Gelenek: Buharlaşma mı? Katılaşma mı?

Gelenek 30 yaşında. Yalnızca bir yayından değil TKP’ye hayat veren bir birikimden, adlı adınca bir hareketten söz ediyoruz.

Devrimci hareketlerin özellikle ilk evrelerinde bir yayınla anılması, onunla özdeşleştirilmesi son derece doğal. Yola çıkış aşamasında, henüz daha toplumsal bir varlık haline gelmemişken, işe kendini ifade ederek soyunmak bir temel siyaset kuralı. Türkiye’de ve dünyada önce bir yayın, sonrasında parti formuyla faaliyet yürüten çok sayıda hareket var. Kimi örneklerdeyse yayının siyasi örgütten çok daha etkili, çok daha kalıcı olabildiğine tanık olundu.

Bizde bir fark var, Gelenek, 1986 Kasımı’nda aylık bir dergi olarak okurla buluştuğunda, bu adla anılacak bir örgütsel yapı, kuruluş evresini tamamlamış bulunuyordu. Dolayısıyla Gelenek bir yandan özgün teorik üretimiyle siyasi harekete biçim verirken bir yandan da hareketin ilke ve olmazsa olmazları tarafından biçimlendiriliyordu.

Yani Gelenek, bir dergi olarak henüz daha sıfır noktasındayken, hangi konuda hangi doğrultuyu işaret edeceği büyük ölçüde belli olan bir yayındı!

Böyle bir müktesebatın oluşumuna kuşkusuz 1979-80 yıllarındaki Sosyalist İktidar dergisi katkı koymuştu ama araya 12 Eylül darbesi girmiş, ülke koşulları epeyce farklılaşmıştı. Daha önemlisi, Sosyalist İktidar, bir örgütsel çıkıştan ziyade, Türkiye’de partili geleneği teorik ve siyasal açıdan sorgulayan bir deney anlamına gelmiş, objektif ve subjektif nedenlerle bu sorgulayışı örgütsel bir düzleme taşıyamamıştı.

Gelenek bu açıdan bir arayışın değil, kaba hatları belirginleşmiş bir oluşumun aracı olarak görülebilir. Öyle ki, dergi Gelenek hareket Gelenek’in rotasına neredeyse hiç müdahale etmedi, ona zenginlik, derinlik ve heyecan kattı. Örgüt, derginin her zaman önünde gitti. Belki de bu nedenle Gelenek dergisi çok etkili oldu. Yayından nasıl ve ne için yararlanacağını bilen bir yapıydı Gelenek. Dergi bir yandan yeni yeni yüzünü göstermeye başlayan Türkiye solundaki tartışmalara Marksist ortodoksi ile yaratıcılığı birleştirerek müdahil olurken, başat misyon olarak hep örgüte, daha doğrusu son derece verimli bir kadrolaşmaya hizmet etti.

Bugünden baktığımızda rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Gelenek, Türkiye’de başka hiçbir yayın organının başaramadığını gerçekleştirerek, bir hareketin üzerini örtüp kendisine mahkum etmeden onun insan kaynaklarına sistematik ve tutarlı bir biçimde güç aktarmıştır.

Özetle, 30. yılında, Gelenek’i yalnızca bir dergi olarak değil, bir siyasal hareket, bugün TKP’de cisimleşmiş bir siyasal misyon olarak değerlendirirken içimiz rahat olmalı.

Peki ne yaptı bu hareket?

Liste uzun.

En önemlisinden başlayayım.

Heyecan yarattı. Küçük ama anlamlı bir çevrede iddialı olmakla gerçekçilik arasındaki denge sağlıklı bir biçimde kurulurken, aklın yetmediği yerde aradaki boşluk duygudaşlık ile dolduruldu. 12 Eylül’ün solu ittirdiği dar alandan çıkışın, küçük dünyaların reddinin gerektiğinde toplu iğnenin ucu olmaktan geçtiğini bilmenin sorumluluğuyla hareket ederken kentli bir örgütsel kültürün gelişmesi için yine duygulara başvuruldu.

Bugün o dönemin kadro birikiminin hatırı sayılır bölümü olması gereken yerde, bazıları yorgun ya da kırgın ama yakında, kimileri farklı tercihlerde bulundu, kızgın ve tepkili olanlar, unutmak ve unutulmak isteyenler de var kuşkusuz.

Hepsi birlikte çok değerlidir ve işin duygu kısmına dönecek olursak, o heyecan yeniden üretilecektir.

Başa yazılması gerekeni koyduktan sonra devam edelim. Bu heyecanın hastalıklı hale gelmesini engelleyen, Gelenek’in Türkiye solunda liberal rüzgarın bertaraf edilmesinde üstlendiği roldür, Gelenek’in çok büyük bölümü 20’lerini sürmekte olan genç kadrolarının bu rolü fark etmeleri, onun gereğini yerine getirmeleridir.

1980’lerde kendisini iyiden iyiye hissettiren, 90’larda yeni biçimler alan ve bugün her fırsatta uğursuz yüzünü gösteren “sol liberalizm”, Türkiye’de ve dünyada genellikle, yaşanan geri çekiliş hatta yenilgilerin etkisiyle açıklanır: “Devrimcilikle olmadı, düzen içinde mevzi kazanmanın yolunu bulalım”.

Toplumsal mücadelelere böyle bir mekanizmanın içkin olmadığını söylemek tuhaf olur. Hedefe dönük hamlelerin sonuç alıcı olmaması durumunda hedefin gözden geçirilmesi anlaşılır ama birçok örnekte yıkıcı sonuç doğuran yaygın bir davranıştır.

1980’lerde solda kendini hissettiren liberal iklimi besleyecek ölçüde ağır bir “psikolojik hasar” kuşkusuz mevcuttu. Ancak soldaki liberal yönelimin asıl kaynağını 80’lerin bütününe damga vuran karşı-devrimci dalgada aramak gerekir. Sol liberalizm, bu dalgaya tutunmuş, deyim yerindeyse saldıran tarafta durmuştur.

Gelenek dahil, Türkiye solunda, bu gerçeği bütün açıklığıyla itiraf edebilecek hiçbir özne bulunmadığı için kesin sınırlar çizilmedi, 12 Eylül ortamında kimse ek bir daralmayı göze alamıyordu, sonuçta liberalizm solun sınırları içinde karşılandı. Sovyetler Birliği ve dünya sosyalizmine karşı sürmekte olan azgın saldırının organik parçası olan liberal solun aslında sol olmadığı söylenemeyince görev, sol içinde liberal etkinin kırılmasına, onun kapladığı alanın daraltılmasına dönüştü.

Evet, Gelenek’in o dönem “reformizm” olarak adlandırdığı liberal yönelimi, solun sınırları dışında konumlandırabilecek gücü yoktu. Tam tersine, henüz neredeyse rüşeym haldeki bir hareket olarak Gelenek, son derece sıkışık bir alanda liberalizmle göğüs göğüse mücadele etmek, onu milim milim geriletmek durumundaydı. Zaten liberalizm, solda o dönem pek de liberal bir görüntü vermeyen troçkist-yeni solcu öbeklere tutunarak kendisini çoktan sağlama almıştı. Kimse liberal solu kapı dışarı atmaya istekli değildi. Zaman içinde görüldü ki, karşı devrimci saldırının organik parçası olan liberal sol ile solun diğer kesimleri arasındaki bağlar da organikti ve liberalizm kendi saadet zincirini oluşturmuştu.

Gelenek, liberalizmi soldan dışarı atamadı ama onun sol içindeki etkisini zayıflattı, liberalizm belirlenimli bir sol tahayyülün egemen olmasına engel olmak konusunda üzerine düşeni fazlasıyla yaptı.

Esas itibariyle ideolojik bir mücadeleydi burada söz konusu olan ancak bu mücadele, aynı zamanda, solun yenilenmesi gereken insan kaynaklarının akacağı kanalları tutmak gibi bir başka boyuta daha sahipti. Bu kanallar dar olduğu ölçüde değerliydi ve başka birçok ülkede olduğu gibi, troçkizm-yeni sol varyantları bu kanallara göz dikecek ölçüde kendilerini “meşrulaştıran” bir tarihsel kesitten geçildiğine inanmaktaydı.

Çözülmekte olan Sovyet sosyalizmi reformizmi temsil ediyordu ve Marksizm bu kez troçkist ya da yeni solcu bir temelde devrimci hüviyetini yeniden kazanacaktı.

Gelenek bir yandan Sovyetler Birliği ve Üçüncü Enternasyonal deneyimini, onu tarihsel bir hata olarak gören “eski komünist” liberallere yedirmezken, diğer yandan o deneyin sonlanışını devrimci bir rönesansa açılış olarak göstermeye kalkan yeni solun göz boyamacılığına karşı cisminden çok daha büyük bir direnç yaratmayı becerdi. Örgütlü mücadele için arayışta olan Türkiye’nin genç kadro adayların “Yeni Düşünce” adıyla köhnemiş bir sosyal demokrasiyi pazarlamaya kalkanlara zerre itibar etmemesinde ve yeni solun düşlediği çıkışı yapamamasında Gelenek’in rolünü kimse inkar edemez.

Andığımız kesit aynı zamanda ortalamacılığın hiçbir zaman işe yaramayacağını da göstermiştir. Gelenek liberalizm ve yeni solla mücadelesinde, örselenmiş ve çözülmekte olan Sovyet mirasının çok sorgulanan kısımlarını elden çıkararak durumu idare etmek yerine, “saldırganların” üstüne üstüne gitmiş, vezirin düşürülmesine izin vermemiştir.

Özetle, Gelenek, bazı Sovyet yöneticilerinin ve batıdaki kimi komünistlerin düştüğü tuzağı erken fark etmiş ve liberallerin dünyasında iyi kabul görme beklentisiyle hareket etmek yerine o dünyayı karşısına almıştır. Gelenek’in bazı konulardaki köşeli yaklaşımında, örnek olsun sivriltilmiş Stalin ısrarında, Sovyet deneyine ilişkin bazı eleştirilerden kolayca kurtulmaya kalkmanın eldeki her şeyin kaybıyla sonuçlanacağına ilişkin bir tarihsel kavrayışın yattığını söyleyebiliriz.

Bir yandan geleneğe yaratıcı bir müdahalede bulunup onu yeniden üretirken, diğer yandan kimi noktalarda düpedüz muhafazakar bir konumlanış sergileyen Gelenek, tarihsel miras söz konusu olduğunda uçlara yönelme cesareti sayesinde siyaset kültüründe de ortalamacılıktan uzak durabildi. En zor anlarda dahi kendini sağlama alan bir siyaset kültürü hareketimize yerleşemedi. Bunu deneyenler hep kaybetti.

Gelenek’in teorik yaratıcılığını, ideolojik şiddetini ve siyasal cesaretini ilginç biçimde muhafazakarlığına borçluyuz! Sabit ayak yere sağlam basıyor, özgür hareket etmeyi kolaylaştırıyordu. Bu açıdan Gelenek, sosyalist iktidar perspektifini ve sosyalist devrimci bir programı merkeze koyan, örgüt-hareket denkleminde çubuğu örgüte büküp merkeziyetçi bir iç kültür geliştiren, Sovyetlerde sosyalist kuruluşun kritik bütün uğraklarına kıskançlıkla sahip çıkan, Kürt sorununda ısrarla sınıfsal bakış açısını savunup ulusların kaderlerini tayin hakkını fetişleştirmekten kaçınan, Bolşevizmin Jakobenizmden devraldığı devrimci mirasın öncü parti kavramına kattığı derinliğe özel yer veren bir hareket için fazlasıyla yenilikçi ve gelişkindi.

Ama işte; bunlar olduğu için Gelenek söz konusu gelişkinliği yakalayabildi.

Gelenek’in dokunulmazlarıydı bunlar, sonra bazı ekler geldi zaman içinde ve tekine dahi dokunmaya kalkan başkalaştı, kaybetti.

Gelenek ve sonrasında TKP için “iyi ama Kürt hareketine fazla mesafeli”, “iyi ama fazla Stalinci”, “iyi ama demokrasi mücadelesini çok hafife alıyor”, “iyi ama aşırı merkeziyetçi” diyenler, aslında hareketin varlık nedenlerini sorguluyorlardı.

Evet bütün bu sayılanların dokunulmazlığı var.

Hareketimizin standartlarından söz etmekteyiz. Kimilerimizin varlık nedeni haline gelen, kimilerinin gönüllü olarak boyun eğdiği ama bu hareketin her durumda sine qua non’u haline gelen ilkelerden.

Gelenek bir dergi olarak bu standartlarda son sözü söylemiş değil. Bütün bu konularda çok sayıda yazı üretildi, bu üretim kesintisiz devam ederken, standartların sürekli yeniden biçimlendirileceği de açık. Amacı “güçlendirme” olan bir biçimlendirmedir gündemde olan, gerçeklik karşısında inandırıcılığını yitirdiği ya da soluksuz kaldığı varsayılan kimi değerlerin başkalaştırılmasıyla sonuçlanacak bir uyarlama girişimi değil.

Nedir uyarlamak?

“Baskılar çok arttı, demokrasi mücadelesine daha fazla önem vermeliyiz” bir uyarlama girişimidir. “CHP ve HDP’yi iki ucundan tutarak devrim cephesine yol açmaya kalkmak” bir uyarlama girişimidir. Seçimleri sistemi siyasal ve ideolojik açıdan sarsabilecek bir dizi düzlemden biri olarak görmek yerine, şu ya da bu konjonktürde devrimci stratejinin temel kanalı olarak tanımlamak bir uyarlama girişimidir. Sosyalist devrim tezi ile demokratik devrim tezinin sentezlenebileceği ve bu melez güzelinin devrimcileştirici bir aşı anlamına geleceği düşüncesi bir uyarlama girişimidir. Öncülük ve parti anlayışını Marx ve hatta Lenin’e başvurarak çok sesliliği meşrulaştıracak bir yeniden okumayla ele almak bir uyarlama girişimidir. “Parti toplumsal hareketlerin bileşkesidir” tanımı bir uyarlama girişimidir.

Ve hepsi Gelenek’in inkarıdır.

Oysa Gelenek, kendi standartlarını katılaştırmadan yoluna devam edemez. 30 yıl boyunca böyleydi, bugün de aynısı geçerli. İster teorik düzlemde, isterse siyasal pratikle bağlantılı olarak, yeniden üretim eldekileri başkalaştırarak değil, tahkim ederek gerçekleştirilmek durumunda. Esnekliğin sert fırtınalara direnci artırdığı doğru olmakla birlikte, sözünü ettiğimiz standartların temelle, kökle ilgili olduğu unutulmamalıdır. Bunlarla oynanmaz.

Bana göre Gelenek’in en büyük başarısı, kendini tarif etme döneminden, kendini açma dönemine geçtiği ve 1992’de parti formunu aldığı dönemde, bu yeni düzlemin mevcut kural ve alışkanlıklarını değil, kendi standartlarını veri almakta inat etmesi, bu inadın yol açtığı riskleri göze almasıdır.

1992’de Sosyalist Türkiye Partisi kurulmadan önce Gelenek’in önünde belirginleşen seçeneklerden biri liberallerin de içine yerleştiği bir projeye devrimci meşruiyet ve dinamizm kazandırmaktı. Daha sonra “siz gelseydiniz Sosyalist Birlik Partisi çok farklı bir yere gelirdi” sözünü çok işittim. Bunu önerenler vardı, tercih edenler de…

Kuşkusuz fark olurdu, Gelenek biterdi.

1993’te, aynı yıl Sosyalist İktidar Partisi adını alan STP’de yaşanan ayrışmanın özünde de bu vardı; liberal bir projeye eklenip eklemlenmeme. Gelenek’in ilk yıllarında ortaya çıkan ve yazının başında değindiğim liberalizmle aynı dünyanın iki farklı unsuru olarak mücadele etme zorunluluğu sonsuza kadar geçerliliğini koruyamazdı, Gelenek’in ilk fırsatta liberalizmle dünyasını ayırması gerekiyordu, ilk dönemin ardından bu cesur adım atıldı.

Sosyal demokrasi ya da liberalizme yanaşma, tarih boyunca “onu dönüştürme” veya sola çekme iddiası ile rasyonalize edilir. Gerçek bunun her zaman tam tersidir, düzen siyasetinin meşruiyetini kabullenme, onun şeklini alma, kendini o dünyaya uyarlama…

Artık bunu ad zikrederek vurgulamakta hiçbir sakınca yok, Sosyalist Birlik Partisi’nin Türkiye soluna hiçbir faydası olmamıştır. Zararlarını sıralamaya gerek yok, bir tanesi yeter: Enerji eksiltmiştir.

Bu projenin devamında gelen Ufuk Uras ÖDP’si için de benzer bir durum geçerlidir. ÖDP’nin ana damarı olarak duran Dev-Yol hareketi dahil olmak üzere, bu partide sol birikimin parçası olarak yer alan herkes zarar görmüş, hareketimizin o yıllarda haklı olarak “bir tasfiye projesi” olarak adlandırdığı bu oluşumun günahlarına ortak olmuştur. Liberalizm o yılların ÖDP’sinin yarattığı meşruiyeti bugün bile tepe tepe kullanmakta, dahası buna çanak tutanlar liberalizmden bir türlü yakalarını kurtaramamaktadır.

Söz konusu tasfiye operasyonunun tutmamasının nedenlerinden biri hareketimizin 1990’lı yıllarda “katılaşma”yı sürdürmesidir. Maliyetlerini ödeyerek.

1993’te hareketimizin dışına düşenlerin bir bölümünün 2001’de “dönmeleri”nin nedeni tam da buydu: Bu katılaşmanın küçülmeyle sonuçlanmayacağı ortaya çıkmış, tasfiye operasyonu solun temsiliyetini liberallerin tekeline vermeyi becerememişti. Sonuçta liberalizmin toplumsallaşma olanaklarından yararlanmak yerine, devrimci bir geleneğin koruması altına girmeye karar verdiler. Bizim cephemizde hareket güçlü olduğu sürece böyle bir zihniyetin varlığı bir tehlike oluşturmuyordu; kendi standartlarını dayatarak, bu standartlarla uyumsuz unsurları uyuma zorlamak, siyasal etkiyi artırma uğraşının doğal uzantısı olarak görülmeliydi. Aynı unsurların hareketimizin zayıf düştüğü bir anda, 2014’te yanlarına başkalarını alarak bir kez daha liberalizme sığınması da bir noktadan sonra şaşırtıcı değildir.

Ve bugün küçük ve hiçbir hükmü olmayanlarla birlikte, “devrimci” bir topak oluşturarak liberal dünyaya meşruiyet kazandırma çabasına girildiği bir sırada hareketimizin yeni bir “katılaşma” sürecine giriyor oluşu da bir rastlantı olarak görülmemeli.

Bugünkü “katılaşma” ihtiyacının hem nesnel hem öznel nedenleri var. AKP Türkiyesi, Türkiye solunu yıllardır farklı dekorlar kullanarak aynı kavşakla buluşturuyor. “Felaket”, “tehlike”, “mutlak karanlık” gibi adlandırmalara konu olan yoğun saldırıların özgürlükler alanını kısıtladığı, siyasetin aktığı mecraların bir bölümünü kapattığı, AKP Türkiyesi’ne geçmişte ikna olmayan, hatta boyun eğmeyen kesimlerde belli aralıklarla panik yarattığı açık. Bir yol, “geçici” olduğunu ileri sürerek hareketimizin “elimizde olmayan nedenlerle” demokrasi cephesine dahil olmasıdır. Diğeriyse, standartlarımızı güçlendirerek her zamanki gibi devrimci bir sıçramaya yönelmektir.

Düzen içi çözümleri birbirinin karşısına koyup çaresizlik içinde bunlardan birini tercih etmeyi bir zorunluluk, reel siyasetin bir cilvesi olarak görenlerin düşünce mekaniğinde bu çözümlerin birbirlerini tamamladığı gerçeğini görmezden gelme hilesi de var. AKP ile CHP birbirinin karşısında durmaz; CHP AKP Türkiyesi’nin mütemmim cüzüdür örneğin. Bizim geçtiğimiz yıllarda dile getirdiğimiz “restorasyon girişimi”, AKP Türkiyesi’nin yıkılıp yerine başka bir burjuva iktidarının kurulmasını hedeflemiyordu. Sermaye düzeni kendine bağlı bütün unsurları belli aralıklarla yeniden yapılandırır. Daha öznel bir düzlemdeyse sermaye aklı mevcut siyasi aktörlerden birine ne kadar yatırım yaparsa yapsın, bu yatırımın da bir gereği olarak onun dışında kalanları, onun “karşıtları”nı da kollar, onları içine alan, hatta merkeze koyan projeler geliştirir.

15 Temmuz, uluslararası ölçekte bu arayışların hangi boyu ve biçimler alabileceğini gösterdi. O günden bu yana, Erdoğan liderliğinde AKP’nin “mutlak iktidarı”na karar verildiğini düşünenler marksist filan değildir.

Bizim sözünü ettiğimiz kavşakta kararımız, “yükselen ve sürekli sıçrayarak kendini yenilmez hale getiren Erdoğan’la mücadele”yi başa yazmak yerine, bu görüntünün arkasında yatan zayıflıkları sosyalizm mücadelesinin çıkarları doğrultusunda istismar etmektir. Siyasi iktidarla mücadelenin de tek geçerli yolu budur. “Demokrasi cephesi” çığlıklarının, “gün ilkesel davranma günü değildir” sayıklamalarının gerçek anlamının ne olduğunu, bütün bunların hangi güçlere hizmet ettiğini, Türkiye’de ne tür hesapların yapıldığını bilen bir hareketiz biz.

Katılaşacağız.

“Katılaşma”nın büzülmeye değil büyümeye denk düşürülebileceğini birden fazla kez kanıtladık, yine aynısı olacak.

Gelenek adı… Tam da bu nedenle…
30 yıl sonra, güvenle.