Göç İnsanları: Yanılsamalar ve Gerçekler
İlkel toplumlardan başlayarak, bulundukları toprakları/toplumları terk ederek, başka ve büyük sorunlar pahasına yeni topraklar/toplumlar aramak zorunda kalan insanları, “göç insanları” olarak nitelendireceğiz.
Neden göç insanı oldular? Kaçmayı yeğlediler mi, kaçmaya zorlandılar mı? Zayıf ve güçsüzlükleri mi, karınlarını doyuramamaları mı, barınamamaları mı, üretimden karşılık alamamaları mı, mekanlarını bırakıp, bilmedikleri diyarlara göçmelerine neden oldu?
Hangi tarih dilimi ve koşulları olursa olsun, sorular bizi temel bir soruya yönlendiriyor: Hangi ilişkiler onları göç insanı yaptı? Konumuz, insanları göçe zorlayan ilişkilere bağlı olarak onların “nakli”ni ve sonraki yaşam koşullarını belirleyen/belirlemeyen unsurlardaki ve bu unsurların hukukundaki yanılsamalar ve gerçekler.
Ya “göç insanları” diyeceğiz, onların yaşadıklarını anlatmak için; ya da “insan nakli” diyeceğiz, onların kendileri dışındaki ilişkilerle yollara düşürülüp sömürülmelerini anlatmak için… Yanılsamalar da buradan çıkıyor, gerçekler de…
Göçmenlik, mültecilik, sığınmacılık;1 adı ne olursa olsun, bu ilişkileri göç insanları seçmedi ve seçemiyor, hukukunu göç insanları yazmadı ve yazamıyor; öyle ya da böyle insan naklinin sahipleri yazıyor.
İnsan nakli “sınıfsal” ve sermaye sınıfı tarafından -toplumların nakle konu olmayan diğer insanlarının da desteği alınarak- olağan gösteriliyor. İnsan naklinin hukuku da bu olağanlığın ve kabulün meşruiyet aracı olarak kullanılıyor. “Yaşam alanlarının yeniden paylaşılması”, “üretim araçları sahipliğinin ve ilişkilerinin yeniden belirlenmesi” sıcak ya da soğuk savaşların ve nüfus hareketlerinin de nedeni oluyor, insan naklinden hep sermaye yararlanıyor.
Gerçekte, “toplumsal ekonomik yapı ile nüfus artışı ya da azalışı önemli yöndeşlikler gösteri(yor). Marx’ın vurguladığı gibi, her toplumsal ekonomik yapı kendine özgü nüfus politikasını da birlikte oluştu(ruyor).”2 Ulusların kendi içlerinde çözemediği artış/azalış dengelerini de uluslararası insan nakli çözüyor.
Hukuk neyi hedefliyor?
Yüzyıllar önce Avrupa’nın farklı coğrafyalarından kalkıp, Amerika’ya giden insanlar için gözükaralık ve gemilerde yer bulma dışında sınır yoktu, kural yoktu. Onlar yerleşti, yerli halkı baskıladı, düzenlerini kurdu… Sonra da “isteyen, istediği zaman, istediği gibi kalkıp gelemez” diyerek, önceki topraklarının (Avrupa’nın) insanlarının yeni topraklarına gelmesine karşı kurallarını koydu. Devletlerarası pasaport, vize gibi sınırlayıcı/yasaklayıcı belge ve işlemlerin ortaya çıkışı da (19. yy) sıkı koruma amacına yönelikti.
“İnsan nakli”nde yanılsamalar ve gerçekler, tarihin içine yayılmış buna benzer yaşam hikayeleri ve örneklerinin içinde saklı. Karmaşık ve çözülemez sanılan, kalın kitapları ve fakülteleri olan “hukuk” da aynı hikaye ve örneklerin ürünü…
İnsan nakli, dinsel, etnik, siyasal, coğrafi, sömürgecilik, kölecilik, savaş gibi hangi tarihsel nedenlere dayandırılırsa dayandırılsın, ekonomi politiği hukukunu da belirliyor. Hukukun göç insanlarını koruyor gözükmesi yanılsama; insan naklinden yararlanıp, göç insanlarının sömürülmesi gerçek. Asıl koruma ise, göç insanlarına karşı egemen düzen için sağlanıyor. Göç insanları için yazılan hukuk, ne kadar “hak” denilirse denilsin, “sömürü” ve “yardım” üzerine kurulu.
Hukuk, hem ulusal hem de uluslararası alanda insan hareketlerine müdahale aracı olarak kullanılıyor. Siyasi otorite, hem insan hareketlerinde hem de hukukta asıl belirleyici. Yukarıda verdiğimiz örnekler dışında, büyük göç hareketlerine yol açan iki paylaşım savaşının yaratıcısı emperyalizm hukuksal düzenlemelerin de kaynağı.
Birinci Paylaşım Savaşı sonrası, “dünya barışını korumak ve uluslararası işbirliğini geliştirmek üzere galip devletlerin girişimiyle” ABD kaynaklı, sömürge yönetiminde manda sistemini savunan ve Cenevre merkezli olarak kurulan Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam) içinde göç hareketlerini yönetmek üzere “Mülteciler Komisyonu” oluşturuluyor. 1920’den başlayarak faaliyet gösteren bu Komisyon, 1930’da ilk başkanı Norveçli Fridtjof Nansen’in adıyla anılan “Nansen Uluslararası İltica Bürosu”na dönüşüyor. İkinci Dünya Savaşı’na doğru Milletler Cemiyeti’nin çalışmalarının durmasıyla 1938’den sonra “Hükümetlerarası Mülteci Komitesi” kuruluyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrasına, 1945 yılında kurulan Birleşmiş Milletler (BM) damgasını vuruyor. “BM Yardım ve Rehabilitasyon İdaresi” 1946’ya kadar, “BM Uluslararası Mülteci Örgütü” 1951’e kadar faaliyet gösteriyor. 1951 yılından sonra, mültecilere “sığındıkları ülkelerde yurttaşlığa kabul edilene kadar hukuksal ve siyasal koruma sağlamak” amacıyla kurulan “BM Mülteciler Yüksek Komiserliği” görevi devralıyor.3
Her organizasyonun el attığı olayların özelliğine göre biçimlendirip, esnettiği kurallar var. En kapsamlı, toparlayıcı ve kalıcı kurallar BM kaynaklı. “BM Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşme” 1951 tarihinde imzaya açılıyor.4
Kuruluş fikri, İkinci Dünya Savaşı’nın galibi ülkeler tarafından, “ülkeler arasındaki anlaşmazlığı ortadan kaldırarak ileride meydana gelebilecek ve kendi güvenliklerini tehdit edebilecek bir savaşın önüne geçebilmek” şeklinde ortaya çıkan BM’nin, mültecilerin hukuksal statülerine el atmasının anlamı, görünüşte insan hakları olsa da, gerçekte mülteciler tarafından oluşabilecek güvenlik tehdidi… Mültecilerden kaynaklanan sorunlar yumağının dağılıp, egemenleri tehdit eder hale gelmesinden kaynaklanan korku, onları tüm yönlerden hukuksal disiplin altında tutmaya yönlenerek aşılıyor. Olası tehdit baştan kırılıyor ve göç insanları sığındıkları düzen içine monte edilmeden serpiştiriliyor. Maya tutmazsa da ne yapılacağı konusunda duraksamaya yer verilmiyor.
Konumuzun BM dışı ayağı da önemli gelişmeler içeriyor. 5 Aralık 1951 tarihinde Brüksel’de benimsenen Göç Konferansı kararıyla aynı yıl oluşan Avrupa Göç Hareketleri Hükümetlerarası Komitesi çeşitli revizyonlarla faaliyetini sürdürüp, 1989’da Uluslararası Göç Örgütü adını alıyor. 2000’li yıllar yeni bir organizasyona sahne oluyor ve Uluslararası Göç Örgütü Anlaşması yenileniyor. Türkiye, Anlaşma’yı, 25.11.2004 tarihinde 5260 sayılı Kanun ile uygun bulmasına rağmen Anlaşma’nın yayımlanması ancak 2010 yılında gerçekleşiyor.5 Bu anlaşma, göç insanlarının hakları ve göç insanlarını barındırmak zorunda kalan ülkeler yönünden “yardım” başlıklı eşgüdümü öne çıkarırken, giriş bölümündeki bir madde kapitalizmin gerçeğini de vurguluyor. Anlaşma, “göç olgusunun, göçmenleri kabul eden ülkelerde yeni ekonomik fırsatların oluşmasına yol açabileceğini ve de göç olgusu ile gelişmekte olan ülkelerdeki ekonomik, sosyal ve kültürel şartlar arasında bir ilişkinin var olduğunu” teyit ediyor. Anlaşmanın genel direktörlüğünü 2008’den bu yana bir ABD’linin yürütüyor olması da çok şeyi açıklıyor.
Göç insanlarının hakları ve yaşamları, aslında “emek gücü” olmalarına bağlı olarak şekilleniyor. “Göçmen İşçilerin Hukuki Statüsü Hakkında Avrupa Sözleşmesi”6 ve “Tüm Göçmen İşçiler ve Aile Fertlerinin Haklarının Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme” bu şekillenmenin kanıtları. Türkiye ikinci sözleşmeyi çekincelerle kabul ediyor.7
Türkiye, çeşitli tarihlerde yaşadığı göç olayları için, zaman ve mekan özelliklerine göre hukuk ve uygulamaya yönelik önlemler alırken, genel ve kapsamlı bir kanuna 2013 yılında sahip oluyor. “Yabancılar Uluslararası Koruma Kanunu”,8 “yabancıların Türkiye’ye girişleri, Türkiye’de kalışları ve Türkiye’den çıkışları ile Türkiye’den koruma talep eden yabancılara sağlanacak korumanın kapsamına ve uygulanmasına ilişkin usul ve esasları” düzenliyor. Aynı zamanda İçişleri Bakanlığına bağlı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü kuruluyor ve Göç Politikaları Kurulu oluşturuluyor. Bakanlığın, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, Uluslararası Göç Örgütü, diğer uluslararası kuruluşlar ve sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yapabilmesi öngörülüyor.9
Bu hukuksal ve örgütsel toparlama, yaşanan göçmen sorunlarının çözümüne yetmiyor. Türkiye, özellikle Suriye’den yönelen göçleri, ülkenin dört bir yanına dağılan göç insanlarının günlük yaşamlarındaki dramatik yaşamlarını kontrol altına alamadığı gibi Türkiye’den Avrupa’ya yönelen insan nakli vahşetini ve ölümleri de önleyemiyor.
Sefalet ve ölüm yolculuğu
Uluslararası alanda genel nitelikli anlaşmalara imza atıldığı gibi göçlerin özelliklerine göre karşılıklı olarak iki devlet arasında da anlaşmalar imzalanıyor.
Suriye’den Türkiye’ye ve Avrupa’ya süren sefalet ve ölüm yolculuğunun gerçeğini anlayabilmek için10 iki devlet arasında bugün yaşatılan olağandışı durumdan önceki olağan barış dönemine baktığımızda konumuzla ilgili bir anlaşmayla karşılaşıyoruz. İki ülke 10 Eylül 2001 tarihinde Şam’da “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Suriye Arap Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Yasadışı Göçmenlerin Geri Kabulüne Dair Anlaşma” imzalıyorlar. Bu Anlaşma TBMM’de 17.6.2003 günlü, 4901 sayılı Kanun ile uygun bulunuyor ve 10.6.2007 tarihinde yürürlüğe giriyor.11 2011’den sonraki ilişkiler ise devletlerarasında değil, Suriye devletini yıkmaya yönelik muhalifler ile Türkiye Hükümeti arasında yürütülüyor. 2007’de yürürlüğe giren Anlaşma’nın Suriye/Türkiye arasındaki göçmenlerle sınırlı “yasadışı”lık başlığı ise artık istisna olmaktan çıkıp, hemen her alana yayılıyor.
Diğer taraftan, Suriyeli göçmenler konusu, ucu Avrupa’ya dayandığı zaman başka bir özel anlaşmanın gerekçesi oluveriyor. Hukuk yine egemenlerin kurtarıcısı olarak devrede… 16 Aralık 2013 tarihinde Ankara’da imzalanan “Türkiye Cumhuriyeti ile Avrupa Birliği Arasında İzinsiz İkamet Eden Kişilerin Geri Kabulüne İlişkin Anlaşma”, TBMM’de 25.6.2014 günlü, 6547 sayılı Kanun ile uygun bulununca,12
Avrupa Birliği (AB) kendisini güvence altına almanın rahatlığını yaşarken, Türkiye alacağı paranın ve sözde vize hakkının reklamına sarılıyor.
2.8.2014 günlü Resmi Gazete’de yayımlanan Anlaşma, AB ve Türkiye’nin, “yasadışı göçle daha etkin mücadele etmek için işbirliğini güçlendirmeye kararlı olarak” ifadesiyle başlıyor. Tarafların mutabık kalmaları, öncelikle bu kararlılığa bağlı; ne Suriye’den Türkiye’ye göçün, ne Türkiye’den Avrupa’ya insan naklinin nedenleri, ne de göç insanlarının başta yaşam hakları olmak üzere her türlü hakları… Yasadışı göçle etkin mücadeleden gayrısı teferruat… “Kararlılık” ana ilke olarak gösterilirken, “Anlaşmanın, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve BM Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşmeden doğan hak, yükümlülük ve sorumluluklarına halel getirmeyeceği” ise vurgulanmakla yetiniliyor. Bu arada, Avrupa Ekonomik Topluluğu ile imzalanan 1963 tarihli Anlaşma’ya, ek protokollerine ve AB Adalet Divanı içtihatlarına da halel gelmeyecek. Türkiye’nin geri kabul yükümlülükleri hayli ağır ve AB ülkelerini koruyucu, kurtarıcı nitelikte…13
Geri Kabul Anlaşması, ölümü göze alarak Avrupa yollarına düşen göç insanlarının, “düzenli, hızlı, güvenli, insan onuruna yakışır şekilde” geri dönüşleri için hukuksal zemin belgesi. Belge, yasadışı yollardan başka ülkelere geçenleri nazik ifadelerle konu ederken, başka ülkelerin “AB ülkeleri”, kabul ülkesinin ise Türkiye olduğunu da saklamıyor. Hukuksal zemin, caydırıcılığı ve yasadışı göçe karşı önlemi öne çıkarıyor, ama “yaşadışı göç” diye yaptığı tanımlamanın nedenleri ve maddi gerçeği ile hiç ilgilenmiyor.
Geri Kabul Anlaşması’nı güncelleştiren Türkiye/AB zirvesi 29.11.2015 günü Brüksel’de yapıldı. Zirvenin başlığı: “Pazarlık”. Pazarlığın özeti, Türkiye, Geri Kabul Anlaşması’nı tam olarak uygulaması karşılığında Ekim 2016’dan itibaren AB ülkelerine vizesiz girme hakkını kazanacak; AB de mülteciler konusunda Türkiye’ye finansal ve insani yardım desteği sağlayacak. Bu pazarlığın açık anlamı, Türkiye’nin göç insanlarına depo olması ve AB’nin rahatsız edilmemesi… “Vizesiz AB” promosyonu soyut, “geri kabul” somut; vize serbestisi pazarlığa ve koşullara bağlı, geri kabul ise kayıtsız koşulsuz hemen…
Geri Kabul Anlaşması’nda ve zirvede AB ülkeleri “etken”, Türkiye ise “edilgen” konumda… AB ülkelerindeki işsizlik tırmanışı ve sosyal güvenlik masrafları göz önüne alındığında Türkiye yurttaşlarının olası Avrupa yolculuklarının da risk altında olduğu açık. Bu arada, taraflar terörle mücadelede öncelikli olarak ortaklaşmayı da zirve maddeleri arasına eklemeyi ihmal etmiyorlar. Bunun anlamı da NATO’nun Türkiye’ye yerleşmesi… Zirveden çıkan, Türkiye’ye yapılacak ödeme konusu ise diğer başlıklar altında sahte umut pompası olarak duruyor.14
Brüksel zirvesinin bütününde ise, mültecilerin hakları ve Türkiye’nin çıkarları değil, ekonomik diyalog ve enerji işbirliğinden Gümrük Birliği’nin güncelleşmesine kadar uzanan, AB’nin siyasal ve ekonomik çıkarları öne çıkıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP Hükümeti’nin ısrarla saklamaya çalıştığı ana sorun bu “siyasal ve ekonomik bağımlılık” başlığı.15
Geri Kabul Anlaşması, zengin Batı’yı yoksul Doğululardan korumayı amaçlıyor. Göç yolunu Türkiye’de tutmanın gerekçeleri arasına Paris katliamını gerçekleştirenlerin göçmenlerle Avrupa’ya geçtiği iddiasının da yerleştirilmesi, güvenlik kaygısını nüfus politikalarının belirleyicisi yapıyor.16
Piyasaya ve gericiliğe teslim edilen insanlık, terörizme ve militarizme de mahkum edilerek kendisine biçilen insanlık dışı yaşama, vahşete ve ölüme rıza gösterir hale getiriliyor; bu bağlamdaki mücadele gücü kırılıyor. “İyiler batıya, kötüler depoya” denilerek iyilik kavramı, kimi seçilmiş insanların kapitalist/emperyalist düzenle uyumlaştırılması olarak tanımlanıyor.17
Emek akışları
İnsan nakli sonucu ortaya çıkan emek akışlarına, ucuz işgücünü öne çıkararak bakılabilir.18 Bu konuda bir hayli örnek verilebilir. Ancak, “kesintisiz sermaye birikimi” başlığını açmadan ve sermaye birikimi ile emek akışları arasındaki bağlantıyı kurmadan bu saptama eksik kalır ve dahası masum bir düzen gerekliliği ile yapılan açıklamalarla gerçekleri perdeler.
“Yeni yaşam alanlarına göçler”in ihtiyaç/iyi niyet ortaklığı, kapitalizmle birlikte ihtiyaç/sömürü ortaklığına dönüşüyor. Göçebe toplumlardan insan nakline geçiş, bu ihtiyaç/sömürü ortaklığının ürünü. Serol Teber, Güney Afrika’dan örneklemeyle ilkel toplumların sınıflı toplum düzeyine geçmeden önceki çözülme süreçlerini, “toplumsal ayrışmaların giderek artması uzantısında, varsıllarla yoksullar arasındaki ayrıcalıklar çoğalmış; günlük yaşamda büyük huzursuzluklar ortaya çıkmış; kimi klanlar bütünüyle çözülüp dağılmışlardır” şeklinde özetliyor.19 Dağılmayanlar ise “kendi özgün tarihsel evrimlerini sürdürmeye olanak bulamadan sömürgecilerle karşı karşıya” kalıyor. “Kapitalizm, Afrika’da en çirkin yüzünü göstererek”, “ilk kez büyük bir soykırım uyguluyor”.20
Egemenlik savaşları ve “sömürenler ile sömürülenler arasındaki sınıflaşma”, toplumsal huzursuzlukların artışını ve nüfus hareketlerini birlikte getiriyor. Buna nüfus artışı ve üretim ilişkilerindeki çelişkiler de eklendiğinde, nüfus hareketlerinin nedenleri hangi alt başlıkla ortaya çıkarsa çıksın, “mekan düzenlemeleri” ile “insan emeğine duyulan gereksinim” başlıkları altına yerleşiyor. Dolayısıyla, genel adlandırmayla emperyalist düzende göçler ile insan nakli özdeşleşiyor.
İnsan nakli, sınıflı toplumların davranış ilkeleri arasında ve belirleyici unsurların başını “üretim ilişkileri” çekiyor.
Her büyük göç, üretim güçlerinin gelişmesine hizmete dönüşüyor, risk ve güvence birbirini tamamlıyor. Bunalım gibi gözüken büyük göçlerle kimi zaman bunalım çözülüyor, kimi zaman da zor işler kolaylaşıyor. Büyük göçlerin kaynağı ve yararlananı aynı: emperyalizm… Hukuk, kapitalizm/emperyalizm adına bunalımı yumuşatıcı, kaynağı koruyucu ve yararı artırıcı işlev üstleniyor.
Göç insanları, belirli bir toprağın ve yurdun insanı değil; küresel pazarın ucuz ve güvencesiz işgücü. Gittiği ülkenin düzenine ve kurallarına itaatkar… Küresel alanda kapitalist üretimin “yedek ordusu”ndan “aktif ordu”suna geçişi ifade ediyorlar. “Bireyler” üzerinden algılatılan, ancak sermaye düzeninin yasalarına bağlı olarak gelişen sosyal hareketler… Özü itibarıyla sınıfsal denetim mekanizmasının araçlarından biri… Göçlere neden olan olaylarla birlikte insan kaçakçılığı ve ticareti gibi suç sayılan örgütlü faaliyetler de sermaye düzenin ürünü ve bunun mevcut düzeninin kurallarıyla da denetim altına alınması olanaksız.21 Küresel üretim ve küresel pazarla koşut, küresel üretim ilişkileriyle uyumlu emek sömürüsünü besleyen en hazır ve savunmasız güç, göçmenlerle yaratılan emek akışları…
Mülksüzleştirme ve nüfussuzlaştırma
Büyük coğrafi alanları kapsayan mekansal düzenlemeler, yalnızca devletlerarası savaşlarla yapılmıyor. Ortadoğu’da ve Suriye’de sürdürülen vekalet savaşları ya da devletlerin terörizm ile mücadele adına kullandığı yaygın şiddet ve saldırı gibi silahlı eylemler de mekânsal düzenlemenin araçları arasında. Mekânsal düzenlemelerin ortak hedefinde, baskı ve şiddetle boyun eğdirme ve yeni düzenlemelere rıza gösterme yanında, mülksüzleştirerek ve nüfussuzlaştırarak el koyma da var.
Mülksüzleştirme ve nüfussuzlaştırmanın en etki yolu insanları göçe zorlayarak mülteci ya da sığınmacı yapmak. Göç insanları üzerindeki çok yönlü vahşetin yaratıcılarının sözde hukukla donatılmış insani yüzü, hegemonya sürdürücülerin toplumlara sundukları yanılsamadan başka bir şey değil. Hegemonyası zayıflayanlar, mekan düzenleme araçlarını kullanırken “somut hedefleri olan bir politikanın somut ihtiyaçlarını karşılamak için” her türlü yolu deniyor, yaşam hakkı ihlallerini ve ölümleri de olağan kabul ediyor.
Irak ve Suriye’de yaşananlar da Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’sunda yaşananlar da aynı hedef ve ihtiyaçların sonucu.22 Başlatılan iç göç zorlamasıyla boşalan mekanlara göç deposundan dolgu malzemesi gibi insan yığdığınızda, bir taşla birkaç kuş vurmak hiç de uzak ihtimal olmayacak. Bunun adı da terörizmle mücadele için nüfuslandırma olacak.23
Mülksüzleştirme, genel anlamda, yaşadığı yurt ve topraktan uzaklaştırma olarak nitelendiriliyor. Asıl olarak ise “başkalarının emeğinin kullanılmasıyla” elde edilen özel mülkten yoksun kalma (kapitalistin mülksüzleştirilmesi) ve “üreticinin kendi emeğinin” karşılığından yoksun kalma (emekçinin mülksüzleştirilmesi) olarak tanımlanıyor. Göç insanları, hem yaşadıkları yurt ve topraklardan hem de emeklerinin karşılığından yoksun kalarak mülksüzleştiriliyorlar.
Nüfussuzlaştırma, yurttaşlık aidiyeti yok edilerek, güvencesiz, barınaksız ve işsiz bırakarak tüm mücadele yollarını tıkıyor. Mülteci hukuku insan hakları yönünden devrede, ama bu müdahalenin asıl işlevi riski azaltma.24
Kapitalizmin “insani müdahale bayrağı”, aslında insan naklini yaratan düzenin bayrağı… “İnsani yüz” eşitsiz ilişki biçimini yok etmiyor. İnsani yüz, insan kaçakçılığı ve onun bağlantıları ile mücadele etmiyor. Ama insani yüz, nüfussuzlaştırarak yeni nüfuslaştırma, sürgün ederek yeni yerleştirme politikalarını çok iyi uyguluyor.
Ne insanlık dışı nakillerinde, ne de durumlarını düzenleyen hukukta göç insanlarının katkı ve etkisi yok, sele kapılıp giden eşya gibiler. İnsan naklinden sonra devreye giren hukuk, göç insanlarının sorunlarını çözecek değil, yalnızca insan naklini düzenin istek ve ihtiyaçları çerçevesinde tutan “egemen düzen güvenlik belgesi”. Sivil toplum örgütlerinin yardımlaşma amacıyla bu alana yönlendirilmesi de gerçek düşmana karşı mücadeleyi kırıcı etki olarak kullanılıyor.
İkiyüzlülük ve gerçek
Göç insanları üzerinde her türlü fırsatçılığı kullanmak tam bir ikiyüzlülük… Bu ikiyüzlülüğün hukukla perdelenmesi de ikiyüzlülük. Egemenlerin, düzenlerinin “devamını sağlamak için toplumsal hoşnutsuzlukları gidermek” istemelerinde en etkili kılıf hukuk.
Ortadoğu, kapitalist sınıfın hegemonya mücadelelerini ve emperyalizmin mekansal düzenleme savaşlarını bir arada yaşıyor. Etnik, dinsel ve mezhepsel savaşlar, vekalet savaşçılarının karmaşık saldırıları ve bu savaş ile başlayan göçler, hem bölgenin kapitalist sınıfına hem de emperyalizme hizmet ediyor.
İnsan nakli Suriye ile sınırlı değil. Suriye, Ortadoğu’da emperyalist restorasyonun hedefindeki önemli devletlerin başında. Irak, Libya, Afganistan, Somali ve diğer sahra altı Afrika ülkelerinde de insanların yeni bir yaşam için yollara düşürülmesi ile kapitalist/emperyalist politikalar eşzamanlı çalışıyor. Suriye’nin özelliği, bir yandan göç insanları yollara düşerken, diğer yandan sermaye sınıfı içi çatışmalar sürerken, Suriye halkının emperyalist savaşa karşı direnmesi.
Göç insanlarının, göçten önceki yaşamları da sonraki yaşadıkları da sınıfsal… Baskı ve şiddet altında yaşamaya zorlandıkları olumsuz koşulları bırakıp, cesaretle25 yollara düşerek sefaletin içine sürüklenmeleri bu sınıfsallığı değiştirmiyor.
Göç insanlarının kendi ülkelerindeki siyasal haklarını, göçtükleri ülkede kaybetmiş olmaları hukuksal bir sorun. Ekonomik, toplumsal ve yurttaşlık haklarının yitirilmesi, onları yeni hak arayışlarına iterken, kapitalist dünyanın düşük ücretli ve güvencesiz istihdam tercihleri ancak küçük bir azınlığa umut olabiliyor.
Tarihçi Caroline Andreani, göçleri “kapitalizm tarihine katkı” olarak nitelendiriyor.26 “İnsanlık tarihinin ayrılmaz bir parçası”, “doğal uzantısı” gibi görülen göçleri, “itici ve çekici” nedenlere bağlayan Andreani, aslında bu nedenlerin birarada bulunduğunu, tarihteki örgütlü ve hedefli göçler dışında, “kendiliğinden” gibi gösterilen göçlerin tam bir aldatmaca olduğunu, dayanılmaz ekonomik, politik ve yaşamsal durumlardan kaçmanın “kendiliğindenlik” ile açıklanamayacağını belirtiyor. Ve gidenler, kendi topraklarından daha ağır yaşam koşullarının içine dağılıyor; “ayrıcalıklı bir toplumsal ortam oluşturma” çabası ise karşısında her zaman “düzenin sınırlayıcı yasaları”nı buluyor. Andreani, “Kapitalizm, gereksinimlerine göre, her dönemde büyük göç akışlarını canlandırmayı bildi. Doğrudan doğruya harekete geçirmediği zaman da bunlardan yararlanmasını bildi.” diye bağlıyor.
Göçler, Marx’ın “gittikçe artan ölçüde nispi artı-nüfus ya da yedek sanayi ordusu” diye tanımladığı alana kaynak oluşturuyor. Aslında, “…nispi aşırı emekçi nüfusu, yani sermayenin kendisini genişletmesi için gerekli olandan çok daha fazla bir emekçi nüfusu, bu yüzden de bir artı-nüfusu kendi enerjisi ve büyüklüğü ile doğru orantılı olarak durmadan üreten şey, kapitalist birikimin ta kendisi”.27
“Fiili nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak bu artı-nüfus, sermayenin kendisini genişletme konusunda değişen gereksinimlerini karşılamak üzere, daima sömürülmeye hazır, bir insan malzemesi kitlesi yaratı(yor)”.28
“Emperyalizmin (…) özellikleri arasında, emperyalist ülkelerden yapılan dış göçün azalma ve ücretlerin daha düşük olduğu daha geri ülkelerden gelen işçilerin emperyalist ülkelere doğru yaptıkları göçün artma eğilimini gösterdiğini de belirtmek gerekiyor.”29
Ancak, bunalım kendi işçilerini feda etmeyi gerektiriyorsa sermaye aynı yola başvurmaktan da kaçınmıyor.30
Emperyalizm, emek gücüne “istediği zaman alma, istemediği zaman yasaklama” ilkesiyle yaklaşıyor. Büyük göç akışlarını canlandıran ve “çok iğreti/az güvenceli” yaklaşımıyla göç insanlarından yararlananlar da onlar, sınırlarını kapatanlar da. İnsan naklini hukukla disipline eden de onlar, göç insanlarını yasadışı ilan eden ve kendi hukuklarını tanımayan da.
Sonuçta, yüzyıllar önce “feodal bağımlıların bağlarının çözülmesiyle ve halkın topraktan zorla uzaklaştırılmasıyla yaratılmış olan proletarya, bu özgür proletarya”, nasıl “doğmakta olan manüfaktürler tarafından aynı hızla emilemiyordu”ysa,31 emperyalizmin politika ve savaşlarıyla topraklarından zorla uzaklaştırılan göç insanları da 21. yüzyılın kapitalist dünyası tarafından -seçilerek emek güçlerine katılan az sayıdakiler dışında- emilemiyor, emilmek de istenmiyor. Onların boşalttığı mekanlar, kan gölleri haline getirilerek yeniden düzenlenmeye hazırlanıyor.
Göç insanlarının sınıfsal konumlanışları sermaye sınıfının karşısında. Onların, yurtlarından edilmeleri, mülksüzleştirilmeleri, nüfussuzlaştırmaları, ezilmeleri, sömürülmeleri, baskı ve şiddete uğramaları, yaşam haklarının ellerinden alınmaları ve ölümlerine ilişkin somut durumun somut analizi, tarih boyunca güvenilmeyeceği kanıtlanan kapitalist/emperyalist düzen içi arayışları değil, sınıfsal ve örgütlü mücadeleyi, “insan aklı”nı “sınıf aklı” yapmayı gerektiriyor.
Dipnotlar
- Mülteci, genel olarak “yurtsuz göçmen”; isteği dışında ülkesinden ayrılıp, yurttaşı olduğu devletin korumasını yitiren, sığındığı topraklardaki devletin yurttaşı da olmayan kişi olarak tanımlanıyor.
- Serol Teber, Doğanın İnsanlaşması, (İstanbul: Öncü, 1982), 377.
- Özellikli konularda BM içinde ayrı idarelere de yer veriliyor. 1949 yılında kurulan “BM Yakındoğu Filistin Mültecilerine Yardım İdaresi” bunlardan biri. Ayrıca, “Avrupa Göç Hareketleri Hükümetlerarası Komitesi” (1951) gibi alansal işbirliği de yapılıyor.
- Sözleşme, BM Genel Kurulu’nun 14.12.1950 tarihli kararıyla toplanan konferansta kabul edilip, 28.7.1951 tarihinde Cenevre’de imzalanıyor ve 22.4.1954 tarihinde yürürlüğe giriyor. Türkiye, Sözleşme’yi 29.8.1961 tarihinde, coğrafi sınırlama ve ihtirazi kayıtla onaylıyor. 29.8.1961 günlü, 359 sayılı uygun bulma Kanunu 5.9.1961 günlü Resmi Gazete›de yayımlanıyor. Coğrafi sınırlamaya göre Avrupa dışında kalan ülkelerden gelenlere “mülteci” statüsü değil, “geçici sığınma” hakkı tanınıyor. Türkiye’nin ihtirazi kaydı şöyle: “Bu sözleşmenin hiçbir hükmü, mülteciye Türkiye’de Türk uyruklu kimselerin haklarından fazlasını sağladığı şeklinde yorumlanamaz”.
- Resmi Gazete: 18.8.2010.
- 25.12.1979 günlü, 2257 sayılı Kanun ile uygun bulunuyor. Resmi Gazete: 6.1.1980.
- Sözleşme Türkiye tarafından 26.4.2001 günlü, 4662 sayılı Kanun ile çekinceli olarak uygun bulunuyor ve Bakanlar Kurulu tarafından 8.7.2004 günlü Resmi Gazete’de yayımlanıyor. Çekinceler şöyle:
“A) 15. Maddeye ilişkin bildirim:
Yabancıların ülkemizde gayrimenkul edinmeleri hakkında yasalarda öngörülen kısıtlamalar geçerliliğini koruyacaktır.B) 40. Maddeye ilişkin çekince:
Ülkemizde 2821 sayılı Sendikalar Yasasının 5. maddesi sendika kurucusu olma şartları arasında Türk vatandaşlığına sahip olma koşulunu öngörmektedir. Göçmen işçilerin ve aile fertlerinin istihdam edildikleri devlette sendika kurma hakları Türkiye yasaları açısından geçerli olamayacağından bu maddeye çekince konulacaktır.
C) 45. Maddeye ilişkin bildirim:
45. Maddenin 2., 3. ve 4. fıkraları Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve ilgili yasalara göre uygulanacaktır.D) 46. Maddeye ilişkin bildirim:
46. Madde ülkemizde halen yürürlükte bulunan ulusal gümrük mevzuatımızın hükümlerine göre uygulanacaktır.E) 76. ve 77. Maddelere ilişkin bildirim:
Türkiye Sözleşmenin uygulanmasının denetlenmesi amacıyla oluşturulacak olan “Tüm Göçmen İşçilerin ve Aile Fertlerinin Haklarının Korunması Komitesi”nin yetkisini ileri bir zamanda tanıyacaktır." - 4.4.2013 günlü, 6458 sayılı Kanun; Resmi Gazete:11.4.2013.
- 6458 sayılı Kanunla, 15.7.1950 günlü, 5683 sayılı Yabancıların Türkiye’de İkamet ve Seyahatleri Hakkında Kanun ile aynı günlü ve 5682 sayılı Pasaport Kanunu’nun 4., 6.,7.,8., 9., 10., 11., 24., 25., 26., 28., 29., 32., 33., 35., 36., 38., ve ek 5. maddeleri, 5. maddesinin birinci ve ikinci fıkraları ile 34. maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesi yürürlükten kaldırılmıştır.
- Kapsamlı bir rapor için bkz.: “Hayatta Kalma Mücadelesi: Türkiye’deki Suriye’den Gelen Mülteciler”, Uluslararası Af Örgütü Raporu, Kasım 2014; https://goo.gl/ZNLglT, erişim 1.2.2016.
- Resmi Gazete: 1.9.2007.
- Resmi Gazete: 28.6.2014.
- “AB’nin Türkiye’yi sınırlarının koruyucusu ilan etmesi kabul edilemez. AB ülkeleri kendi sorumluluğundan kaçıyor. Karşılığında vize muafiyetinden bahsediliyor. Ama bu durumda Türkiye’deki insan hakkı ihlallerinin gözardı edilmesi ihtimali doğuyor. Her şey pazarlık konusu haline geldi, mülteci hakları unutuldu.” Ayça Söylemez, https://goo.gl/uv1OsL
- Burhan Kuzu, AKP Hükümeti uyanıklığını “mültecileri salarız dedik, keseyi açtılar” şeklinde açıklıyor.
- AB Bakanı’nın konuyu, AB ile “aile içi” ilişkiler olarak tanımlaması, bakımsız müştemilatta oturanların patronlarıyla ilişkilerini anımsatıyor. Türkiye’nin Geri Kabul Anlaşması’na sarılması da tam anlamıyla “çiğ fırsatçılık”.
- Avrupa, kendi sınırlarına dayanan göç insanlarına saldırgan Müslüman olarak bakmayı yeğliyor. 2015 sonlarında yapılan, “Suriye krizi çözümlenmeden terör ve mülteci sorunu çözümlenmez.” şeklindeki cumhurbaşkanlığı açıklaması da başka bir tehdit unsuru olarak kullanılıyor.
- Bu uyumlaştırma sınırsız ve mutlak değil. Suriyeli göç insanlarının yoğun yaşadığı illerde, yöre esnafı tarafından gösterilen tepkiler bu sınırın yalnızca küçük dışavurumu.
- http://goo.gl/1euQ4Y
- Serol Teber, İlkel Toplumların Değişimleri, (İstanbul: Say, 1985), 221.
- Age. 233.
- http://goo.gl/vVcCqy
- Yeni mekan düzenleme aracı olarak “terörizme karşı savaş için” bkz, Ekin Oyan Altuntaş, Terörizme Karşı Savaş Stratejisi, (Ankara: İmge, 2009).
- http://goo.gl/jG2cXm
- Dünya Bankası, “göç”ü risk yönetme mekanizmaları içinde “risk azaltma” mekanizması olarak görüyor. Diğer deyişle, göç toplumsal patlamanın frenleyicisi olarak görülüyor.
- Stefan Zweig, cesareti, “zayıflığın bir başka yüzü” olarak da tanımlıyor.
- Caroline Andreani, Kapitalizmin Kara Kitabı içinde “XIX. ve XX. Yüzyıllarda Göçler: Kapitalizmin Kara Tarihine Katkı”, (İstanbul: Evrensel, 2001), 307-318.
- Karl Marx, Kapital Birinci Cilt (Ankara: Sol, 1978), 647.
- Age. 649.
- “Emperyalizm işçiler arasında da ayrıcalıklı kategoriler yaratmak ve onları büyük proletarya yığınından ayırmak eğilimi gösteriyor”. V.İ. Lenin, Kapitalizmin Son Aşaması Emperyalizm, (Ankara: Bilim ve Sosyalizm, 2014), 111.
- Emperyalist ülkelerin bunalımı halinde ne olacağı konusunu Marx, “Oxford’da Ekonomi Politik Profesörü olup, sonradan İngiliz Sömürgeler Bakanlığı’nda çalışan H. Merivale”nin dilinden açıklıyor: H. Merivale diyor ki: “Diyelim ki, bunalımlardan birisi sırasında ulus, bu fazla işçinin birkaç yüzbininden göç yoluyla kurtulma çabasına düştü; sonuç ne olur? Emeğe olan ilk talepte, bir açık ile karşılaşılacaktır. (…) Şimdi bizim fabrikatörlerimizin kârı, her şeyden önce, (…) işlerin durgun olduğu zamanlarda uğranılacak kaybı karşılama gücüne dayanıyor. Bu gücü onlara veren tek şey, makine ile el emeği üzerindeki egemenlikleridir.” Age. 651.
- 31Age. 751.