Hangi sanatçı korkmaz?

Cansu Fırıncı- Sevgili Harun, bir süredir tabiri caizse tiyatroda bir ‘kader ortaklığı’ yapıyoruz. Oyun Sandalı’nı 2010’da kurup Hayyam Ab-ı Hayat oyunu ile yola çıkmıştık. Sonra araya ‘hayat’ girdi. Ara verdik. Uygun şartlar oluşunca da 2014’te yeniden yola koyulduk. Aslında şartlar mı uygundu yoksa biz mi şartları bir kez daha zorlamaya karar verdik, tartışılır. Nihayetinde kısa zamanda üç oyun hayata geçirdik. Taranta Babu, Gölgeler, Furuğ… Partinin merkezi etkinliklerinde de birlikte üretimlerde bulunduk. Yolculuk devam ediyor. Fakat ben senin tiyatro yolculuğuna 2000 yılından bu yana tanığım. Değişim Atölyesi Oyuncuları Ankara’da ses getiren bir tiyatro serüveni yaşamıştı. Dilersen buradan başlayalım.

Harun Güzeloğlu- Tamam, öyle başlayalım ve kısaca o serüvenden bahsedeyim. Ben 1998 yılında Ankara Sanat Tiyatrosu’nun o dönemdeki geleneksel kurslarıyla başladım tiyatroya. Aynı dönemde Ankara’da Nâzım Kültürevi çalışmaları da başlamıştı. Yaz aylarında da para kazanabilmek için sahil kenarlarına animasyon ekiplerinde çalışmaya gidiyordum. Tiyatro ve örgütlü mücadele zamanımın büyük bir bölümünü kaplamaya başlayınca o işleri bıraktım. Ama parasız kaldıkça bunun yerine koyabileceğim tek iş garsonluk ve barmenlikti ve bu ek işlerden epey bir süre kurtulamadım. Sonra AST’ta iki çocuk oyununda rol bulunca ve okullara oyunlara giden bir ekipte daha çalışmaya başlayınca oyunculuk serüvenim başlamış oldu. Aynı dönemde Nâzım Kültürevi’ni de daha büyük bir yere taşımıştık. Tiyatro yapmaya elverişli sayılabilir bir de salonu vardı ve tiyatro çalışmasını başlatmış olduk. O dönem bir araya geldiğimiz tiyatrocu arkadaşlarımızla Değişim Atölyesi Oyuncuları’nı (DAO) kurduk. Sokak oyunları yapmak ilk konuştuğumuz ve kararlaştırdığımız başlıktı. Sahneleyeceğimiz oyunları ise titiz bir süzgeçten geçiriyorduk. DAO çalışması tam on bir sezon sürdü. Bu arada bir süre Ankara ve İstanbul’da iki ekip olarak devam etti. 2000 yılından 2011 yılına kadar altı sokak oyunu, beş dönem atölye, yirmiye yakın da oyun ürettik. Kendi gelişkinliğimizi arttırmak için epeyce de ekip içi atölye yaptık. Ben bu süreç devam ederken, Dil ve Tarih Coğrafya’da Tiyatro Tarihi Teorisi’ne girdim, ardından yine eş zamanlı olarak Ankara Ekin Tiyatrosu’nda da çalışmaya başladım. Özetle İstanbul’da seninle başladığımız yeni oluşuma kadar epey sayıda projede oyuncu, yönetmen yardımcısı, yönetmen, uyarlayan, sahne tasarımcısı vs. olarak çalıştım.

Cansu bu söyleşide biraz da seni tanıyalım. Ben seninle partide ilk tanışanlardanım. O hikaye de çok ilginç, bizimle “ben Komünist Parti’yi arıyorum” diye iletişim kurmuştun. Sonra farklı alan çalışmalarında da olsa epey bir süre Ankara Nâzım Kültürevi’nde birlikteydik. Nikbinlik dergisi ve edebiyat çalışmasında önemli bir görev üstlenmiştin. Biraz anlatır mısın o dönemi.

C.F- Haklısın. Üniversite’ye yeni gelmiş bir genç olarak partiyi arıyordum. Mithatpaşa Köprüsü’nün hemen solunda, akşam Ankara için geç sayılabilecek bir saatte bir dükkanın kepenginin üzerinde Komünist Parti afişini gördüm. ‘Bizim partimiz kurulmuş’ dedim. Ardından partiyi aramaya başladım. Kitap okumayı seven biri olarak yolum üniversitenin Kitap Kulübü’ne düştü. Oradaki insanlara partiyi aradığımı söyledim ve beni Sosyalist İktidar Partisi ile tanıştıran süreç başlamış oldu.

Bana partiyi aratan şey kelimenin tek anlamıyla tiyatroydu. Bartın’da tiyatro çalışmalarına başlamama vesile olan tiyatro hocam, beni ve arkadaşlarımı hızla sol kültürle buluşturmuştu. Aramızda bir kardeşleşme, yoldaşlaşma yaşanmıştı. Bir tarz komün kültür edinmiştim. Olanaklarımızı ve ihtiyaçlarımızı birlikte planlıyor, hayatı eşitlik duygusuyla paylaşıyorduk. Brecht’in Tiyatro İçin Küçük Organon kitabı, Nihat Behram’ın Darağacında Üç Fidan kitabı, Nâzım Hikmet şiirleri… Okuyor tartışıyorduk. Üniversiteye gittiğimde kendimi komünist olarak tanımlıyordum. Nâzım Kültürevi’ndeki edebiyat çalışması bendeki yazarlık isteğini kabarttı. 4 yıl kadar kısmen tiyatrodan uzak kaldım. Ama o sıralarda da bildiğin üzere tiyatromsu şiir dinletileri yapıyorduk. Sonra sahne tozu ağır bastı. Yeniden sahneye ayağımı bastım ben de.

O yıllarda siz Ankara’da gündeme hızlı yanıtlar üreten, partili mücadelenin, sosyalizm kavgasının ihtiyaçlarıyla örtüşme çabası taşıyan çok sayıda sokak oyununu oynadınız. Ancak bu oyunlarda göze çarpan şey tiyatro sanatının kurallarından ve yetkin bir performanstan da ısrarla uzaklaşmama inadınızdı…

H.G- Bu karşılıklı soru cevap tekniğiyle söyleşmek keyifliymiş bu arada. Sokakta oyun yapmak başlı başına bir biçimsel önerme getiriyor. Zaman kısa olmalı, söz az olmalı, oyunculuklar büyük ve dairesel bir hareket planı içerisinde olmalı vb. Tüm bunlar beş-on dakikalık bir sokak oyununu ciddiyetle çalışmanızı zorunlu kılan başlıklar. Sokak oyunu ve sokak performansı aynı şey değil bu arada. Performans her şeyi (iyi örnek olsun; Duran Adam) kapsayabilir. Ama sokak oyunu dediğinizde en azından bir başı sonu olan ve tiyatronun olanaklarını daha çok kullanan bir biçimden söz etmek zorundayız. Bir yanlışlık daha var bu konuda sokak oyunuyla, sokakta oynamayı karıştırmak. Sokakta tiyatro yapmak başka bir disiplin. Çalışılması ve üzerine epey düşünülmesi gereken bir disiplin. Sokağa çıkıp tirad attığınızda sokak oyunu oynamış olmuyorsunuz. Kışkırtıcı olmalı, etrafınızda biriken insanlara oyunun söylemini aktarırken şaşırtmalı, yani onları sokaktan öylesine geçerken durdurmalı ve oyununuzun sonuna kadar o insanları oraya çakmalı. Bir örnekle bitireyim. Irak işgali döneminde Çığlık diye bir oyun yapmıştık. Nâzım Kültürevi’nden çıkıp Sakarya Caddesi’ne kadar ritimlerle yürüyorduk, oyun alanına gelip bir kaç turla oyun-seyir sınırımızı çiziyorduk. Bir hafta sonu yerler üzerine basılmış sulu karlarla kaplı. Ben ölüp yere düşüyorum bir yerde, bana yakın teyzelerden biri seslendi “Kalk oğlum hasta olacan, anladık öldün. Ay kız valla üşütecek çocuklar. Bak savaşı oynaması bile ne kadar zor. Kalk yavrum”. Bu oyunlarımızdan sonra meydanda “Savaşa Hayır!” propagandası yapan yoldaşlarımız en verimli çalışmalarını yapıyorlardı diyebilirim.

C.F- Günümüzde bilebildiğim kadarıyla ne Ankara ne İstanbul ne de bir başka yerellikte bu yoğunlukta sokak tiyatrosu oynanıyor. Sence bunun nedeni nedir? Memleketin şartları mı sadece? Tiyatro alanının giderek daha fazla ticarileşmesi mi mesela? Sokak oyunlarında ‘ekmek’ olmaması mı? Bu boşluğu biraz sokak müzisyenleri dolduruyor sanki?

H.G- Aslında Cansu ‘ekmek’ dedin ya, o zamanda da sokak tiyatrosunda ‘ekmek’ yoktu. O dönemin kendine özgü bir çıktısıydı. Çünkü herkes sokaklardaydı, sürekli basın açıklamaları ve eylemler vardı. Toplumsal bir dinamizmin çıktısıyla sokağa dönük üretiyorduk diyebilirim. Bugün bir başka sıkışma da şu: yetkinleşmek için can atan ve sokaktan korkmayan genç oyuncular yok bence. Herkes dizi ve imaj peşinde. Bu kuşağı tiyatro salonuna ve yorucu provalara ısındırmaya çalışıyoruz şu an, sokağı geçtim yani. Belki atölye çalışmalarının sayısını arttırmak yeniden hatırlatabilir herkese.

Tiyatroyla ilgilenirken sen de hep ek işler yaparak ekonomiyi döndürmeye çalıştın. Biraz bu çelişkiden bahseder misin? Çelişki diyorum, çünkü çok istediğin ve emek verdiğin bir alandan bazen geçinemiyorsun. Bu durum üzücü biraz. Hele de AKP’li yıllarda daha da zorlaştı tiyatrodan geçinmek. Nasıl buralara gelindi?

C.F- Yapmadığım iş kalmadı diyebilirim. Tek tek saymayayım şimdi. Ama tiyatrodan geçinmek çok doğru adımlar atmadıkça ya da piyasa işlerine ve ‘star’ oyunculara yaslanmadıkça çok zor. Uzun zamandır tiyatroyu piyasalaştırma, liberal salgıyı ‘ana akım’ kılma operasyonları çekiliyor bu alana. Salon sayısı giderek azaltıldı. AVM’ler ön plana çıkartıldı. Tiyatro seyircisi ile televizyon seyircisinin geçişkenliği artırıldı. Benim de bir karar vermem gerekiyordu artık. Tiyatro yapabilmek için ne yapmam lazım! Sonuçta kapitalist bir ülkede yaşıyoruz ve temiz steril bir iş yok. Bence önemli olan ekmeğini kazanmak için nerede çalıştığın değil, politik mücadelen. Ben de paçaları sıvayıp, kendimi piyasaya kaptırmayacağıma dair sözler vererek televizyona bir ayağımı bastım.

Peki sen yeniden tiyatroya dönme kararı aldığında, ilk tek kişilik oyunum olarak Nâzım Hikmet’in Taranta Babu’ya mektuplarını oynamak istediğimi söylediğimde, yıllar evvel o tekst üzerine bir reji çalışması yaptığını söylemiş ve bana hemen reji tekstini yollamıştın. Böyle başka çalışmaların olduğunu da biliyorum. Bu sende yalnızca bir zihin egzersizi mi? Bir çalışma yöntemi mi? Neden yıllar evvelden ileride sahneleyip sahnelemeyeceğini bilmediğin oyunlar üzerine reji çalışması yaptığını merak ediyorum doğrusu.

H.G- Neden cepte rejiler var diyorsun yani? Nasıl olmasın Cansu, memleketin bir günü bir gününü tutmuyor. Toplumumuz hızlı bir değişim içerisinde. Hal böyleyken ben illa ki şu oyunu yapacağım diyemeyiz. Bizim dertlerimiz var, dert edindiğimiz tonla sorun var. Tabii ki bunların hepsine dönük üretmeye çalışmak saçma olur. Ama bir doğrultu, bir repertuvar şart bence. Bu yüzden de bir okuma alışkanlığı olarak, okuduğum her şeyi rejisini çıkarmaya dönük bir eğilimle okuyorum galiba. Bu yüzden epey bir birikme var tabii. Özel bir çalışma yapmıyorum özetle, okurken başlıyor, sonra bir fikir ya da sahneleme aracı üzerinden notlar alıyorum.

Bir de tabii ki ekran-tiyatro çelişkisi diye boşa bir hamaset var. Sen dizilerde çalışırken sahneden ve düşünsel üretimden de hiç kopmadın. Röportajlarına, köşe yazılarına vb. hep devam ettin. Televizyondaysan başka bir şey yapamazsın hamasetini boşa düşürmüş oldun. Nasıl bir arada ilerletebildin bu süreci?

C.F- Senin de bildiğin üzere bizim yaşdaşlarımızın, gerçi sen benden biraz yaşlısın ama, temel motivasyonu tiyatro. Bizde konservatuvarlar vardı. Sayıları da belliydi. Şimdi oyunculuk bölümleri var, neredeyse her üniversitede. Harçları oldukça yüksek. Üniversiteler artık ticari yerler olduğu için gelene gelme demiyor. Yetenek, istek, özveri vesaire, bunlar ikinci planda. Bu bölümlerde okuyan öğrencilerin çoğunun da temel motivasyonu mezun olup, hatta mezun olmadan dizilerde oynamak, para kazanmak, ünlü olmak. Burada temel mesele senin duruşun. Tiyatrocu kimliğinle kendini kabul ettirirsen sorun yok. Politik kimliğinde çekinik davranmaz, kendine güven duyarsan da, bir yere kadar, sorun yok. Sanatçıların çoğu piyasadan dışlanmaktan korkuyor. Piyasa da sanatçıların politikleşmesinden. Karşılıklı korku dağları sarmış. Korkmuyorsan ayakta kalabiliyorsun. Kim korkmaz peki? Örgütlü olan.

Yazmak, sormak, üretmek… Ben sadece ‘oyuncu’ olmak istemiyorum ki bunlardan uzak kalayım. Tiyatro bence bunların hepsini kapsıyor.

Üretmek demişken, Taranta Babu’da mektupları bir clownun eline düşürdüğünü okuduğumda açıkçası hem şaşırmış hem de heyecanlanmıştım. Bir taraftan metindeki grotesk yapının çok köpüreceğini ve tekstin yeni bir boyut kazanacağını da görüyordum. Biraz faşizmle dalga geçme yönelimi var, onu biliyorum. Ama Nâzım Hikmet tekstiyle bir ‘sirk tiyatrosu’ biçimini yan yana getirmek senin ilginçlik olsun diye yapmadığını bilsem de ilginç gerçekten! Beri taraftan da metnin içinde bu biçimin tohumu zaten gizli. Bu görme biçimini konuşalım biraz da.

H.G- İlginçlik olarak yaptım itiraf ediyorum. Bu nedir ya dedim, Nâzım gibi yaratıcılığın doruğunda bir söz ustası neden mıyıl mıyıl ya da bağıra çağıra sahnelenip durur ki dedim… Şaka bir yana aslında sorarken cevabını da vermişsin. Faşizmle alay etmenin bir yolunu daha yazarken açmış olan Nâzım’ın açtığı yolu köpürtme ve daha da görünür kılma isteğiydi benimki. Ve tekstin rejisini de baştan sona yapmamıştım, not almıştım genel alışkanlığımla “Bu mektuplar bir clown oyuncusunun eline düşerse ne olur?” İkinci not, “Ama clown oyuncusu komünist olmalı, Nazım’ın tarafından bakmalı.” Bu yüzden de seninle çalışmak daha kolay oldu. Taraflaşmamış bir oyuncuyla Nâzım çalışmak çok zor olabilir gerçekten. Gerçi öyle bir oyuncuyu da provalarda bu yolla örgütleyebiliriz. Neden olmasın?

Televizyon deneyiminden bahsedelim biraz da. Artık ekranda da aranan yüzlerden biri oldun. Hem oralarda olmak, hem de örgütlü mücadele yürütmek bir çelişki mi sence?

C.F- Yılmaz Güney örneği var elimizde. Kendi sinemasını çekmeye başlayana kadar piyasanın göbeğinde çalışmış. Nâzım Hikmet geçimini sağlayabilmek için İpek Film Stüdyosu’nda eğlencelik film senaryoları kaleme almış. Kamera arkasında çalışmış. Aziz Nesin Türkiye’de fotoromanı başlatan adam. Bak fotoromanlarına sıradan, ticari işler. Oradan evinin geçimini sağlamış. Ama aynı zamanda Gol Kralı Sait Hopsait’i, Zübük’ü yazmış. Bu düzen içinde geleceğini alın teriyle kazanmak zorunda olan insanlar olarak piyasada iş bulup çalışabiliriz. Ama bu düzeni yıkmak için de var gücümüzle mücadele ederiz. Sonuçta onların bizim ‘yeteneğimize’ ihtiyaçları var. Hatta bize muhtaçlar.

Peki, tam da benim ekranda en görünür olduğum günlerde, memlekette tek adam rejiminin, faşizmin, sermaye sınıfının hızlı hareket etme ihtiyacının doğurduğu iktidar biçimlerinin tartışıldığı bir zamanda Taranta Babu ile sahneye çıktık. En geniş tanımıyla emek mücadelesinin güncel ihtiyaçlarına denk düşen bir oyunla mücadeleye katkı vermek ikimizin de ortak eylemiydi. Ancak tiyatro biliyoruz ki bundan ibaret değil. Sanat/siyaset gerilimli etkileşimi olan iki alan. Parti/Sanat/Sanatçı ilişkisi de öyle. Ancak mücadele eden iki yoldaş olarak mücadelenin kendi ‘siparişini’ hissettik sanırım. Şimdi biraz ‘riskli’, ‘mayınlı’ bir alan açtım farkındayım. Ama bunu konuşmazsak olmaz.

H.G- Tiyatro ve sanat konuşulur da mayın olmaz mı? Bunu hangi taraftan yaparsak yapalım bu arada durum böyle. İster bizim yaptığımız gibi ilerici ve aydınlanmacı bir taraftan yap, istersen de kirletici ve gericileştirici bir piyasa tarafından yap. Mayınlar hep var. Mayınlar olur da “mayın eşekleri” olmaz mı? Olmaz olur mu, bak liberal ve sağcı dalganın kirlettiği alan mayın eşekleriyle dolu, her gün yeni biri atlıyor ortaya ben daha çok yandaşım, ben daha çok aşığım diye. Mayın eşeklerinin tarihteki yeri ve sonu bellidir. Bir de bizim taraftaki ‘mayın’lara bakalım. Bizim tarafımızda da mayın çok, çünkü aynı ekonomik sistemin içinde yaşıyoruz. Ama bizde ‘mayın eşeği’ olmaz. Bizim tarafı olduğumuz siyasal alan yoldaşlık ve dostluk üzerine kurmuştur ilişkilerini. Aynı zamanda da dayanışma ve kolektif üretme biçimleri. Bizim cenahta mayınlarla hep birlikte mücadele edilir, o mayınların ne olduğu hep birlikte tartışılır ve karara bağlanır. Kolektif aklın yaratıcılığı o mayınları herkesten önce fark etmemizi sağlar. Bu yüzden örgütlülüğü tu kaka görenlerin, bireysel yaratıcılığını her şeyin üstünde tutanların işi çok zor. Bizde yanlışlıkla ya da had bilmezliğinden mayına basanın elinden yoldaşça tutulur, kaldırılır. Bu yalnızlık övücüler ne yapacak, mayına basanı ittirecek öbür mayına doğru, sonra bir diğerine, niye, aklınca kendine yol açacak. O yolun sonu yandaş bir gazetede maymunluğa çıkar. Ama bizim öncüllerimiz, ustalarımız öyle mi? Hiç korkmadılar mayınlar arasında yoldaşça mücadele etmekten. Biz de yaparız.

Biraz da Taranta Babu provalarındaki inadından bahseder misin? İnadın diyorum çünkü, hiç bilmediği bir oyunculuk disiplininin içinde kısa süreli bir eğitimden sonra bu denli istekle devinmek zor bir karar. Nasıl geçti süreç senin için?

C.F- Zor geçti! Gerçekten genel kültür düzeyinde bildiğim bir türü koydun önüme. Bir taraftan da dizi seti oldukça yoğundu. Şimdi o günleri düşününce nasıl becerdik diyorum içimden. Senin pantolon kemerinde de her hafta yeni bir delik açtırıyorduk. Sonuçta sahnede dünyadaki ilk komünist clownu yaratmış olabiliriz!

Ben oyunun oyuncusu olduğum için senin kadar dışarıdan bakıp göremiyorum. Seyirci penceresinde bu tutumumuzun karşılığı ne düzeyde sence? Sonuçta oyunda iki güncelleme dışında güncel bir gönderme yok. Nâzım’ın teksti bugün de yazıldığı günkü kadar güncel geliyor bana…

H.G- Kesinlikle öyle, maalesef güncel. Maalesef diyorum çünkü büyük insanlığın tarihsel serüveni bir kırk elli yıldır geriye doğru çark etmeye başladı. Paris Komünü ve Büyük Rus Devrimi’yle açılan devrimler çağının müthiş heyecanı ve birikimi yerini bir yenilgi psikolojisine bıraktı. İşte burada da devreye yukarıda bahsini ettiğimiz tercih giriyor. Tercih diyorum çünkü, tercihini insanlığın aydınlanmacı, eşitlik ve özgürlükçü birikimi üzerine değil de, piyasacı ve liberal yönelimlerden yana kullananların açtığı yol eskide kalmış saçmalıkları güncel kılıyor. Belki de, yetmez ama evetçilerin açtığı yoldan koşar adım yürüyen bugünkü iktidar ve o iktidarın sembol ismi yüzünden Taranta Babu oynuyoruz şu an. “Demokrasicilik” üzerine kullanıldığı öne sürülen yetmez ama evet tercihi, bugün “Diktatörlük” ve “Tek Adam” feryatlarına dönüşebiliyor. Aslında bu yüzden de sanata ve özellikle tiyatroya çok iş düşüyor. İşte bu şamatanın ve saçmalığın ortasında Taranta Babu’ya yazılan mektuplar bir clown oyuncunun eline düşüyor.

Gelelim bize, beni iki kez tiyatroyla yeniden barıştıran biri olarak, etrafına dokunan bir özelliğin var. Bu durumun örgütlü bir alışkanlık olduğu aşikar, ama sen bir de proje önerip arkasında duran ve koşturan bir oyuncusun. Bir de repertuvar önermelerin çok iyi, her oyuncuda olmaz bu özellik. İki oyunumuzun ilk önermesi sana ait. Hayyam ve Taranta Babu senden geldi bana. Bu özelliğin bir tarifi olmalı bence. Ne dersin?

C.F- Bu soruya çok kısa ve içten bir yanıt vereyim Harun. Bir tarafı benimle ilgili evet. Tercihlerimle, içinden geçip geldiğim hayatla. Ama… Eskiden Aragon’un bu dizelerine bir anlam veremez, içten içe bu büyük şairi kınardım böyle dizeler yazdığı için. Artık böyle düşünmüyorum. Aksine hep aklımda dolanırken yakalıyorum kendimi.

Partim geri verdi bana belleğimi ve gözlerimi

Taranta Babu’nun hemen ardından Furuğ Ferruhzâd’ı sahneledik. Şiirlerinden yola çıkarak metni yazman gözlerimin önünde çok kısa bir sürede oldu. Teksti haliyle ilk okuyanlardanım. Bir avuç Furuğ hayranı dışında kimse hiçbir şey anlamaz bu oyundan, demiştim. Yanılmışım. Taranta’dan daha büyük ilgi gördü ve gördüğüm kadarıyla bir anlaşılma sorunu da yok…

H.G- Tamam oyunu yazma kısmı, yani bilgisayar başına geçip metni oluşturma kısmı kısa sürdü. Ama kafamdaki dramaturji izleğinin ve okumaların yekûnu beş ay kadar tutuyor. Evet oyunu ilk okuduğundaki yüzünü hatırlıyorum, ne desem acaba durgunluğu. Çünkü aslında okuduğun şey bir prova metniydi ve şiirler arkaya dizilmiş bir seçki gibi duruyordu. Şaşkınlığın çok normal. Çünkü bir oyun iki önemli evreden geçer. Yazım ve reji. Yazılan birçok şey rejiyle biçime bürünür ve daha bir çok etkiyi de içine alarak seyirciyle buluşur. Furuğ’da da bu süreç böyle işledi. Oyuncunun, ışık tasarımının, müziklerin vs. kattıklarıyla sonuç bu oldu. Oyun sevildi gerçekten. Bu da bizi mutlu ediyor. Zaten tiyatronun en büyük motivasyonu bu değil mi? Taviz vermeden anlatmak ve beğenilmek. Sence de öyle değil mi?

C.F- Kesinlikle… Bu oyunu hazırlarken kadının sahneden indirildiği bir memlekette tiyatro yaptığımızın farkındaydık. Kadın cinayetleri hiç olmadığı kadar arttı. Gericilik hamile kadından tahrik olacak noktaya ulaştı. Gel gör ki Furuğ giderek politikleşmesine rağmen ‘yalnız’ bir kadın. Hayatına giren komünist bir yönetmenin, Golestan’ın büyük etkisi var Furuğ’un giderek sivrileşen dilinde. Kimi yoldaşlarımız Furuğ oyunumuzu çok çarpıcı buldu fakat ‘bayrak olacak kadın değil’ dedi, kimi yoldaşlarımız ‘tanımıyorduk, okumaya başladık, çok önemli bir kadın’ dedi. Bir de yoldaşımız olmayan ama oyunumuzu seyreden seyircilerimiz var. Furuğ bir bayrak mı? Olmalı mı? Sen sahneye rengi kızıla çalan bir bayrak mı çekmek istedin? Tiyatro bayrak mı yükseltmeli? (Provakasyon yapıyorum, evet.)

H.G- Bu soruna başka bir yerden cevap vereyim. Tiyatronun ve sanatın eğitici yönü bilinçli olarak atlanır hep. Neden eğitici? Seçtiğiniz karakterler ve konular özellikle tiyatroda çok önemli bir biçimsel belirleyendir aynı zamanda. Sahne boşluğunu dolduran üç boyutlu yapınız seyirciyle konuşur. Ya boş konuşur ya da bir derdini, bir olayı, bir insan hikayesini paylaşır. Bunu hangi türde yaparsa yapsın, seyirciyle derdi olan, yani insanla derdi olan bir oyun hep eğitici yönüyle akılda kalıcı olur. Ders vermekten bahsetmiyorum, tiyatronun estetik bütün olanaklarını söylediğiniz söze yakıştırmaktan bahsediyorum. Bu bizim yapmamız gereken. Seyircideki yansıması ise daha değişken. Bazısı oyundan aldığı bir şeyi bayraklaştırır, bazısı tanışmaktan mutlu olur, bazısına ağır gelir ve hoşlanmaz, bazısı hayranlık üzerinde tepinir vb. Tüm bunların nasıl olacağına tamı tamına siz karar veremezsiniz. Yapabileceğiniz şey en ortaklaşılabilecek sözü bulabilmektir. Bu da Furuğ gibi oyunlarda, yaşamış bir karakterin sahneye taşınmasında daha zordur. Böyle karakterleri işlerken sizin tutmanız gereken bir ana izlek şarttır. Çünkü 85 dk’lık bir oyunda her şeyi anlatamazsınız. Ben de bu izleği, Furuğ’un asi ve boyun eğmez tavrına yerleştirmeye çalıştım. Bundan sonrası seyircinin takdiri.

C.F- Üç oyunun Karanlık Kıvamı adıyla Yazılama Yayınevi’nden çıktı. Uzun zamandır karanlık ve aydınlık kavramlarıyla uğraşıyorsun. Bu kavramları kitapta yer almayan diğer oyunlarında da, sahnelerinde ya da diyaloglarında sıklıkla işliyorsun. Yin Yangçi olmadığını biliyorum. Brecht’ten devraldığın bir damarın kazılması mı? İyi-kötü sadeleştirmesi mi?

H.G- Evet, sadece bir uzak doğu felsefesi içinde düşünmüyorum meseleyi. Bu benim için de bir çalışma ve arayış başlığı aslında. Bitmiş bir süreç değil henüz, biter mi ondan da emin değilim. Coğrafya kaderdir meselesi var ya, aklına gelenin üstünde ağlayıp salya sümüğünü akıttığı mesele. Ben bu ve benzeri saçmalıkların insan aklında aynı şeyi yaptığını düşünüyorum. Karanlık ve aydınlık meselesi zihinsel bir vakadır aynı zamanda. İnsanın politik yönelimlerinden tutun da, sevgi gibi basit bir sözcüğe bakışını bile belirler. Peki yeryüzü güneşle aydınlanıyorsa, zihin neyle aydınlanır? Yani zihnimizin güneşi nedir? Benim şimdilik bulduğum yanıt, insanın önce kölelikten kurtulmasıdır. Kapitalizmin köleliğinden, paranın, ağanın, beyin, patronun, kocanın kısacası zihnini gölgeleyen yani karartan her türlü bağdan kendini kurtarması gerekir. Eşitlik ve özgürlük bu yüzden aydınlanmacıların asla elden düşürmemeleri gereken bayrağı olmalıdır.

C.F- Son olarak aklımızda daha pek çok yeni proje var. Kontrollü büyüyen ama inançla kavga eden bir komünist tiyatrocu kuşağı oluşması gibi bir temennimiz var. Şahsen ben kazanıp kazanamayacağımıza bakmaksızın haklı olan tarafta olduğumuzu biliyorum. Bugünün insanının sınıf mücadelesinde durduğu yerle kıymetlendiğini düşünüyorum. Sence tiyatroda bunca piyasalaşmanın, siyasetsizleşmenin kuyusunda, bu karanlığa bir iğne deliği açıp ışığı kuyunun en derin yerine ulaştırabilecek miyiz? Zira ışığın azı bile bu karanlıkta göz kamaştırır…

H.G- Bu meseleyi çok doğru özetlemişsin. Sadece kısa bir ek yapacağım. İlgilendiğimiz sanat büyük insanlığın bize tarihsel sorumluluklar yükleyen bir mirası. Bu sorumlulukla hareket edenlerin sayısını arttırmak da bizim zorunluluğumuz. Başka türlü piyasa koşulları vb. zorbalıklarla baş edemeyiz. Bu mirası inatla savunmalı ve dayanışmayla çoğaltmalıyız. Hepimize kolay gelsin.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×