Haziran ve Çözüm Süreci: “Haberim Yokmuş Gibi” Sürebilir mi?

Son zamanlarda BDP ile AKP arasında süregiden “aşama” tartışması önemli elbette.

Kürt siyasi hareketine göre çözüm sürecinin birinci aşaması tamamlandı, yani çatışmasızlık durumu sağlandı. Şimdi sıra demokratik reformlarda.

Lakin mevsimlerden Haziran…

Haziran etkisi geçici olmadığından olsa gerek, Erdoğan kendini alamıyor ve her iftar saatinde gerici tabanını halka karşı kışkırtmayı, hakaret etmeyi, tehditler yağdırmayı ihmal etmiyor. Nasıl bir demokratikleşme olacaksa bu!

Kürt açılımı ve çözüm sürecinde ilk çelişki, barışın yurtiçi ve bölge anlamları arasında göze batmıştı. İçerde savaşın sonlanmasının bedeli değil organik parçası olarak Ankara’nın yayılmacılığı serbest kalacak, yeni çatışmalara davetiye çıkartması kaçınılmaz biçimde komşu devletlerin sınırlarıyla oynanacak, Suriye’deki savaşa Kürt hareketleri Esad karşıtı pozisyonlarıyla aktif biçimde katılacaklardı. Türkiye içinde demokratikleşmeye, demokrasinin temelden inkarı anlamına gelen bölgesel savaş eşlik edecekti. Bu ilk planda göze çarpan çelişkiydi. Bir adım daha attığımızda Türklerin ve Kürtlerin Sünni İslam temelindeki barış ve demokrasilerinin, içerde mezhep savaşlarına ve her tür özgürlük alanının yitirilmesine yönelmesi kaçınılmaz olacaktı.

Şimdi AKP’nin otoriterleşme/faşistleşme sürecinde Haziran sonrası sıçramayla karşı karşıyayız. Halkla kıyasıya bir savaşa tutuşan siyasi iktidarın kitabında “demokratik reformlara” sıranın hangi “aşamada” geleceğini sorgulamak durumundayız.

Eğer demokratik reform terimine mutlak olumlu bir anlam yüklenemeyeceğini biliyorsak, Kürtlerin statüsünde değişim sürecinin son bulduğunu söylememize ve tartışmayı baştan kesmeye gerek yok. Süreç, demokrasi ve barışı birer ideolojik örtü, yanılsama olarak istismar eder ve sürer. Bu bir olasılıktır.

Türkiye ve Ortadoğu’da Kürt statüsünün değiştirilmesi ve model olarak Irak Kürdistanı’nın alınması bir Amerikan projesidir ve Sovyet sonrası Ortadoğu tasarımının temel öğelerinden biridir. Reform, açılım, çözüm sözcüklerinin güncel “ana akım” kullanımı bu çerçevenin içinde anlam kazanıyor. Dört ülkeye yayılan Kürt faktörünün, her bir ülkenin, Soğuk Savaş çağına ait “eski rejim” konfigürasyonundan Amerikan Ortadoğu’suna geçişinde kolaylaştırıcı veya belirleyici rol üstelenebileceği görülmüş ve emperyalizm bu olasılığa hayli yatırım yapmıştır.

Eski rejimin en zayıf versiyonu Irak’tı. Dönüşüm modeline evsahipliği yaptı. Aynı bölgesel planlama içinde Türkiye’de de Birinci Cumhuriyet’in terk edilmesinde çok yol alındı.

Bizde değişimin en zorlu ve ağır giden parçası, Kürt statüsüne ilişkin olandır. Ancak zorluklarına rağmen bu eski bir karar ve yürürlükte. AKP’nin şu veya bu nedenle kararı iptal etmesi, rafa kaldırması, sümen altı etmesi mümkün değil. ABD Büyükelçisi’nin direniş günlerinde ortaya çıkıp Kürt açılımının sürmesi gerektiğinin altını çizmesi bu anlama geliyor. 1 Geride kalan yılların katliamları, bombalamaları, tutuklamaları ve davalarıyla kızışan atmosfer bile açılım projesini yok etmemişti. Şimdi de taraflar arasındaki aşama anlaşmazlığından, açılım adına “karamsar” sonuçlar çıkartılmamalı. Dediğim gibi açılımın kendisinin Kürtler dahil kimseye iyimser bir gelecek vaat etmediğini unutmadan…

ABD’nin Kürt reformu gündemden düşemez. Hal böyleyse AKP de Kürt reformunu gündemden silemez.

Ancak artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak! Çünkü mevsimlerden Haziran…

“Haberim yokmuş gibi çözün”

Haziran direnişinde yükselen halk mizahının bir örneği de “haberim yokmuş gibi sık kanka!” döviziydi. Çözüm süreci biraz buna benziyor. Başbakan akiller heyetiyle buluşmasında Gezi Parkından söz etmeye kalkanları gündem dışına çıkmama konusunda uyarıyor. Kürt hareketi de iki alan arasında bir bağlantı yokmuş gibi yola devam etmek istiyor.

İşleri zor. Hatta imkansız!

İmralı açılımı 23 Şubat 2013’te BDP heyetinin Abdullah Öcalan’ı ziyaretiyle başladı. Hatırlayacaksınız, tutanakların yayınlanması ilgili tüm tarafları kızdırmıştı. Nedenini kısa süre içinde anladık: Tutanaklara yansıyan hava, açılımın programatik içeriğini doğru yansıtıyordu.

Oysa siyaset kartlar açık edilerek yürümez ki! Burjuva siyaseti bilginin saklanmasını, ters yüz edilmesini zorunlu biçimde içerir. Varılacak limanın önceden ilanı, tarafların kendi kendilerini silahsızlandırmasıdır. Rahatsızlıkların kaynağı buymuş meğer.

Aşamalar konusunda AKP ile Kürt tarafı arasında bir yorum farkı yansıyor kamuoyuna. Hükümet PKK güçlerinin tam anlamıyla sınır dışına çıkmasının garantisini arıyor. Bu tartışmanın sahici olmadığını anlamak zor değil. Kürt silahlı gücünün test edilmiş ve yapısal bir özelliği zaten sınıraşırı hareket edebilmesidir. Yani AKP’nin istediği gerçekleşse ve memleket dahilinde silahlı tek bir PKK’li kalmasa bile, bugüne kadar defalarca aşılmış sınırların yeniden geçilmeyeceğini kim söyleyebilir?

Gerçi hükümet ısrar etmedi, ama başlarda dile getirilen, PKK’nin silah bırakması bile bu açıdan zaaflı bir tezdi. Ortadoğu’da silah bir kez bırakıldığında yeniden bulunamayacak nadir bir maden midir?

“Reform yapacağım ama gerilla hâlâ gitmedi” argümanı samimi ise, durum daha da vahim sayılır. Zira bu sözü dile getirenin yakın gelecek vizyonunda çözüm ve açılım değil, yeni bir çatışma konjonktürüne askeri üstünlükle girme arayışı olmalıdır!

AKP, demokratik düzenlemelerin yapılacağı söylenen ikinci aşamanın önünde gerilla engelinin öylece durduğunu söylerken, atacağı her bir adımın karşılığını son kuruşuna kadar, hatta fazlasıyla tahsil etmek isteğini dışa vuruyor. Pazarlığın daha başlarındayız. Hükümet eli sıkı bir tacir adeta.

Buraya kadarı, bildiğimiz AKP.

Hükümet partisinin Kürt politikasını ve -Kürt politikasında da geçerli- üslubunu daha önce çeşitli defalar anlatmayı denemiştim. 2

AKP nihai olarak çözümden yana olduğunu hep ilan etmiş, ancak müzakere masasının kurulması için bir koşul dayatmıştır: Kürt hareketinin birkaç adım geri atması.

Birkaç adım geri atılması her defasında, tanım gereği yeni bir durum oluşturur. AKP yeni durumu birinci momentteki akıl yürütmeye sadık kalarak değerlendirmek zorunda değildir artık! Madem ki karşı taraf geri adım attı ve güç dengesi AKP lehine az ya da çok değişim gösterdi, göreli avantajı çoğalan hükümet, artık daha az ödün verebilir, Kürtlere tanıyacağı -ve tanımaktan haz etmediği- hakları biraz daha kısabilir…

Bu üslubun bir davranış mekanizması olarak sürekli tekrarlandığını düşünün… “AKP ile çözüm” uzun olmayan bir süre içinde külliyen yalana dönüşmektedir! Bu filmi defalarca izledik. Kabaca 2002 seçimlerinden bugüne Kürt çözüm süreci böyle resmedilebilir.

Bugün ise mevsimlerden Haziran.

Eskiden fazla gelişigüzel kullanılan ve kişisel olarak sevmediğimi itiraf etmek zorunda olduğum deyişle, hiçbir şeyin önceki gibi olmayacağı bir evreye geçtik. Haziran 2013’e eşdeğer dönüm noktası yakın tarihimizde Eylül 1980 gibi görünüyor. Türkiye’de 33 yıllık bir boyun eğmişlik hali şimdi kırılabiliyor.

Bu koşullarda Kürt çözümünün veya İmralı açılımının bir şey olmamış gibi sürebileceğini düşünmek derin bir yanılgı olur. Bu yazıda direnişin açılım sürecini nasıl etkileyeceğine ilişkin bir tartışma yürüteceğim.

AKP’nin birkaç satır önce yeniden açıklamayı denediğim tarzı bir gelenek ve Haziran direnişinde çarpacağı duvarla tanışan AKP’nin daha önce benimsediği davranış kalıplarını revize etmesi mümkün değil. Bu, ilk bakışta ters gelebilir okura. Tayyip Erdoğan olmasa bile, bu kadronun içinde “ders almayı” bilen veya öğrenecek bir kişi bile yok mudur?

Mesele duvarı görüp gözleri yuvalarından, yürekleri ağızlarından fırlayacakmış gibi korkan gerici iktidarın ders almayı bilmemesi değildir. Tersine, bunların aldığı ders geri adım atmamak, eski çizgilerini olduğu gibi korumak. Bunu yapmadıklarında korktukları fazla belli olacak, karizmaları çizilecek. AKP geniş bir egemen güçler bloku inşa edebildiyse, bunu kimilerini ihya kimilerini mahkum ederek, başkalarını da korkutarak sağladı. Tayyip Erdoğan’ın despotik ve benmerkezci bir kişiliğe sahip olduğu kesindir. AKP düzeni tam da böyle bir liderlik müessesesine ihtiyaç duymuştur.

Şimdi Taksim direnişinden ders almak adına bu yapıda oynamalar yapmaya kalksalar, çözülüşün kapısını kendi elleriyle açmış olacaklar. Dolayısıyla ısrar etmeliler.

Yani, bir kere, geleneği sürdürecek ve Kürt politikasındaki geri adım attırma ve sonra daha fazla geri adım attırma çizgisinde ısrar edecekler. Mümkünse hiçbir şey vermeden kazanmak!

Haziran’ın etkileri bunun üstüne eklenmeli.

Kimileri halk hareketi tarafından sıkıştırılan AKP’nin, Kürt cenahında bir cephe daha açmaktan geri duracağını ve ödün vermeye yöneleceğini sanabilir. Erdoğan’ın bu yola girmesi, bana sorarsanız Haziran’dan önce “aşağı yukarı” imkansızdı. Haziran dersleri imkansızlığı perçinlemiştir. Kafası yarılan AKP, üstelik ABD rüzgarıyla yelkeni dolan “süreci” hızlandırıp güç devşirmeyi gerçekten de isteyecektir. Ancak bu yolda bildiği, elinden gelen biricik yöntem burnundan kıl aldırmamaktır. Erdoğan’ın değişmesi ihtimal dışı. Erdoğan’sız AKP ise henüz icat edilmedi.

Fonda direniş önde toplantı

Tarih 25-26 Mayıs’tı. Demokrasi ve Barış Konferansı’nın sonuç metninde şöyle bir formülasyon yer aldı:

“Bu konferansta toplumun çok farklı kesimlerini bir araya getiren bir çözüm, barış ve demokratikleşme iradesi oluşmuştur. Bundan sonraki çalışmalarımızı, ‘Hakikat, Yüzleşme ve Adalet Komisyonu’, ‘Hukuk, Yol Temizliği ve Yeni Anayasa Komisyonu’, ‘Toplumsal Müzakere ve Demokratik Siyaset Komisyonu’ ve bunların Koordinasyonu aracılığıyla sürdürme kararlılığındayız.”

İnternetten kolaylıkla ulaşılabilen bu belge için kaynak gösterme ihtiyacı duymuyorum. Önemli olan şu ki, bu metinde Kürt siyasetinin yol haritasını son derece hassas biçimde şekillendirdiğini görüyoruz. Adı geçen üç komisyonun içerik ve adlandırmaları belirlenirken, Amerikan/Batı tipi barış veya çatışma çözümü süreçlerinde ortaya konan kavramlardan sapmamak gözetilmiş. AKP liberalizminin en kolay uyum göstereceği kavramsal çatı budur. Daha doğrusu hükümetin içine girmeyi kabul ettiği koridor zaten budur ve Kürt hareketinin konferansları bu anlamda işi kolaylaştırmış olmaktadır.

Belgeye göre “Yüzleşmenin iki temel işlevi ise, ‘hakikatin ortaya çıkartılması’ ve ‘öteki sayılanlarla empati ve vicdan üzerinden yeni bir ilişkisel alan yaratılması’dır.”

Bunların gerçek anlamda işlevler olmadığı açık. Bu sözde işlevler politik özü bir kenara bırakmakta, olsa olsa Kürt sorununun bazı toplumsal yansımalarıyla ilgilenmektedir. Kuşkusuz birbirlerini “huzur bozan, bölücü terörist” veya “kendini üstün zanneden ırkçı” olarak kodlayan sıradan insanların empati kurmalarında yarar vardır. Ancak komisyon faaliyetlerinin bu anlamda “sivil toplumda” yaratacağı etkiler, nedenlerle değil sonuçlarla uğraşmak anlamına gelir ve asıl nedenler sistem tarafından yeniden üretildiği sürece suya yazı yazmanın ötesine geçilemez. İnsanların birbirlerine ilişkin algılarında bir değişim elde ettiniz diyelim. Bu empati, örneğin Roboski’de nasıl kurulacak? Anadilde eğitim hakkını kabul etmenin yüzleşmeyle ne alakası var? Bir de; hani suçların cezasız kalması toplumun vicdanında yara açardı!

Komisyon faaliyetlerine yönelik tasarım, açılımın şekil şartlarına uygundur ve AKP’nin göstermelik işler yapmakta zaten üstüne yoktur…

Haziran direnişinden sonra ise göstermelik işler konusunda bile AKP’nin üstünde ek basınç oluştu. Erdoğan’ın adıyla anabileceğimiz bu hassasiyete göre, hükümet göstermelik iş yaparken, işin özüne dair ödün vermediğini açıkça dile getirmek ihtiyacını hissedecektir. Bu “ayar verme” uğraşı, üstünde önsel olarak anlaşmaya varılmış bulunulan liberal çerçeveye aykırı düşse bile. Sözü edilen çerçeve tanım gereği temel olanla değil görüngülerle uğraşır. Bu durumun ilan edilmesi sabotajdan başka anlama gelmez. Erdoğan’ın, kendisinden ibaret olmayan, AKP’ye ve otoriter rejimine cuk oturan tarzı sabotaja dönüşmüştür.

Selahattin Demirtaş’ın Gezi olaylarını ve hükümetin tutumunu kastederek “süreç gitti geldi” sözleri bu yeni durumu, Erdoğan hassasiyetini kapsıyor mu, bilmiyorum. Ancak benim söylemeye çalıştığım tüm çıplaklığıyla, Akiller Heyeti ile Erdoğan’ın buluşmasında, az önce değindiğim haliyle açığa çıktı. Erdoğan kendisine sunulan bölge raporlarında içerilen naif gözlemleri önemser görünüp rolünü oynayabilir, “evet Ege bölgesindeki insanların bölünme korkusunu aşmalıyız” diyebilir, “iyi de, dünyanın hiçbir yerinde Süryani dilinde okul yok” şeklinde desteksiz bir tez dile getirebilir, kimi aşırılıklara da ünlü külhanbeyi ağzıyla fırçasını atabilirdi.

Erdoğan Gezi Parkı’ndan söz edenleri susturmakla kalmadı, anadilde eğitimle ilgili bir çalışmanın var olmadığını, seçim barajını da düşürmeyeceklerini 3 söyleme ihtiyacı duydu. Detaylarla uğraşıyor olabilirim, ama altını çizmeye değer buluyorum: Bu ihtiyaç Haziran dersidir.

Oysa akil insan heyeti denen modelin Amerikan-Batı çatışma çözümü formatında yeri vardır. Bu yer, heyetin başbakan tarafından atanmasıyla biraz alaturkalaştırılmış olsa da işletildi. Ancak Erdoğan iki aylık çalışmalarını tamamlayan grubu, tam da son toplantıda boşa düşürmüştür!

Heyet “akil”liği orijinal modele uygunluk açısından düşünmediği, pragmatik bir yaklaşımla diktatörün suyuna gitmeyi öne aldığı için bu noktayı çok dert etmemiş olabilir. Ama durum bu. Akil insan heyeti, kendisini tayin eden otorite tarafından “önerilerinizi dikkate almayacağım” terslemesiyle boşa düşürülmüştür ve bu kamuoyuna ilan edilmiştir.

Bana sorarsanız olup biteni kavramak için Erdoğan’ın her zamanki hoyratlığı yetmez. Buna bir de Haziran etkisini eklemek gerekiyor.

Direniş arifesinde konferans, direniş sürerken de bu toplantı gerçekleşti. Hareketin sokaktaki ağırlığının hafiflemeye yüz tuttuğu dönemde ise Kürt Ulusal Kongresi için hazırlık toplantısı haberlere yansıdı.

Dört ülkenin Kürt temsilcilerini bir araya getirmeyi öngören bu kongrenin İmralı açılımının bir unsuru olduğunu biliyoruz. Öcalan’ın yol haritasında vardı ve ortada sürpriz yok. Ancak gelişmenin kendisi ilginç bir rastlantıya tanıklık ediyor. Bu kongreyle Kürt çözümü Türkiye içi bir süreç olmaktan resmen (de) çıkıyor ve bölgeselleşiyor.

Orijinal kurgu bu değildi. Birinci toplantı (konferans) bütünüyle yurt içi odaklıydı. Akil raporları Türkleri ve Kürtleri yakınlaştıracak halkayı oluşturuyordu. İçeriye dönük tanımlar ve adımlardan sonra sıra bölgeye gelecekti.

Şimdi ilk halkalardan geriye kalan bir şey yok ve bu arkaplandan yoksun bir Kürt kongresi ilk tasarlanandan farklı sonuçlar üretecektir.

İlk tasarlanan yürüyüşe göre yurtiçi safhaların “başarılı” geçilmesi Erdoğan’ı ve AKP’yi rahatlatırdı. Bu rahatlama olmaksızın iktidar cephesinin “Ulusal Kürt Kongresi”ni sindirebilmesi çok zordur. Ulusal Kongre’nin başarısı, kaçınılmaz olarak Kürt siyasi hareketini güçlendirir.

Ama bu durumda eski mekanizmanın ya da Tayyip sendromunun geri gelmesi beklenir. AKP’nin pazarlık masasına oturmasının koşulu, karşı tarafın geri adım attığının açıkça görülmesiydi. AKP, arkasında ABD’nin durduğu “çözüm sürecinden” dışarı çıkamaz. Diğer yandan artık bu süreçte milim taviz görüntüsünün oluşmaması için şekilden ibaret olmayan önlemler almakta ve yolu kendi eliyle tıkamaktadır. Ve bütün ipler AKP’nin elinde değildir. Kürt tarafının toplamı (sadece Türkiye’nin başat Kürt siyasi hareketi değil, diğer parçalardakiler de dahil), zaaf gösteren AKP karşısında dik durma olanağına geçmişe göre daha fazla sahip.

Bu resim karşısında Erdoğan Kürt hareketini baskılamak, geri adıma zorlamak zorundadır. Lakin bunun imkanları azalmaktadır. 4

Ve fonda Haziran Direnişi var. Haziran’dan önce önüne set çekilen bir su toprağa karışabiliyor, buharlaşabiliyordu. Şimdi buluşacağı büyük bir ırmak var.

AKP’nin açılım açmazı

AKP’nin 2008 açılımı Abant toplantılarının ardından 2009 başında TRT Şeş yayınıyla sürdü. Ağustos’ta Öcalan çözüm paketini açıkladı. Ekim 2009’da bir grup PKK’linin Habur’dan giriş yapmasının ardından yaşanan kesintinin nedeni bence açık.

AKP, açılımın kendisinden ziyade Kürt siyasetini güçlendirdiğini hissetmiş ve buna izin vermeyecek bir hazırlık gerektiği kanısına varmıştır. Bu hazırlık, savaşa dönülmesiydi; legal siyaset alanına baskı kurulmasıydı; Kürt hareketinin aydın müttefiklerinden arındırılmasıydı; Kürt sağının önünün açılmasıydı. 5

2013’e kadar yeni bir yumuşama ara ara gündeme gelmiş, Oslo ve Zana örneklerinde olduğu gibi her defasında aynı manzara ortaya çıkmış ve AKP yeniden zamana oynama seçeneğine dönmüştür.

Bir rejimi yıkma ve yenisini kurma işinde AKP’nin böyle bir güç kaybını tolere etmesi olanaksızdı. Kaybedilen yalnızca Kürt hareketiyle oynanan oyun olmayacak, bütün tasarım çökecekti. Çözüm süreci AKP’nin İkinci Cumhuriyet ve ABD’nin Büyük Ortadoğu programlarıyla uyumsuz ürünler doğurduğunda, Erdoğan kadrosunun sonu gelmiş demektir!

Şimdi benzeri bir olasılığın ortadan bütünüyle kalktığını kimse söyleyecek durumda değil. Bir farkla ki, saat çalışıyor. ABD’nin Türkiye’ye sonsuz kredi ve zaman tanıması düşünülemez. Erdoğan ise daha önce tecrübe ettiği açılım açmazının bilincindedir.

Stratejik tercihlerin bugün hayli olgunlaştığı açık. Kürt hareketinin üç önemli kumanda merkezinden ikisi, Öcalan ve BDP yönetimleri, AKP barışının temel ilkelerine yardımcı olmaya karar vermiş durumdalar. 6 Yani dışarıda yeni-Osmanlı, içeride dinselleşme projelerinin Kürt barışının zeminini oluşturması bu odaklarda genel bir kabul görmektedir.

Kandil ise bu çizginin karşısında konum almamakla birlikte aynı rahatlığa sahip olamıyor. Zira PKK, Kürt siyasetinin elindeki en önemli kozu, silahlı mücadeleyi kontrol etmektedir ve bu enstrümanın bir daha kullanılamaz hale gelmesi risklidir. Silaha hükmeden bir sözcü, ne Öcalan’ın ne de Demirtaş’ın rahatlığıyla “silahlı mücadelenin bittiğini” ilan edebilir.

Sorunu iki ana tarafın koordinasyon içinde adım atmalarıyla aşmak mümkün görünebilir. Hele bu adımların ABD gibi -güvenilmez de olsa- güçlü bir garantörü varsa… Ancak düğüm bu noktada değil. Kürt sorunu Türkiye’de işgal ettiği alandan çok daha geniş ve karmaşık bir bölge denkleminin parçasıdır ve koordinasyon ve zamanlama açılımın taraflarının elinde değildir.

AKP’nin, karşı tarafın fazla güç biriktirmesi olarak tanımladığım “açılım açmazı” bölge dinamikleri tarafından çerçevelenmiş durumda.

Tabii bir de bugüne kadar hareketsiz kalacağı hep varsayılmış olan Türkiye halkı faktörü var. Yani Taksim…

Bölgesel değişkenlerin ve halk faktörünün 2013 açılımına genel olarak destek verdiği söylenemez. Sorun özellikle AKP için can sıkıcı.

Açılımla aşağı yukarı eşzamanlı olarak Suriye’de Şam rejimi üstünlük kurmaya başladı. Şam’ın ve Suriye halkının direnci savaşın Baas tarafından kazanılması anlamına gelmiyor. Emperyalizm çatışmaların sürdürülmesini sağlamayı başarıyor ve böylece Ortadoğu denkleminde emperyalizme ve siyonizme karşıt konum alan bir aktör etkisizleştirilmiş oluyor. Bu durumda Kürt hareketinin Şam karşıtı cepheye tam olarak entegre olması mümkün olmayacaktır. Üstelik çatışmaların sürmesi Suriye muhalefeti içinde siyasi yetenekleri daha gelişkin liberal veya Müslüman Kardeşler tipi islamcı-liberal unsurları, savaşkan cihat çetelerinin gölgesinde bırakıyor. Ağırlık noktası Müslüman Kardeşler’i çağrıştıran bir muhalefete Kürt toplumunun dahil olması daha kolay olurdu doğrusu. El Nusra benzeri oluşumlar ise, şeriatçı niteliklerinin ötesinde, Kürt hareketi tarafından kabullenilmesi güç, sert bir hegemonya arayışındadırlar. Öcalan tarafından dillendirilen, güçlünün safına girme pragmatizmini unutmayalım. Suriye Kürt hareketi, rüzgarın daha da dönmesi durumunda, Şam’ın intikam olasılığından haklı olarak endişe edecektir.

Ortadoğu’da Arap “Baharı” ile yükselen Amerikan-uyumlu İslam rejimleri modelinin tıkandığı da 2013 itibariyle görülmeye başlandı. Tunus ve Mısır’da seküler siyasi hareketler ve toplumsal dinamikler sanıldığından güçlü çıktı. Bu ülkelerde de Türkiye benzeri bir faşist yükseliş apaçık ortadadır ve bu yönelime karşı kitle hareketleri güçlenmektedir. Bu yazı yazılırken kaderi henüz belli olmayan Mısır’da Müslüman Kardeşler’in iktidarı yitirmesi durumunda Tunus’un aynı kaderi izlemesi muhtemeldir. Kürt barışının “bin yıllık İslam kardeşliği”ne dayandırılması da mümkün olmaktan çıkacaktır.

Mesele Arap halklarının islami faşizme boyun eğmemelerinden ibaret değil. ABD için islami faşizm bir ilke değil ki. Gelişmeler ABD’yi bölge stratejisini revize etmeye yöneltmektedir. Emperyalizmin, Türkiye’de de yıpranmış Erdoğan’ın alternatifi üstüne çalışmaya başlamış olmaması mümkün değil. Sonuç olarak AKP’nin işlerinin yolunda gitmemesi için çok neden var ve yeni bir tökezleme durumunda ipinin çekilmesi olasılığı yüksek.

Çözüm sürecinin Irak Kürdistanı ile iyi bir frekans tutturması da zorunlu. Türkiye’nin demokratik özerklik altında, Kürt coğrafyasını bir biçimde kapsar hale gelmesi Turgut Özal’dan bu yana yazılıp çiziliyor. Oysa bölgede giderek kendini gösteren Sünni-Şii fay hattı Bağdat ile Erbil’in arasındaki çizgiyi son derece riskli hale getirmiş bulunuyor. Çözüm sürecinin bir normalizasyon, uzun süreli bir sükunet, kalıcı bir statüko vaat etmediği ortada. Ancak yine de “sorunlu bir gelecek” ile düpedüz ateşe atlamak arasında fark var.

Bu mayınlı tarlaya Haziran Direnişi eklendi.

İsteyen bir şey olmamış gibi davranıp on milyonluk ayaklanmayı arızi sayabilir. Ancak Türkiye’de Suriye sınırındaki karmaşanın veya AKP faşizmine yönelik tepkilerin beklenmedik gelişmeleri tetiklemesi, Haziran’ın genişleyen ölçeklerde tekrarlaması mümkündür ve çözüm sürecinin tarafları itiraf etmeseler de bu olasılığın pekala farkındadır.

Özetle AKP’nin açılım açmazı geçmiş yıllardakinden çok daha ölümcül risklere işaret etmektedir.

Kürt siyaseti ayrışır mı?

Ara başlıktaki sorunun bir yanıtını siyasal hareket düzleminde verebiliyoruz. Bugün Kürt hareketinde belirgin öbekler rahatlıkla seçilmekte, zaten bunlar bir süredir kendilerini gizlemeye çalışmamaktadır.

Kürt hareketinin sol kanadı, doğal olarak Türkiye soluyla en fazla temas noktasına sahip olan kesimdir. Kürt ulusal gündeminin, güncel Ortadoğu jeopolitiği içinde solculuk üretmesi mümkün görünmüyor. Dolayısıyla Kürt solculuğu Türkiye solculuğuna değdiği noktalardan besleniyor. Halkların Demokratik Kongresi olarak başlayıp Halkların Demokratik Partisi olarak gelişen oluşumdan söz edilebilir. Ancak Sırrı Süreyya Önder, Sebahat Tuncel, Ertuğrul Kürkçü isimleri kamuoyuna HDK’dan daha fazla şey ifade edecektir. Türkiye solunun “Kürt müttefikleri”nin içinde yer aldığı HDK, İstanbul merkezli veya ağırlıklı bir izlenim bırakmaktadır.

HDK/P solda bir mühendislik çalışması. 1996-2007 ÖDP’sinin sivil toplumcu çizgisi Türkiye soluna içkindi. Bu defterin kapanması, ÖDP’nin başkalaşması ve eskisinin yerine kurulan partilerin boşluğu dolduramayacaklarının net olarak açığa çıkması bu mühendisliğin gerekçelerinden biri olmuştur.

İkinci gerekçe; Kürt siyasetinin sol müttefiklerinin ortada büyük bir siyasal devinim, projeler yarışı varken seçim çalışmasına sıkıştırılmaları hayli tuhaf kalıyordu. Bu hareketler özgün kimi yerellikler dışında seçim düzleminde herhangi bir değere sahip değillerdi; bağımsız aday kampanyalarında, Kürt hareketinin kadro ve kitle birikimi göz önüne alındığında, aksesuar olmanın ötesine geçemiyorlardı. HDK bu alanı kurumsallaştırmaya yaramış olabilir. Ancak Kürt ittifakı, dahil olan Türkiye solcusu için, politik asimilasyon anlamına gelmiştir ve HDK sentetik bir zemin olmaktan çıkamamıştır. Çözüm süreci de bu yönde bir canlanmanın sinyallerini barındırmıyor. Çünkü çözüm, doğası gereği solu değil sağı besliyor.

HDK’nın solcu niteliği belgelere şu tür vurguların geçmesine yaramaktadır:

“Birleşmiş Milletler’in 1325 sayılı kararı çerçevesinde, yüzleşme ve barış süreçlerine başından sonuna kadınların katılımı sağlanmalıdır.” 7

İlgili sol kesimlerin bu tablodan tatmin olmaya devam edip etmeyeceklerini göreceğiz…

Kürt hareketinin sağ kanadında ise iki çizgi ayırt ediliyor. Eşbaşkanlarından biri Ahmet Türk olan Demokratik Toplum Kongresi, toplantılarını Diyarbakır’da gerçekleştirmeyi gelenekselleştirdi. Solda kitlesel mücadelelerin, direnişin başkenti olarak algılanan Diyarbakır’ın bir yüzü daha var. Uzun süredir hareketin kontrolünde bulunan en büyük Kürt belediyesiyle, bir metropol olarak barındırdığı kentsel rant potansiyeliyle, yerel burjuvazinin merkezi olmasıyla, Kürt özgürlükçüğü kadar dinci gericiliğe de kitle tabanı sunmasıyla bu ikinci Diyarbakır, Kürt sağına evsahipliği ediyor. Ahmet Türk’ün AKP’nin İkinci Cumhuriyet dönüşümlerine Kürt gündeminden sunduğu destek göz kamaştırıcıdır. Yakın geçmişte Dersimlileri CHP’ye yatkınlık göstermeleri nedeniyle eleştiren Türk, Haziran Direnişi’ne de “hükümeti yıpratmak isteyenler olabilir” diye yaklaşmıştı. Türk, Önder’in “hükümeti yıpratmamak için söz mü verdik” tepkisi üzerine Gezi Direnişi’ni desteklediklerini dile getirecekti.

Ahmet Türk’ün yerel yönetim-yerel sermaye eksenine denk düşen sağ çizgisinin dışında bir de dinci gerici sağ var. Hizbullah/Hüda-Par, Nisan başında Dicle Üniversitesi’nde ön ayak olduğu olaylarla provokasyon örgütü geleneğini canlı tutuyor. Bu durum Hizbullah’ın geniş bir tabana sahip olduğu gerçeğiyle çelişmez.

Öte yanda, yani “Apocu ulusal koalisyon”un içinde ise şeriatçı Altan Tan var. Tarihsel kaynakları itibariyle seküler bir akım olan Kürt ulusal hareketinin bu tür unsurlara kapıyı açık tutmasının ve bunun ötesinde bir temsiliyet atfetmesinin içsel dinamikleri olduğunu düşünmüyorum. Kürt toplumunun “mütedeyyin” olması, siyasi hareketin kadro yapısının içinde şeriatçıların varlığının gerekçesi olamaz. Kürt dindarlığı böyle bir basınç yaratmış olmaktan uzak. Yol tersinden kat edilmiştir. Kürt siyasi hareketi, bir ulusal çatı şekillendirmeye karar verdiğinde, şeriatçı kulvarı Hizbullah’a terk etmek yerine, çekiciliğe sahip olduğu varsayılan bir temsilci aracılığıyla has gericilikle rekabet etmeye yönelmiştir. AKP’nin Türkiye’nin bütününü dinselleştirmekte olduğu ve “çözüm”ün temellerinin din kardeşliğinde tanımlandığı bir konjonktürde bu ihtiyacın hissedilmesi reel politika düzleminde “anlaşılır.” Altan Tan çizgisi seküler nitelikli ulusal harekete dışsaldır. Bu, hareketin dışındaki bir kanalı pragmatik amaçlarla kapsama projesidir. Yapaydır ve başarılı olma şansı bulunmamaktadır. Olur da, Kürt ulusal hareketinde dincilik serpilirse, ortaya bir uyum çıkmayacağı, koalisyon kabuğunun çatlayacağı da açıktır.

İki sağ demiştik. Türk mü Tan mı sola daha uzak? Bu tartışmanın bir faydası yok.

Merkez de iki adresli: İmralı’da Öcalan ve Ankara’da BDP Genel Merkezi.

AKP’li ve Erdoğan’lı çözümün asli taşıyıcısı bunlar. Dolayısıyla hükümet karşısında en tavizkar konuma oturanlar, toplumsal-siyasal zemine içkin titrekliği en fazla hisseden ve kaçınılmaz biçimde yansıtanlar da yine bunlar. BDP’nin bir merkez yöneticisi Kürdistan’ı dört parçaya bölen Lozan’ın yerine yeni bir Lozan’ın zamanı geldi derken, eşzamanlı olarak bir diğeri Roboski’de yakınları ölen aileleri Erdoğan’ın iftarına katılmaya ikna etmektedir. 8

Hatırlanacağı gibi 2012 yazında, aslen Barzanici olduğu sezilen Leyla Zana’nın girişimi, söz konusu merkezde karşılık bulmamıştı. Bugün de BDP’nin merkez sözcülerinin, inisiyatifi başka bir odağa bırakmamak gibi bir yükümlülükleri vardır ve bu nedenle sık sık çelişik mesajlar verebilmektedirler. Bu parçalı tablo 2011 seçim stratejisini “kapsayıcılık” üstünden şekillendiren ve başarılı olan BDP’nin alanını pratikte daraltmaktadır. Seçimlerle tesis edilen ulusal koalisyon, parçalı bir yapı olduğunu fazla dışa vurmaktadır.

Bu kadar da değil. Kürt hareketinin başka unsurları da var. Örneğin Avrupa, örneğin sendikal yapı. Avrupa’nın bir diplomasi ve lojistik alanı olduğu anlaşılıyor.

Bu yazının konusu olmamakla birlikte sendikal yapı dendiğinde ise artık eski KESK’ten söz etmemizin mümkün olmadığını not etmek durumundayım. Kamu emekçileri hareketi, Kürt siyasetinin Türkiye soluna Bundculuk enjekte ettiği yer olmuştur. Etnik/ulusal kimlik ayrımının sınıf örgütlenmesinin üstünü örtmesinin sonuçları, sendikaların etkisizleşmesi, sınıf politikası üretememesi, AKP’nin örgütlediği sarı sendikalara direnememesidir. Lami Özgen artık önemli bir sendikal yapılanmanın lideri değil, Akiller Heyeti’nin sıradan bir üyesidir. KESK Genel Başkanı bir ayı aşan direniş boyunca bir kez, sendika ve meslek örgütlerinin ortak basın açıklaması vesilesiyle konuyla ilgilendi. O günlerde muhtemelen KESK üyelerinin büyük çoğunluğu birer yurttaş veya solcu olarak sokaklarda biber gazı soluyorlardı.

KESK’te durum buyken, bir toplumsal damar olarak Kürt emekçilerinin temsil edilmediğini saptayabiliriz. Kürt emekçileri, bu açıdan Türkiye emekçi sınıflarının halini paylaşıyorlar.

Sınıfsal ayrışmanın izlerini sürmek, yukarıda değindiğim burjuvazi dışında, zorlamak verimli olmayacak. Zaten çözüm sürecinin salgıladığı beklentiler -yine burjuvazi dışında- ayrışma eğilimini bir süre durduracak, ulusal çıkar ortaklığı algısını ise besleyecektir.

Ancak aynı sürecin yarattığı bir bölünme barizdir: Aleviler.

Kürt Aleviliğinin çözüm sürecinde bir yeri yok. Ulusal hareketin solcu/halkçı kaynakları Aleviliğe, Türkiye Kürt nüfusu içindeki oranının üstünde bir siyasal önem kazandırmıştır. Bu değerin çözüm sürecinde kendine bir yer bulamaması anlamındaki boşluğu doldurmak üzere 2013 Şubat başında adım atıldı. Ancak Diyarbakır’da toplanan Birinci Kürdistan Alevi Konferansı, Anadolu Aleviliğinin tepkisini çekti. Bu tepki (hiç yoktur demeyeceğim) Türk milliyetçiliğinden ziyade Aleviliğin etnik/ulusal kökene göre tasnifine karşı ideolojik bir itiraza yorulmalı. Anadolu Türk Aleviliğinin içinde kimlikçi/sivil toplumcu kanatlar hafife alınmayacak ölçüde etkindir ve bunların da aynı tepkiyi paylaşmaları beklenir.

Sorun, bunun ötesinde, AKP’li çözümün, Sünni birliğini esas alması, ufkunda da Ortadoğu’da bir Sünni ekseninin inşasının yer alması. Bu proje Aleviliği kapsayamaz. Aynı Türk ve Arap (Nusayri) Aleviliği için olduğu gibi.

Kürt ulusal hareketinin bir diğer önemli kolunun kadın kimliği olduğunu biliyoruz. Ulusal özgürlük talepleri Kürt toplumunda 1960-1980 döneminde sosyalizmle yoğrularak yaşanan halkçı aydınlanma dalgasının sürmesini sağladı.

Ortaya çıkan dinamiğin bir dizi sonucu olmuştur: Kürt siyaseti kadınlara ülke ortalamasının üstünde açıktır. Kadın kimliği sivil toplumcu projecilikle bütünleşmiş, bu da piyasalaşma süreçlerinin toplumsallaşmasına yardımcı olmuş, neo-liberalizme koltuk değneği sağlamıştır. Son olarak aynı gelişim Kürt ulusal hareketinin İmralı/AKP çözümüne uymasını zorlaştırır. Kadın birikiminin birtakım kovuklara itilmesi olasılığı kalmamıştır.

Bu genel tabloyu bir ara sonuca bağlayalım.

Kanımca çözüm sürecinin vaatleri birinci aşamada (burada “aşama”nın AKP-BDP tartışmasıyla bir ilgisi yok) Alevi damarı dışında bir ulusal konsolidasyon sağladı. Ancak sürecin, solu, kadınları ve Batıda yaşayan kentli Kürt emekçilerini tatmin etme olasılığı yok. Dolayısıyla sürecin ilerleyen evreleri olursa, bu evreler merkezkaç güçlerin baskı altına alınması çabalarına sahne olmak zorundadır. Ulusal birliğin barış içinde bir arada yaşaması, eğer süreç ilerlerse güçleşir.

Ancak AKP ile Kürt cephesi arasındaki konfrontasyon her zaman parçaların bütünden kopma eğilimini frenler. Sürecin tıkanması durumunda ise sorumluluğu topluca Türk egemenlerine yıkmak, içeride konsolidasyonu ve hareketin bütünlüğünü korumak bu kez hayli zor olacaktır.

Haziran Direnişi’nde Kürtler

Gezi olaylarının milliyetçiler tarafından zaptedildiği iddiası son derece temelsiz. Bu tez, Tayyip Erdoğan’ın darbe komplosu teorisine bile isteye destek vermekten kaynaklanıyorsa üstünü çizelim. Bunun dışında bir seçenek varsa, yurtseverlik kavramını tartışmaya geri dönmek zorunda kalırız.

Siyasi iktidar mücadelesi, verili toplumda kolektif simgesel alanların fethini kapsamak durumundadır. Marx’ın kavramlaştırmasını biraz dönüştürürsek, iktidar hedefine sahip olan bir siyasi hareket, zorunlu olarak bir sınıfın temsilcisidir. Ancak kendisini toplumun genelinin, büyük çoğunluğunun çıkarlarının da temsilcisi olarak sunmayı başarmadan iktidara uzanması mümkün olmayacaktır. Bu ideolojik mücadelenin bir bölümü simgeler üzerinde verilir.

Türkiye’de solun bayrakla mesafesinin açılma tarihini burada tartışmayacağım. Ancak bu mesafenin yapısal bir yabancılaşmaya dönüşmesi, kalıcılaşması kabul edilemez. Dramatik olan, yabancılaşmanın solu iktidarsızlaştırdığının algılanmaması ve bayrağa uzaklığın devrimcilik sayılmasıdır.

Haziran direnişi, ulusal simge olarak bayrağın siyasi iktidarın tekelinden çıkması ve direnişe mal olmasını getirdi. Bu, sol için tarihsel bir fırsattır. Ay-yıldızlı bayrak Kıbrıs’ta işgalin, Kürt bölgesinde kirli savaşın, sola karşı 12 Eylül işkencehanelerinin süsü olmaktan, milyonlarca insan tarafından uzaklaştırıldı.

Daha önce bayrağın düzen dışı güçlere bu ölçekte mal olduğu bir örnek bulamıyoruz. Ulusal solcu AKP karşıtı hareketlerin milliyetçilikle malul oldukları ve çeşitli başlıklarda kör oldukları doğrudur. İşçi grev ve eylemlerinde dalgalandığında bayrak, sınıfın etkisinin sınırları nedeniyle Haziran 2013’te buluştuğu anlamın uzağında kalmıştır.

Bir de, ulusal bayrağın varlığını milliyetçiliğin, hatta ırkçılığın işareti olarak algılayanlar, eylem niceliği için “az olsun bizim olsun” demiyorlarsa, bir alternatif göstermeliydiler. Alternatifsiz eleştiri bu başlıkta sorumsuzluk anlamına gelir.

İdeolojik ve politik alanda çok genel bir çerçeveyle yetinen direnişin, milliyetçileri içermediğini kim söyleyebilir. Ancak harekete Erdoğan’ın şahsında anlamını bulan bir anti-faşizm ve sekülarizmin damga vurduğunu görmemek, en hafif yorumla önyargıların ürünü olabilir. Mücadeleyi temsil eden hale gelen bayrak bu çerçevede önemli bir birleştirici rol üstlenmiştir. Bu birleştirici zemin, halk kitlelerini çok gelişkin bir dayanışma ilişkisine ve açıklığa yönlendirdi. Taraftar gruplarının cinsel yönelimler konusunda alttan altta büyüyen bir bilgi birikimlerinin olduğunu düşünmek herhalde yersiz olur. Ancak tutum bir çırpıda değişmiş, seksist tavır buharlaşmıştır. Bu değişimi direnişin bütün bileşenlerinin ilişkisinde görmek mümkün.

Bayrak yalnızca soldaki eski saplantıların konusu olmaktan çıkmayı hak etmiyor. Bir de bayrağın söz konusu yaygın ve çapraz iletişimi mümkün kılan birleştirici simge olduğunu algılamak gerekiyor.

Mücadelenin birleştiriciliği…

Erdoğan ve AKP diktatörlüğüne karşı rahatsızlığı başka kesimlerden hiç de az olmayan Kürtler direnişe aktı. Ancak bu akışa güçlü bir itilim verme olanağına sahip az sayıdaki örgütlü hareketten biri olan Kürt siyasi hareketinin geri durduğu açıktır. Bu tereddüt BDP İstanbul Milletvekili Önder’in kepçelerin önüne kendini atmasıyla telafi edilebilir bir şey değil. Önder’in ataklığının, Kürt hareketinin sağında darbecilerle aynı safa düşmek diye yorumlandığını, merkezinde ise “direnişe katılmaya mecbur muyuz” (Demirtaş) duyarsızlığına tosladığını biliyoruz. Daha kötüsü de vardı; kimi Kürt siyasetçiler, yıllardır kendilerinin benzeri bir devlet terörüne maruz kaldıklarını hatırlatarak “biraz da Türkler çeksin” demeye getiriyorlardı, alayla karışık.

Bu arada Öcalan’dan gelen “alanları milliyetçilere bırakmama” mesajının bir katılım çağrısı olarak yorumlanması da pek mümkün değildi. Burada mücadelenin hedefi AKP olmuyordu. Öcalan’a göre Kürtler asıl, barikatın ardındaki güçlerin kompozisyonuna müdahale etmeliydiler. Kürt siyasi hareketi Haziran direnişini, çözüm sürecini olumsuz etkileyecek, geciktirecek bir “suni gündem” olarak hissetmiştir!

Sonuç, Kürt ulusal hareketinin çok uzun zamandır dilinde olan Türkiyelileşme şansını tepmesi olmuştur. Direnişe katılan Kürtler bir başka bütünün kardeşçe parçası olmayı tattılar. Elde kalan kazanım budur.

Son dakika

Temmuz ayının sonu itibariyle çözüm sürecinin tarafları, Haziran molasını geride bırakmanın heyecanını yeniden yaşamaya başlıyorlar. Erdoğan tören ve iftar turunu bölgeye genişletiyor. Reform paketinin kendisinin olmadığını başbakan dile getirmiş olsa bile, kokusu yükseliyor… Erdoğan’ın turuna BDP’lilerin verdiği destek yeni bir safhanın açılışına Kürt hareketinin de onay vermesi anlamına yorumlanabilir.

Bu eksendeki gelişmelerin, içinde bulunduğumuz konjonktürü karakterize etmesinin arzulandığı açıktır. Bu zeminin üstünde Anayasa, reform, Öcalan’ın statüsü gibi başlıkların yeniden tartışmaya açılması mümkün hale gelebilir. Yukarıda bu cephede hızlı beklentilere yer olmadığını anlattım, ancak AKP dahil taraflar zeminin kendisine itirazda bulunmayacaklardır. Tam tersine…

Öte yandan bu doğrultuyu çelen dinamikler de yok değildir.

Kürt hareketi bölgedeki karakol inşaatı benzeri faaliyetlere itiraz etmekte, çeşitli gelişmeleri AKP’ye karşı güç gösterisi yapmak için değerlendirmektedir. Bana sorarsanız, asıl olan da güç gösterisidir. AKP’nin, sıkı pazarlıkçı olduğunu biliyor olması gereken Kürt siyasetçileri bu kez fazla geri adım atmayacaklarını baştan deklare etmektedirler.

Bir diğer önemli gelişme, son dakika haberi olarak gelen Suriye’dir.

Savaştaki pozisyonu geçtiğimiz aylarda giderek netleşen ve Özgür Suriye Ordusu ile Baas’a karşı aktif konum alan PYD, bir süredir El Nusra başta olmak üzere muhaliflerle çatışma halindedir. Üstelik bu çatışmada üstünlük sağlamış ve Rojava’daki siyasi otoritesini askeri olarak tahkim etmiştir.

Sınıra asılan bayrak meselesi değil önemli olan. Türkiye’nin Suriye politikası bir bıçak sırtında gitmektedir ve iktidarın olup biteni okuyamadığı kesindir.

Ancak PYD’nin Baas saflarına geçmeyeceğini, geçemeyeceğini, ÖSO ile köprüleri atamayacağını vb. AKP adı gibi bilmektedir. Açılımın a’sından beri konunun Türkiye Kürdistanı ile sınırlı tutulmadığı ortada olduğuna göre, baştan beri tartıştığımız başlıkların bir boyutunda da PYD vardır. PYD çözüm sürecinin bir bileşenidir.

AKP, Suriye Kürtlerinin ağırlıklarını arttırmasını klasik milli güvenlik argümanı veya Kürt düşmanlığı üstünden askeri müdahale seçeneğini ısıtmak için değerlendirmiştir. Bu mazeretin örttüğü yaklaşım Esad’ı devirmeye dönük politikalardan başka bir şey olamaz. PYD bahanedir ve hedef -eğer varsa- Esad’dır.

Ancak kararı Washington’da verilmesi gereken böyle bir müdahale, kesinlikle Türkiye’nin harcı değildir. Hal böyle olduğundan Türkiye’de kopartılan yaygarayı uluslararası arenada kimse ciddiye almıyor.

AKP için, ortamı sertleştirmek, devam eden pazarlıkta elini sıkı tutmanın bir yoludur. Dolayısıyla Davutoğlu’nun PYD gerilimi büyük ölçüde tribünlerle ilgili görünüyor.

Savaş seçeneğini kızıştırmak tabii her burjuva hükümetin milliyetçiliği arkasına almasına yarar. Ama bugün gelinen noktada AKP’nin bu alanda da inandırıcı olması ve milliyetçilik alanında hegemonya kurması mümkün görünmüyor. Milliyetçiliğin Gezi’ye rengini çalmadığı doğrudur. Ama bu milliyetçiliğin, en azından bugün, AKP’den uzaklaşmadığı anlamına gelmez.

Mevzi kazanan Kürt tarafını baskılamak ve milliyetçilik cenahında yitirilen kozları biraz olsun geri almak. Bunlar AKP açısından kısmi hedefler olsa gerek.

Erdoğan aklı, bunun ötesini kurcalayacaktır. “Krizi fırsata çevirmek” AKP için bir yöntem.

Önümüzdeki kısa vadede fırsatçılığın konusu bir gündem şekillenecek mi göreceğiz.

Eğer olursa, bu konu önceden şöyle betimlenebilir bence. Acaba PYD’nin Batı Kürdistan’daki güçlenişi, Irak Kürdistanı’ndaki Barzani statükosuyla birleştirilerek ve dengelenerek birlikte Ankara’nın himayesi altına alınabilir mi? Bu, Suriye savaşını zamana yayarak, daha mütevazı bir ruh haline çekilen Batılı emperyalistlere AKP’nin yaratıcılığını ve liderlik becerilerini yeniden kanıtlamanın bir imkanı anlamına gelir mi? Böyle bir durumda Kürt yükselişinin Türkiye ile, Sünni İslam “birliği” ile uyumlu olduğunun bir kanıtı piyasaya sürülmüş olmaz mı? Bölgeye dönük, eşzamanlı olarak hem yayılmacı hem Kürtçü hamle, AKP’nin Kürt reformunun göreceği milliyetçi tepkiyi azaltacağı gibi, bir yandan da bu reformun Kürtleri ilgilendiren maddelerinin büyük ölçüde göstermelik düzeyde tutulmasını sağlamaz mı? Rojava hızla piyasalaştırılarak ticarete açılıp yerli ve uluslararası sermayi memnun edilebilir mi? Yine aynı bölge üstünden Suriye’nin yağmalanması derinleştirilemez mi?

Yazıyı daha spekülatif hale getirmeyelim.

AKP’nin fırsatçı çizgisinin Kürt hareketinde olumlu yankılar bulması beni şaşırtmaz. Ancak yine de her ikisi Haziran Direnişiyle ilgili iki rezerv koymak gerek.

Bir: Türkiye’de iktidarın, gerçekten karmaşık olan benzeri alicengiz oyunlarını yutmayacak bir “halk aklı” ortaya çıkmıştır.

İki: aynı akıl ve onu sokaklarda cisimleştiren kitle hareketi Kürt pragmatizmini de kuşatacak ve etkileyecektir.

 

Dipnotlar

  1. ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ricciardone güneydoğu gezisini Ağrı dağı tırmanışıyla taçlandıracak kadar “sürece” angaje. Büyükelçi 18 Temmuz’da tırmanışını bitirdiğinde bölgenin barışı ne kadar arzuladığını dile getirdi. Aynı sözleri yaklaşık bir ay önce, Haziran sonlarında Diyarbakır vali, belediye başkanı ve patronlarıyla ayrı ayrı buluştuktan sonra da sarfetmişti. Valinin sözlerinin “Taksim direnişi Kürt çözümünü etkilemesin” mesajı olarak algılanması yerinde olur.
  2.  “AKP uzlaşmayı karşı tarafın boyun eğmesinden sonra gerçekleşebilecek bir şey olarak kavramaktadır. Bir dönem inisiyatifi artanları mümkün olduğunca geri püskürttükten sonra, eskisinden daha iyi olmayan statüleri pazarlamayı bir tarz olarak benimsemiştir ve uygulamaktadır. Uzlaşma sinyalleri ilgili tarafların gardını düşürmek içindir.” Bu satırların yer aldığı yazım soL portal’da 28 Eylül 2011’de yayınlanmış: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-guler/bir-strateji-olarak-kalleslik-46810
  3. Hayat hızlı akıyor. Bu makaleyi yazmaya hazırlanırken bir demokratikleşme paketi haberlere yansımıştı. Buna göre AKP seçim barajını yüzde 7’ye indiren, buna karşılık dar bölge sistemiyle kazanacağı milletvekili sayısını arttıran bir “reform” hazırlıyordu. Yazının sonuna geldiğimde, 26 Temmuz’da Erdoğan “hepsi hayal mahsulü” deyip çıktı işin içinden. “Baraj konusunda ne düşündüğünü herkes biliyordu.” Bu durumun hükümet çevreleriyle bağlantısız bir asparagas haberden kaynaklandığına, bir manipülasyonun söz konusu olduğuna inanmak zor. Birçok örnekte olduğu gibi bu tür temel taktiklerde bile AKP’nin içinin kaynadığı anlaşılıyor.
  4.  Bir de şantaj yöntemi var. AKP’nin bir süre önce 2014 için yoklama amacıyla gündeme getirdiği takvime göre anayasa diğer seçimlerin sonrasına bırakılıyordu. Kürtlerin statü değişikliğini, dolayısıyla çözümü ifade eden unsurun en sona atılması, önceki başlıklarda Kürt muhalefetinin geri çekilmesi için bir şantajdı.
  5.  Gelenek’in 115. sayısında “AKP ‘90’lara Geri mi Döndü?” sorusunu başlığa taşıdığım bir yazım yayınlandı. Liberal kesimler yeni doğduğunu varsaydıkları otoriter AKP’nin Kürt sorununa savaş penceresinden bakılan 1990’lara döndüğünü tartışıyorlardı. Bu analiz, misyonu 1980 cuntasının hayallerini realize etmek olan AKP açısından saçmaydı. Tekrar edeyim, AKP’nin Kürt açılımı ABD’nin Büyük Ortadoğu tasarımının organik parçasıdır ve vazgeçilmesi imkansızdır. 12 Eylül cuntası Birinci Cumhuriyet’i Türk-İslam senteziyle tanımlamak gibi tuhaf bir işe kalkışmıştı. AKP İkinci Cumhuriyet’i liberal, islamcı ve Amerikancı bir yapı olarak tasarlamayı Amerikalılardan öğrenmiştir.
  6. Mayıs Konferansının içinde gerçekleştirilen “Hakikat, Yüzleşme ve Adalet Toplantısı”nın sonuç raporunda geçmişten bugüne gelen baskı ve asimilasyon politikalarına ilişkin yapılan tanımlama rastlantı değildir. Raporda bu politikalar dört ana grupta toplanmış, üç grup Kürtlere, Alevilere ve Hıristiyan azınlıklara ayrılmış. Diğer başlık ise şu: “Sünnilerin laiklik sopasıyla terbiye edilmesi.” Tarihsel gerçekleri değil İkinci Cumhuriyet’in resmi ideolojisini kollayan bu iddianın araya yanlışlıkla girmediği açıktır.
  7.  Demokrasi ve Barış Konferansı sonuç bildirgesinden. Bak: http://www.ozgur-gundem.com/index.php?haberID=73954&haberBaslik=BARI%C5%9EI%20%C3%96RME%20KARARI&action=haber_detay&module=nuce
  8.  Batman Milletvekili Ayla Akat Aka, Suriye Kürdistanı ya da Rojava’da PYD’nin denetimi ele geçirmesiyle dayanışma ve kutlama amacıyla düzenlenen bir mitingde (25 Temmuz) yaptığı konuşmada ayrı devletler çatısı altındaki Kürt bölgelerinin yakınlaşması gibi radikal bir gündemi, Lozan’ı bu bölgeleri birbirinden kopartması nedeniyle eleştirerek açmış oldu. Diğer yanda ertesi gün, Selahattin Demirtaş, Erdoğan’ın Şırnak’ta havaalanı açılışından sonraki iftar yemeğiyle ilgileniyordu.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×