Gündem: Siyasal Kuruluşlar Parti Olabilecekler mi?

Burjuvaziyi nasıl tanırsınız?

Belki de ölüm sonrası, defin öncesi cemaate yöneltilen klasik soruyu getiriyor akla. Ancak bizimki, bu sınıfın doğuş ve ilk gelişim yıllarına ilişkin bir soruydu. Avrupa tarihinin bu yeni, diri ve girişimci sınıfı, yaklaşık 11-12. yüzyıllardan başlayarak, önce ağır- ağır, sonra da çağ yaratan altüst oluşlarla dünyanın gidişine damgasını vurdu. 18-19. yüzyılların Avrupa ve Amerika’sında, bu sınıfın tarihsel misyonlarını yerine getirdiği, hem de bu sürece evrensel boyutlar kattığı bugün kabul ediliyor.

Ama şunu da görmek gerek: Bir sınıf olarak burjuvazi, sarsıcı dinamizmini, bin küsur yıllık tarihinin oldukça kısa bir kesitine sığdırdı. Marksistler ve Marksist tarihçiler bir yana, sözü dinlenir bilim adamları, burjuvazinin yaklaşık yedi yüzyıllık gelişim evresini, hesaplılık, dengecilik ve darlıkla tanımlama eğilimindeler. Kuşkusuz doğal bir sonuç olarak da bu sınıf yüzyıllar boyu soyut ve kavramcı olamıyor. Burjuva sınıf dinamizminin bir soyutluk, kavramcılık ve giderek evrensellik kazanması, burjuva devrimlerinin, geleneksel aydınların ve geniş halk kitlelerinin belirli özlemleriyle çakışması sonucu gerçekleşiyor. Bu çakışma, uzun sürmüyor. 1917’den de önce, proleteryanın bağımsız bir sınıf olarak belirginleşmesi, havalanan burjuvaziyi yeniden yere indiriyor. Bir bakıma aslına irca ediyor: Onu yeniden dengeci, hesapçı ve böylece de gerici bir konuma yerleştiriyor. Reel sosyalizm ise bu konumu iyice pekiştiriyor.

Aslında bu gerileme de burjuvaziye, daha doğrusu burjuva ideolojisine bir evrensellik kazandırıyor. 18. yüzyıl sonları ile 19. yüzyıl başlarının coşkulu ve iyimser ideolojisi, günümüzde, gene evrensel biçimde, kötümserliğin şampiyonluğunu yapıyor. Burjuva ideolojisinin kazandığı kötümserlik, kuşkusuz bu sınıfın itildiği sıkışmış ve savunmacı konumdan kaynaklanıyor. Burjuvazi, bu sıkışmış ve savunmacı konumunda alabildiğine saldırganlaşıyor. Burjuvazinin saldırganlığı, savunma gereksinimleriyle birlikte artıyor.

İniş sürecinde, ortaya önemli göstergeler, değişiklikler çıkıyor. Bunlardan biri, gecikmiş burjuva devrimleriyle ilgili. Gecikmiş burjuva devrimleri, salt bu gecikmişlikleri nedeniyle pek çok yanılsamayı da çevreye yayıyor. Gecikmiş burjuva devrimleri, devleti ve bürokrasiyi daha çok ön plana çıkarıyor. Burjuva devriminde devletin ve bürokrasinin ön plana çıkması, per se, burjuvazinin zayıflığının, hatta kimi durumlarda “yokluğunun” göstergesi sayılıyor. Bir büyük yanılsama. Burada, kendi ülkemizde de çok yaygın. Bu tür yanılsamalar karşısında yinelenmesi gereken hatırlatmalar ise şunlar: Burjuva devrimlerinin gecikmişliği, tarihsel süreçte, burjuvazinin bir sınıf olarak güçsüzlüğü ile bire bir ilişki içine sokulamaz; burjuva devriminde devletin ve bürokrasinin ön plana çıkması, gene kendi başına, kesinlikle burjuvazinin zayıflığının göstergesi olamaz.

Burjuva devriminin gecikmesi, nesnel gelişim sürecinin göreli olarak uzun bir tarihsel evreye yaydığı araç ve ideolojilerin, çok daha dar bir zaman kesitinde hep birlikte kullanılıp yaşanması anlamına geliyor. Bu saptamanın yan uzantılarından biri, şöyle ifade edilebilir: Burjuva devriminin gecikmesi demek, bu devrimin, önce proletaryanın, sonra da reel sosyalizmin damga vurduğu bir dünyaya doğması demek. Bu da çok açık bir sonuca işaret ediyor: Gerek burjuva devriminin yükselmesi, gerekse sınıfsal iktidarın pekiştirilmesi anlamındaki restorasyon dönemlerinde, bir bütün olarak sınıfsal iktidarın kollanması ve pekiştirilmesi, diğer tüm dinamikler karşısında öncelik kazanıyor. Daha açığı söylenebilir: Dün, 1800’ler Fransa’nın siyasal iktidarlarına bakarken, bunlardan her biri ile şu ya da bu fraksiyonu arasında ilişki kurmak çok daha kolay, çok daha gerçekçi idi. Bugün, burjuvazinin belirli bir kesiminin taşıdığı ağırlık ne olursa olsun, iktidara, bir bütün olarak, emek sömürüsü yapanların iktidarı biçiminde bakmak gerekiyor. Siyasal iktidarlar, burjuvazinin tek-tek kesimlerinden belirli bir özerklik kazandıkları oranda, bir bütün olarak sınıfın çıkarlarına daha iyi hizmet edebiliyorlar. Çözümlemelerde, hiç unutulmaması gereken noktalardan biri bu.

“Demokrasi”ye gelebiliriz.

“Demokrasi” dendiğinde, Türkiye’deki siyasal çıkışların pek çoğuna, tarih boyunca bir özlemin damga vurduğu akla geliyor. 1925 Terakkiperver, 1930 Serbest Fırka çıkışlarında, özlem ya da iddia, hep 1920’ler başı Kuvay-ı Milliye Meclisi’nin yeniden yaşatılmasına yönelik oldu. 1946’da Demokrat Parti kurulurken, DP hareketinin “içtenlikli” yanı bir ölçüde ağır basan ideologları, parti hareketinde, kesintiye uğratılmış Kuvay-ı Milliye ruhunun dirilişini gördüler. Son olarak, 1961-71 dönemi TİP’inde Mehmet Ali Aybar, Partisi’nin başlattığı hareketi bir “ikinci Kuvay-ı Milliye” hareketi olarak gördüğünü sık sık açıklıyordu…

Neydi bu? Başka tüm açıklayıcılar bir yana, Kuvay-ı Milliye ve onun meclisi, bir dönem için Türkiye’de yürütmeyi sigaya çeken, kelli felli paşaları icabında yerden yere vuran bir yasama gücünün simgesi oldu. Türkiye’nin ilk meclisi, bu gücüyle, çoğu kez Fransa’daki ihtilal meclislerine benzetildi. Ancak, Türkiye’de en hızlı ve kararlı biçimde inişe geçen güç, yasama organının kendi başına taşıdığı güç oldu. Bugün önce yürütme, sonra da parlamento dışı başka kurumların gücü karşısında, yasama organının kendi gücü oldukça zayıflamış durumda.

Yasama organının gücünü giderek yitirmesi, özgün ve doğuştan içeriğiyle, burjuva demokrasisinin de dejenerasyona uğraması demektir. Bir başka deyişle savunma ihtiyaçlarının artması, egemen sınıfı, giderek büyük ölçüde eylem çizgileri net, hareket yeteneği daha güçlü ama dar kurumlara başvurmaya zorlamaktadır.

İyimserlikten kötümserliğe, dar kesim sözcülüğünden bütünsel sınıf iktidarına, yasama gücünden yürütme gücüne; tüm bunlar, burjuva demokrasisinin iniş zeminini sergileyen göstergelerden bazılarıdır. Ama bir nokta dikkat çekmiş olmalı: Burjuvazi “çok partili yaşam”ı öyle kolay bırakmıyor. Bıraktığı dönemlerin sonunda, hemen yeni bir “çok partili yaşam” modeli hazırlayıp onu getiriyor gündeme. Neden acaba? Kimileri, oldukça kolaycı bir çözümleme ile bunu “demokrasi güçlerinin” dayatmasına bağlıyor. Öyle ki, aslında burjuvazi hep tek parti iktidarını istiyor ama, demokrasi güçleri ya da her neyse “onlar” karşısında bir türlü bu olanağı bulamıyor. Böylece “demokrasi güçleri” yediği yumruklarla “groge” durumdayken bile karşı tarafa “çok partili yaşam”ı dayatacak gücü bulmuş oluyor…

İnanmak güç. Bu nedenle, konuya daha yakından eğilmekte yarar var.

Çok Partili Yaşamın Gerçek İşlevleri

Az önce söylenenler, çok partili yaşamın, sermaye düzenine belirli yararlar sağladığı ve bu düzen açısından işlevsel olduğu sonucuna götürüyor bizi. Başka deyişle çok partili yaşam, egemen sınıfa, yokluğunda yerine konması oldukça güç hizmetler de sunuyor. Ne olabilir bunlar?

Gerçeğe yaklaşabilmek, burjuva siyasal partilerin siyasal ve ideolojik işlevlerin bir arada görülebilmesiyle mümkün. Bu işlevlere iç içe baktığımızda şu sonuçla karşılaşıyoruz: Burjuvazinin siyasal hareketleri, daha somutu burjuva siyasal partileri, “saf” burjuva ideolojisini kitleselleştirme ve bu anlamda yayma işlevine sahiptirler. Buna bağlı olan bir ikinci işlev de şöyle ifade edilebilir: Burjuvazi, kendi egemenliğinin ideolojik güvencelerini kitlesel planda en iyi çok partili bir yaşamda yeniden üretebilir, eski formlara yeni içerikler kazandırabilir.

Söylenenlerden ilkini açmak mümkün. Az önce “saf burjuva ideolojisi” deyimi kullanıldı. Gerçekçi bir deyim değil aslında. Çünkü, kitlesel boyuttan, daha doğrusu küçük burjuvazinin arsız otlar gibi toprağın her yanını saran değer, inanç ve yönelimlerinden bağımsız, bu anlamda “katıksız” bir burjuva ideolojisi düşünmek, oldukça güç. Kapitalist toplumlarda, salt siyasal-ekonomik yönüyle alındığında, iktidar burjuvazinindir. Ama bunlar artı ideolojik egemenlik söz konusu olduğunda kendisi bilmese de küçük burjuvazi böyle bir iktidarın ortağı konumundadır. Bu çerçevede bakıldığında burjuva siyasal partileri, burjuva iktidarının rasyonelliğini kitlelere yaymada işlev sahibi, önemli kurumlardır. Belki de iyi bir örnek: Frank Capra’nın filmi “John Doe’yu Tanıyın”ı TV’de izlediniz mi? John Doe, bizde Orhan Kemal’in “basit insan” tipinin ABD’deki karşılığı oluyor. John Doe hareketinin tabanında köylü, esnaf, ahçı vb. milyonlarca “sıradan” insan ve bunların sistemsiz değerleri var. Filmde gerçekleşmeyen gerçekleyip de John Doe hareketi iktidar olsaydı, ortaya bal gibi bir burjuva iktidarı çıkacaktı gene de. Belki, populist aldatmacaları biraz daha sırıtan bir burjuva iktidarı, o kadar…

Sonuç belirginleşiyor: Kapitalist düzende çok partili yaşam, önemli bir ideolojik, giderek de siyasal güvencedir. Burjuva partilerinin çokluğu, tanımı gereği amorf olması gereken ideolojik yapıdaki çıkıntıları, sızıntıları çekip çeviren, onları belirli ve tehlikesiz kanallara sokabilen kurumların çokluğu demektir.

Türkiye, uzun denebilecek bir süre tek parti ile yönetildi. 1925’de ve 1930’da, Terakkiperver ve Serbest Fırka ile, sıkışma sonucu gerçekleşebilecek patlamaların boyutları sınandı. Büyük olasılıkla, tabandaki potansiyel patlama boyutlarının verdiği ürküntü ile, 1930’larda, kitlelere daha yakın, onlarla iç-içe olması düşünülen ek kurumlara gerek duyuldu. Diyelim halkevleri. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Tunceli Halkevi’nde, Dersim İsyanı sonucu ayaklanıp idam edilen aşiret reislerinin resimlerinin asılı olduğunu anlatır. Daha sonra, çok partili düzene geçildiğinde uygulanan ocak-bucak teşkilatları da, tepedeki ideolojiyi daha geniş tabana yayma araçları olarak görülebilirler.

II. Dünya Savaşı sonrası uluslararası koşulları, Batı’ya yakınlaşma girişimlerini ve bunların dayattıklarını bir yana bırakırsak, Demokrat Parti’nin siyaset sahnesine çıkması da aynı işlevi görmüştür. Demokrat Parti hareketi, Türkiye’de, belirli bir kitleselliği ve “aşağıdanlığı” kucaklayan bir birikimin elverişli kanallara sokulmasının en iyi örneğinidir. CHP-DP arasında, zaman-zaman aldatıcı bir şiddete de ulaşabilen boğuşmanın özünü en iyi biçimde Celal Bayar’ın ünlü sözleri açıklıyor: “Paranın iki ayrı yüzü vardır, ama aynı değeri sağlar”… Doğrusu da budur: Bağımsız sosyalist partileri bir yana bırakırsak, çok partililik, parti sayısı kadar ayrı yönlere bakan, ama hep birlikte aynı değeri sağlayan kurumların varlığı demektir.

Çok partili yaşamın ikinci işlevinin sergilenmesine de buradan geçilebilir: Çok partililik, burjuva ideolojisinin ve belirli bir tarih kesitine özgü siyasal ekonomik, askeri vb. gerekliliklerin, bu kez asgari müşterekler aracılığıyla netleşip ağırlık kazanmasına yarar. Bir partinin hedefleri, toplumda şu ya da bu ölçüde tutulabilir. Ama hiçbir şey,  toplumda, tüm siyasal partilerin, aralarındaki farklılıklara karşın üzerinde birleştikleri hedefler kadar, daha önemlisi bunların bu biçimde sunulması kadar etkili olamaz. Çok partili yaşamın, belirli bir düzeninin sürdürülmesi açısından en önemli işlevi, belki de budur.

Söylenenler, oldukça genel nitelikli. Ancak “asgari müşterek” kavramının toplumdaki etkinliğini ve çekiciliğini sergileme açısından, Türkiye’nin yakın siyasal tarihine özgü örnekler de verilebilir. Örnekler, büyük çoğunlukla, bir genel eğilimi gösteriyor: Türkiye’de kitle, daha çok, muhalefet ettiğinin içinden çıkan muhalefeti tutuyor, destekliyor. 1930’da Serbest Fırka dışında partiler de kuruldu. Bunlar, yerel kalabildiler. Serbest Fırka ise tuttu. 1946’da, Demokrat Parti dışında çok sayıda parti çıktı. Tutmadı, DP tuttu. Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka ve de Demokrat Parti, kadrolarıyla, asıl iktidarın içinden çıkıyorlar. 1960 sonrasından Adalet Partisi ilk kurulduğunda, Ordu’dan gelme bir genel başkan arıyor ve buluyor. Türkiye’de kitleler, aynı kadrodan çıkan çizgilerin belirli asgari müşterekler taşıyacağını varsayıyor. Ortalama seçmen, kıran kırana mücadele yerine, böyle asgari müşterekli kadroların zaman-zaman uzlaşabilecekleri bir tabloyu yeğliyor.

12 Eylül’den çok partili yaşama geçiş, bu eğilimin bir kez daha sınanmasına olanak tanımadı. Seçimlere, yalnızca “yeşil ışık” alan partiler katılabildiler. Gene de sınanması artık mümkün olmayan bir hipotezden söz etmek mümkün: “Ben 12 Eylül’ün bizzat kendisiyim” diyen parti, kazanamazdı, kazanamadı. Ama ortada kadro ve çıkış olarak 12 Eylül’den büsbütün bağımsız bir parti olup da bu parti seçime girebilseydi (elbette gene bir burjuva partisi) o da kazanamazdı. ANAP, üç parti içinde, “muhalefet edilenin içinden çıkan muhalefet” imajını en çok verebilen partiydi, o kazandı.

Türkiye’deki çok partili yaşamı başka yönleriyle sürdürebiliriz.

İdeoloji-Politika İlişkileri

Cumhuriyet Türkiyesi’nde siyasal yaşama ilişkin bilgiler biriktikçe, bir nokta giderek açıklık kazanıyor: Çok partili dönemlerde, sürekli olarak, bir “partiler üstü” genel çizgi aranışı egemen olmuştur. Bir önceki bölümde sözünü ettiğimiz “asgari müşterek” olayının ta kendisidir bu. Ancak Türkiye’de ilginç olan, tek başına bu değil. Asıl ilginç olan, varolan siyasal partilerin günlük politik hırgür içinde bir türlü yaklaşamadıkları bu “ortak çizgi”nin hep yasal parlamenter zeminin dışından dayatılmasıdır. Aralarında gerçekten varolan ya da sonradan yakıştırılan farklar ne olursa olsun, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül olayları, bu anlamda ortak bir öz taşımışlardır. Sözü edilen aranış, 27 Mayıs’ın ilk gündem maddelerinden biri olmuştur. Özetle, temel ekonomik, toplumsal ve dış politika yönelimlerini saptayan öyle bir genel çizgi bulunmalıydı ki, siyasal partiler, gerektiğinde anayasal kayıtlamalarla, bu sınırların dışına çıkamasınlar… 27 Mayıs, bunu sağlamada başarılı olamadı. Daha doğrusu, yeterince başarı sağlayamadı. Bu anlamda 12 Eylül’e, 27 Mayıs’ın kendini yeterince gösteremeyen yüzü olarak bakmak da mümkün.

Peki, çok partili yaşama geçen Türkiye nereden bulacaktı bu “asgari müşterek” ya da ortak payda ilkelerini? Kuşkusuz, durup dururken ve yoktan var etmeyecekti bunları. Ortada, Cumhuriyet tarihinin ilginç bir kesiti duruyordu tüm örnekleriyle: Büyük bölümünde Atatürk’ün sağ olduğu 1930-1940 dönemi…

Türkiye’nin siyasal yaşamında 1930’lar, hem sağ hem de sol için tükenmez bir maden işlevi görmüştür yıllarca. 1960’larda, 70’lerde (hatta bugün), sol, kendi suretini görme umuduyla hep bu kuyunun içine baktı. Solun bu kuyudan bir şeyler bulabildiğini söylemek çok güç. Ancak sağ, yeterince güncelleştiremediklerini1  törpüleyerek, bu dönemin getirdiklerinden bugün de yararlanıyor. Türk Ceza Yasası’nın ünlü 141-142. maddeleri yalnızca bir örnek. Başka örnekler de bulunabilir.

1930-40 dönemi, Halk Fırkası’nın tek parti iktidarı dönemi. Halkevlerinin kuruluşu 1932 yılında başlıyor. CHF’nın 1935 yılındaki Kurultayında “Kemalizm” bir deyim olarak ilk kez Parti programına sokuluyor. 1936 yılındaki bir yasa ile, illerin valileri aynı zamanda Halk Fırkası’nın o illerdeki başkanları oluyorlar. 12 Eylül döneminde Kenan Evren siyasal parti liderlerinin bir türlü değiştirilemediklerinden çok yakındı. Ama Türkiye’de bunun da bir geleneği olduğu anlaşılıyor. Atatürk’ün ölümünden hemen sonra, 1938 yılı sonunda toplanan CHF Kurultayı, genel başkan İnönü’yü, yaşamı boyunca değişmez genel başkan olarak tanımlıyor ve bunu parti tüzüğüne sokuyor. Dahası var: İsmet İnönü’nün ölümünden sonraki genel başkan da, her kimse, tüzük gereği gene değişmez olacaktır… Tüm bunlar, 1930-40 dönemi aranışlarının ürünleri olarak ortaya çıkıyor.

Söylemek istediğimiz şu: Çok partili dönemlerin partiler üstü ortak payda aranışları ile tek parti döneminin sözü edilen girişimleri arasında görünüşte büyük zıtlıklar var. Gene de, daha derinlerde benzerlik, hatta özdeşlik ipuçları bulmak mümkün. Farklılık, ortak paydanın dışarıdan dayatılmayıp, tek partili siyasal dinamiğin kendi içinden çıkarılmaya çalışılmasında. Gene de özdeşlik sırıtıyor: Kemalizm’in parti programına sokulması demek, Mustafa Kemal’in kişiliği düşünüldüğünde, bu “ideoloji”nin, siyasal yaşam için bir vazgeçilmez asgari müşterek konumuna getirilmesi demektir. Halkevleri, valilerin parti il başkanlıkları, parti genel başkanlıklarının değişmezlikleri, topluma ve siyasal yaşama, belirli bir partinin tüzel kişiliğini aşan ideolojik yargı ve değerlerin benimsettirilme girişimi anlamına gelir. 1930’ların bu yönelimi, öz olarak, 12 Eylül rejiminin kafasındaki çok partili yaşamın ta kendisidir.

İdeolojik aranışları ne olursa olsun, Türkiye’deki tek parti döneminin, devlet ve bürokrasinin burjuvaziden iyiden iyiye bağımsızlık kazandığı, kapitalist yönelim dışı ve devletçi bir yolun izlendiği bir dönem olduğu biçiminde, daha sonraları pek çok görüş ileri sürülmüştür. Kanımızca burada Türkiye’nin, eşitsiz gelişen dünyada, her süreci geç yaşamadığını belirtmenin tam sırası. Evet, Türkiye burjuva devrimini, klasik burjuva devrimleri çerçevesinde, geç yaşadı. Ama şunu da görmek gerek: Bağımsızlıklarını yeni kazanmış genç ulusların 1950-65 döneminde yaşadıkları, dünya politikasına önemli bir damga vuran, sosyalist çerçevede ise kapitalist olmayan yol, Nasırcılık vb. türü kanalların yanlış biçimde teoriye sokulmasına çanak tutan süreçler, Türkiye’de 1930-40 döneminde yaşandı. Sosyalist hareketin yorgunları, belki de bunu gördükleri için üçüncü dünya önünde “Türkiye’nin öncülüğü” türünden misyonlara soyundular.

Oysa gerçek çok daha başkaydı. Türkiye, tercihini çoktan yapmıştı. Uluslararası ekonomik bunalımın, daha sonra savaş yıllarının özgün koşulları sonucu başvurulan kimi uygulamaların geçici niteliğini düşünürsek, Türkiye’nin, tercihini çok önceden yaptığı, bunun en açık deklarasyonunun da 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde Mustafa Kemal’in açış konuşması ile ortaya çıktığı söylenebilir. Ama asıl önemlisi şu: Gerek dünyada, gerekse Türkiye’de hep böyle olmuştur; “bağımsız” görünümlü ideolojik biçimlenmelerin zorlandığı bir “üçüncü yol” izlendiğinin ilan edildiği, devlet ve bürokrasinin bir bütün olarak burjuvaziden en çok “bağımsız” göründüğü dönemler, gerçekte, hep sınırlı sayıda kimi sermaye gruplarının inanılmaz biçimde palazlandığı dönemler olmuştur. Bir başka deyişle, lider ve ideoloji kültünün en çok dayatıldığı, buna ek olarak da siyasal baskıların iyiden iyiye artırıldığı dönemler, sermayenin belirli gruplarının lehine, ötekileri sofradan dışlayıcı tercihlerin yapılmış olduğu dönemlerdir. 2 20. yüzyılda, her zaman olduğundan daha çok, bir bütün olarak sermaye sınıfının temsilciliğini yapma durumundaki siyasal iktidarlar, bu bütünlüğe ilk bakışta aykırı görünen geçici girişimlerini, hep baskı ve ideolojik saldırı ile örtmeye çalışmışlardır. Türkiye’de önce tek parti, sonra da “demokrasinin kesintiye uğradığı” dönemleri bir de bu gözle değerlendirmek, sanırız ilginç sonuçlar verecektir.

Ama kuşkusuz işin bir de “bize özgü” yönü vardır. Türkiye’de sermaye, her yerde olduğundan daha çok mızmızdır. Başkalarından, bu arada devletten, her yerde olduğundan daha çok bekler. Bir de bizim bürokratımız, başka ülkelerin bürokratlarından daha övüngendir; yeri geldikçe “incorruptible” olduğunu kanıtlamaya da pek meraklıdır. Şimdi, mızmız işadamı ile hotzotu seven bürokratın sürekli birlikte iş yapmak zorunda oldukları bir ülkede, “özel sermayeye kan kusturan devletçi bürokrat” imajının doğması pek kolaydır.

Ancak kapitalist düzenin mantığı içinde mızmızlığın da, hotzotçuluğun da bir sınırı olduğu anlaşılıyor. Tek parti döneminin Ankara valisi Nevzat Tandoğan, ceberrutluğu ve dediğim dedikçiliği ile ünlüdür. Bir eski basın mensubumuzun anlattığına göre, Ankara’da Belediye’nin bir bürosunun döşenmesi için Vehbi Koç’tan eşya alınıyor. Ama Koç’un fiyatı, devlete pek pahalı geliyor. Dediği dedik, çaldığı düdük ünlü Ankara Valisi Tandoğan, Koç’u çağırıp, istediği 150 liradan biraz inmesini istiyor. Vehbi bey, açık açık “bir kuruş inmem” diyor. Kudretli vali Tandoğan’a da “peki” demek düşüyor.

Gerek tek, gerekse çok partili yaşam dönemlerinde, ikili ilişkilerin çok büyük çoğunluğunun da bu biçimde sonuçlandığını söylemek, zorlama olmasa gerek…

Bugünkü Kavgaya İlişkin Gözlemler

Buraya dek, Türkiye’deki dahil, çok partili yaşamın değerlendirilebileceği bir genel çerçeve çizmeye çalıştık. Ülkemizde bugün çok sayıda siyasal parti var. 12 Eylül’ün “iç barış” konusundaki tüm geçmiş dayatmalarına karşın, gene de aralarında bir kavganın sürüp gittiği görülüyor. Baştan bu yana çizilmeye çalışılan çerçeve, öncelikli olarak, bu kavganın sınırlarını saptamaya yönelikti. Başka deyişle, çok partili yaşama özgü bu kavgalar, “kayıkçı dövüşü” basitliğine gidilmese bile, düzenin çizdiği sınırlar dışına taşırılarak yorumlanmamalı. Şu rahatlıkla söylenebilir: Günümüz Türkiye’nin siyasal partileri, çok partili yaşamın önceki dönemlerinden daha büyük ölçüde “asgari müşterek”lere ya da sağlam kazıklara bağlanmış durumdadırlar.

Ancak, siyasal partiler arasındaki çekişmenin boyutlarını da yerli yerine oturtmak gerekiyor. İlk bakışta görülen, partilerin kendi aralarındaki mücadeledir, birbirlerine yönelttikleri eleştirilerdir. Ancak, tek tek partilerin öznel hedef ve politikalarından bağımsız olarak, partilerin tümünün, nesnel olarak, belirli bir 12 Eylül sonucuna karşı yaşam ve etkinlik mücadelesi verdiklerini söylemek de mümkün. İlk bakışta yeterince görülmeyen, ortadaki kavganın bu yönüdür.

Türkiye’de, tarihsel süreç içinde, yasama karşısında yürütmenin giderek güçlendiğinden söz ettik. Ancak, özellikle 12 Eylül ile, bu gelişime yeni bir boyutun daha katıldığı görülüyor. 12 Eylül rejimi, parlamento ve siyasal partiler dışında, toplumdaki belirli ideoloji ve güç odaklarına özel bir konum ve etkinlik kazandırmıştır. Önem sırasından bağımsız olarak adları konabilir bu odakların: Ordu, Üniversite, Din, Basın, Sol… ve başkaları. Türkiye’de solun, 12 Eylül’le birlikte, bir ideoloji-siyaset odağı olarak güç kazandığını söylemek kuşkusuz mümkün değil. Ancak bu güçten düşmüş konumuyla bile sol, Türkiye’de etki alan ve etki veren bir odak olma özelliğini korumaktadır. Ancak, Türkiye’deki siyasal partiler ve parlamento söz konusu olduğunda, günümüzün çekişmelerinde asıl önem taşıyan odaklar, sol dışında kalan diğerleridir.

O halde, Türkiye’deki çekişmenin temelinde yatan unsurlardan biri, şöyle özetlenebilir: Çok partili yaşamın doğal mantığı çerçevesinde, günümüz Türkiye’sinde burjuva partileri, 12 Eylül’ün palazlandırdığı ideoloji-siyaset odakları karşısında, “ikinci sınıf kurum” konumunun verdiği kompleksten kurtulma, bu kurumlardan hiç olmazsa kimileri üzerinde yeniden etkinlik ve patronluk sağlama çabası içindedirler.

12 Eylül dönemi siyaset mutfağının yakın tanığı yazarlara göre, darbeden hemen sonraki girişimlerinde Ordu’nun üst kademesi üç önemli şok yaşıyor: Dağıtılan parlamento üyelerinin güç ve etkinliklerinin sürmesi, üst düzeyde görev beklenen bürokratların önce faaliyetleri durdurulan sonra da kapatılan siyasal partilere ve liderlerine bağlılıklarının sürmesi ve sonra da eski siyasal liderlerin yeni rejim karşısında şu ya da bu ölçüde direnç göstermeleri… Bu üç olay, 12 Eylül yönetimini hem şaşırtıyor, hem de öfkelendiriyor.

12 Eylül yönetiminin, bu öfke ve şaşkınlık ile özel önlemler aldığı anlaşılıyor. Bunlardan en önemlisi, eski ya da yeni partilerin tercihlerinden bağımsızlaşmasına çalışılan, daha açığı partiler üstü asgari müşterek çizgisine sonuna dek bağlı ideoloji ve güç odaklarının yaratılması, varolanların da güçlerinin pekiştirilmesidir.

Başta, Cumhurbaşkanlığı makamı ile kimi “konsey” ve “kurul”lar geliyor. Yaşamın dışa kapalılığı ve ilişkilerin sürekli aynı çevrede kalmasının, sığ da olsa bir “inanç ve tercih bütünlüğü” sağladığı ordu, en önemli güç olma özelliğini koruyor. Bir başka odak olarak, Üniversite, tam anlamıyla bir 12 Eylül kurumu olma özelliğini bugün de koruyor.

Ancak, 12 Eylül’e sadakatte yukarıdaki kurumlardan oldukça farklı kimi odaklar bile, bugün, 12 Eylül döneminin yarattığı hava sonucunda iktidar partisi dahil burjuva siyasal partiler karşısında eskisinden çok daha “başına buyruk” çizgiler izleyebiliyor. Bu, söz konusu odakların, 12 Eylül döneminin itibarsızlaştırdığı parti kurumlarını atlayarak sermaye ile bağlarını doğrudanlaştırmaları anlamına geliyor. Bugün, sözgelimi basının ve din’in organik bağları, mevcut siyasal partileri atlayarak doğrudan sermayenin kendisine yöneliyor.

Bugün Türkiye’nin siyasal arenasında bir soru gündemdedir: Süreç, siyasal partilerin yeniden birincil ve üst konum kazandıkları bir yapıya doğru mudur, yoksa öngörülen yeni bunalımlar ışığında, siyasal partiler dışı güç ve ideoloji odakları bu konumlarını hep koruyacaklar mıdır?

Türkiye’de “normal”in dışında görünen kimi güncel eğilimlerin kökeninde, yukarıdaki soruların yarattığı belirsiz ortamın da payı vardır. Örnekler hemen akla geliyor: Türkiye’de “Aydınlar Ocağı” adında bir kurum var; açık açık, en büyük misyonunun Demirel-Özal ya da DYP-ANAP barışıklığını sağlama olduğunu ilan ediyor. Dün, Demirel-Bozbeyli ya da AP-DP ayrılığı siyasal bunalım yarattığında, 12 Mart’ta Erim-Demirel uzaklığı doğduğunda, sağcı aydınlar özel olarak bunları gidermek için ek misyon üstlenmiyorlardı. Bugün daha “üstten” bakıp bunu gerekli görüyorlar.

Bir örnek de basın. Türkiye’de büyük basının, daha doğrusu büyük sermayenin şaşmaz bir eğilimi vardır: Ufukta bir “kesinti” olasılığı varsa, basın amansız bir siyasal iktidar düşmanı kesilir. Ufukta bir “kesinti” olasılığı görünmüyorsa, bu kez iktidar yaltakçılığında en aşırıya gider. Bugün, ufukta yeni bir “kesinti” olasılığı görünmüyor. Buna karşın gene de büyük basın Özal’ı hoşnut edecek ölçülere götürmüyor iktidar yaltakçılığını. Bu uzaklığın yalnızca DYP’nin ayak seslerinden kaynaklandığını sanmıyoruz. Büyük sermaye olarak basın, kendini, siyasal partilerin “ikincil” konumuna alıştırmış görünmektedir.

ANAP ve DYP arasındaki çekişme de bu açıdan değerlendirilebilir. ANAP, tüm iddialarına, Özal’ın şovlarına karşın, Türkiye’nin yeni “demokratik” yapısında, pek çok alanda “ikincillik” konumuna razı görünmektedir. DYP ise, kendi siyasal mantığı çerçevesinde, bunu sindiremeyen bir görünüm sunmaya çalışmaktadır. Ancak, kendi siyasal tercihlerinden bağımsız olarak, DYP’nin, böyle bir mücadelenin gerekliliği açısından öncelikle sermayeyi ikna etmesi gerekmektedir.

ANAP’ın, pek çok yönden inişe geçtiğini söylemek mümkün. Toplumdaki ideoloji-güç odakları üzerinde etkisi azalıyor; ANAP, bugüne dek en çok etki yarattığı söylenebilecek iki odak olarak basın ve sol üzerindeki etkisini de giderek yitiriyor. Solda “ANAP’lı sivil toplum” düşleri artık sona ermiş durumda. Ulaşabileceği bir başka yakın odak olarak, ANAP’ın dinci hareket ve örgütlenmeler üzerinde de, sanıldığı ölçüde önemli etkileri olmadığı ya da varolan etkilerinin zamanla azaldığı anlaşılıyor.

Türkiye’de bugün burjuva siyasal partilerin önündeki temel seçim, gerçek anlamda siyasal parti olmak ile sermayenin dış ilişkileri ve iç düzenlemelerini gerçekleştirme sekreterliğiyle yetinmek arasındadır.

Dönüş Başladı mı?

Türkiye’de insanların karınlarını belirli bir düzeyde doyurabilmeleri, sanıldığı gibi durağanlık ve kayıtsızlık getirmiyor. İnsanlar, karınlarını az çok doyurabildiklerinde, daha iyi bir yaşamı ve daha iyi bir düzeni daha çok düşünmeye başlıyorlar. Özlemler, kitlesel bir içerik kazanıp, daha global hedeflere yöneliyor. Türkiye, böyle dönemler yaşadı. Türkiye’nin bu dönemlerinde, kitlesel özlemlerin farkında olarak sağ “Büyük Türkiye” dedi. Türkiye’nin kendine özgü sosyal demokrasisi “insanca, hakça düzen” sloganını çıkardı. Sol, “Sosyalist Türkiye” istedi.

24 Ocak ekonomisi, özellikle 12 Eylül döneminin baskılarıyla da birleşince, yukarıdaki tabloda önemli değişiklikler yarattı. Evet, karınlar daha az doyuyordu; bu durum karşısında eskisi gibi ses de yükseltilemiyordu. Ama şu da vardı: Türkiye’de, para kazanmanın, önceleri, varolmadığı düşünülen binlerce yolu açılmıştı artık… 24 Ocak ekonomisi ve 12 Eylül baskıları sonucunda, karnı doymayan insan, düzenin adaletsizliklerini düşüneceği yerde, karnı doyanlara ve zengin olanlara bakıp bu kez kendi “aptallığına” yanmaya başladı. Büyük kentlerin ücretlileri ve dar gelirlileri, daha önceleri aile geçindirmek için başvurdukları, yalnızca bu sınırlar içinde gördükleri “extra” işleri, artık zenginleşme, en yaygın deyimiyle “köşeyi dönme” araçları olarak değerlendirmeye başladılar! Sıradan insanları hiç küçümsememek gerek: 24 Ocak ve 12 Eylül sonunda, solda bile, para kazananlar, kazanamayanları “enayi” olarak gördüler.

ANAP, tam tamına Türkiye’de yaşanan bu dejenerasyonun partisidir. İnsanlar AP’li, CHP’li, MSP’li, MHP’li hatta solcu olabilirlerdi; ama şöyle bir baktıklarında ANAP’ın yarattığı zenginleşme olanaklarını da görürler, akılları varsa bunları değerlendirirlerdi.

Ancak, yükselişinin kitlesel zemini buna dayanan bir burjuva partisinin etkinliğine fazla ömür biçmek de yanlış olur. Define arayıcılığı türü özel patolojik konumlar bir yana bırakılırsa, insanları ANAP’ın kullandığı yöntemlerle uzun süre avutmak mümkün değildir. ANAP, parlamento dışı güç ve ideoloji odakları karşısında “ikincil” bir konumu içine sindirdiği için bir yandan DYP ve SHP başta olmak üzere öteki burjuva partileri tarafından sıkıştırılırken, öte yandan da kendi yükselişinin zeminini oluşturan öğelerin erozyonu tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Bir kez daha yinelemekte yarar var: Burjuva ideolojisinin belirli bir alanında uzmanlaşma, giderek bu alanı bayraklaştırma, siyaset alanında uç ya da marjinal burjuva partilerinin varlığıyla sonuçlanır. Irkçı, şoven-milliyetçi, dinci partiler gibi. Bunun dışında burjuvazinin büyük partileri ideolojisinin tüm alanlarına oynayan, bu nedenle de kaçınılmaz bir ideolojik amorfluk taşıyan partilerdir. Bugünün DYP’si, dinciliği, milliyetçiliği, bireyciliği vb. AP geleneğinin uzantısı olarak, geleneksel çizgisi içinde eriten görünümü sürdürmektedir. ANAP’ın özelliği ise, tüm bu çizgileri oturmuş bir siyasal yapı içinde eritmesi değil, hepsinin üzerine, az önce sözünü ettiğimiz “zenginleşme” illüzyonunu yaymış olmasıdır. ANAP’ın kitleselliği, doğrudan doğruya bu illüzyonun etkinlik süresine bağlıdır.

Kuşkusuz bunun da sınırları vardır. “Köşe dönme” felsefesi, önce insanları cezbeder, “ben de döneyim” dedirtir. Sonra “onlar döndü ben dönemedim bu işte bir haksızlık var” düşüncesini getirir. Bugün Türkiye’de yavaş yavaş ikinci aşamaya geçilmektedir. DYP ise kendini bu aşamanın iktidar adayı olarak görmektedir.

Türkiye solunun, yeni aşamanın getireceği birikimlere kısa sürede sahip çıkması hemen hemen olanaksız. Önce 12 Eylül dönemi yılgınlıklarının sürmesi, sonra da “karın doyurma” gailesinin yeni bir düzen aranışında elvermeyecek boyutlarıyla sürmesi, kitlelerin böyle bir “sıçrama” yapabilmesini olanaksız kılıyor. Tabi tüm bunlara, Türkiye’deki solun kitlelere güven vermekten henüz uzak konumunu da eklemek gerek.

Bu dönemde solun gerçekleştirmesi gerekenler, kendi iç sorunlarının üzerine gitmek, Türkiye’nin koşulları açısından gerçekçi örgütlenme ve partileşme olanaklarını açıkça ve önyargısız tartışıp araştırmaktır.

Gelenek

17.3.1987

Dipnotlar

  1. Atatürk’ün vasiyetine karşın 12 Eylül döneminde Türk Dil Kurumu’nun başına gelenler, güncelleştirilemeyenin tereddütsüz törpülendiğini gösteriyor.
  2. Burada burjuvazinin çeşitli kesimlerinden değil, belirli kesimler içindeki ayrı sermaye gruplarınlarından söz edilmektedir.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×