Gelişkin Marksist Düşünce ve Siyasallaşma

Sosyalist hareketin önündeki temel sorunun her yeni evrede baştan tanımlanması gerekiyor.

Hareketin bugünkü temel sorunu, gelişkin marksist düşünce ile siyasal pratik arasında buluşma alanları yaratılmasıyla ilgilidir. “Sosyalist hareketin sorunu” dendiğinde, akla hiç kuşkusuz başka birçok başlık gelecektir. Kimisi “birlik” diyecektir, kimisi “kitleselleşme”. Teoride yeniden yapılanmayı ve bir tür teorik açılımı temel sorun olarak görenler de çıkacaktır. Çıkmıştır. Bunların hepsi zorlanmıştır.

Sonuç alınamamıştır.

Bugün, temel soruna ilişkin yukarıdaki tanımda ısrarlı olmak gerekiyor. Bu, öyle keyfi bir tercih değildir. Gelişkin marksist düşünce ile siyasal pratik arasında birtakım buluşma alanları yaratma düşüncesi, diğer sorunların da irdelenebileceği sağlıklı bir zemin oluşturacaktır. Buluşma alanlarının fiilen yaratılması ise, irdeleme bir yana birçok sorunun çözümünü de beraberinde getirecektir.

Şimdi, tanımdaki kimi kavramları açmak gerekiyor. Örneğin nedir “gelişkin marksist düşünce”den kastedilen?

Gelişkin marksist düşünce “teori” değildir. Evet, unsurları arasında teori de vardır; ama kendisi “teori” kavramıyla tanımlanamaz. Örneğin gelişkin marksist düşüncenin unsurları arasında devlet teorisi, sınıf mücadeleleri teorisi, örgüt ve öncülük teorileri vb. vardır. Ama bunların ve başka unsurların hep birlikte oluşturdukları, sistematik bir teori değildir.

Gelişkin marksist düşünce, ana hatları belli, işaret ettiği yönü seçilebilen, ama fazla ayrıntılandırılmamış, salt bilime indirgenmemiş, özgül dürtüleri de barındıran bir çerçevedir. Kesinlikle, birikmiş bilgiden ibaret değildir. Gelişkin marksist düşünce tek tek bireyler tarafından taşınsa bile, siyasal kollektivite ve süreç içinde oluşmuştur. Bu çerçeve, bir yanda marksizmin kaba determinist, pozitivist yorumlarından, diğer yanda da belki kendi içinde daha tutarlı ve sistematik, ama siyasal açıdan işlevsel yanı olmayan teorisist yapılardan kesin çizgilerle ayrılır.

Söylenenleri açmaya çalışacağım.

Marksizmin gelişmesi, belirli bir yerellikteki siyasal üretim ile düşünsel planda içten üretim olmak üzere iki kanaldan gerçekleşmiştir. Örneğin kalıcı ve evrensel sonuçlara ulaşmış olsa bile, leninizm, marksizmin belirli bir yerellik ve siyasallıkta yeniden üretimidir. Son dönemlerindeki Engels’den başlayarak Lukacs’a, Gramsci’ye, Althusser’e ve diğerlerine uzanan isimler ise, marksizmi düşünsel planda ve içten üretmişlerdir.

Gelmek istediğim nokta şu: Marksizm-leninizm, yeni ve özgül düşünsel boyutlar katmadan, hemen bir sonraki adım olarak pratiğe aktarılmayı bekleyen hazır bir teori değildir. Önce bu bilinmeli. Sonra da şu: 20. yüzyılın önemli marksistlerinden ve bunlardan esinlenmiş yapılardan da, marksizm leninizmle kaynaşıp pratik bekleyen bir teori çıkmayacaktır.

BİR YAKLAŞIM TARZI

Peki, bütünsel bir sistem, bir eylem kılavuzu olarak teori nerede?

Sırasıyla gidelim.

Siyasal özne açısından, gerek marksizm-leninizm gerekse önemli marksistlerin teorik çalışmaları, gelişkin marksist düşünceye yönelik sıçrama tahtaları oluştururlar. Bu sıçrama tahtalarının kullanımıyla ortaya çıkan gelişkin düşünce ise, bir teori değil, bir çerçeve, bir yaklaşım, bir düşünüş ve kavrayış tarzıdır. Bu tarzın daha belirgin, daha köşeli yerlerinde elbette leninizm de vardır. Ama ortada olan salt o değildir. Ortada, leninizmi mutlaka içeren, ama özel deneyim bilançosu aracılığıyla onu zenginleştirme görevini hiç boşlamayan bir tarz vardır.

Gelişkin marksist düşünce budur.

Türkiye solunda bu düşünceyi bugün kimlerin temsil ettiğinden söz açmayacağım. Ama şu kadarını vurgulamak gerekiyor: Bugün gelinen noktada, bu tarzın (yaklaşımın, çerçevenin vb.) orasıyla bura-sıyla gene düşünsel sistemleştirme düzeyinde uğraşıp buradan koskocaman bir teori çıkarmaya çalışmanın anlamı yoktur. Bu türden çabalar tıkanmaya, “teorisist” kalmaya mahkumdurlar.

Özetle bugün, gelişkin düşünceyi kendi içinden üretip teoriye ulaşmak mümkün değildir.

Peki, şöyle bir çıkış yolu düşünülebilir mi: Ortada madem gelişkin marksist düşünce var, bunun pratikteki ayağını da yaratalım ve buradan “gelişkin siyasal hareket”i türetelim.

Bence bu kadar basit de değil. Çünkü, bırakın düşünceyi, teori bile tam tamına kendine ait bir pratiği salt kendi içinden yaratamaz. Siyasette, düşünce ile eylemin birliği, ilkinin ötekine dönüşmesiyle değil, ikisi arasındaki örtüşmeyle ilgilidir. O halde, Türkiye sosyalist hareketinin güncel sorunu, gelişkin marksist düşüncenin sıfırdan başlayarak kendine uyan bir siyasal hareket üretmesi değildir. İhtiyaç duyulan, gelişkin marksist düşünce ile mevcut sosyalist pratiğin ve örgütlülüğün buluşabileceği alanların ortaya çıkarılmasıdır.

Özgül bağlandı devrim teorisinin ve yeni bir marksist ekolün üretilebileceği alanlar da bu alanlar olacaktır.

Peki, bu örtüşme ya da buluşma tam boy değil de yalnızca tikel birtakım alanlarda gerçekleşmek zorunda mı?

Bence öyle. Gelişkin düşüncenin bütün boyutlarıyla pratikte yansıması da, yaşananın bütün yönleriyle düşüncede karşılık bulması da mümkün değildir. Bu, hem teorinin hem de pratiğin kendi özgül işlevlerini tüketip gereksizleşmeleri anlamına gelir. Bu, hareketin sonu demektir. Oysa hareketin sonu olmaz. Asıl geliştirici olan, teorik çabalardaki bütünsellik ile bunun pratikte ancak kısmi bir karşılık bulması arasındaki çelişkidir. Dolayısıyla, teorik/pratik etkinliğin her uğrağında, tam boy çakışma değil, nispeten sınırlı bir örtüşme olabilecektir.

Gerekli ve yeterli olan da budur.

Gelişkin marksist düşünce ile siyasal pratik arasında buluşma alanları yaratılması, Türkiye solunun büyük bölümü için gündeme alınması gerekli bir konu bile oluşturmaz. Çünkü, ortada bir kanıksama, boşlamışlık vardır. Örneğin şu tür sözleri çok duymuşsunuzdur:

“Marksist düşünce üretiminde ejderha olsan para etmez; iş pratiğe geldiğinde, nasıl olsa beğenmediğiniz bizlerle aynı şeyleri yapacaksınız. Özetle, siz de demokrasicilik, insan haklarıcılık, özerk demokratik üniversitecilik, protestoculuk, demeççilik, çağdaş çözümlerden yana oluculuk yapacaksınız…”

Türkiye solunun önemli bir bölümü için durum gerçekten böyledir. Öyle ki, sonuçta düzenin yeni söylemine ancak birtakım nicel ekler yapılabilmektedir. “Daha ileri” demokrasi, “daha geniş” haklar, “daha özerk” üniversite, “daha demokratik” seçim yasası, “daha gerçekçi” çevreci yaklaşımlar vb…

Bu konumdaki Türkiye solu, önünde çevrilen çemberlerin içine yerleşip bu çemberlerin çeperlerini dışa doğru itmeyi siyaset yapmak sanmaktadır.

ARA TEORİZASYON

Ne yapılmalı, o halde?

Bence, bir ara teorizasyona gidilmesi, yapılacak işlerin başında gelmektedir. Ara teorizasyondan kastedilen, gelişkin marksist düşünceye ait soyutlamalar ve kavramlarla, mevcut siyasal, ideolojik ve örgütsel pratiğin kaynaştırılmasıdır.

Tekrar ediyorum. Ara teorizasyon, tek başına, ne “marksizmin içinden üretilmesi”dir, ne de verili somutluktan kalkan bir teorik ifade. Ara teorizasyon, atış yapılacak alanları saptamaya yönelik bir tür değerlendirme, keşif hareketidir. Daha açık bir ifadeyle, somut durumun somut tahlilinde ilk etaptır.

“Somut durumun somut tahlili” dendiğinde biraz durmak gerekiyor. Genellikle sanılanın aksine, somut durumun somut tahlili teorik bir etkinliktir. Gene sanılanın aksine, somut durumun somut tahlili somutluğun sınırlı bir bölümüne ya da bir tikelliğe değil, bütün’e ilişkindir. Böyle olmalıdır ki, gelişkin marksist düşüncenin hangi pratik verilerle örtüşebileceği ortaya çıksın.

Sözü edilen bütünlük, iki açıdan geçerlidir. Birincisi, yani yatay bütünsellik, tahlile konu olan somutluğa ilişkindir. Örneğin, somut durumun somut tahliline girişen özne, birtakım soyut kavramlara başvursa bile, ülkedeki burjuvazinin perspektiflerinden sınıf hareketinin konumlanışına, mevcut ideolojik ve siyasal yapılanmalardan ekonominin durumuna ilişkin saptamalara kadar birçok başlığı belirli bir tahlil bütünlüğü içinde birleştirmek zorundadır.

Bütünselliğin ikinci, yani dikey tanımı ise, teorik yapı ve kavramlarla ülkede mevcut duruma ilişkin saptamalar arasında belli bir uyumu öngörür. Ancak, siyasal özne, bu düzeydeki uyumu her noktada ve birebir karşılıkla gerçekleştiremeyecektir. Gerçekleştirmesi gerekmez de. Örneğin verili durumda “bonapartizm” yoksa, teorik kavram dağarcığında böyle bir şey var diye illa bonapartizm yaratmak gerekmez. Bu örtüşmezlik bir zaaf değil, tersine bir gelişme ve geliştirme kaynağıdır. Çünkü mevcut pratiğe ilişkin çözümlemelerle eldeki kavramsal malzemenin ancak bazı noktalarda buluşabilmesi sayesindedir ki, ara teorizasyon süreci sonucunda ön açıcı ileri kollara ulaşılabilir.

Şimdi, bir tür toparlamaya gidilebilir. Bunun için, buraya kadar anlatılanların ortaya çıkardığı işleyiş mekanizmasını özetlemekte yarar var.

Siyasal öznenin bir yanında gelişkin marksist düşünce, öteki yanında ise somut siyasal pratik var. Siyasal özne, ara teorizasyon aracılığıyla, bu ikisi arasındaki buluşma alanlarını saptıyor. Buluşma alanları, siyasal özne açısından bazı özel görevlere ve yüklenme noktalarına işaret ediyor. Sonuçta siyasal özne, bu özel görevlere yönelerek ve belirginleşen noktalara yüklenerek bir hamle yapma şansına kavuşuyor…

Mekanizma böyle işliyor. Artık daha da somut ve açık olunabilir. Somutluk ve açıklık, bugünkü uğrakta ara teorizasyonun hangi özel görevleri işaret ettiğini saptayarak sağlanabilecektir. Kestirmeden giderek, bunları sıralıyorum:

1.Gelişkin marksist düşüncede özel bir yeri olan öznellik/nesnellik ilişkisi bugünkü somut duruma daha net oturtulmalı, siyasal özne bu ilişki içindeki konumunu bir kez daha tarif etmelidir.

2. Siyasal özne, öznellik/nesnellik ilişkisinin verili duruma göre yapılan yeni tanımında, ne tür bir nesne ile uğraşacağını belirlemelidir.

3. Gelişkin marksist düşüncede özel yeri olan tarihselci yaklaşım, siyaset tarzı ve kadro politikası gibi somut konular aracılığıyla yeniden üretilmelidir.

4. Siyasal özne, bilim-teori-ideoloji-siyaset ilişkilerini, bugünkü görevler ışığında bir kez daha gözden geçirmelidir.

5. Siyasal özne, eldeki sosyalist insan malzemesinin oturup yerleşmesi, ilkesel olanın geçici olandan ayrıştırılması gibi görevler karşısında, marksist deneyimselciliği bir kez daha tanımlamalıdır.

Şimdi, bunları tek tek açmaya ve somutlamaya çalışacağım.

ÖZNELLİK ÖNEMLİ AMA…

Türkiye sosyalist hareketinde, öznel etmenin önemini vurgulayanlar yerinde bir iş yapmışlardır. Marksizmin kaba maddeci, doğrudan belirlemeci yorumlarına yönelik eleştiride başı çekenlerden birinin Gelenek olduğunu bilerek bunu yineliyorum.

Gelgelilim, siyasal öznenin etkinliğine tanınan alanın sınırsız sayılması sonuçta marksizmin de facto reddine varacak bir abartıdır. Öznel etmenin önemi, insanları, her kapıyı açacak bir maymuncuk bulunduğu sanısına götürmemelidir. Daha ilerisi de söylenebilir: Siyasal öznenin etkisine sınırsız alan tanınması durumunda, örneğin eşitsiz gelişme, zayıf halka gibi leninizme içsel kavramların da fazla anlamı kalmayacaktır. Öyle ya, öznellik ve siyasal irade her derde deva ise oturup zayıf halka aramanın ne gereği olabilir ki?

Öznelliğin abartılması, siyasal öznenin sahiplendiği, bilim-teori-ideolpji-siyaset diye giden hiyerarşi ve dengede de önemli sarsıntılar yaratacaktır. Örnek vereceğim. Türkiye solunun diri kesimleri Laclau/Mouffe tezlerini kıyasıya eleştirdiler ve iyi de ettiler. Laclau/Mouffe tezleri, doğrudan doğruya siyasal öznelliğin abartılmasıyla ilgilidir. Laclau/Mouffe tezlerindeki öznellik abartısı, az önce betimlenen zincirin tamamına “ideoloji” halkası ile nüfuz etmektedir. Öznelliğin, örneğin ideoloji halkasında bu şekilde abartılmasının, bilim, teori ve siyaset halkalarını çürütmemesi, aradaki hiyerarşiyi ve dengeleri bozmaması düşünülemez.

Güzel, ama hep böyle olmuyor. Gene örnek vereceğim. Öznelciliğin, Kürt ulusal hareketine yönelik yaklaşımlar dolayımıyla zincirin bu kez siyaset halkasına aşırı baskıda bulunduğunu, çürümenin buradan bilime ve teoriye de sirayet ettiğini kim inkar edebilir Söylemek istediğim, çok açık olarak şu: Ulusal sorun konusunda öznellik çubuğunun güncel siyasetten yana fazla bükülmesi halinde, bilim, teori ve ideoloji halkalarının kızoğlankız kalacaklarını kimse düşünmemelidir. Özetle, Laclau/Mouffe tezleri karşısında celallenen marksistlerin, ulusal hareketin karmaşık belirlenimli öncüsüne “marksist” sıfatı yakıştırırken hiç tereddüt etmemelerini anlamak mümkün değildir.

Öznellik/nesnellik ilişkisi bağlamında değineceğim ikinci noktanın ilkinden daha önemli olduğunu düşünüyorum.

Siyasal özne, çevresinde, neresinden olursa olsun kendini özgürce içine atabileceği bir “nesnellik denizi” olduğunu sanmamalıdır. Şunu anlatmak istiyorum: Siyasal öznenin karşılıklı etkileşime gireceği nesnellik, inceltilmemiş ve tümel bir dış dünya ya da en geniş anlamıyla “kitleler” değil, bir başkalaşmış nesne (meta-obje) olmak zorundadır.

Sosyalist özne’nin başkalaşmış nesne gereksinimi nisbeten dar kalınan, kitlelere yeterince ulaşılamayan dönemlerle sınırlı değildir. Hareket geniş yığınlar üzerinde gerçekten etkili olduğu dönemlerde bile, bu etki ancak dolaylı olarak gerçekleşebilecektir. Elbette bu ayrıca tartışılabilecek bir konudur. Şu an için önem taşıyan ise, hareketin bugünkü başkalaşmış nesne gereksinimim tanımlamaktır.

Tanımlama, iki alanda yapılabilir. Birinci alanda, “kitle”nin içinden gelen, ama bir bakıma artık “kitle olmayan” işçiler, öğrenciler, aydınlar vardır. Bildikleri ve buldukları için değil, sorguladıkları ve aradıkları için başkalaşmışlardır. Bunlar, sendikal çemberi bir ölçüde de olsa kırmış işçiler, “özerk-demokratik üniversite” söylemini ve dernekçiliği aşmış öğrenciler, demokrasiciliği geride bırakmış aydınlardır. Birtakım yaygın ve “kitlesel” şeyleri geride bırakmaları, en ilerisine ulaşmış olduklarını göstermez. Böyleleri, içinden çıktıkları yere göre başkalaşmalardır; ama siyasal özne olmak için gerekli netlikten, tercih ve bağlanmadan henüz uzaktırlar.

Sosyalist öncü’nün “başkalaşmış nesne” si, bir bölümüyle bu ögelerden oluşacaktır. Dahası, bu olgu bir süreklilik taşıyacaktır. Çünkü, ne böylelerini yoğuracak özne (sosyalist siyasal hareket) ne de üretecek ana kaynak (kitlesellik) hiç tükenmeyecektir.

Okuyunca kızacaklar; ama, sosyalist özne’nin yöneleceği özel bir “başkalaşmış alan” da Türkiye’deki sol/sosyalist grupların ve insanların bulundukları alandır.

Bu konudaki düşüncemi açıkça ifade etmek istiyorum: Sosyalist bir partinin üyesi olarak, bu hareketi siyasal özne sayıyor ve öyle tanımlıyorum. Ancak, bu ülkede başka marksistlerin, sosyalistlerin, komünistlerin olduğunu da hiçbir zaman inkar etmedim etmiyorum.

Ardından, ” sorun” u şöyle tanımlıyorum. Türkiye’deki sosyalist topluluk, gelişmek için, içeriden bir ögenin üstbelirleyiciliğine muhtaçtır. Bundan kastedilen, soldaki öbeklerin, kendi iç süreçlerinin ötesinde, sol içi bir siyasal özne tarafından yeniden konumlanmaya mecbur bırakılmalarıdır. Açık konuşmak gerekirse, sol içi üstbelirlenimde “söz”ün işlevi artık tükenmek üzeredir. Başka deyişle, ideolojik konumlanışta, teorik tartışmalarda vb. sergilenecek tutarlılıkların etkisi, daha bir süre oldukça sınırlı kalacaktır. Bundan sonrası, “yapılan iş” e kalmıştır.

Daha sonra değineceğim “marksist deneyimselcilik”, bir yanıyla buna ilişkindir.

NEDEN TARİHSELCİ YAKLAŞIM ?

Buluşma alanında öne çıkan, somut görevlerin çerçevesini çizip yönünü belirleyen bir ilke de tarihselciliktir.

Güncel’i anlamanın en iyi yolunun tarihselci yaklaşım oluşu, ilk bakışta ters gelebilir. Kimileri için tarihselci yaklaşım, ancak geçmişin hakkıyla çözümlenmesinde işlevli olabilir. Bundan ise, güncelin payına pek az şey düşecektir…

Oysa, hiç de böyle değildir. Tarihselciliğin asıl işlevi (burada marksist tarihselcilikten bahsediliyor) dolaylı yoldan da olsa, güncel’in saptanmasında belirginleşir. Güncel olan’ın özgüllükleri, geçmişe yönelik tarihselci yaklaşımın saptayacağı “geçmiş özgüllükler” dolayımıyla ortaya çıkar.

Buradan atlayacağım yer de şu: Sosyalist hareket, kendi güncel pratiği içinde, tarih dışı, soyut “komünist militan” tipolojisini sorgulayıcı tarzda ele almalı, örgütsel işleyişteki kimi mekanizmalara tarihsellik dışı genel geçerlilik yakıştırmaktan kaçınmalıdır.

İyi anlaşılsın diye ilkini örnekliyorum: Bugün Türkiye sosyalist hareketine örneğin bir Babuşkin’in, Kollontay”ın, Kamo’nun gerektiğini hiç düşünmüyorum. Bu insanların kendi tarihselliklerin-de çok değerli ve seçkin olduklarını kabul ediyorum elbette. Ama, bu özel belirlenimi taşıyan insanların bugünün Türkiyesi’nde de ortaya çıkabileceklerini hiç sanmıyorum. Günümüz Türkiyesi’ndeki komünist bir başka türlü bağlanmış, bir başka türlü gerçekçi (ve hayalci), bir başka türlü romantik, bir başka türlü öfkeli olmalıdır. En iyi komünist tarih nezdinde sabit birtakım özellikleri taşıyan komünist değil, güncel’in dayattıklarını en iyi karşılayan bunlara en iyi tepki veren komünisttir.

Tarihselci yaklaşım, örgüttük öncülük alanında bazı güncel görevlere işaret ediyor mu

Bence ediyor. Bugün sosyalist öncü’nün iki boyutta sıkıştığını görmek gerekiyor. “Sıkışma” sözcüğünü peşinen olumsuz anlamda kullanmıyorum. Tersine, burada, öncü’nün sağlık düzeyini yükseltebilecek bir sıkışmadan sözediyorum.

Sıkışma, sosyalizmin mevcut kadrolarıyla ilgilidir ve şudur: Bugün, teorik, ideolojik ve siyasal algılama kapasitesinin, örgüt bilincinin, sorun saptama ve çözüm bulma becerilerinin üstten ve alttan sıkışması sonucunda, kadrolar arasındaki mesafe daralmıştır. Kuşak ve deneyim farklılıkları, bugün, eskisine göre daha az önem taşımaktadır.

Güncel’i daha iyi görmek için yakın geçmişe bakalım.

1961-71 TİP’inde, Parti’nin üst düzey yöneticileri ile sade üye arasındaki siyasal perspektif, tarih bilgisi, teorik donanım, algılama vb. farklılıktan oldukça ileri boyutlardaydı. Aybar “Proudhon’u okuyun” dediğinde, ortalama TİP’li bu adı hiç duymamıştı bile. TKP’nin iç hesaplaşmalarıyla ilgili olup üst düzeye yansıyan çekişmeler ise, sade üyenin büsbütün bihaber olduğu konulardı. Bunun gibi, başka pek çok örnek verilebilir.

Aynı dönemin MDD hareketi, bu konuda TİP’ten hiç de farklı durumda değildi. Mihri Belli’den Mahir Çayan’a; Vahap Erdoğdu, Muzaffer Erdost ve Doğu Perinçek’ten Ulaş Bardakçı’ya kadar uzanan üst düzey MDD kadroları ile sade Dev- Genç’li arasındaki mesafe, belki de TİP’te olandan daha fazlaydı.

Benzer mesafeler 1973-80 arasında da geçerliydi. İkinci TİP, TSİP, TKP, Dev-Yol gibi hareketlerde, üst düzey kadrolar, hep “tabanın pek bilmediği” daha içrek bir perspektife sahip olmuşlar, nisbeten ayrık bir psikoloji taşımışlardır.

Bugün ise durum farklıdır ve sıkışma olgusunun birinci boyutu da buradadır. Koşullar, bir yanda eski kuşaklarla kadroları, diğer yanda ise ’80 sonrasının genç sosyalistlerini üstten ve alttan sıkıştırıp benzer belirlenimlerin altına yerleştirmektedir. Bunun nedeni, ne eski kuşakların soluğu tüketmeleri ne de yeni kuşakların harikalığıdır. Sıkışmanın asıl nedeni, tıkanmadır.

Evet, mevcut bütün kadroları sıkıştırıp nispeten daha türdeş kılan, yaşanan tıkanıklıktır. Sosyalist hareketin, örneğin yepyeni bir teorik yapılanma, seçkin bir kesimin çizdiği özel bir perspektif ya da o güne dek kimsenin aklına gelmemiş bir örgütlenme modeli ile bu tıkanıklığı aşması mümkün değildir. Tıkanıklık, hep birlikte katkılar arasındaki belirleyicilik farklarının azaldığı örgütlü siyasal mücadele ile aşılacaktır. Bu mücadelede, 30 yıllık kadronun dağarcığında bulunanlar, 2-3 yıllık militanın düşünebildiklerinden çok da ötede değildir. Kimsenin elinde hazır reçete, harita vb. yoktur. Yol, hep birlikte bulunacaktır.

Bu, potansiyel bir avantajdır. Bu avantajın, gerçekliğe dönüştürülmesi gerekiyor.

BİLİM, TEORİ VE İDEOLOJİ

Bu ara başlığın girişini somut bir örnekle yapmak istiyorum. Şu adlandırmaları bir düşünün: Proleter şoför, türedi burjuvazi, kompradorsuz Türkiye, kodamanlar, ikinci milli kurtuluş savaşı, Amerikan işgali altındaki 35 milyon metrekare toprak, horlanan insan, ağalar düzeni ve daha nicesi… Bunları, 1961-71 dönemi solu, yani solun kitleselleştiği bir dönem üretmiştir. Bu sayılanların hiçbiri bilimsel değildir. Hiçbirinin, sağlıklı teorik gerekçesi yoktur.

Ama Türkiye solu 1961-71 döneminde el yordamıyla da olsa bir ideoloji üretmeyi başarmıştı ve işin daha önemlisi, bu ilginç ideolojik yapı ve söylem “kitlelere” de yansıyabilmişti.

Bu örneği, bilim-teori-ideoloji-siyaset zincirine yeniden dönmek için verdim. Burada üzerinde durmak istediğim halka, ideoloji.

“Hımm” diyenler için: Bugün bilim ve teori ile ideoloji arasındaki mesafenin 1961-71 dönemindeki kadar açılması gerektiğini söylemiyorum kesinlikle. Ama şunu çok açık olarak söylüyorum: Sosyalist hareket, salt bilim ve teori ile, bırakın geniş anlamda kitleleri başkalaşmış nesnesine bile ulaşamayacaktır. Sosyalist hareketin başkalaşmış nesneyi süreç içinde içselleştirebilmesi, “kendinde ideoloji” ile “kendiliğinden ideoloji”nin bir temas noktası bulmasıyla mümkün olacaktır.

Kendinde ideoloji’nin üreticisi, siyasal öznedir. Kendinde ideoloji, sosyalist ideolojidir. Peki sosyalist ideoloji bilimden ve teoriden hangi anlamda farklıdır?

Bu sorunun açık bir yanıtı olduğunu sanmıyorum ve onun için açık bir tanım öneriyorum: Sosyalist ideoloji, marksist çözümleme sonucunda ortaya çıkan bütünselliğin, o haliyle değil, düzenden yana birtakım ideolojik/kültürel engellere ve perdelere karşı düşünülen savunucu ve saldırıcı takviyelerle birlikte dışa aktarılmasıdır.

Dikkat edilmeli: Burada bilim de vardır teori de. İkisi de, bütünselliğin marksist çözümleme süreçlerinde ortaya çıkarılması için vardır. Ama dışa aktarılan, tek başına ne bilimdir ne teori. Dışa aktarılacak olan, ideolojidir.

Hemen eklemek gerekir. Marksist çözümleme süreçleri, dış dünya ile somut etkileşim olmaksızın da gerçekleşebilir. Ancak, dışa yansıtılacak çözümlemeye ideolojik takviye yapmak, ancak somut siyasal ilişki ve etkileşim sonucu mümkün olabilecektir. “Kendinde ideoloji”nin üreticisi bilinçli özne, bu üretimin tamamlanması için dışa dönmek zorundadır.

Dışarıda ne var?

Dışarıda “kendiliğinden ideoloji” var. Bu da yaşama, ülkeye, bireyin durumuna ilişkin bir tür bütünsel algılamaya dayanır. Ama bu aşırı kırılmış bir algılamadır. Aşırı kırılmayı yaratan, şeylerin özü ile görünümünü ayırdedememek (çünkü, kendiliğinden ideolojiyi üreten kitle, marksist yöntem kullanmaz) ve düzenden yana kapsayıcı ideolojilerin etkilerini barındırmaktadır. Kuşkusuz burada düzenden yana bilinçli ve tercihli unsurlardan değil, geniş anlamda kitleden sözediyorum. Burjuva ideolojisi, kitleler tarafından hiçbir zaman tam içselleştirilemez. Kitleleri tanımlayan ideolojik belirlenim, burjuva ideolojisinin parçalı (ve kırılmış) etkileriyle, somut gerçekliğin gene kırılmış algılanışı sonucu ortaya çıkan ideolojik motiflerin karmaşık bir bileşimidir. Bu karmaşıklık kitlenin ideolojik belirlenimini kararsız, hareketli ve değişken kılar. Esasen, “öncü” unsurlar da, bu kararsızlık ve hareketliliğin bir tür kreması olarak ortaya çıkarlar.

Şimdi, önemli noktaya geldik. Tahkim edilmiş (ideolojik ögelerle donanmış) sosyalizm ile öncü unsurlar ve onların başkalaşmış ideolojik konumları arasında temas kurulması, sosyalist hareketin bugünkü en can alıcı görevlerindendir.

Başkalaşmış da olsa, öncü unsurların ideolojik belirlenimi bile son tahlilde düzenle sıkı bağlar içindedir. Buna karşılık, ideoloji ile nasıl tahkim ve takviye edilmiş olursa olsun, sosyalist bilim ve teorinin öncü unsurların ideolojik haritası ile her noktada çakışması mümkün değildir.

Dananın kuyruğunun kopacağı yer de burasıdır. Çünkü sosyalist ideolojinin taşıyıcısı kadroların, bu çakışmazlık karşısında umutsuzluğa ya da sekta-rizme kapılmaları mümkündür. Umutsuzluk “ortada bize göre adam yok” demektir. Sektarizm ise “bize göre adam, tanımı gereği çok az olabilir” demektir. İkincisinin sonunda varacağı yer de umutsuzluktur.

Bu çözülmesi gereken bir sorundur. Nihai çözüm, pratik etkinliktir. Karşılıklı etkileşim sürecidir. Gene de, bu etkileşimin daha en baştan sağlıklı kanallarda gelişebilmesi için bir ön çerçevenin hazır olması gerekir.

Bu ön çerçevenin oluşturulması, öncünün işidir. Öncü, bu işi yaparken iki konuda dikkatli olmalıdır. Bir kere, ideolojisinin optimum düzeyde bir esneklik payı kazanması için uğraş vermelidir. Bu, aynı zamanda öncü unsurlardan gelen tepkileri seçip eleyerek soğurabilecek bir esneklik olmalıdır. Optimum esneklik payının tutturulamaması halinde, iş “bizim ideolojimiz budur gelen gelir” demeye varır. Esneklikte belirli sınırların aşılması ise, daha önce değindiğim bir sonuca yol açacaktır: İdeoloji halkasındaki bozulmaların, diğer halkaları, yani bilimi, teoriyi ve siyaseti de etkileyip yıpratması…

Esneklik payının tam tamına ne olması gerektiğini burada tartışmak abestir. Bu süreç içinde, etkileşim ortamında ve biraz da sancılı olarak belirlenecektir. Burada vurgulanabilecek olan, yalnızca şu kadarıdır: İdeolojisiyle öncü unsurlara giden siyasal özne, bazı esnemelere peşinen hazırlıklı olmalıdır.

İkinci olarak, yaygın bir yanlışın aşılması gerekmektedir. Bu yanlış şudur: Türkiye’deki sosyalistler, öze ilişkin sınırlı birtakım alanlardaki doğrudancı söylemi ideolojinin ödünsüz savunusu ve siyasallaşmanın üst düzeyi sanmaktadırlar. Örneğin, yaşamın şu ya da bu alanındaki somut ve güncel sorunları doğrudan doğruya kapitalist üretim tarzına bağlayıp bunu söylemek, siyasallaşma sanılmaktadır.

Oysa, siyasallaşma, derinleşme ve doğrudanlaşmayla değil, yaygınlaşma ve dolaylılaşmayla ilgilidir. Sosyalist hareketin, doğrudan doğruya kapitalizme bağlanması güç olan bütün konularda suskun kalma hakkı yoktur. Elbette, gerçek anlamda siyasal bir hareket olmak isteniyorsa…

Burada, siyasallaşma ile sosyalistleşmeyi birbirinden ayrı düşünmek gerekir. Siyasallaşmanın çok geri düzeylerde olduğu durumlarda sosyalist yaratmak, sosyalizme insan kazanmak çok zordur. Sosyalist özne’nin görevi, çeşitli süreçler sonucu siyasallaşan insanları sosyalistleştirmekten ibaret değildir. Sosyalist özne, sosyalist insanı yetiştireceği tarlayı hazırlamak, yani siyasallaşmayı da yaratmak zorundadır. Bu görev, sosyalist özne’nin kendine baştan çizdiği “ortodoks” hattın dışına da müdahaleler yapmasını; söylemini ve gündemini çeşitlendirmekten (ve gerektiğinde dolaylılaştırmaktan) çekinmemesini gerektirir.

MARKSİST DENEYİMSELCİLİK

Baştan bu yana söylenenler bir noktayı herhalde belirginleştirmiştir: Bütün saptamalar, sosyalist özne’nin bir tür deneyimselciliğe hazırlıklı olmasını dayatmaktadır. Özne, teorik uğraş için bile, bazı şeyleri yapmak, yaşamak, görmek, hissetmek zorundadır. En önemlisi, bunların çoğu için, elde hazır şablon da yoktur; yalnızca kimi ilkeler ve yöntem vardır.

Deneyimselcilikten anlatılmak istenen budur. Yapılacak açılım yöntemli olacağı için, deneyimselcilik amprisizme ve pragmatizme götürmeyecektir. Deneyimselcilik, gözleri bağlı bir özne’nin elleriyle orayı burayı yoklaması değildir. Gözler açıktır; çünkü elde bir yöntem vardır ve deneyimselcilik sıfırdan değil, ara teorizasyonun işaret ettiği kanallardan başlayacaktır.

Artık bitiriyorum. Türkiye sosyalist hareketi yeni teorik yapılara, yeni kavramlara ve tanımlamalara yönelmek zorundadır. Yeni teorik yapıların tek başına eski teorik yapılardan, yeni kavramların eski kavramlardan, yeni tanımlamaların da eski tanımlamalardan türetilebileceği sanılmamalıdır. Bunlar, yeni deneyimlerin ve hareketliliklerin ürünleri olarak ortaya çıkacaklardır. Teorik ve ideolojik etkinlik, asıl canlılığını o zaman bulacaktır.