Haziran Direnişi, İşçi Sınıfı, Sendikalar

Gezi direnişi 27 Mayıs gecesi başladı. Süre olarak bir aya yayıldı ve bir halk hareketine dönüştü. Halk bu süre boyunca diktatöre, kimi zaman Gezi Parkı içinde dayanışmacı bir yaşam örneği vererek, kimi zaman polisin gazına-copuna sokak sokak barikat kurarak, kâh penceresinden komşusuyla tencere tava çalarak, kâh caddeleri/meydanları daha önce görülmemiş kalabalıklar halinde doldurarak başkaldırdı.

Direniş için kitlesellik ve yaygınlık, cüret ve cesaret, inatçılık ve kararlılık gibi nitelemeler yapabiliriz. Bu nitelemelerin en yoğun yaşandığı iki gün 15 ve 16 Haziran tarihleridir. 15 Haziran’da İstanbul Valisi’nin, Gezi Parkı’na soktuğu polis ordusuyla estirdiği teröre, tüm yurtta halkın tepkisi çok büyük oldu. Milyonlar sokağa, caddelere, otoyollara döküldü.

İlk günden itibaren direnişin sembolü olan kimi fotoğraf kareleri var. Polisin, yüzüne biber gazı sıktığı kırmızılı kadın; TOMA’nın, göğsüne sıktığı suyu iki elini yana açarak karşılayan siyahlı kadın; göz gözü görmeyen gaz bulutu içinde barikatın üzerinden polise sallanan Türk bayrağı bunlardan sadece birkaçı. Bir de 16 Haziran sabaha karşı, saat 03:00 sularında, yaklaşık kırk kilometre yürüyüp karşılarına çıkan polis ve jandarma barikatını aştıktan sonra, Boğaz Köprüsü’nün tam ortasında kol kola girmiş Sancaktepeli emekçi halkın verdiği fotoğraf var. 1 İşte bu fotoğraf da diğerleri gibi direnişin sembolleri arasına girdi. Ancak o fotoğraf, üzerinde çokça tartışılan ve bu çalışmanın da konusu olan, direnişin emekçi karakterini daha yalın göstermesi açısından diğerlerinden ayrılıyordu.

İki 15-16 Haziran

Benzer bir fotoğraf İstanbul’da bir başka tarihte ve bir başka köprüde de verilmişti. Yine bir 16 Haziran günüydü. Eyüp-Ayvansaray-Topkapı hattından yürüyüşe geçen işçiler Galata Köprüsü’ne ulaşmış, köprünün Sirkeci-Eminönü tarafına yığılmıştı. Karaköy’e geçmelerine engel olmak için köprü kapakları açıldı. Tam 43 yıl önceydi…

Türkiye’de kitle hareketlerinden bahsederken ilk olarak bu fotoğrafın yer aldığı 15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişi hatırlanır. Bu direniş iki gün sürdü. Kocaeli-İstanbul hattında binlerce işçi fabrikalarından çıkıp, siyasi iktidarın çıkarmaya kalktığı yasaya karşı yürüdü. 15-16 Haziran büyük işçi direnişi, birçok açıdan övgüyü hak ediyor:

“Düzenin tam bam teline bastığından;

İşçi sınıfının yıllardır olgunlaşmaya başlayan mücadeleci kimliğinin görkemli dışavurumu olduğundan;

Türkiye’de devrimci hareketin iç tartışmalarına köklü ve sarsıcı, ama mutlaka ilerletici bir müdahale yaptığından;

Burjuvazinin egemenliğinin hiç de sarsılmaz olmadığını kanıtladığından;

Bazı etmenler çıkınca işçi sınıfının, örgütlerindeki gerilik ve kısıtlara rağmen hedefe kilitlenebileceğini gösterdiğinden;

Bu ülkede proletaryanın sendikal alana ve ekonomik mücadeleye sınırlanmaya mahkum olmadığını ilan ettiğindendir…” 2

Bu övgüyü hak eden, bu ülkenin birinci 15-16 Haziranı’dır. 2013 yılının Haziran ayında yaşanan büyük halk hareketi ise, 43 yıl öncesi için söylenen bu sözlerin değerini elbette azaltmıyor. Ancak ortada, kitleselliğin yüz binlerden on milyona ulaştığı, birinci direnişin süresini “iki uzun gün” olarak tanımlarken, ikincisinin bir aya yayıldığı, ikincisinin doğrudan hükümeti ve hükümetin başını hedef alarak inatçılık, kararlılık ve siyasallık açısından ilkine göre fersah fersah ileride olduğu gerçeklerini teslim etmemiz gerekiyor.

İkinci 15-16 Haziran, övgüyse şayet, çok daha fazlasını hak ediyor:

“…Türkiye’de büyük bir halk ayaklanması ya da başka bir deyişle direniş, yine Haziran ayında ortaya çıktı. Ve yine tarihin büyük bir tesadüfüyle pik noktasını yine 15-16 Haziran tarihinde yaptı. 1970 Haziranı işçi sınıfının varlığını ispatladı, 2013 Haziranı devrimin mümkün olabileceğini ve emekçi halkın kendi eseri olacağını!” 3

Orta sınıf başkaldırısı mı?

15-16 Haziran 1970 direnişi, bir işçi sınıfı kalkışmasıydı. Egemenlerin, işçi sınıfının örgütlülüğüne darbe indirme girişimine karşı ortaya çıktı. Fabrikalardan başladı. Fabrika fabrika yayıldı. Hareket, yalın bir işçi kimliği taşıyordu.

2013 Haziran direnişi için aynı şey söylenebilir mi?

“Haziran direnişi bir orta sınıf başkaldırısıdır” saptaması, bu soruya olumsuz yanıt veriyor. Bu saptama, -başka bir dizi nedenin yanında ve öncelikle- direnişin ilk günlerinden itibaren işçi sınıfının üretim/hizmet alanları olan işyerlerinde harekete geçememesine ve sınıf örgütleri olarak sendikaların bu büyük hareketlenmede etkisinin hiç olmamasına dayanıyor. Bu iki gözlemi yazının ilerleyen bölümlerinde ele alacağız. Diğer taraftan bu saptama, muğlak bir orta sınıf tanımlamasını, işçi sınıfının karşısına yerleştiriyor. Bu nedenle, “İşçi sınıfı Haziran Direnişi’nin neresinde?” sorusuna yanıt aramadan önce, her niyete yenen muz haline gelen “orta sınıf” kavramına kısaca bir göz atalım…

“Orta sınıf” tanımlaması, Marksizmin yer verdiği ancak sınıf çözümlemelerinde temkinli yaklaştığı kavramlar arasında yer alıyor. Marksizmin orta sınıf tanımı için hareket noktası son derece yalındır.

“Marx, türdeş bir işçi sınıfı öngörmez. Bu bağlamda işçi sınıfının değişik katmanlarını, yani sınıf içi bölünmeleri ve çelişkileri inceler. Bununla birlikte sınıf içi sektörleri, daha sonra Webercilerin yapacağı gibi, ayrı sınıfsal konumlar olarak değerlendirmez. Marx’a göre sınıfları teknik işbölümü değil, sosyal işbölümü belirler, bu yüzden işçi sınıfının nesnel konumu, ücret ve yaşam düzeylerinden çok, yaratılan değerlerin ve zenginliklerin toplum içindeki dağılımına ve bölüşümüne dayanır.” 4

Marks, kapitalist üretim biçiminin yaygınlaşmasıyla birlikte, üretim sürecine dahil olan eski sınıfların proletaryaya ekleneceğini çok daha öncesinde tespit ediyor ve bu yeni sınıfın homojen olmayacağını ekliyordu. Bu açıdan bakıldığında Marksizmde sınıfsal konumu belirleyen olgu doğrudan üretim araçları karşısındaki durum olarak karşımıza çıkıyor. Weberci yaklaşımda ise sınıflar arasındaki farklılık, üretim araçları karşısındaki konum/üretim araçları ile ilişkiler bağlamında değil, tüketim araçları/tüketim nesneleri ile olan ilişkiler ve bunun oluşturduğu “sosyal statü konumu” bağlamında ele alınıyor. Bu bağlam, günümüz orta sınıf tezlerinin de temel dayanağını oluşturuyor.

“Postkapitalist yazında yeni orta sınıf, giderek genişleyen, işçi sınıfı ile burjuvazinin azalmalarının sonucu olarak ortaya çıkan boşluğu dolduran, entelektüel, yaratıcı, üretim süreci içinde otonomiye sahip olan, sermayenin sosyalizasyonu ile mülkiyet hakkını da elde etmiş ve sınıfsal çelişkilerin erimesinde nesnel zemin oluşturan toplumsal yapı olarak ele alınmaktadır. Yeni orta sınıf, çoğu kez hizmet sektörünü tanımlamakta ve beyaz yakalı denilen emek gücü sektörü ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır” 5

Bir dönemin oldukça popüler kavramı haline gelen “yeni orta sınıf” güzellemeleri, reel sosyalizmin çözülüşünün ardından sınıfların ortadan kalktığına dair neo-liberal/yeni solcu tezlerin, Marksizm içindeki utangaç uzantıları oldu. Pratikte, kas gücü kullanmayan her işçi, keşfedilen ve başına “yeni” ibaresi konulan, klasik işçi sınıfına daha uzak ama burjuvaziye çok daha yakın bir sınıfın mensubu ilan edildi. Bu tezler, geleneksel solun seksenlerin ortalarından itibaren teorik mücadele konusu oldu.

Kapitalizmin temel yasaları var ve bu yasalar tıkır tıkır işlemeye devam ediyor. Sınıflara dair fanteziler havada uçuşmaya devam ederken, burjuvazinin önüne geçilemeyen kâr hırsı, “yeni orta sınıfı” en az kol emekçileri kadar derin bir sömürünün içine aldı. Sermayenin birikim sorunlarının paralelinde kapitalizmin yapısal krizleri, bu kesimin toplumsal statüsünü birden bire yerle bir edebileceğini gösterdi. Sınıfsal çelişkilerin erimesine nesnel zemin oluşturacağı varsayılan bu yeni toplumsal yapı, kapitalizmin bilgi çağı balonunu bizzat sermayenin kendisinin patlatmasıyla, geçmişe göre çok daha derin sınıfsal çelişkilerin muhatabı oluverdi. Farklı toplumsal kesimlerin yaşadığı proleterleşme sürecini görmezden gelen “yeni orta sınıf” tezlerinin cazibesini, 1998-99 Asya/Rusya ve ardından Türkiye’de 2001 krizlerinin sonuçları ortadan kaldırıverdi. Bu krizler, aslında “orta sınıf” diye tarif edilen toplumsal kesimlerin, niceliksel ve niteliksel olarak, giderek daha fazla işçi sınıfının içinde yer aldığı gerçeğini de ortaya çıkardı.

Bu uzun “orta sınıf tartışmaları” parantezinin ardından 2013 yılının Haziran ayına, Gezi Parkı’na dönelim ve “işçi sınıfı nerede?” sorusunu bir kez daha soralım:

“Bir kere dışlanma yapılıyor ve direnmecilerin saflarında işçilerin veya işçi sınıfının yer almadığı ileri sürülüyor. İşçi sınıfının örgütleriyle, programıyla direnişe katılmadığı doğrudur; ama kastedilen işçi sınıfının mensuplarının da yokluğu ise, bu iddianın nesnel geçerliliğinin ciddiyetle düşünüldüğünü sanmıyorum. Yokluğu ileri sürülenler kimlerdir? Varoş sakinleri mi? Sanayi sektörünün mavi yakalı işçileri mi? Üniversite diploması olmayan beyaz/mavi yakalı ücretliler mi? Aile kökenlerinin yukarıda sayılan gruplardan biri olan öğrenciler mi?” 6

Boratav’ın bu sorularına olumsuz yanıt verilebilir mi? Lise-üniversite öğrencilerinden diplomalı-nitelikli emek sahiplerine, geniş ve oldukça karmaşık “hizmet” tanımlı sektörlerde çalışanlardan plaza çalışanlarına, mavi yakalı işçilerden emeklilere kadar çeşitlenen bir yelpaze, Haziran Direnişi’nin büyük kalabalıklarını oluşturuyordu. Bu kesimlerin hangisi Türkiye işçi sınıfının dışında değerlendirilebilir ki?

Direnişin belki de en büyük kalabalıklarını kadınlar oluşturdu. Onlar direnişe sadece evinin penceresinden tencere tava çalarak değil, tencere tavasıyla sokaklara dökülerek katıldılar. Resmi rakamlara göre sayıları on milyonun üzerinde olan ev kadınlarının işçi sınıfının parçası olmadığı söylenebilir mi? 7

O halde baştan itibaren sorduğumuz soruyu şimdi “bu direnişte orta sınıf nerede” şeklinde değiştirerek soralım:

“Hekim, avukat, danışman, mimar, mühendis, mali müşavir gibi genellikle eğitim yoluyla edinilmiş becerilerini işverenlere değil, ‘müşterilere’ satarak geçimlerini sağlayan ‘bağımsız profesyonel gruplar’… Bu katman, nitelik, ideoloji, değer sistemleri ve hayat tarzları bakımından…(eğitimli, beyaz yakalı) işçi sınıfı ile benzerlik taşımaktadır; ama üretim ilişkileri açısından sınıfsal farklar ağır basar” 8

Boratav devamında, geleneksel Marksist sınıflaşma çerçevesinin içinde yer alabilecek tek “orta sınıflar” kategorisinin bu “bağımsız profesyoneller” olduğunu, bunların içinden direnişe, örneğin hekimlerden ve avukatlardan küçümsenmeyecek katılımların olduğunu ekliyor. Boratav son olarak Haziran direnişini “olgunlaşmış bir sınıfsal tepki” olarak niteliyor ve direnişin karakterine yönelik orta sınıf aranışlarını tümüyle reddediyor:

“Yüksek nitelikli, eğitimli işçiler, yarınki sınıf yoldaşları (öğrenciler) ile birlikte, profesyonellerin de katılımıyla, kapkaççı burjuvazinin ve onunla bütünleşmiş siyasi iktidarın kentsel rantlara el koyma girişimine karşı çıkmaktadır… Bu, yağmacı kapitalizme karşı olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırıdır. Sınıfsaldır; zira burjuvaziye ve onun devletine karşıdır; onlarla kader birliği değil, kader karşıtlığı içinde olan insanların ortak hareketedir” 9

Bundan sonrası için, tam da bu noktadan yürümenin sayısız yararı var. Zira kimi tehlikeler var. Haziran direnişinin ideolojik tonlarından önemli bir tanesi olan özgürlükçülük, Haziran ayı boyunca onu AKP despotizmi karşısında güçlü ve bir o kadar yaratıcı kılmış olsa da, özgürlükler paradigmasını sürekli iğdiş ederek kendine alan açan liberalizme de bir o kadar kapı aralıyor. Liberalizm, şu ana dek bu kapıdan içeriye girebilmiş değil. Kapının tamamen kapatılması için ise öncelikle direnişin bir orta sınıf şekilsizliğine yamanarak, emekçi karakterinin geri plana itilmesine müsaade etmemek gerekiyor. Sonrasında ise siyaset konuşacak ve arayışın somutlanacağı siyasi seçenekte direnişin emekçi karakterinin ağırlık oluşturması için mücadele gerekecek.

Birikenler ve geciken patlama

Patlamaya değil, Türkiye toplumuna ayarsız yüklenen AKP iktidarına tepkinin bu kadar gecikmesine şaşırmak gerekmez mi? Çok fazla şey birikti. Hem de haddinden fazla…

Burjuva düzenin, adalet mekanizmasını devre dışı bıraktığı dönemler olur. Düzenin kendisi bunu “demokrasinin kesintiye uğradığı olağanüstü dönemler” diye adlandırır. Yani durumun geçici olduğu ima edilir topluma. AKP iktidarında adalet mekanizması, toplum nezdinde olağanüstü dönem olarak adlandırılmayan ve hiç de kısa olmayan bir süre boyunca devre dışı kaldı. Ergenekon, KCK, Devrimci Karargâh, Balyoz gibi davalar, bu davalarda gözaltına alınan ve tutuklanan gazeteciler, hukukçular, akademisyenler, sendikacılar, askerler… Hukukun askıya alınması için AKP’ye muhalif olmak yeterli oldu. Soruşturma ve tutuklamaların mesnetsizliği saklanmadı bile. Ölüme mahkum edilen yaşlı tutukluları gördü insanlar. Adaletin çöpe atıldığına ikna oldu.

Medya, ordu, polis ve bi cümle kurumlar ele geçirilirken toplum, bu kurumlardaki tasfiyeleri izledi. Yandaşlara ve yandaşların yüz kızartan davranış biçimlerine tanık oldu. Taraftarı olduğu futbol kulübüne kadar uzandı müdahalesi iktidarın. Köyüne, doğduğu yere vardı, orada HES oldu, otoban oldu, toplu konut oldu müdahale…

Sonra yaşam tarzına dokunmaya başladı. Zina ile başladı, kürtaj ile devam etti, çocuk sayısı ile sürdü. Yiyeceği ekmeğin renginden, içki içeceği zamana, izleyeceği televizyon dizisinden yatak odasına karışmaya kadar ilerletti AKP işi. Cumhuriyet kutlamasını yasaklamaya, 23 Nisan üzerine Kutlu Doğum’u yapıştırmaya kalktı. Okullar dönüştü, sendikalar kapatıldı, Reyhanlı’da bombalar patladı…

Liste o kadar uzun ki. Bu yüzden halkın tepkisi geç bile kaldı!

Tüm bu “ayarsız yüklenmelerin” direnişi tetiklediğini söylemek yeni bir keşif olmaz. Ama bunların yanına mutlak suretle, AKP’nin 10 yıllık iktidarında emekçi kesimlerin uğradığı sosyo-ekonomik dönüşümleri de eklemek gerekir. Yakından bakıldığında, direnişte yer alanların içinde bu dönüşümlerin etkilediği emekçi kesimlerin ağırlığının oldukça fazla olduğu görülecektir. Aşağıdaki verileri bir de bu bağlamda okumakta sonsuz yarar bulunuyor: 10

• Son açıklanan resmi işsizlik oranı yüzde 9,3’dür.

• Geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 18,3’e ulaşmıştır. Bu toplam 6 milyon 548 bin işsiz demektir.

• Geniş tanımlı işsizlik kadınlarda yüzde 23’dür.

• Bir önceki seneye göre işsizlere eklenenlerin üçte biri yüksek okul mezunu, yarısı lise ve üzeri eğitimli kadınlardır.

• Her üç gençten biri işsizdir. Gençlerde geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 29’dur.

• 18-24 yaş arasındaki gençlerin işsizlik oranındaki artış, toplam işsizlik artışının üçte biridir.

• Genç işsizlerin yüzde 27’si üniversite-yüksek okul mezunudur. Bu oran genç işsiz kadınlarda yüzde 41’dir.

• 2009 yılından bu yana istihdama katılan her 4 kişiden biri geçici işte çalışmıştır.

• Geçici işlerde çalışanların işsizlik oranı (resmi verilerle) yüzde 29’dur.

• Son bir yılda kısmi süreli çalışan sayısı 278 bin kişi, geçici bir işte çalışan sayısı 250 bin kişi artmıştır.

• Kısmi süreli çalışanların yüzde 83’ü, geçici bir işte çalışanların yüzde 62’si kayıt dışı çalışmaktadır.

• 2001-2007 arasında tarım sektöründe çalışan her 5 kişiden 2’si sektörü terk etmiştir. Bahsedilen rakam 3 milyon 222 bin tarım işçisini ifade etmektedir.

• Tarım sektöründen kopan ve toplam istihdamın yüzde 15’ine denk gelen bu kitle istihdam dışına düşmüştür. Bunların çoğu da kadındır.

• Tüketici kredisi ile borçlanan kişi sayısı 2002 yılında 1,7 milyon kişiden, 2013 yılında 13,8 milyon kişiye çıkmıştır.

• ….

On yıllık AKP iktidarının emekçi halka uyguladığı sosyo-ekonomik şiddetin, Haziran Direnişi’nin hemen öncesinde, Nisan-Mayıs aylarındaki istatistiki sonuçları bunlardır. Haziran Direnişi’nin itici gücü olan gençlerin ve kadınların payına düşen göstergeler de bunlar olmuştur. Mutlak suretle Haziran Direnişi’ne neden olan diğer “ayarsız yüklenmeler” listesine, hem de oldukça üst sıralardan eklenmelidir.

Sınıfın zaafları

2013 Haziranı’nda işçi sınıfı adına iki temel zafiyetten söz edebiliyoruz. Bunlardan bir tanesi, sınıfın sanayi merkezli kesiminin direnişte neredeyse hiçbir ağırlık oluşturamamış olmasıdır. Bu durum, direnişin emekçi karakterinin olduğundan daha geride görünmesine yol açıyor. Bu duruma Mesut Odman da dikkat çekiyor ve direnişçilerin ağırlıklı olarak orta sınıf kökenli olduklarına ilişkin yargıları değil, emekçilerden oluştuğu yönündeki saptamaları yerinde bulduğunu ifade ettikten sonra, bahsedilen zaaf hakkında şu gözlemi yapıyor:

“(…)Haziran direnişi diye adlandırılan toplumsal hareketlenmenin sınıfsal kompozisyonunu irdelemeye çalışırken, (…) sınıfın merkezinde yer alan sanayi çekirdeğinden direnişe katılımın ihmal edilebilecek düzeyde kaldığını da eklemek gerekir(…) İşçi sınıfımızın en kayıtlı, en sigortalı, dolayısıyla en güvenceli, bu arada, en sendikalı kesiminin Haziran direnişi karşısındaki tavrı, en iyimser yaklaşımla kenarda durup izlemek biçimindeydi” 11

Odman’ın “kenarda oturup izlediler” gözleminin tersini iddia edecek veri bulunmuyor. İyimser bir bakışla bu gözleme itiraz etsek bile en fazla direnişe katılan sanayi işçilerinin direnişe herhangi bir renk çalmadığını söyleyebiliriz.

Bununla bağlantılı ikinci zafiyet ise sınıfın üretim/hizmet alanları olan işyerlerinde yaşanmıştır. Haziran Direnişi’nde hareketlilik işyerlerine taşınamamıştır.

Tersi örnekler gerçekleşmedi değil. 3 Haziran günü öğlen arasında, Maslak bölgesindeki plazalarda çalışanların oluşturduğu büyük kalabalığın, Doğuş Center önünde, AKP’ye karşı tüm yurtta gerçekleştirilen eylemleri görmezden gelmeyi başaran NTV’ye yönelik gerçekleştirdiği protesto eylemi, işyeri bazlı eylemler içinde en fazla öne çıkan oldu. NTV çalışanlarının da katıldığı eylemi, plaza çalışanları, sosyal medyayı ve kendi iletişim ağlarını kullanarak işyerlerinde örgütlediler. Benzer birkaç örnek de İzmir’den geldi. NTV eylemi kadar duyulmayan bu eylemler genellikle vardiya çıkışlarında yürüyüş yapan birkaç fabrika ile sınırlı kaldı. Bu yürüyüşlerin örgütlenmesinde ise, o fabrikalardaki siyasal işçilerin ya da sendika temsilcilerinin önderliği rol oynadı.

“İşçi sınıfı eylemliliğinin en önemli dayanağı ve örgütlenme noktası olan işyerleri, eğer eylemlerin de kalkış noktası olmazsa, işçi sınıfını toplumun diğer katmanlarından ayıran en önemli farklılık silikleştirilmiş olacaktır(…) İşyerinde örgütlenen eylemin katılımı yüksek olur. İşyerinde örgütlenen eylem disiplinli olur. İşyerinde örgütlenen eylem kararlı olur. İşyerinde örgütlenen eylemde provokasyon yaratmak güç olur” 12

15-16 Haziran 1970’te direniş tam da böyle örgütleniyor. Kemal Okuyan yukarıdaki notu, DİSK’in o döneme kadarki en büyük sevaplarından birisi olan işyeri örgütlenmelerinin yarattığı olanaklara dikkat çekerek düşüyor.

2013 Haziranı’nda da işyerine taşınan her eylemlilik etkili oldu. NTV eylemi çok ses getirdi örneğin. Fabrika yürüyüşleri, işçi sınıfı içine demir atmış muhafazakarlığın üzerine yüklenilebilmesi açısından çok kıymetli oldu. Ancak yaygınlaşamadı. Neredeyse bu örneklerle sınırlı kaldı.

İşçi sınıfının sanayi çekirdeğinin eylemlerde aktif olarak yer almaması ile işyerlerinin harekete dahil olmaması birbiriyle ilişkili iki durumdur. Biri diğerinin nedeni oluyor, hareketsizliğe yol açıyor. 2013 Haziranı’nda işçi sınıfının en önemli zaafı buydu. Ve tabii direnişin de…

Bir başka çalışmanın konusu olacak düzeydeki kapsamını dikkate alarak, sınıfın işyerlerinde harekete geçememesinin nedenleri üzerine bir parantez açmakta yarar var. 1970’ten farklı olarak bugün sermaye, işçilere yönelik işletme düzeyinde denetim mekanizmalarını olağanüstü geliştirmiş durumdadır. Bunu en başta işçinin üretim sürecine katılım düzeyini artırarak yapmaktadır. İşçi üretimde çalışırken, deyim yerindeyse kafasını kaldırmaya fırsat bulamamaktadır. Bu sadece bireysel çalışma temposu olarak değil, kolektif çalışma biçimlerinin geliştirilmesiyle de artırılmaktadır. Takım çalışması böyledir. Takım olarak yapılan çalışma, takım üyelerinden birinin ortaya çıkaracağı boşluğu diğerlerinin doldurması ile sonuçlandığından, zayıf olana izin verilmediği çılgın bir rekabet körüklenmektedir. Takım içindeki işçilerin bu nedenle birbirini denetlemesi de cabasıdır. Bunun yanına her makineye yerleştirilen sayaçları, her tezgahın üzerine konulan kameraları, tuvalet kartlarını koyun. Her gün göz retinasını okutarak giriş yaptığı fabrikada işçinin denetim mekanizmaları karşısındaki psikolojisini düşünün. Sermaye, üretim alanlarında kurduğu denetim mekanizmalarıyla işçinin kendini güçsüz hissetmesini sağlayabilmektedir. Bu güçsüzlüğün, güçlü olana yaranma/biat etmeyle sonuçlanması ise patronların altın vuruşudur. 13

İşyeri düzleminde denetim mekanizmalarına ek olarak işçi sınıfı içerisinde küçümsenmeyecek etkinliğe ulaşan muhafazakar ideoloji de (bu ideolojinin örgütlü mevzisi olarak da işyerlerindeki cemaat örgütlenmesini ekleyebiliriz) işçi sınıfının işyerlerinden harekete geçmesine önemli bir fren oluşturmaktadır. Güçlüden yana olmak ve biat etmek! Sermayenin denetim mekanizmalarının işçi üzerindeki bu etkisi muhafazakar ideolojinin genlerinde vardır, birbirini tamamlamaktadır. Parantezi kapatalım. Ve asıl sorunumuza dönelim. Haziran Direnişi’nde işçi sınıfının sanayi çekirdeğini oluşturan kesiminin ve diğer tüm kesimlerinin işyerlerinde hareketlenmemesinin üzerine daha fazla düşünmek, ama mutlak suretle işyerlerini sermayenin ve gerici ideolojinin denetimine terk etmemek için atılacak örgütlü adımları hızlandırmak gerekiyor. İşçi sınıfı 2013 Haziranı’nda belki işyerlerinde harekete geçmedi, ama başta emekçi mahalleleri olmak üzere tüm direniş mevzilerinde yerini aldı.

Sendikaların sefaleti 14

Haziran Direnişi’nde sendikaların durumunu tanımlayabilecek en “gerçek” kelime sanıyorum budur. Evet, sendikalaşmanın önünde çok büyük engeller var. Özgür bir toplu sözleşme düzeni yok. Grev hakkı kullanılabilir düzeylerde değil. Hükümetlerin altına imza koyduğu en temel sözleşmeler bile neredeyse her sendikal faaliyette engelleniyor. Adlı adınca bir sendikal kriz var. Vesaire…

Bunların hepsi var. Ama hırsızın hiç mi suç yok!

31 Mayıs 2013 tarihi Türkiye sendikal hareketi için de bir milattır. Haziran ayı pratikleri, Türkiye’de sendikaların içinde bulunduğu durumun “sendikal kriz” olarak adlandırılamayacağını, durumun ancak “sendikal sefalet” olarak tanımlanabileceğini göstermiştir. Birbirinden farklı sendikal merkezlerin tamamı için ne yazık ki bunu söyleyebiliyoruz.

Bu sendikal merkezlerden birini, doğrudan AKP’nin olan sendikalar oluşturmaktadır. Bunlar, konfederasyon olarak kamu emekçilerinde Memur-Sen, işçi sendikalarında Hak-İş’dir. Bu merkez, Haziran direnişi boyunca doğrudan Erdoğan’ın ağzından, onun cümleleri ile konuştu ve açıklamalar yaptı. Burasını geçelim, onlar görevini yerine getirmiştir. 15

Bir diğer merkez Türk-İş’tir. Türkiye’nin en büyük konfederasyonu Haziran öncesinde de uzunca bir süredir ortada yoktu. Yönetimi kadüktür. Bir gün önce aldığı olağanüstü genel kurul kararını ertesi gün uygulamaya koyamayacak kadar acz içindedir. Zaten o hale gelmiştir ama Haziran ayında daha fazla siyasi iktidarın oyuncağı, patronların maskarası olmuştur. 16

Üçüncü merkez ise Haziran Direnişi’nin yanında konumlanan KESK, DİSK ve Türk-İş muhalefeti, Sendikal Güç Birliği Platformu’dur (SGBP).

Haziran boyunca KESK’de hakim olan yaklaşımı, Kürt Hareketi’nin çözüm sürecine “aman zeval gelmesin” biçimindeki yaklaşım belirlemiştir. Haziran Direnişi KESK’te, konfederasyon başkanının akil adamlıkta ısrarını dahi ortadan kaldıramamıştır.

DİSK, yine bir DİSK klasiğine imza atmıştır. Büyük eylem kararları almış, gereğini yerine getirememiştir. Birkaç yüz sendikacı-temsilci ile yapılan yürüyüşler Haziran Direnişi’nin kitleselliği altında ezilmiştir. DİSK, bu tip işlerin artık durumu idare edemeyeceğinin farkına varamamıştır. Yoksa bir gün önce üretimden gelen gücün kullanılması kararı alıp, ertesi gün konfederasyonun aldığı bu karardan, konfederasyona bağlı sendikaların onlarca işyerinin temsilcilerinin haberinin dahi olmaması nasıl açıklanabilir? 17

SGBP ise, belli ki Haziran öncesinde dağılmıştır. Haziran boyunca yapılan ve dönem sözcüsünün imzasını taşıyan bir-iki açıklamanın dışında direnişe verdiği sendikal güç, sendika başkan ve yöneticilerinin Taksim Meydanı’nda yaptıkları “duran adam” eylemidir. SGBP’ye yön veren sendikaların başkanları, platformu Haziran Direnişi’nin güçlü bir parçası yapmak yerine Türk-İş’te koltuk hesapları için kullanmayı yeğlemişlerdir.

İşte bu yüzden bir bütün olarak Türkiye sendikal hareketinin içinde bulunduğu durumu sendikal kriz olarak değil, sendikal sefalet diye tanımlayabiliyoruz.

Oysa Haziran Direnişi, sendikal hareketin içinde bulunduğu krizden çıkabilmesi için çok büyük bir fırsat sunuyordu. Ataletin ortadan kaldırılabilmesi ve sendikaların suyunu çıkarmaya yemin etmiş iktidara karşı işçilerin sendikalarıyla da harekete geçebilecek olması sendikal çehreyi kesinlikle değiştirecekti.

Bu olmadı. Sendikalar Haziran Direnişi’nin yarattığı muazzam enerjiyi işyerlerine aktarmayı beceremediler, kimi örneklerde ise tercih etmediler. Bu sendikal krizi daha da derinleştirdi.

Şimdi yeni bir çıkışa şiddetle ihtiyaç var. Bu yeni çıkış, mutlak suretle Haziran Direnişi’nin emekçi karakterinden beslenecektir. Bu çıkışın örgütlenmesi ise devrimcilerin görevi olarak duruyor. Türkiye’de sendikal hareketin geleceğine dair yeni arayışlar sona ermeyecek ve bunun için hiç olmadığı kadar zengin bir kaynaktan beslenme şansı bulacağız.

Haziran Direnişi’nde sendikal sefalete bakıp hayıflanmak yerine, bu zenginliğe bakıp harekete geçmeyi tercih etmek ise bizim elimizde.

 

Dipnotlar

  1. Bahsi geçen fotoğraf daha sonra Fikir Kulüpleri Federasyonu tarafından direnişi simgeleyen bir poster/afiş’e dönüştürüldü. Fotoğraf Komünist Dergisi’nde de yayınlandı; Temmuz 2013; Sayı 379; sf.20. Ayrıca 15 Haziran gecesi ve 16 Haziran sabaha karşı halkın tüm Türkiye’de gerçekleştirdiği kitlesel eylem ve protesto gösterileri için bakınız: http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/polis-gezi-parkina-mudahale-etti-istanbul-ve-turkiye-ayakta-haberi-74774; ve http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/tum-turkiye-akpye-karsi-sokaga-cikti-haberi-74779. Ve direnişte gün gün yaşanan gelişmelerin tüm ayrıntıları için soL portal tarafından güncellenerek yayımlanan kronolojiye bakılabilir: http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/boyun-egmeyenlerin-buyuk-direnisi-iste-gun-gun-gezi-parki-direnisi-haberi-74230
  2.  Kemal Okuyan; “15-16 Haziran’a övgü: İki gün iki sınıf”, Gelenek, Sayı 53, Aralık 1996, sf. 41.
  3.  Kurtuluş Kılçer; “Haziran isyanı ve işçi sınıfı: Emekçiler saflara çağrılmalıdır”, Komünist, Sayı 379, Temmuz 2013, sf.20
  4.  Tülin Öngen; “Marx ve Sınıf”, Praksis, Sayı 8, Güz 2002, sf.21
  5.  İlker Belek; “Postkapitalist Paradigmalar”, Sorun Yayınları, Ocak 1997, sf. 220.
  6.  Korkut Boratav; “Olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırı”, 22 Haziran 2013 tarihli söyleşi, Özay Göztepe, http://www.sendika.org/. Boratav’a söyleşide ilk olarak şu soru yöneltiliyor. “…direniş, sınıfsal bir karşı koyuştan çok, orta sınıf isyanı görüntüsü taşıyor. Bunun nedenleri ve olası sonuçları konusunda neler söyleyebilirsiniz?” Boratav, söyleşinin neredeyse tamamında sorunun taşıdığı peşin yargıyı son derece sağlam argümanlarla çürütüyor.
  7.  Türkiye’de 2012 yılı rakamlarına göre toplam ev kadınlarının sayısı 11 milyon 992 bindir –Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK); Türkiye İstatistik Yıllığı/2012, sf.180. TÜİK, istatistik setinin Türkçesinde bu kesim “ev işleriyle meşgul” olarak, TÜİK’in İngilizce veri setinde ise “housewife” olarak tanımlıyor. TÜİK istatistiklerinde hiçbir erkeğin yer almadığı bu “ev işleriyle meşgul olanlar” grubu, resmi verilerde istihdama dahil edilmiyor ve işsizlik oranı hesaplanırken dikkate alınmıyor.
  8.  Korkut Boratav; adı geçen söyleşi.
  9.  K.Boratav; ags.
  10.  Veriler için bakınız; Türkiye İstatistik Kurumu veri tabanı; http://www.tuik.gov.tr -T.C.Merkez Bankası Elektronik Veri Dağıtım Sistemi; http://evds.tcmb.gov.tr/ -DİSK-AR; “İşsizlik verilerini değerlendirme raporu”, 15 Temmuz 2013.
  11.  Mesut Odman; “Demokrasi neden Haziran direnişinin şifrelerini açıklayamaz?”, 15 Temmuz 2013 tarihli söyleşi, Osman Çutsay, soL gazetesi.
  12.  Kemal Okuyan; agy, sf. 50.
  13.  Sermaye açısından denetim mekanizmalarının sonuçları işçiler üzerinde her zaman bu sonuçları vermiyor elbette. 2008 yılında Bursa Nilüfer Organize Sanayi Bölgesi’nde İtalyan sermayeli bir fabrikada denetimi artırmak için tuvalet kapısını kilitleyip, üzerine “kullanma saatleri” asan personel müdürüne işçilerin tepkisi sendikalaşma biçiminde olmuştu. Denetim “zor”u, örgütlenmeyi tetiklemişti. Bir başka örnek göz retinası okutularak içeriye girilen fabrikalardan olan Sinter Metal fabrikasıdır. Sendikalaştıkları için işten çıkarılan 400 işçinin fabrikayı işgal etmesiyle gündeme gelen işyerinde, işçilerin en fazla rahatsızlık ifade ettikleri konuların başında retina okutma geliyordu. Denetleme mekanizmalarının yoğunlaştırılması ve “zor”, işçiler için her zaman boyun eğmeye yol açmıyor.
  14.  Başlıkla ilgili Haziran Direnişi sırasında ve hemen öncesinde yazılan diğer değerlendirmeler için bakınız: Alpaslan Savaş; Sendikal Kriz-I:Deniz bitiyor, 21 Mayıs 2013 ve Sendikal Kriz-II:Çıkmaz sokakta sendikacılık, 28 Mayıs 2013, soL portal, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/alpaslan-savas, Kurtuluş Kılçer; agy.
  15.  “Faiz lobisinin oyununa gelinmiştir; eylemleri dış mihraklar yönlendirmiştir; ülkenin dünyadaki imajı zedelenmiştir; eylemler amacını aşmış, illegal örgütlerin gövde gösterisine dönüşmüştür…” Memur-Sen ve Hak-İş’in, Haziran ayı boyunca yaptıkları açıklamalarda bu cümlelere bolca rastlanmaktadır.
  16.  Türk-İş yönetimi Gezi Parkı olayları hakkında 6 ve 19 Haziran’da olmak üzere iki bildirinin altına imza koydu. Ulusal gazetelerde tam sayfa ilan biçiminde duyurulan bu bildirilerde Türk-İş; Hak-İş ve Memur-Sen’in yanında cemaat sermayesinin önemli temsilcileri MÜSİAD ve TUSKON ile birlikte, sokağa dökülen ve içinde binlerce Türk-İş üyesi de olan halkı evlerine dönmeye davet etti.
  17.  DİSK, Haziran ayı boyunca 5 ve 17 Haziran günleri olmak üzere iki kez “iş bırakma” kararı aldı. İlki KESK’in daha önce almış olduğu grev kararına “destek” biçimimdeydi ve kimse iş bırakmadı. İkincisi ise KESK ve meslek örgütleri ile ortak karardı. DİSK, kararı bağlı sendikalarına 16 Haziran Pazar günü basın yoluyla duyurdu. Birçok sendika temsilcisi işçi, iş bırakma kararını 17 Haziran Pazartesi günü fabrikalarına geldiğinde, işveren vekillerinin “kararı uygulayacak mısınız?” sorusu ile öğrendi.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×