur.

Şimdi genişletelim; bir sınıfın kendi içinde varolan çelişkiler ve farklı çıkarlar bizzat Marksist sınıf tanımlamasına dayanarak söylenirse antagonist değildir. Yani belli bir kurumsallık ve iç denge koşullarında uyumlulaştırılır. Demokrasi ve diktatörlüğün birbirlerini içererek burjuva devletinde var olmalarının nedeni, demokrasinin öncelikle burjuva sınıfı için varolması, diktatörlük boyutunun ise uzlaşmaz karşıtlığı çözmek, bir diğer deyişle uzlaşmaz karşıtını yok etmek için geçerli olmasıdır. Çelişki kavramı yine Hegel’in yönteminin materyalist aşılması doğrultusunda tek ve saltık değildir.

Burjuva devleti örgütlü zor ve ideolojik egemenlik’i kendi içinde de uzantılandırarak egemenliğini sürdürür. Asıl vurgulamamız gereken mutlakiyetçi devletten faşist devlete kadar, devlet kurumu statik ve evrensel olmadığı için, iç dengesinde ve siyasal temsilcilik bileşiminde sürekli değişim gösterir. Bütün bu dalgalanmaların fonunda ise tarihsel bir genel eğilim yatar: Birinci olarak sınıf içi ve ardından sınıflar arası konsensus. Sınıflar arası uyum öğesi, marksizmde sınıf karşıtlıklarının uzlaşmazlığının bir ürünü olarak devlet çözümlemesine “yadsınacak” ve aşılacak bir tez oluşturdu. Bir diğer deyişle Marksist devlet teorisi “uzlaşabilir çelişki” esprisine antitezdir. 1890’larda Engels bu özelliği vurgularken devletin aynı zamanda egemen sınıfın değişen koşullarda kendisini yeniden üretmesi için de geçerli olduğunu vurguluyor: “… Ne var ki, bu karşıtlıkların, ekonomik çıkarları çelişen sınıfların gerek kendi kendilerini, gerekse toplumu kısır bir mücadele içinde tüketmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde duran bir güç çatışmayı yumuşatmak ve düzenin sınırları içinde tutmak amacıyla zorunlu duruma gelmiştir. İşte, toplumun bağrından doğan, ama kendini toplumun üzerine koyan ve ona gittikçe yabancılaşan bu güç, devlettir.” 6

Ardından 1870’li yıllarda burjuva devletin bu niteliğini göz ardı eden Alman sosyal demokratlarınca demokratik cumhuriyetin savunulmasının, devlete yöneltilen sosyalist eleştirinin kavranamayışını yansıttığı savunuldu. Burjuva devletin giderek bu sınıf içi işbölümünü geliştirdiği, 1840-51 deneyimlerinden sonra açığa çıkarıldı. Louis Bonapart’ın 18 Brumaire’inde Marx Meşruti Monarşi ve Temmuz Monarşisinin devlet aygıtına daha büyük bir işbölümü kattığını saptadı. 1871 Paris Komünü deneyiminden sonra ise, Marx burjuvazinin hem kendi içinde hem bizzat devirdiği sınıflarla çelişkilerini uzlaştırıp devrimi ezdiğini, proletaryaya karşı egemen sınıf konsensusu kurduğunu belirtiyor.

Sosyalist ideoloji, egemen sınıfların devlet mekanizmasında nasıl giderek gerici bir konsensus yarattığını soyutlayabildi. Son deneyim, 1905 sonrası Stolypin gericiliği dönemi oldu. Rus marksistleri kapitalistlerin, toprak sahiplerinin ve çarlık yanlısı monarşik güçlerin proleter tehdide karşı kendi devlet aygıtlarındaki işbölümünü nasıl restore ettiklerine, maliyeti oldukça ağır bir biçimde, tanık oldular.

Burjuva ideolojisi de, ilk çiçek açtığı Aydınlanma Çağı’ndan, tekelci devlet kapitalizminin gölgesi altındaki ürünlerine kadar hep bu “uyum içinde gelişme”, doğal ve uzlaşır çelişki ve konsensus öğesini merkezine aldı. Tartışmanın bu “ideolojik” boyutu farklı bir çalışmanın nesnesi olsa da her burjuva devlet biçiminin hep bileşimi değişen bir konsensus’a tekabül ettiğini vurgulayalım.

1848-1851, 1871, 1905 üç tarihsel birim, üç yenilgi. Bu son tarihe kadar sosyalizm tarihinde ve aynı zamanda burjuva devletinin gelişmesi tarihinde her yenilginin, burjuva devletini tehdit eden fakat yıkamayan her proleter girişimin ardından, koyu bir gericilik, kıyım ve burjuvazinin düşmanı sınıfın mevzilerini uzun süre için dağıtması sürecinin yer aldığı gözlemleniyor. Burjuvazi, kendisi ile burun buruna gelen ve son darbeyi indiremeyene, bu başarısızlığın faturasını ağır kesiyor. Sınıf mücadelesi iktidarın en yakınına gelip iktidarı alamayan sınıfları belli bir süre iktidarın en uzağına atıyor, bu darbeleri alan proletaryanın bir önceki zaman kesitinde yetiştirdiği en seçkin insan malzemesini fiziksel olarak yok ediyor.

Burjuva devleti bir başka diyalektik karşıtlığı da içinde taşımaktadır. Kapitalizmin, tekelci dönemdeki son kozlarını, “çöküş halindeki” diye adlandırılan bir aşamada oynamasına karşın burjuva devletinin güçlenerek geliştiği, devlet aygıtının giderek yetkinleştiği ortaya çıkıyor. ” Burjuva devleti tüm yıkıcı güçlerini, yürütme gücü üzerine yöneltebilmek için yürütme gücünü yetkinleştiriyor, onu en katıksız ifadesine indirgiyor.”7

Sermaye yaşadığı her resessif bunalımda, bir sonraki genişleme dönemine, kendine yeni sermayeler katarak ve birikerek devroluyor. Burjuva devleti yaşadığı her siyasi bunalımı atlattığında kendini yeniden organize ediyor. Kapitalist sınıf, sınıf hakimiyetinin üst yapısal araçlarını yeniden tahkim ediyor. Bu nesnellik, tarihsel olarak yasalaşma ile bir eğilimi belirtme arasında yer alıyor. İtalya örneğinde Gramsci, Hapishane Defterleri’nde, İtalyan devletinde konsensusun 1848’den bu yana yerleştirildiğini teorisize etti. Burjuva devletin sürekli bir ortak payda yarattığını ve sınıf içi çelişkilerin hegomonik bir üstyapısal müdahale ile uzlaştırıldığını anlatmaya çalıştı. Burjuvazinin karşıt eğilimli ekiplerinin, devletin kendi yapısı içinde özümsenmesi özellikle batı solunu “devletin görece özerkliği” konusunda sınırları ve iktisadi çözümlemeleri zorlamaya itti. Prusya devleti ise, başlangıçta ulusal birliği sağlamak için ardından da bir “kızıl devrimi” önlemek için yukarıdan bir otorite ile egemen sınıf içi konsensus’u kuruyor. 1912’lerde Almanya’da Pan-Germen program “iç düşmanlığı yok ederek yeni yaşam alanlarının açılmasını talep eden” bir rejim öneriyor. 8

III

İtalya ve Almanya’dan söz ettik. Dolayısıyla faşist devleti incelemeden kimi sonuçları toparlamak istiyorum.

1) Burjuva devleti ve ideolojisi, egemen sınıfın değişik yönelimli çıkarlarının uyumlulaştırıldığı bir kurumdur. Bir konsensus aranışının ürünüdür.

2) “Burjuva devletler biçim olarak çok çeşitlidir, ancak özleri aynıdır. Tüm bu devletler, biçimleri ne olursa olsun, son çözümlemede, kaçınılmaz olarak burjuvazinin diktatörlüğüdür.” 9

3) Burjuva devleti, sınıf savaşımından burjuvazinin üstünlükle çıktığı kesitlerde, yapısı tahkim edilerek gelişir.

Bu sonuçları faşist devletin niteliğini çözümlemek için ele almadan önce faşizme bakışın metodolojik tuzağından söz etmek istiyorum. Daha önce, faşizm, burjuva devlet mekanizmasının gelişim sürecinden kopararak ele almanın ahistorik bir çözümlemeye, “en emperyalist”, “en gerici” tekelleri kapitalist sınıfın çıkar sahibi diğer öğelerinden ayrı bir devlete sahiplermiş gibi algılamaya yol açtığını belirttik. Ahistorik bakış açısının, faşizm ve devlet ilişkisinde kendini açığa vurduğu bir diğer yön var: “Faşizm mekansal olarak Avrupa’ya özgüdür, zaman açısından II. Dünya Savaşı’na denk düşer.” Kimi sol tarihçiler ve anglo-amerikan siyaset bilimcilerinin nezdinde geçerli olan bu tezlere karşı özellikle sermayenin uluslararasılaşması, emperyalist ekonomilerin entegrasyon çabaları, II. Dünya Savaşı’ndan sonra da ulusal stratejilerin global stratejiler tarafından özümsenmeleri üzerine söylenecekler, aynı zamanda yukarıda belirttiğimiz yöntemsel hataya karşı olan tezleri de açığa çıkarıyor. Birinci hata yöntemsel çarpıklığın sonucu “tek ve tekrarlanmaz” faşizm olgusu ise, madalyonun diğer yüzünde düşülecek hata genelleştirmeye ilişkindir. Özellikle Türkiye’de de bir dönem geçerli olan tezler emperyalizm çalışmasındaki tezlerin (tabii soldan söz ediyorum) mekanik yorumundan türetilmekteydi. Emperyalizm çağının siyasal rejimi, gerici tekellerin devleti finans oligarşisi egemenliğinde reorganize etmesidir. Dolayısıyla bu oligarşik ve faşist diktatörlükler tüm emperyalist ülkelerdeki devletler için geçerli olarak düşünüldü. Bu kolay genellemeci eğilimin emperyalizm çağının en önemli yasasının eşitsiz gelişme olduğuna ilişkin bir çıkarsaması yoktu. Tarihin bir kesitinde bir parantez açıp içine faşizmi yerleştirmek ve ardından parantezi kapamak, ya da faşizmi eşitsiz gelişmeden soyutlayıp zamansızlaştırmak önemli yöntemsel tıkanıklıklar doğuruyor. Biraz önce burjuva devletine ilişkin olarak sıraladığımız üç vargının faşist devlet ile ilişkilendirilmesi, bir tarihsel süreç içerisinde faşist devletin burjuva devlet inin sınıfsal/tarihsel yönelimlerine bağlanmasını olanaksızlaştırıyor. Oysa sosyalist ideoloji sözünü ettiğimiz teorik kopukluğu aşmak, devleti sınıf mücadelesinin burjuva devletinin biçimlerini de sınıflı burjuva toplumunun tarihsel gelişiminde üst yapısal -kimi kez üst yapının tüm kurumlarını içerme iddiasında olan- bir sonuç olarak açıklamak yönünde en büyük teorik/yöntemsel atılımı gerçekleştirdi. Klasik Marksist devlet teorisinde, Lenin’in Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması kitabındaki tezlerine kadar olan verilerle finans kapitalin siyasal egemenliğini açıklamak, ya Bonapartizm tanımlamalarına ya da üretim ve mülkiyet ilişkilerindeki her değişikliği devlet biçimindeki değişikliklere (ya da tam tersi) tekabül ettirme sonuçlarına yol açtı. Oysa örneğin Bonapartizm çözümlemesi, 19. yy marksizmi çerçevesine damgasını vuran “ekonomik koşulların önceliği” postulasının doğrudan bir tahlil aracı olarak kullanılmadığı ender alanlardan biriydi. Bonapartizm ve ardından Avrupa Marksizmindeki üstyapı kurumlarının kimi durumlardaki erişilmez özgünlüğü tezleri, hep bu çerçeveyi zorlamak için kullanıldı.

Yine 19. yy. Marksizminin ekonomik yorumlara kapı açabilen karakterine (yani aşılmamış karakterine) aykırı olarak emperyalist aşamaya ilişkin Leninist tezler, hem ekonomide hem de siyasal üstyapıda eşitsiz gelişmenin ipuçlarını verdiler. Bu tezler, palazlanan finans-kapital için sıcağı sıcağına yapılmış tahliller ve yine bir “ekonomik temeli açıklama” kaygısının ürünleriydiler. Hakkı verilmedi. Batı Avrupa’da devrimci durumlar likide olduktan ve tek ülkede sosyalizmin savunulması sorunları uluslararası tartışmalara rengini verdikten sonra, bu tezler ekonomist bir aktarmacılıkla ele alındı. “En emperyalist en gerici tekellerin diktatörlüğü” tezleri bu tarihsel zemine oturdu.

Bu teorik savrulmayı besleyen bir diğer olgu da yine ortodoks solun kendi ortodoksluğunun hakkını verememesiydi… Klasik Marksizmin evrensel ve ayırdedici tezleri -ki Marksist devlet teorisi bunlardan biridir- geriye itildi. Devletin sınıf karakteri, burjuvazinin çıkarlarını bütünsel olarak temsil ettiği ve proletaryanın yenilgisinden -yani sosyalist devrimi gerçekleştirememesinden- kendisine güç aktardığı ve bu güçle geliştiği saptamaları, aşamacılık cephecilik, ve ekonomizm cenderesi içinde teorik bir unutkanlığın kurbanı oldular. Ekonomist indirgemecilik ile üstyapısal kurumların tekrardan keşfine dayanan Avrupai tezler gerçekte bir çok noktada çakıştı. Örnek vermekte zorluk olmuyor: Bonapartizm ile analoji kurulan faşizm tahlillerinde burjuvazinin yönetsel amaçlar uğruna siyasal iktidardan feragati öngörülür. Ekonomist bakış açısında ise bu feragat, burjuvazi içinde en gerici en emperyalist tekellerin dışına taşınır.

Sermayenin hem uluslararasılaştığının hem de eşitsiz geliştiğinin torikleştirildiği emperyalizm tezleri ortodoks sola ciddi bir malzeme oluşturmadı. Tekellerin giderek gericileştiği saptanıp, bundan kestirmeci bir devlet tahlili üretildi. Batı solu ile sonraları kapitalist devleti sadece kapitalist toplumdaki devlet olarak değil, bizzat kapitalist devlet olarak açıklamaya çalıştı. Gözler devletin dışsal faaliyetleri ve birebir temsilciliğinden, içsel mekanizmalarına (siyasal kadro eğitimi, bürokratik gelişme, siyasi temsilciliğin toplumsal örgütlerden devlet organlarına kayması ve sonraları Alhusserci “devletin ideolojik aygıtları”) ve dinamiklerine kaydı. Zorlamalar ortodoksluğun sınırlarından taştı. Bir taraftan da, emperyalizm teorisinin, sosyalist olmayan tüm rejimler için oligarşik yönetim çıkarsamalarına dayanak oluşturulmaya çalışılması ciddi problemlere yol açtı. Somut durumun somut tahlili es geçilerek, her örnekte faşizm ya da oligarşik dikta görme arzusu sonsuz sayıda faşizm yarattı: Açık faşizm, kapalı faşizm, tırmanan faşizm, askersel faşizm, sivil faşizm, parlamenter faşizm vs..

Sağ, ekonomist yorumlar ise, burjuva devlet aygıtının parçalanmasına yönelik ortodoks yönlendirmelerin, emperyalizm çağında tekelci kapitalist devlet için de geçerli olduğunu gözden uzak tutmaya çalıştı. Sonuç: Cepheler ve iktidarsızlık. Gücünü daha derin köklerden alan, fakat III. Enternasyonal koşullarında neredeyse meşrulaşan sınıf mücadelesinin ekonomist yorumu, devrimci durum koşullarında iktidara yönelememe, devleti ele geçirmenin siyasi araçlarını oluşturamama günahını işledi. Cephe politikaları bu durumlarda ehveni şer sayıldı. Siyasi araçların ve örgütlerin oluşturulamaması, siyasal iktidara yöneltilememesi -bazı siyasi örgütlenmeler ancak devrimci durum koşullarında oluşur- ekonomizmin felç edici yönünü belirler.

IV

Bu noktada iki çıkarsamayı birleştiriyorum; özellikle ortodoks solda, “devlet”e bakış açısındaki ekonomik süzgeç ile faşizm tahlillerindeki gerilik, birbirlerine bağlıdır ve birbirlerini beslerler. Marksist devlet teorisinin temel çizgilerini vurguladıktan sonra, bunları faşist devlet bağlamında kullanmak gereğini duyuyorum.

1) Faşist devlet ve faşist ideoloji, tekelci sermaye ve tekelci sermayeye bağımlılaşmış sermaye gruplarının belirli konjonktürlerde (daha sonra açılacak) çıkarlarının bir konsensus ve istikrar içerisinde eritildiği bir üstyapısal kurumdur.

2) Faşist devlet bir burjuva devlet biçimidir, diğer burjuva diktatörlüğü biçimleriyle özünde aynı sınıfsal içeriği taşır. Burjuvazinin bütünsel çıkarlarını yine belli konjonktürlerde temsil eder.

3) Faşist devlet aygıtı, proletaryanın burjuvazi karşısında ağır bir yenilgisinden sonra, tekelci kapitalizm koşullarında burjuvazinin devlet aygıtını yeniden tahkim etmesiyle vücut bulur.

Ve Lenin’in emperyalizm üzerine tezlerinin ışığında,

4) Faşist devlet, emperyalizm çağında eşitsiz gelişme yasasının bir ürünü olarak en gerici, en emperyalist tekellerin egemen olmadığı ülkelerde de çoğunlukla karşı devrimi yaşayan zayıf halkalarda ortaya çıkar. Bu noktaların temel teorik önermeleri şu ana dek yapıldı; çünkü, faşist devlete burjuva devleti, hatta burjuva demokrasisini çözümleyerek varabiliriz. Şu ana dek söylenenler, bir geneli açıkladıkları ölçüde özel bir burjuva egemenlik biçim olarak faşist devleti de açıklamaktadır. Şimdi, özelin ayırdedici çizgilerini de aydınlatabiliriz.

Her konsensus, uzlaşmaya varan taraflar ve öğeler için bir yabancılaşmadır. Her çelişki öğesinin, en azından izafi olarak kendi üstünde ve kendisinden ayrışık bir üst belirlenmeyle kendinden uzaklaşmasını tanıtlar. Sınıflı toplumlarda devlet mekanizması, bir üstyapısal kurum olarak bir sınıfı ne denli doğrudan temsil ederse etsin bir yabancılaşma örneği, kendini dışa vuran sınıf ve katmanların bir ölçüde yabancılaşmış görüngüsüdür. Devlet her şeyden önce bir yabancılaşma alanı olan (olumsuzlayarak söylemiyorum) siyasetin en üst düzeyde çözüldüğü ve çözümlendiği kurumdur.

Tekelci kapitalizme kadar devletin hem bir yabancılaşma kaynağı hem de bir konsensus aracı olduğunu söyledik. Tekelci kapitalist aşamada, gerek birikim sürecindeki çelişkiler, gerek sınıf mücadelesinin özgün koşulları ,yani proleter devrim tehdidi devletin üretim sürecine ve siyasetin düzenlenmesine doğrudan müdahale etmesini gerektirir. Özellikle tekelci bunalım koşullarının kritik konjonktürlerinde üretim ve yeniden üretim süreci değişik kapitalist çıkarların doğal uyumuna ve dengesine terk edilemez.

Devlet, kısa vadeli stratejilerin dışında bir sınıfın uzun vadeli çıkarlarını savunur. Faşist devlet temsili bileşimindeki değişme ve gelgitlerin sınıfın bütünsel ve uzun vadeli çıkarlarına ters düşmesini engeller. Faşist devlet, her kapitalist devlet gibi, sermaye birikiminin ve bunalım koşullarında zorlaşan genişletilmiş yeniden üretimin gerekli koşulların sağlamak için kaynak tahsisine ve tüketime müdahale ederek kimi katmanların azami karını, kimi katmanların ise azami kardan uzak tutulmasını sağlar. Fakat bunu, diğer sermaye gruplarını ve tekelleri en gerici olanlara bağımlılaştırarak gerçekleştirir. Bu durum söz konusu en gerici kesim dışında kalan katmanların anti-tekel, faşizm koşullarında da anti-faşist olmalarını gerektirmez.

Faşizm iktidara geldiğinde üretim biçimi ve devlet tipi değişmez. Tüketimin yöneleceği alan değişir. Savaş ekonomisine talep ve kaynak yaratılır. Bu yönüyle, klasik faşizmde savaş ve faşist devlet net ilişkilidir. Global sıcak savaşın yokluğu koşullarında ise soğuk savaş yine bu işlevi görebilir. Orta sınıflar, bu bunalım koşullarında kendini “kurban” olarak görür ve hedefsiz biçimde radikalleşir. Sosyalist bir seçenek, iktidara yönelemiyorsa, orta sınıfların yıkıcı radikalleşmesine maruz kalır. Öte yandan radikalizm, tekelci sermaye tarafından -kesin tercihi yaptıktan sonra- manipüle edilir. Bu bağlamda, burjuvazi açısından bir işbölümü vardır. Orta ve küçük burjuvazi goşizan bir hareketlilik ve anti-kapitalist bir söylem kazanır. Faşizm, kurumsallaştıkça bu anti-kapitalist söylemini törpüler. Goşizan safrasını atar (Hitler’in ve Mussolini’nin anti kapitalist yönelimli kimi sendikacı ve partilileri tasfiye etmesi gibi). İktidar sonrasında konsensus yine sağlanır. Küçük burjuvazi, faşizm koşullarında iktisaden giderek bağımlılaştıkça, siyasi açıdan özerk bir radikallik içerisine girer. Bu bir yıkım psikolojisine dönüştükçe, büyük tekelci sermayeye hizmet eder. Faşizm, konsensusunu kurdukça radikalizminin siyasal likidasyona yol açacak yönlerini törpüler. Orta sınıfların proletaryaya karşı hareketlenmesi, faşist iktidar sonrasında burjuva devleti içinde bir istikrar ve hareketsizleşmeye dönüşür. Son aşamada her burjuva devleti gibi faşist devlet de burjuvazinin çıkarlarının merkezi olarak temsil edildiği bir yapıya bürünür. Bu yekpare ve merkezi yapı dağılıp yeniden organize edilene dek.

Tekelci aşamada kapitalist bunalımın -kapitalizmin toptan yıkımına yol açmasa da- süreğen olması hiçbir kapitalist devlet biçiminin söz konusu çelişkileri çözmesine olanak bırakmaz. Üstelik bu devlet biçimleri arasındaki ayrımlar silikleşir, ana çizgiler ve üstyapı aygıtları örtüşmeye başlar. Faşist devlette parlamenter temsil, burjuva demokrasisinde faşist hukuki yapı ya da yürütme gücünün kontrolsüz güçlenmesi, parlamenter bir cumhuriyette monarşik kurumlar, bir taraftan da burjuva demokratik bir aygıtın ekonomiyi militarize ederek faşist bir savaş ekonomisini gereksizleştirmesi, hep bu ayrımların silikleşmesinin ürünleri olarak gözlemlenebilir.

Sosyalizmin bir dünya sistemi haline gelmesi ve burjuva demokrasisinin sosyalist karşıtını bizzat yaşayan bir tehdit olarak algılaması, yine sadece “faşizme özgü” sanılan bir niteliği burjuva demokrasileri içinde geçerli kıldı: Anti-komünizm. Bu anti-komünizmin eşliğinde diğer burjuva diktatörlükleri faşist diktaları doğrudan desteklerler. Ülke içerisinde gestapo benzeri bir polis örgütlenmesine gerek kalmadan her bir bireyi en ayrıntısal düzeyde izleyen ve kaydeden bir enformasyon ve haber alma ağı yetkinleştirilir. Kimi demokrasilerde artık hiç bir sorun parlamentoda çözümlenmez, parlamentoya gelmeden önbelirlenir. Irkçılık, parlamenter bir cumhuriyette resmi ideoloji olabilir. Ekonomilerin global savaş beklentilerine göre güdümlenmesi ve ideolojik saldırı, artık çağdaş olgulardır.

Tüm bunların ötesinde, faşist devletin yönetim ve devlet aygıtını tahkimi ve pluralist konsensusun daha tek elden temsili doğrultusunda evrimi, burjuva ideolojisinin tekleşmesiyle atbaşı gider. Tekelci burjuvazi, giderek kendi içinde bağımlılaştırıcı rol oynayarak, demokrat olan burjuvazi ve olmayan burjuvazi kategorilerini kendi çizdiği sınırlar içerisinde eritir ve özümler. Bu durum klasik faşizm koşullarında doğrudan gözlemlenebilir. Klasik faşizm koşullarının kendilerini bir kez daha üretemedikleri savaş-sonrası koşullarda yukarıdaki süreçler burjuva demokrasisi ile “olağanüstü” devlet biçimleri arasındaki kategorik ayrımın zamanını doldurduğu bir doğrultuya ve yeni tarihsel koşullara oturur.

Burjuvazinin değişik iktisadi çıkar kesitleri ile siyasal temsilcileri arasındaki bağlar faşistleşme koşullarında zayıflar, kimi örneklerde kopar. Tamamen koptuğu koşullarda faşist devlet parlamentoyu tümden yadsıyabilir. Faşist devletin asal işlevi, tekelci burjuvazinin değişik yönlere bakan kesimlerinin siyasi temsilcileri ile kopan bağlarını üst düzeyde yeniden kurmaktır. Bu, faşist parti veya klik dışında kalan diğer burjuva partilerinin ve örgütlerin anti-faşist olmaları için nesnel bir zemin yaratmaz. Hatta diğer burjuva çizgiler, özellikle faşizm iktidara geldikten sonra, gerek faşizmin siyasi örgütlenmesine gerek faşist devlet bürokrasisine katkıda bulunur, siyasi kadro transferi gerçekleştirirler. Bu akıştan, sosyal demokrat kadrolar da muaf değildirler. Bu durum sosyalist literatürde üstü kapalı olarak kimi kez “iktidar bloku” kimi kez de “sınıfa karşı sınıf” kavramlaştırmalarıyla soyutlandı.

Bir taraftan da faşist burjuva devletin içindeki öğelerin değişik bileşimi hem faşizmin -dolaylı olarak- özgül biçimlerini, hem de sonraları burjuva demokrasisi olarak adlandırılan diktatörlüğün sınıfsallığının değişik kanıtlarını oluştururlar. Bu çelişkileri bir arada tutacak “tutkal” bazen ordu, bazı durumlarda parlamento ya da siyasi polistir. Faşist devletin kendisini ve toplumu örgütlemesinde, bir araya getirme ve konsensusu sağlamada korporatizm olgusu tüm faşist devlete damgasını vuran bir politika ve örgütlenme olarak ortaya çıkar.

İktidara yürüme sürecinde ise yine bir işbölümü faşizmin yolunu açar. Orta sınıflar bunalım koşullarında kendilerini önceleri hedefsiz yıkıcılaştırır, sonra bu yıkıcılık öncelikli olarak proletaryanın örgütlerine yönelir: Finans desteği artı kitle desteği, iktidar sonrasında da sınıf desteği.

V

Lenin bu konuda da teorik yardımcı ve dünyanın en güvenilir yorumlayıcısı… 1848’den bu yana her devrimci girişimin kendi karşı-devrimini de yarattığını gözlüyor. Emperyalizm çağındaki siyasal gericilik, bu tespitin teorik uzantısı oluyor. 1917’den sonra artık bizzat bu karşı-devrimlerin de yapısı değişiyor. Faşizm bu unutulan yönüyle, anti-komünist olma özelliğiyle, bir karşı-devrim sayılmalı. Fakat tarihsel gerçeklik bize iki uyarıyı yapıyor: 1) Faşizm iktidara geldiğinde bunalımın doruk noktası aşılmıştı; 2) Faşizm iktidara geldiğinde ardında yenik bir proletarya vardı.

İşte faşist devlet bu üstünlük durumunda daha dolaysız bir iktidar arayışıdır. Bunun ötesinde eğer diyalektiğin modasının geçtiğine dair bir inancınız yoksa, bunu devlet sorununa bakışta da kullanmak zorundasınız. Faşist devletin karakterini çözümlemek için, neyi yadsıdığından yola çıkmak gerekiyor. Faşizm hangi karşıtını yok etmek istiyor? Yani faşizm, uzlaşmaz karşıtına bakarak tanımlanmalı. Uzlaşmaz çelişki, karşıtlardan birinin ortadan kalkmasıyla çözümlenir. Faşist devletin ortadan kaldırmaya çalıştığı karşıtı, burjuva demokrasisi değil, sosyalizmdir. Faşizm, emperyalizm çağında proleter devrimin karşı-devrimci tepkisini simgeler. Bunun araçlarını da, kendisini rahminde büyüten burjuva demokrasisinden türetir.

En gerici, en emperyalist tekellerin faşizmdeki rolleri üzerine söyledikleriyle bir tanımının geleneksel solda temcit pilavı haline gelmesinin temelini atan G. Dimitrov’dan derin bir gözlemi aktarmak istiyorum: “Faşizm geniş bir kitle tabanına sahip olmadığı zamanlarda da, devletin silahlı güçlerine dayanarak iktidara gelir ve devlet organlarını da kullanarak kitle temelini genişletmeye çalışır.” 10 Faşizm hangi devlet güçlerine dayanarak iktidara geliyor? Cevapsız bırakarak diğer alternatife geçiyorum: Faşizmin kitle desteğine sahip olduğu koşullar. Bu koşullarda faşizm parlamentoyu -yani yeni burjuva demokratik devletin aygıtlarını- kullanarak iktidara geliyor. Tüm bunların ardında bir zorunlu koşul olarak proletaryanın yenilgisi yatıyor. Clara Zetkin bunu vurgulayınca Enternasyonaldeki hiçbir komünist ciddi bir itiraz yöneltmiyor.

Faşizm, karşıtını yenerek konsensusunu kurarak ve rakibinin bozgunundan güç alarak karşı-devrimci iktidarını kuruyor. Faşist devletin en başat özellikleri ise faşizm yıkıldıktan sonra diğer burjuva diktatörlük biçimlerinde varlığını sürdürüyor. Faşizm, ödünç aldığı gerek ideolojik gerekse yönetsel aygıtları burjuva demokrasisine geri devrediyor.

Emperyalizm çağında sosyalist devrimin gerekli tüm önkoşulları olgunlaşmış, devrim çağdaş anlamda güncelleşmiş, buna karşın emperyalist burjuvazi de karşı-devrimi güncelleştirmiş ve süreğen hale getirmiştir. Bizzat bu olgu burjuva demokrasisi ile diğer karşı devrimci burjuva diktatörlükleri arasındaki açığı kapatmıştır. Faşist devlet burjuva devletin o ana dek dolaylı baskı yoluyla gizlediği kimi araçları doğrudan kullanır. Bunu gerçekleştirmek için üstyapısal ve özel olarak hukuki değişikliklere dayanır.

Bu süreci görebilen fakat sonraları III. Enternasyonal tarafından “sol sekterlikle” suçlanan komünistlerin ve kimi partililerin gerçek hataları faşist devleti yanlış kavramaları değildi. Olumlu tespitleri, 1930’lu yıllar için hatalı diğer tezler arasında eridi. Bu hataları beş maddede toparlayabiliriz:

1) Faşizmin tarihsel olarak burjuva demokrasisinin miyadını doldurduğu noktada başladığını vurgulayıp, çelişkiler keskinleştiği için faşist diktatörlüğün proletaryanın tarihsel görevini kolaylaştıracağı tezi.

2) Avrupa’da devrimci durum likide olduğu halde anti-parlamentarist devrimci durum taktiklerine başvurmak.

3) Partinin kendi hiyerarşisi içinde öncü misyonu yerine “proleter militanlığı” öne çıkarmak.

4) İttifaklar politikasında yoksul köylülük ve şehirli küçük-burjuvaziyi önemsememek.

5) Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kurulmasına katkıda bulunabilecek fedakarlıkları ölümcül tavizler olarak algılamak.

Klasik faşizm tahlillerinde, faşist devlet olgusuna bakarken faşizmin hep Avrupa-merkezli bir yorumu baskın çıktı. Faşizmi zaman ve mekan açısından bir ayrık örnek olarak Avrupa’ya sıkıştırmaya çalışan burjuva tezler de bu eğilimi besledi. Oysa, burjuva demokrasisinin de beşiği Avrupa değil miydi?

Emperyalizmi niteleyen eşitsiz gelişme, faşizmin zayıf halkalarda güçlü halkalarda olduğundan daha rahat gündeme gelmesini sağladı. Zayıf halkayı zayıf halka yapan sadece sermaye birikiminin göreli azlığı ve tekelleşmenin geriliği değil, burjuvazinin o ülkedeki tarihinden gelen siyasal/ideolojik çelişkilerinin bir birikimidir. Faşizmin iktidara geldiği ülkedeki burjuva devlet aygıtının sağladığı konsensus burjuvazinin tarihsel eğilimlerine bağlıydı. Burjuva demokratik devrimi gecikmişti ve “geride kalmış burjuvazi” bu devrimi daha önce yapmış ve güdük bırakmış sınıfdaşlarının 1848 ve 1871 sonrası deneyimlerinden ders almıştı. Örneğin Prusya’da burjuva dönüşümler için, burjuvazi proletaryayı yanına müttefik olarak almadı. İtalyan risorgimentosu asla tamamlanmış bir program değildi. Faşizmin görüntüsündeki farklılığına karşın Alman ve İtalyan deneyimi burjuvazinin daha doğuşunda proleter devrimi korkusuyla beslendiğini açığa çıkarıyor ve bu tarihsel eğilim rejimin niteliğine damgasını vuruyor.

Burjuva devleti her şeyden önce ulusal devletti. Hem İtalyan hem Alman faşizmi, sallantıdaki ulusal birliği ve zaptedilemeyen çelişkileri bir uyum içinde zaptetme zorluğundan dolayı -bir zayıf halka özelliğidir- yüksek düzeyde merkezileşmiş, üstyapısal aygıtlarını daha kolay otoriterleştirebilen bir devlet yapısının üzerinde geliştiler. Birbirlerini beslediler. İtalyan faşizminin iktidarı Hitler için büyük dayanak oldu. Fakat bir yandan da birbirlerinin bozgunundan yenilgi ürettiler. Faşist Alman ordularının yenilgisi Mussolini için de çanları çaldı. Bu eşitsiz gelişmenin bir kefesinde de diğer burjuva diktatörlükleri (yani burjuva demokrasileri) duruyordu.

1933’ten sonra sosyalist çıkışı yitiren ortodoks sol, emperyalist kamp içindeki eşitsiz gelişmenin ürünü iki doğrultu arasında sıkıştı. Tercihe mahkum oldu. Faşist devletin sosyalist kavranışından uzaklaştı.

Yarım yüzyıllık bir yenilgi sonrası mütevazi bir misyonu bugünlere devretti.

Dipnotlar

  1. Clara Zetkin, Enternasyonal Y.K. III. Plennuma sunulan rapor.
  2. E. Leverenz, Komünist Enternasyonal’de Faşizmin Tahlili Sol yay., 1975, s.100-201 arası.
  3. Vladimir Potyemkin, Diplomasi Tarihi, May yay., 1980, s.206, 207, 218.
  4. V.İ. Lenin, Burjuva Demokrasisi Ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol yay., 1977, s.151.
  5. V.İ. Lenin, Toplu Eserler, c.28, s.235.
  6. F. Engels, Seçilmiş Eserler, c.3, s.327.
  7. K. Marx, L. Bonapart’ın 18 Brumaire’i, s. 98, 99.
  8. Nolte, The Concept of Fascism, s.300.
  9. V.İ. Lenin, Toplu Eserler, c.25, s.413.
  10. G. Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, s.132.