İdeoloji Üzerine

Download PDF

 Türkiye bir kriz sürecinden geçerken “ideoloji” üzerine yazmanın zamanı mı? Sosyalist hareketin güncel siyasal gündemlerinin yeterince yoğun olduğu bir dönemde başka konu mu kalmadı?

Bu tür sorulara verilebilecek bir ilk yanıt, Gelenek’in kendisini güncellikle sınırlamadığı olabilir. Ama böylesi bir yanıt pek yeterli olmayacaktır. Teorik üretimin sınırlarını kesin çizgilerle çekmek her dönem için verimsiz bir çaba olsa bile, güncelliğe hapsolmamak, güncel sorun ve gereksinimlerle tümüyle ilgisiz alanlara uzanmakla sağlanamayacaktır.

Bu yazıda “ideoloji” kavramının kendisi üzerinde epeyce duracağım. Ama bunu yaparken, asıl olarak ,”ideolojik mücadele”nin teorik altyapısını belirginleştirmeyi hedefleyeceğim. Kitap dizimizin eski sayılarında bu alana katkı niteliğini taşıyan çalışmalar yer aldı. Burada, o çalışmalarda verili kabul edilmiş olan temel kavramlara ilişkin netliği üretmeye, sosyalizmin militanlarının “ideoloji” ve “ideolojik mücadele “den söz ederken ayaklarını sağlam basacakları bir zemini oluşturmaya ve ideoloji alanına ilişkin tezlerimizi bir miktar daha bütünsel bir çerçeve içinde yeniden sunmaya çalışacağım. Bu hedeflerin ideoloji tartışmalarını entelektüel bir gevezelik olmaktan çıkarmak için yeterli olacağını sanıyorum…

1. “İDEOLOJİ” NEDİR?

Sosyalizmle yeni tanışan her insanın şu ya da bu oranda yaşadığı bir sorun, “diyalektik”, “diyalektik materyalizm”, “tarihsel materyalizm”, “ideoloji” gibi kavramların anlaşılmasındaki zorluklardır. İşin garip tarafı, bu denli çok kullanılan kavramları kitaplardan öğrenmek de hiç kolay değildir. Hele sözlük ya da el kitaplarına başvuranlar ya hiçbir şey öğrenemez, ya da bir süre sonra aslında oldukça eksikli hatta pek çok açıdan yanlış olduğunu kavrayacakları kimi şematik “bilgi”lerle donanır.

Doğru dürüst bir tanımı bilinmeyen çoğu kavram, zamanla daha “tanıdık” hale gelir. Başlangıçta tanımsızlığın yarattığı huzursuzluk giderek azalır ve bu kavramlar kullanıla kullanıla vazgeçilmezlik kazanır. Aşılan, tanımlama sorunu değil ama ihtiyacıdır. Artık ortada tek bir huzursuzluk kaynağı kalmıştır: Sosyalizmle yeni tanışan ve yeterli medeni cesarete de sahip insanların “ideoloji ne demek”, “diyalektik ne demek”, hatta “teori ne demek” gibi soruları. Bu türden sorular karşısında top çevirmekten başka yapacak çok şey bulunamaz…

Açıkça söylemek gerekirse, bu yazıda, ben de “son tahlilde” top çevireceğim. Ama bunu yaparken, top çevirmenin neden kaçınılmaz olduğunu da göstermeye çalışacağım. Bu arada, topu iyi çevirmenin maçın sonucuna ne şekilde etkide bulunabileceği üzerinde duracağım. Peki öyleyse, yukarıda dile getirdiğim hedefler ne oluyor Topu çevirmeye başlayabiliriz: Bu hedeflere ulaşıp ulaşamadığıma yazının sonunda siz karar vereceksiniz…

1.1. Tanımlamanın Zorluğu

“İdeoloji” kavramını genellikle somut bir ideolojik oluşum, ya da sürece gönderme yaparken kullanırız. Bu durumda, “ideoloji”nin kendisinin tam olarak ne anlama geldiği üzerinde çok fazla durmak gerekmez; sözgelimi, milliyetçi ideolojilerin gelişimini gerek tarihsel süreç, gerekse güncel siyasal-toplumsal gelişmeler bağlamında tartışmak çok daha kolaydır. Yine somut ideolojileri ele alırken, bunların altyapı ile ilişkilerini, göreli ağırlıklarını vb. somut veriler ışığında değerlendirmek mümkündür ve siyasal analiz çoğu kez (siyasal mücadele açısından) yeterli sonuçları sağlar. Asıl sorun, “genel olarak ideoloji”yi tartışırken çıkar…

Marx, “genel olarak üretim” kavramını incelerken şunları söyler: “(…) üretimin bütün dönemlerinin bazı ortak nitelikleri, bazı ortak belirtileri vardır. Genel olarak üretim soyut bir kavramdır, ama ortak özelliklere dikkati çektiği ve bunları tam olarak belirttiği ölçüde bizi yinelemelerden kurtarmasıyla akla uygun bir soyutlamadır. Bununla birlikte, bu genel nitelik, ya da bu ortak özellikler kıyaslama olanağı sağladığı gibi, öğeleri birbirinden ayrılarak değişik niteliklere bürünen çapraşık bir bütün oluşturur. Bu niteliklerden bir kısmı bütün dönemleri kapsar, bir kısmı ise dönemlerden ancak birkaçı için geçerlidir”1 .

Tartışmasının sonunda Marx şu sonuca ulaşır: “(…) üretimin bütün aşamalarının ortak özellikleri vardır ve düşünce, bunlara, genel bir nitelik tanıma eğilimi gösterir; ama her üretimi kapsadığı iddia edilen genel koşullar, üretimin gerçek tarihsel aşamasının hiç bir bakımdan karşılığı olmayan soyut etkenlerden başka bir şey değildir”2 .

Kuşkusuz, “genel olarak üretim” kavramına ilişkin olarak söylenenler “genel olarak ideoloji” için aynı şekilde geçerli değildir; ama en azından bir benzerlik kurmanın mümkün olduğunu düşünüyorum. Özellikle ideolojilerin farklı tarihsel dönemlerde gerek işleyiş, gerekse işlev açısından önemli farklılaşmalar gösterdiklerini saptamak gerekiyor. Örneğin, feodal toplumun sınıfsal ayrışmaları çok daha doğrudan yansıtan ve yeniden üreten ideolojileri ile kapitalist toplumun çelişkileri perdelemeye ve sınıfsal mücadelelerin biçim ve içeriğini sınırlandırmaya yönelik işlevleri ön plana çıkan ideolojileri arasındaki farklar da en azından benzerlikler kadar önemsenmek zorundadır. Benzer şekilde, eklektik bir yapıya sahip ve mevcut toplumsal ilişkilerin yeniden üretimine dönük işlevlerini bu sayede gören burjuva ideolojisi ile bütünlük boyutu önem taşıyan sosyalist ideoloji arasındaki ayrım da ihmale gelmez. Son olarak, toplumsal işbölümünün aşılacağı komünist toplumda ideolojik süreçlerin ciddi nitel farklılaşmalar göstereceğini öngörmek gerekiyor.

İdeolojilerin işleyiş ve işlevlerindeki farklılaşmaları ikinci plana’ atmak zorunda olan standart sözlük tanımlarının yetersizliği kaçınılmaz. Burada, yalnızca örnek olması için iki sözlüğe başvurmak istiyorum: “(…) siyasi, hukuki, dini, etik, estetik ve felsefi görüşler ve fikirler sistemi.” 3 “Toplumun özdeksel altyapısınca belirlenen siyasal, felsefesel, dinsel, sanatsal vb. gibi düşünce biçimlerinin tümü…” 4 Bu tanımlardan ilki ideolojiyi bir görüşler ve fikirler “sistemi” olarak göstermesi yönüyle daha köşeli, ama bunu yaparak ideoloji kavramının alanını keyfi olarak daraltması yönüyle de yanlış (veya yetersiz). İkinci tanım, ise ideolojik alanın tümüne gönderme yapıyor; ama bu arada “ideoloji”ye ilişkin hiçbir bilgi vermiyor ve yalnızca “ideoloji” yerine “düşünme biçimleri” ifadesini koyuyor.

Kendilerini sözlük biçimselciliğiyle sınırlandırmak zorunda olmayan Marksist yazarların tanımlarında da benzeri sıkıntıları görmek mümkün. Yine örnek olsun: “İdeoloji, bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla aralarındaki hayali ilişkilerin bir “tasarım”ıdır.” 5 Althusser’in tanımı, ideolojiye ilişkin pek az şey söylemenin yanında, işin içine asıl kendisi açımlanmaya muhtaç “tasarım” terimini sokuyor. Zaten daha genel nitelikli bile olsalar, ideoloji üzerine yapılan çalışmalarının çoğunda bu kavramın tanımını verili kabul etmek tercih ediliyor. Örneğin Thernborn sorunu, “ideoloji” ile, kavramın insanların dünyada bilinçli aktörler olarak yaşamalarını sağlayan yönlerini kastettiğini söyleyerek, yani kesin bir tanımlamaya gitmekten kaçınarak aşıyor. 6

1.2. Yine de Bir Tanımlama Denemesi

İdeolojileri somut tarihsel biçimleniş ve işleyişleri içinde ele almak “genel olarak” daha verimli bir yaklaşım. Buna rağmen, bu yazının aynı zamanda bir “giriş” niteliği taşıması nedeniyle bir tanımlama girişiminde bulunacağım (yapacağım tanımın yetersiz olacağını bilerek):

“Bilgi” ile pratik etkinlik (ve etkinliklerin bir ürünü olarak görülmesi gereken “konumlanış”) arasındaki açıyı dolduran ve bu açıyı doldurma sürecinde doğan/biçimlenen düşünsel süreçlerin ve bunların somutlaşmış ürünlerinin tümü.

İnsan(lar)ın her tür eylem veya etkinliği o eylem veya etkinliğe ve nesnesine ilişkin bilgiyi az ya da çok aşan bir içerik taşır. “Yapmak”, hiçbir zaman, tüm boyutlarıyla “bilme”nin sonucu değildir. Dahası, 11. Tez’in de işaret ettiği üzere, nesnelliğin bilgisine ancak onu değiştirme etkinliğinin içinde ulaşılabilir.

Kendini sosyalist kabul eden, ama mevcut siyasal-örgütsel hatlardan birine bağlanma güçlüğü çeken okumuş gençlerde “tercih” yapmadan önce gerek Marksist birikimi derinliğine bilme, gerekse sol haritayı en ince ayrıntısına kadar tanıma saplantısıyla (özellikle yakın geçmişe kadar) sıklıkla karşılaştık. Bu gençlerin anlayamadığı (ya da çoğu zaman anlamak istemediği), teorik netliğin “tarafsız” ya da “nesnel” bir bakış açısıyla kazanılamayacağı, Marksist birikimle kurulan ilişkide siyasal ve ideolojik tercihlerin kritik önem taşıdığıydı. “Tercih”ler, elbette belirli bir bilgi temeline oturtulduğunda daha sağlıklı olacaktır; ama ne bilgilenmenin bir sınırı vardır, ne de (ve daha önemlisi) belirli tercihleri yapmadan belirli bir düzeyin ötesinde “gerçekten” bilmek mümkündür.

Bilgi-etkinlik ilişkisinde olduğu gibi, ideoloji-etkinlik ilişkisinde de öncelik etkinliğe aittir. Her tür düşünsel etkinliğin temelinde, insanın pratik etkinliği ve geçmiş dönemin pratik etkinliklerinin nesnelleşmiş sonuçları bulunur. Kuşkusuz, geçmiş dönem pratik etkinliklerinin ürünü ideolojiler bugünün etkinlikleri üzerinde çok önemli bir etkiye sahiptir; ama ideolojilerin değişim sürecini eksene yerleştirdiğimizde, bu değişimin kökeninde ideolojilerin içsel özelliklerinin değil, nesnellikle birlikte onları da değiştiren pratik etkinliklerin bulunduğunu kabul etmek durumundayız. Meta fetişizmi, metanın olmadığı bir toplumda doğamaz…

Aslında, bu tartışmada gündelik pratik ile tarihsel önem taşıyan etkinlikler arasında bir ayrıma gitmekte yarar var. İşine gidip gelmekten, ailesini geçindirmekten ve akşamları televizyon seyretmekten başka şey yapmayan işçinin “pratik”i, ideolojilerin değişim sürecine kuşkusuz ihmal edilebilir bir etkide bulunur. Siyasal bir hareket oluşturmayan bir işçi sınıfı da, ideoloji üretmekten çok, mevcut ideolojilerin (burjuva ideolojisinin) alıcısı ve yeniden üreticisidir. Mevcut toplumsal ilişkilerin yeniden üretimini aşmayan bir pratik, daha çok, egemen ideolojilerin güçlenmesine hizmet eder. Gündelik pratiğin ideolojilerin değişim süreci üzerindeki etkisi ancak son tahlilde söz konusudur: toplumsal dönüşümlerde sıçrama noktalarının yanı sıra, onları önceleyen birikim dönemlerinin de payı bulunur.

Yukarıdaki tanımın en önemli sorunu, bilgi ile ideoloji arasında kesin bir ayrım çizgisinin bulunduğu izlenimini verebilmesi. Neyin bilimsel anlamda bilgi, neyin ideoloji olduğu, hem soyutlama düzeyine göre, hem de tarihsel olarak değişir. Eğer bilimsel bilgiyi doğruluğu mutlak bir kesinlikle saptanmış önermeler olarak kabul edersek, bilgi-ideoloji ayrımı bilginin olanaksızlaşması nedeniyle ortadan kalkar. Diğer yandan çok değil bir-iki yüzyıl öncesinin bilimsel kabul edilen bilgilerine baktığımızda, tüm mutlaklık görüntüsüne karşın Newton fiziğinin bile ciddi eksikler (ve hatta yanlışlar) barındırdığını, bugün artık fazlasıyla “ideolojik” olduğunu rahatlıkla saptayabildiğimiz pek çok önerme ve varsayım içerdiğini görürüz. Sözgelimi, evrenin Euclide geometrisi ile tam olarak uyuştuğu varsayımına bugün de sıkı sıkıya bağlı kalmaya çalışmak, ancak ideolojik bir tutum olabilir…

Yine de, Althusser’in savrulduğu uca düşerek bilim ile ideolojiyi tam bir karşıtlık içinde ele almamak koşuluyla, ideoloji kavramını bilimsel bilgiyle ilişkileri ve ayrımları içinde ele almanın verimli bir yaklaşım olduğuna inanıyorum. Aşağıda, bu konu üzerinde biraz daha kapsamlı şekilde duracağım. Ama devam etmeden önce, verdiğim tanıma ilişkin son bir noktaya değinmek istiyorum.

İdeolojiyi, “sistemlileşmiş düşünce ve tasarımlar” olarak ele almadım. Bu tür bir yaklaşımın, ideolojik alanın yalnızca sınırlı bir bölümü için geçerli olduğunu düşünüyorum. Dahası, bu tür bir tanımlama, bilim ya da felsefe için de (hatta ideoloji için olduğundan çok daha fazla) geçerli olacaktır.

2. BİLGİ-İDEOLOJİ İLİŞKİSİ

Tarihsel materyalizm, bilginin oluşum ve gelişimini ele alırken, bilgi ile pratik etkinlik arasındaki ilişkiyi temel alır. Ama bunu yaparken söz konusu ilişkinin anlık olarak değil, tarihsel süreç içinde kurulduğunu da vurgular.

Pratik etkinlik ile bilgi arasındaki ilişkide, “dolaysız bilgi”ye yer yoktur. Devreye bilinç öğesinin girmediği herhangi bir bilgi ya da bilişsel süreç olanaksızdır. Nesnelerin duyu organlarıyla algılanması bile dolaysız bilgi sağlamaz. Dış dünyadan gelen uyarıların bolluk, çeşitlilik ve karmaşıklığının karşısında algı sürecinin ürünü bilgiler belirli bir seçmeciliğin, daha önemlisi de soyutlamanın ürünüdür. Algılama sürecinin yanlışlıkları da içermesi ya da farklı insanların aynı şeyleri farklı şekillerde algılayabilmeleri de devreye bilinç öğesinin girdiğine işaret eder. “Biliş, daha ilk andan başlayarak, nesnelere yöneliktir ve dışsal nesneler dünyasındaki gerçek nesnelerin ayırt edilmesi için, bilişsel etkinlik gerekir, daha sonra duyumsal ve gerçek etkinlikte kanıtlanan bir takım öngörülerin ve varsayımların benimsenmesini gerektirir” 7 .

İdeoloji, daha algılama sürecinde karşımıza çıkar. Dış dünyadan gelen uyarıların şu ya da bu şekilde yorumlanması, insanın pratik etkinliklerinin bütünlüğüyle bağlantılı bir ideolojik çerçevenin içinde gerçekleşir. Yeryüzünün gözle görülen kısmından hareketle dünyanın düz olduğunu düşünmek, güneşin her gün gökyüzünde belirli bir hat içinde farklı konumlarda göründüğü bilgisinden güneşin dünyanın çevresinde döndüğü sonucuna ulaşmak, dünyayı sabit ve diğer gök cisimlerini hareketli kabul etmek, “doğru”luğu bugün de pek fazla tartışma konusu olmayan gözlem sonuçlarının (ya da “bilgi”lerin), insanlığın pratik etkinliğinin belirli bir düzeyindeki yorumlarıdır. “Dünya”nın gelişkin ulaşım araçlarına sahip olmaksızın ulaşılabilen topraklardan ibaret olması durumunda, yukarıdaki tasarımlar son derece makul ve “gerçekçi”dir.

Bilimsel faaliyet, olgulardan hareket etse bile, olguların arkasındaki ilişkilere uzandığı oranda bilimsel faaliyettir. Algılama sürecinin filtresinden geçen olgular bile, aralarındaki ve arkalarındaki ilişkilerin herhangi bir dolayıma ihtiyaç kalmadan kavranmasını olanaksızlaştıracak kadar çok sayıda ve çeşitlidir. Sonsuz sayıdaki olgunun yalnızca anlamlı bir sınıflandırmaya tabi tutulması bile, en azından belirli varsayımları, yargı ve önyargıları gerektirir. Dahası olguların sınıflandırılması ile aralarındaki ilişkilerin bulunması bağımsız süreçler değildir.

Bilimsel anlamda bir yasallığın formülasyonu, hiç bir zaman, tümüyle tümevarımcı bir sürecin ürünü olamaz. Kuşkusuz, tümevarımcı yaklaşımın daha fazla ağırlık taşıdığı kimi bilimsel buluş örnekleri verilebilir; ama bunlar görece basit ilişkileri, başka bir anlatımla gerçekliğin son derece dar bir alanını aydınlatır. Sözgelimi, atom kavramına, olguları alt alta dizerek ulaşılmamıştır. Ama bunun tersi fazlasıyla geçerlidir. Daha bu yüzyılın başlarında bile bilim adamlarının ortak bir kabulüne dayanmayan atom hipotezi, ancak bu hipotez ışığında anlam kazanan olguların keşfine olanak tanıdıkça güç kazanmıştır.

Teorik genellemeler, mevcut ampirik verilerin ötesine geçmekle kalmaz, onların içerik ve kapsamını da değiştirir. Bu konudaki klasik örneklerden biri, görelilik kuramının, ışığın güneş gibi büyük kütlelerin yakınından geçerken belirli bir sapma göstereceğine ilişkin öngörüsüdür. Görelilik kuramının formülasyonundan önce “var olmayan” bir olgu, bu kuram ışığında keşfedilebilmiştir. Teori düzeyindeki gelişmeler her zaman yepyeni olguların keşfine yol açmaz kuşkusuz; ama geçmişte ihmal edilen kimi olgular önem kazanır, kimileri tümüyle farklı şekilde yorumlanmaya başlar, kimileri de önemsizleşir.

Dolayısıyla, “nesnellik”, her zaman belirli bir tarihsel kesitte insan bilgisinin ulaştığı düzeyle tarif edilebilen bir içerik taşır: “Her türlü bilimsel gözlemde yönlendirici bir ilginin öngelmesi demek, nesnelerin her zaman tarihsel bir bağlam içinde bilinmekte olmaları demektir. Bu da, nesnelere her zaman özel kuramsal perspektifler altında, tarihsel olarak göreli bir biçimde yönelinmekte olduğu anlamına gelir ki, burada artık bu kuramsal perspektiflerin nasıl bir yaşama pratiği içinde ortaya çıktıklarını soruşturma gereği ortaya çıkar. Gerçekten de böyle bir soruşturma altında belli perspektiflere göre anlamlı görünen gözlem verileri yanında, başka bir bilimsel perspektif altında ele alınıncaya kadar anlamsız sayılan gözlem verileri olduğu da saptanabilir” 8 .

Olgular ile teori, ampirik bilgi ile teorik bilgi arasındaki ayrım, bir kez daha ancak ideoloji ile doldurulabilecek bir boşluk çıkarıyor. Daha doğrusu, ideoloji bu boşlukta da biçimleniyor. Burada özdeş olmayan iki ideolojik süreçten söz etmek mümkün. İlkin, teorik bilginin üretimi, her zaman belirli bir ideolojik çerçevenin içinde gerçekleşir. Diğer yandan ve ikinci olarak, teorik bilginin kendisi de ideolojik işlevlere sahiptir. Burada tek başına ideolojiden arındırılmış bir teorinin olanaksızlığına işaret etmiyorum. Teorik her katkı, dünyanın (kısmen de olsa) yeni bir gözle yorumlanmasına yol açar.

Doğanın sürekliliği, 20. yy.a kadar üzerinde ayrıca durmayı gerektirmeyecek kesinlik ve mutlaklıkta bir gerçek olarak kabul ediliyordu. Bu yüzyılın başında kızıl-kor hale gelene kadar ısıtılan metallerin ısı ve ışık radyasyonunun niteliği üzerindeki çalışmaları, aslında klasik fiziği reddetme gibi bir derdi olmayan Max Planc’ı enerjinin sonsuza dek bölünemeyeceği, enerji alışverişinin “paketçik”ler (kuantum) halinde gerçekleştiği varsayımına götürdü. Ama bu basit varsayım, eldeki somut soruna çözüm getirmenin çok ötesinde, klasik fiziğin pek çok temel doğrusunun reddini içeren kuantum fiziğinin temeli oldu. Planc’ın buluşu, fizik biliminin sınırlarını aşan, nedensellik ,determinizm gibi felsefi kategorilerin kavranışında önemli değişiklikler getiren gelişmelerin yolunu açtı.

Bilginin ideolojik işlevler kazanması, bilgi-ideoloji ayrımını kuşkusuz ortadan kaldırmaz: “Bilinç [ideoloji olarak okunabilir DA] ile bilgiyi (…) metafizik bir biçimde karşı karşıya getirmemek gerekir. Toplumsal varlığın bilinci onun bilgisini de kapsar, ama, bilinçte nesnel içerik ile öznel imgelem (muhayyile) arasında bir çizgi çekilmemiş olduğundan, bu henüz bilimsel bilgi de değildir. Şu da açıktır ki, araştırma yoluyla kazanılan bilgi bilincin içeriğinin bir bölümü durumuna da gelebilir. Ancak bilinç ile bilginin bu diyalektik birliği, onlar arasındaki temel ayrılığı ortadan kaldırmaz” 9 ..

Thomas Kuhn, “paradigma”lar çözümlemesinde, bilimsel alandaki büyük çaplı (“bilimsel devrim” olarak nitelendirilebilecek) gelişmelerin dünyanın kavranışında yol açtığı değişikliklerin altını haklı olarak çiziyor 10 . Ama, belirli bir alana yönelik yeni bir yöntemsel yaklaşım geliştiren pek çok insanın başına gelen onun başına da geliyor: Uca götürerek yanlışa düşme. Kuhn, “alternatif dünyalar”dan söz ederken, tarihsel süreçte sıçrama noktalarının, temelde yatan sürekliliği ihmal ederek kavranamayacağını gözden kaçırır. “Dünya görüşü”nün köklü biçimde değişmesi, tek başına gerçekliğin belirli bir kısmının soyutlama düzeyinde farklı şekilde yeniden kurulmasıyla gerçekleşmez. Mevcut toplumsal ilişkilerin nitel ve bütünsel bir dönüşümü olmaksızın dünya görüşlerindeki değişmeler “alternatif dünyalar”a yol açmaz.

Tüm bu tartışmalar içinde teorinin ya da bilginin doğrulanması sorunu üzerinde durmadım. Gerçi mutlak bilginin yokluğunun altını çizdim; ama ideolojiyi bilgiye bağımlı olarak tanımladıktan sonra bu soruna ilişkin pozitif hiç bir şey söylememek herhalde yanlış olacaktır.

Teori ya da teorik bilgi ile pratik etkinlik arasındaki ilişkilerin doğası, doğrulamanın (ve aynı zamanda yanlışlamanın) basit birtakım ölçütlere dayandırılmasını olanaksızlaştırıyor. Doğrulamayı kuşkusuz pratikte aramak gerekiyor. Ama çok sınırlı kimi görüngülere ilişkin olmayan teorilerin pratikle mutlak bir uyum göstermesi hiç bir zaman mümkün değildir. Yine de, pratiğin yanlışlama gücü küçümsenemez. Doğrulama içinse aynı şeyi söyleyemeyiz. Belirli bir tarihsel kesitin pratiği bir teoriyi ne kadar güçlü şekilde desteklerse desteklesin, bir sonraki dönemde işlerin tersine dönmesi son derece muhtemeldir. Dolayısıyla, “doğrulama” dediğimiz şeyi de “doğru” şekilde, tarihsel süreç bağlamında kavramamız gerekiyor: “Nesneleri içeren pratik etkinlikle bilişsel etkinliğin karşılıklı bağlantılı olarak gösterdikleri (…) ortaklaşa gelişme sürecinde bilgi doğrulanır. Bu nedenle, doğrulanma olgusu, bilgi için sarsılmaz bir temel kurma olanağı olarak görülmemeli, daha çok, bilişin tarihsel gelişimi olarak bazı eski anlayışları saf dışı eden yeni kuramsal sistemlerin ortaya çıkması olarak, kuramlar arasında yeni bağların kurulması, eski kuramların gözden geçirilmesi vb. olarak anlaşılmalıdır. Belli bir kuramsal sistemin doğrulanması demek, o sistemin çerçevesinin aşılması, sistemin daha derin bir bağlama yerleştirilmesi ve daha geniş bir fon üzerinde ele alınması demektir” 11 .

Noktayı Lenin’den bir alıntıyla koymak mümkün:”(…) pratiğin ölçütü, aslında insanın herhangi bir fikrini TÜMÜYLE hiçbir zaman, ne doğrulayabilir, ne de çürütebilir. Bu ölçüt de insanın bilgilerinin “mutlak” bilgiler olmasına izin vermeyecek kadar “belirsiz”dir; bununla birlikte idealizmin ve bilinemezciliğin bütün çeşitlerine karşı dinmez bir mücadeleye elverecek kadar da belirlidir”12 .

 

Bu bölümdeki somut örnekleri hep doğa bilimlerinden verdim. Bunun en önemli nedeni, toplumsal bilimlerde ideolojilerin “daha” önemli bir yer işgal ettiğinin genel (ama çoğu kez yanılsamalı da olan) bir kabul görmesi. Belirli bir anlamda ve kısmi bir geçerliliğe sahip olan bu kanı, doğa bilimlerinin ideolojilerden arınmış, mutlak ya da “kesin” bilgiler ürettiği gibi bir düşünceye yaslandığında, büsbütün yanlıştır. Doğa bilimleri ile toplumsal bilimler arasındaki temel farklılık, nesnelerinin değişim sürecindeki nitel farklılıktan kaynaklanır. Doğanın ve toplumun diyalektiği (bunlara bilme sürecinin diyalektiği de eklenebilir) özdeş değildir. İdeolojinin bu iki (veya üç) alandaki işleyiş ve işlevleri de farklılaşır. Dolayısıyla, toplumsal bilimlerde ideolojinin rolü nicel açıdan değil, nitel açıdan farklılık gösterir.

3. MARKSİZM ve İDEOLOJİ

3.1. Marx ve Engels’te “İdeoloji”

Marx ve Engels’in ideolojiyi “yanlış bilinç” olarak görerek eksikli (ya da yanlış) bir yaklaşım sergilediklerini ve ideolojinin doğru kavranışına giden yolu onu bir toplumsal eylem kılavuzu olarak ele alan Lenin’in açtığını söylemek, sınırlı bir haklılık payı taşısa bile aşırı basitleştirici ve bu nedenle de yanlıştır.

Sorunu bu şekilde basitleştirmenin en önemli sakıncası, marksizmin hatalı bir kavranışına kapı açmasıdır. Marksizm, muhtelif alanlardaki teorik girişimlerin eklektik bir toplamı değildir. Marksizme katkı niteliğini taşıyan teorik açılımlar, yalnızca mevcut birikimin nicel anlamda genişlemesine yol açmakla kal(a)maz; bunlar aynı zamanda kavramlar ve aralarındaki ilişkilerin az ya da çok yeniden kurulmasını gündeme getirir. Sözgelimi, Leninist örgüt ve öncülük teorisi, marksizme yalnızca “uygulama” alanında bir yenilik getirmemiş, yapı-özne ya da nesnellik-öznellik ilişkilerinin daha derinlikli bir kavranışını içerdiği oranda damgasını birikimin tüm öğelerine, şu ya da bu düzeyde vurmuştur. Gerçi söz konusu katkı “Marksizm-Leninizm” kavramını yaratacak çapta olduğundan tartışmamız için çok tipik bir örnek sayılamaz; ama ideoloji gibi bir temel alanı Marx ve Engels’in boş bıraktığını söylemenin mantıksal sonucu, bu alanın doldurulmasının leninizmin yaptığını aşan, marksizmin ciddi anlamda revize edilmesini gerektiren bir süreç olduğunu ya da olması gerektiğini savunmaktır.

Marx ve Engels, “ideoloji” terimini, bugün bizim kullandığımız anlamıyla değil, yalnızca ve yalnızca burjuva ideolojisini anlatmak için kullanmıştır. Bu kullanımın nedenini ise terimin ortaya çıkışında ve anlamının tarihsel süreç içindeki değişiminde aramak gerekiyor. “İdeoloji” terimi ilk olarak Destutt de Tracy tarafından 1797 yılında “doğru düşürtme bilimi” anlamında kullanılıyor. Kendilerini “ideologlar” olarak adlandıran bir grup aydınlanmacı Fransız düşünürü, “(…) insan zihninde fikirlerin belirme sürecinin nesnel olarak incelenmesinin mümkün olduğunu ve bundan dolayı istenirse “doğru” düşünceleri düşündürmenin bir yolu olduğunu(…)” 13 iddia ediyor.

Napolyon iktidara geldiğinde ideologlara eğitim sistemini geliştirme görevini veriyor. Ancak, dinsel kurumların eğitim verme yasağını kaldırmak istediğinde onların muhalefetiyle karşılaşıyor ve “ideoloji” sözcüğü bundan sonra olumsuz bir çağrışımla anılmaya başlıyor. Napolyon’un alaylarına konu olan sözcük, sıra dışı aydınların garip fikirleri anlamını kazanıyor.

“İdeoloji” teriminin bugüne gelmesi asıl olarak, Marx ve Engels’in bu terimi yeni bir içerik yükleyerek kullanmalarının ürünü oluyor. Marksizmin kurucuları olumsuz çağrışımıyla birlikte devraldıkları terimi burjuva ideolojisi başta olmak üzere sömürücü sınıf ideolojilerim anlatmak için kullanıyor. İdeolojinin “yanlış bilinç” olarak gösterilmesi de bundan kaynaklanıyor. Bugün bizim kullandığımız “ideoloji” kavramının gönderme yaptığı alan, Marx ve Engels’te, “ideoloji” ve “bilinç” olarak ikiye ayrılıyor. “Komünist bilinç” ve Lenin’in kullanımıyla “sosyalist ideoloji”, 19. yy. marksizminde, “ideoloji”den ayrı olarak incelenir.

Buna karşın, Marx ve Engels’in yapıtlarında, bugünkü anlamıyla bir “ideoloji teorisi”nin tüm “temel dayanakları mevcuttur. Mutlak bilginin yokluğu ve bilginin tarihsel olarak göreliliği, nesnelliğin eksikli bilgisinin ancak dünyayı değiştirme eylemi içinde aşılabileceği, komünist bilincin bir “hareket” olarak kavranması gerektiği toplumsal düzeydeki ideolojik dönüşümlerin maddi altyapının değişimine bağlı olduğu işçi sınıfının bilinçlenme sürecinde toplumsal devrimi önceleyen bir siyasal devrimin kilit önemi vb. kenarda köşede kalmış değinmeler değil marksizmin bütünselliğini sağlayan merkezi öğelerdir. Belki daha da önemlisi . marksizmin temelinde proletaryanın bakış açısına yerleşmenin bulunmasıdır. Marksist birikim nesnelliğin “tam” bir çözümlemesinden hareketle siyasal konum belirleme kaygısının ürünü olmamış tam tersine siyasal ve ideolojik konumlanış nesnelliğin çözümlenmesi için de temel çıkış noktası olmuştur.

Bu alt bölümde son olarak Engels’in son dönem yazılarına değinmek istiyorum. Engels’in son çalışmalarında “ideoloji”ye hak ettiği önemi daha fazla verdiği sıklıkla söylenir. Ancak burada ihmal edilmemesi gereken nokta Engels’in “ideoloji” kavramına yeni bir içerik yüklemediği burjuva ideolojisinin üretim ilişkileri tarafından belirlenmekle birlikte tümüyle pasif bir öğe olmaması ve bir kez biçimlendikten sonra altyapı üzerinde belirli etkilerde bulunması üzerinde durduğudur. Bu çalışmalarda belki de daha önemli olan ideolojilerin gelişimi ile toplumsal işbölümü arasındaki ilişkiler üzerindeki yoğunlaşmadır.

3.2. 20. yy. Marksizmi ve “İdeoloji”

“İdeoloji kavramı Marks’ın ölümünden kısa bir süre sonra yeni anlamlar kazanmaya başladı. Başlangıçta eleştirel çağrışımını mutlaka yitirmesi gerekmedi ama kavramın bu boyutuna ikincil bir yer verme eğilimi baş gösterdi. Bu yeni anlamlar başlıca iki görünüme büründü. Toplumsal bilinç biçimlerinin bütünü anlamında bir ideoloji anlayışı ki “ideolojik üstyapı” kavramıyla ifade edilir olmuştur ve bir sınıfın çıkarlarıyla bağlantılı politik görüşler anlamında bir ideoloji anlayışı.” 14

20. yy. marksistlerinin ideoloji alanına ilişkin üretimlerinin bütünsel bir değerlendirmesi bu yazının kapsamını fazlasıyla aşıyor. Burada yalnızca ideoloji alanına yönelik teorik çabaların arka planını oluşturan iki ana eğilim üzerinde durmak istiyorum.

Bu eğilimlerden aynı zamanda yeni bir ideoloji kavramım ortaya atarak kendisinden sonraki girişimlerin önünü açan ilki Lenin’le başlıyor. Söz konusu eğilim tümüyle devrim mücadelesinin gerekleri ekseninde biçimleniyor. “Sosyalist ideoloji” işçi sınıfının toplumsal bir eylem kılavuzu olarak ideolojiye duyduğu ihtiyacı karşılıyor. Lenin’le birlikte partinin taşıyıcılığını ve yeniden üretimini üstlendiği “komünist bilinç” ile toplumsal düzeyde işleyen “sosyalist ideoloji” birbirinden ayrılıyor. İdeoloji alanındaki bu yeni ayrımın ve genel olarak ideoloji alanındaki düzey farklılıklarının önemini aşağıda tartışacağım. Buradaki tartışma acısından önem taşıyan “sosyalist ideoloji” kavramlaştırmasının öncü-sınıf ilişkileri bağlamında gündeme gelmiş olmasıdır.

Batı marksizmi (ya da daha doğrusu yeni sol) Lenin’in açtığı kapıdan geçmekle birlikte giderek yeni bir yol çiziyor. İdeoloji alanına yaklaşımdaki ikinci eğilim öncü-sınıf ilişkileri bağlamının geriye düşürülmesini ve toplumsal ideolojilerin yeniden üretiminin süreç boyutu ihmal edilerek ele alınmasını içeriyor. 20. yy.ın ilk çeyreğindeki devrim dalgasının düşüşüne ve gelişkin kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadelelerinin belirli sınırlara hapsolmasına karşılık düşen yeni solcu çalışmalar ideoloji alanına devrim perspektifiyle doğrudan bağlantılı olmayan bir açıdan yaklaşmanın verimsizliğini ve umutsuzlaştırıcılığını somut olarak göstermiştir. Burjuva ideolojisinin işleyişini ve etkinliğini en ince ayrıntısına kadar analiz etme çabası, toplumsal süreçlerin içerdiği sıçrama boyutunun ihmaliyle birleştiğinde, düşmanın ne kadar güçlü ve değişimin ne kadar zor olduğunu göstermekten başka bir sonuç vermez. Sosyalist ideolojinin burjuva ideolojisinin yerini alması, ideolojik alanda verilen uzun soluklu bir mücadelenin ürünü olmaktan çok kapitalizmin yeniden üretimindeki tıkanıklıkların burjuva ideolojisinin işleyişini bozduğu burjuva ideolojik hegemonyanın çatladığı devrimci dönemlerde bir alternatif olabilmesiyle mümkün hale gelir. Burada da, kritik halka, sosyalizmin siyasal düzeyde kazandığı güçtür.

Yeni solun devrim perspektifine uzaklığının en ciddi ve olumsuz çıktılarından biri, sınıfsal bakış açısının bulanıklaşmasıdır. Gelişkin kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadelelerinin göreli zayıflığı, mücadele dönemleri dışında kendisini siyasal düzeyde bir sınıf hareketi olarak kuramayan işçi sınıfının varlığının bile sorgulanır hale gelmesine yol açmıştır. Sınıf hareketinin bulunmadığı yerde tek tek işçilerin bilinç ve siyasallık düzeylerinin geriliği, ideolojik düzeydeki sınıfsal ayrışmaların zayıflığı, burjuva ideolojisi ile karşıtlık içindeki sosyalist ideolojinin görece etkisizliği vb. kaçınılmazdır. Yeni sol, “ekonomizm”, “indirgemecilik” vb. öcüleriyle sınıfsallığı güme götürürken işçi sınıfının hareketsiz dönemini mutlaklaştırmıştır. Eklemlenmecilik, “yeni toplumsal hareketler”in aşırı önemsenmesi vb., devrim hedefinin bir kenara bırakıldığı koşullarda sosyalizm mücadelesine zorunlu olarak ithal edilen unsurlardır.

İdeoloji alanına sınıf mücadeleleri ve öncü-sınıf ilişkileri ekseninde yaklaşan birinci eğilimin taşıyıcısı geleneksel sol ise. yeni solun bu alandaki üretkenliğine gereken karşılığı verememiş. ve daha da kötüsü, yer yer yeni sol eleştirilere kısmi bir haklılık kazandıracak bir ortalamacılık sergileyebilmiştir. Bunda, aşamacı devrim tezlerinin aşılamaması da önemli rol oynadı. Tüm bunlar bir şeyi değiştirmiyor: İdeoloji alanına yönelik anlamlı bir üretimin dayanabileceği tek zemin, geleneksel solun mirasıdır!

3.3. Marksizm: İdeoloji mi bilim mi?

Yukarıda marksizmin kurucularının ideolojinin karşısına “bilim”i çıkardıkları saptaması üzerinde durmadım. Bu saptama da yalnızca kısmen doğru ve bu nedenle yanlış anlamalara açıktır. Marx’ın aydınlanmacı bir damara da sahip olduğu, komünist bilincin bilimsellik boyutunu fazlasıyla öne çıkardığı doğru. Ama marksizmin hiçbir döneminde dar bir bilim-ideoloji karşıtlığı yoktur. Daha doğrusu, karşıtlık, bilim ile burjuva ideolojisi arasındadır; insanlığın bilimsel kazanımlarının gericileşen burjuvazi karşısında proletaryaya devrolduğu vurgulanır. Ama bu saptama ile işçi sınıfının bilinçlenmesi sorunsalı arasındaki bağlantı hiç de doğrudan değildir. Alman İdeolojisi’nde, toplumsal bilinçlenme süreçlerinin sınıfa ya da topluma “doğru”ların gösterilmesi ya da öğretilmesi ile yaşanamayacağı, komünist bilincin toplumsallaşmasının toplumsal bir devrimi ve bunun önkoşulu olarak da siyasal devrimi gerektirdiği en açık şekilde savunulmuştur.

Bilimsellik, sosyalizmin her türden burjuva ideolojisi karşısında en önemli silahları arasında yer alır. Yeni solun bilimsellik iddiasına yönelik saldırıları, geleneksel solun “bilimsel sosyalizm” savunusunda yer yer kabalaştırmalara gitmiş olması nedeniyle belirli bir karşılık bulabilmiştir. Bu duruma son vermemiz gerekiyor. “Bilimsellik”, öyle kolay kolay ortada bırakılamaz! Hele kapitalizmin insanlığı barbarlığın eşiğine getirdiği her alanda olduğu gibi bilimsel alanda da gelişimin önüne dikildiği bugün, sosyalizmin bilimsel bir (daha doğrusu tek) ideoloji olmasından daha fazla güç almak ve bu yönünü güçlendirmek görevlerimiz arasında yer alıyor.

Sosyalizmin bilimsel bir ideoloji olabilmesinin temelinde, Marksizm-Leninizmle ilişkisi bulunmaktadır. Marksizm öncesi sosyalist ideolojilerin bilimselliğinden söz etmek mümkün değil. Aslında, bugün de, sosyalizmin farklı türevleri göz önünde bulundurulduğunda, genel olarak sosyalist ideolojilerin bilimselliğinden çok, Marksist-Leninist teorinin belirlenimi altındaki sosyalizmin bilimsel olduğunu söylemeliyiz. Marksizm-Leninizm, sosyalist ideolojiye kendi geçiciliğinin (daha doğrusu tarihselliğinin) bilgisini ve kendine eleştirel bakma yetisini kazandırmıştır. Burjuva ideolojisinin aksine, sosyalist ideoloji, kendisine tarih ötesi bir nitelik atfetmez ve değişmez bir içeriğe sahip olduğunu iddia etmez: “Bilimsel bir ideoloji kendi tarihsel, sınıfsal içeriğinin, öneminin ve öbür ideolojilerle, sınıflarla ve evre’lerle ilişkisinin bilgisini öngörür. Sonuç olarak bu ideoloji, idealist yanılsamalardan, tarih ötesi öncesiz-sonrasız bir önem taşıma iddialarından arınmıştır. Bu anlamda, bilimsel ideoloji toplumsal-tarihsel sürecin bilimsel araştırılmasının en yüksek kazanımıdır; çünkü o, kendi özgül ideolojik biçiminin bilimsel olarak kavranmasını da içermektedir. Bilimsel sosyalist ideoloji böyledir” 15 .

Marksizm-Leninizm’i, en kısa şekilde, proleter devrimin teorisi olarak tanımlamak mümkün. Teori, bilimden daha geniş bir kavramdır. Kuşkusuz, Marksizm-Leninizm de tüm teoriler gibi ideolojiden arınmış falan değildir. Ölçütümüz mutlak doğruluk olursa, Marksizm-Leninizm’i de ideoloji alanına dahil etmek gerekecektir. Ama burada da sorun Marksizm-Leninizm’de değil, bir kez daha mutlaklık arayışının kendisinde olacaktır.

4. İDEOLOJİNİN DÜZEYLERİ

İdeoloji hakkında daha genel bir tartışmadan ideolojilerin somutluğuna geçerken herhalde ilk yapılması gereken, tarihsellik boyutunun hakkını vermek olmalı. Yukarıda, ideoloji tartışmalarının eksenine ideolojilerin değişim sürecinin yerleştirilmesi gerektiğini söyledim. Buna eklenmesi gereken, ideolojik alam bir bütün olarak ele alan yaklaşımın ideolojilerin somutluğunu incelemek için yetersiz kalacağıdır. Bu noktaları açmak için tarihsel sürecin ideolojilerin değişimi bağlamında da kritik önem taşıyan kimi dönemeç noktalarına değinmek gerekiyor.

İdeolojinin miladı insanın düşünmeye başladığı andır. Ama ideolojilerin işleyiş ve işlevleri açısından baktığımızda, toplumsal işbölümünün doğuşu, belki de ikinci bir milat olarak kabul edilebilir. Özelde kafa emeği ile kol emeğinin ayrılması ve toplumun farklı sınıflara bölünmesi, pratik etkinlik ile ideoloji arasındaki ilişkilerin karmaşıklaşmasına ideolojinin bir anlamda “özerk” bir alan olarak biçimlenmesine ve ideolojik alanın farklı düzeylere ayrışmasına giden yolu açmıştır.

İlkel sınıfsız toplumdan sınıflı toplumlara geçildiğini en iyi karakterize eden, Antik Yunan uygarlığı olmuştur. Kafa emeği ile kol emeği arasındaki ayrışmanın en net şekilde yaşandığı bu uygarlığın “düşünür”leri, “bilgi”ye (veya “bilgelik”e), pratik işlevlerinden bağımsız bir değer, yücelik atfederken, soyut düşünceyi gündelik pratiğin boyunduruğundan kurtarmıştır. Sözgelimi, bilimsel gelişmelerin tarihi eski Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları ile başlatılır. Ama bu uygarlıklarda ampirik bilginin egemenliği hüküm sürmüş, dünyanın teorik düzeyde yeniden kurulması işine ciddi anlamda ilk soyunan Yunan düşünürleri olmuştur.

Toplumun “düşünce üreten” kesiminin ayrışması, üretim ilişkilerindeki bir değişmenin ürünü ve belirli üretim ilişkileri üzerinde yükselen toplumsal yapının bir özelliği olsa bile, “düşünce”nin veya ideolojilerin bağımsızlığı yanılsamasının, bu arada da madde-bilinç ilişkisinin ters çevrilmesinin maddi zeminini oluşturmuştur. Teorik düşüncenin özgül niteliği, ampirik verilerin ötesine uzanma ve onları yeniden kurma kapasitesi, bu yanılsamayı güçlendirmiştir.

Pratik etkinlik içinde bulunan insanlarla onlar adına düşünen insanların ayrışması, ideolojinin farklı işleyiş ve işlevlere sahip düzeylere ayrışmasının önünü açmıştır. Pratik etkinliğin içinde doğan ideoloji ile yönetici/sömürücü sınıfların ideolojisi arasında bir ayrımın bulunması doğaldır. Köleci toplumlar, toplumun iki kesimi arasındaki farklılaşmayı toplumsal alanın tümüne yaydığından, söz konusu ayrım çok daha belirgin şekilde yaşanmıştır. Köle ile efendisi arasında “insan” olmaktan kaynaklanan bir ortak paydanın varlığı bile tartışmalıdır. Bu derecede bir ayrışmanın egemen sınıflar açısından getirdiği riskler, feodal toplumda, özelde dinsel ideolojilerin kazandığı yeni işlevler çerçevesinde önemli oranda hafifletilmiştir. Sınıflar arası ayrışma yine fazlasıyla keskindir; ama tüm insanların üzerindeki mutlak güç olarak tek tanrının kabulü, yine tüm insanların tek “kitap”a bağlı olma zorunluluğu, en azından öbür dünyadaki eşitliği garanti altına almıştır. Bu arada, toplumun “düşünür”leri emekçi sınıflar adına düşünmenin ötesine geçerek, onlar “için” de düşünmeye başlamıştır.

Sömürülen sınıfların kendi başlarına düşünmeleri her zaman tehlikeli olmuştur. Egemen sınıfların kendi düşüncelerinin evrensel ve tarih ötesi bir geçerlilik taşıdığına ilişkin inanç ve iddiaları bu tehlikeyi bertaraf etmeye yöneliktir. Burjuva ideolojisi, evrensellik açısından, sınıflı toplum ideolojilerinin hiç kuşku yok ki en iddialısıdır. Siyasal düzeydeki biçimsel eşitlik, bu iddialılığın en önemli dayanakları arasında yer alır.

Kapitalist toplumun “düşünür”leri, yalnızca egemen sınıf adına ve onun için değil, toplumun tüm kesimleri için düşünce (ideoloji) üretimini en sistemli ve gelişkin noktasına getirmiştir. Kuşkusuz, söz konusu üretim belirli bir işbölümü içinde gerçekleşmiş, sözgelimi insan (veya işçi) “hak”larını savunan aydınlar genellikle burjuvaların doğrudan çıkarlarının bekçiliğine soyunmamıştır. Milliyetçilik ideolojisi, burjuva sınıfın has ideologlarının yanı sıra, daha “halkçı” aydınlar tarafından da farklı vurgularla geliştirilmiş ve bu ideoloji de tüm burjuva ideolojileri gibi gücünü tüm sınıflara hitap etmesini sağlayan eklektik yapısından almıştır.

İdeoloji üretiminin bu şekilde karmaşıklaşan yapısı, ideolojilerin tarihsel belirleniminin kavranmasını giderek zorlaştırmış, toplumsal süreçler bağlamındaki rollerinin abartılmasına yol açmıştır. Bir düşüncenin ortaya çıkmasının koşulları ile o düşüncenin yaygın bir kabul görmesinin “güç” kazanmasının koşulları tümüyle farklıdır. Düşünmenin önündeki tek engel, mevcut dilin sınırlılığıdır. Bu sınırlılık belirli anlamlarda önemli olsa da pratik olarak sonsuz sayıda “şey”in düşünülmesini önlemez. Diğer yandan, tümüyle anlamsız olduğu daha başından “apaçık” olan düşünceleri bir yana bıraktığımızda bile, düşünülmesi mümkün olan (ya da düşünülmüş) şeylerin tümünü birden değil değerlendirmek, ‘bilmek” dahi mümkün değildir.

Tek bir insan “her şeyi” düşünebilir. Ama bir grup insanın ortak bir düşünceye sahip olması, tümüyle farklı koşulları gerektirir. En başta, söz konusu insanların, ortak düşüncelerinin nitelik ve kapsamına bağlı asgari bir ortak paydalarının bulunması gerekir. Grubun niceliği genişledikçe, ortak paydalar azalacak, ortak düşüncelerin kapsamı daralacaktır. Az sayıda insanın birbirlerini herhangi bir düşüncenin doğruluğuna ikna etmeleri görece kolay olurken, grubun genişlemesi giderek ancak “belirli” düşünceler üzerinde ortaklaşılmasının mümkün kılacaktır. Burada da ortak paydalar belirleyici olacaktır.

Bir toplumu oluşturan bireylerin ortak paydası, o toplumu karakterize eden ilişkilerin parçası, öznesi ve nesnesi olmalarıdır. Bir toplumun ortak düşüncelerinin, ya da daha doğru bir söyleyişle belirli bir toplumun egemen ideolojisinin üzerinde yükseldiği zemin, belirleyici toplumsal ilişkilerden başka bir şey değildir. Üretim araçlarının özel mülkiyeti sorgulanmadığı sürece, burjuva sınıfın ekonomik ve siyasal egemenliği, toplumsal servetin bölüşümündeki eşitsizlikler, bireyler arası ilişkilerin çıkar farklılaşması ve rekabete dayanması vb. de “doğal” kabul edilecektir. Bu koşullar altında sözgelimi köşe dönmeciliğin, gemisini kurtaran kaptancılığın savunusu etkili “düşünce”ler arasında yer alabilir; ama bizzat mülkiyet ilişkilerini hedef alan düşüncelerin toplumsal düzeyde karşılık bulması hiç kolay değildir (Burada sorun mevcut ilişkilerin değiştirilmesi gerektiğine ilişkin düşüncelerin “haklı” bulunmamasından çok, bunların değiştirilmesinin mümkün görülmemesidir).

Kendiliğinden biçimlenen ideolojilerle kuramsal düzeyde işlenen ideolojiler arasında bir ayrıma gitmek gerekir. Kuramsal düzeyde işlenen ideolojilerin kitlesel düzeyde karşılık bulması, ancak, mevcut toplumsal ilişkilere veya bu ilişkilerin dönüşüm sürecine denk düşmeleri, belirli bir pratiğin içinde yeniden üretilmeleri ile mümkündür. Kitlesel düzeyde, pratik ile ideoloji arasındaki ilişki çok daha doğrudandır ve önceleyici olan pratiktir. Hatta, Gramsci’nin çok yerinde olarak saptadığı üzere, ideoloji tarihsel olarak pratiğin gerisinde kalabilir:

“Etkin yığın adamı pratik olarak hareket eder, ne var ki, bir dünya bilgisi olan, yani, dünyayı değiştirdiği ölçüde kendisine tanıtan, eylemi üzerinde teorik bir bilinci yoktur. Hatta teorik bilinci, tarihsel bakımdan eylemi ile karşıt durumda olabilir. İki teorik bilinci (ya da çelişik bir bilinci) olduğu söylenebilir: Birincisi eylem içinde gizli olup kendisini, dünyanın pratik olarak değiştirilmesinde işbirliği yapanlarla gerçekten birleştirir; öteki ise yüzeyde ve sözde kalır; bu dünya görüşü kendisine geçmişten miras kalmış olup, hiçbir eleştiriden geçirilmeden benimsenmiştir”16 . Gramsci, bu “sözde” kalan dünya görüşünün etkisiz olduğunu söylemez; tersine, bunun manevi ve siyasal bir pasiflik üretme gücünü vurgular. Dahası, “(…) halk yığınlarının yeni edindikleri inançlar(…), hele bu inançlar egemen sınıfların inançlarına uygun olma bakımından, toplumun saplandığı (yeni bile olsa) inançlara karşıt ise, o ölçüde zayıf (…)” 17 olacaktır.

Kuramsal düzeyde ise, ideolojinin işleyişi köklü bir farklılık gösterir. Bu farklılığın temeli, yukarıda ayrıntılı olarak tartıştığımız üzere, toplumsal pratik ile kurulan ilişkinin dolayımlı karakteridir. Dahası, kuramsal düzey de, ideolojinin işleyişi açısından kendi içinde farklı bölmelere ayrılabilir. Yine daha önce üzerinde durdum: Doğayı, toplumu ve bilme sürecini çözümlemeye yönelik kuramsal çabaların içinde açığa çıkan ideolojik süreçler, inceleme nesnelerinin farklı niteliklerinden dolayı farklılaşır. Diğer yandan, kuramsal bir faaliyet içinde açığa çıkan ideolojilerle, bir anlamda bizzat üretilen veya işlenen (siyasal dinsel ahlaki vb.) ideolojiler arasında da bir ayrıma gitmek gerekir. Düşünsel alandaki işbölümü ve uzmanlaşma, ideolojilerin yeniden üretimine de doğal olarak yansımıştır.

Bu yazıda, zihinsel üretim alanındaki ideolojik süreçlerin farklılıkları üzerinde daha kapsamlı şekilde durmayacağım. Bu bölümde de, asıl vurgulamak istediğim, toplumsal işbölümü sürdüğü sürece, kafa emeği ile kol emeği arasındaki ayrım ortadan kalkmadıkça, toplumun en genel anlamıyla “düşünce üreten” kesimlerinin ideolojileri ile kitle katında açığa çıkan ideolojilerin birbirlerine indirgenemezliğiydi…

Sınıflı toplumlara özgü ideolojilerin ortadan kalkmasına, sınıflar ve “kitle”nin yerini toplumun bireylerinin kolektif birlikteliğinin almasına kadar, bir eylem kılavuzu olarak ideolojinin üretimi, bu “iş”e öncülük edecek dar bir kesimin tekelinde olmaya devam edecektir. Belirli bir ideolojinin “toplumsal” bir eylem kılavuzu haline dönüşmesi sürecinin ayrıntılarını ise sosyalist ideoloji ve ideolojik mücadele bağlamında tartışacağım…

5. SOSYALİST İDEOLOJİ ve İDEOLOJİK MÜCADELE

5.1. Genel Notlar

Sosyalizmle yeni tanışanlar açısından “ideolojik gibi, “ideolojik mücadele” kavramının da tam olarak neyi anlattığını, bunun nasıl somutlandığını veya somutlanacağını anlamak kolay olmaz. Benzeri bir zorluk, sözgelimi “ideolojik bağımsızlık” için aynı şekilde geçerli değildir. Bunun belki de en önemli nedeni, sosyalistler açısından ideolojik bağımsızlığın öncelikle öznel düzeyde kazanılan bir nitelik olmasıdır. Sosyalizmin her bir militanı, mücadele içinde, burjuva ideolojisinin olumsuz etkilerini yaşama ve bunlarla da mücadele etme olanağını bulur. Diğer yandan, sınıfsallık vurgusu, ekonomizm, sendikalizm, demokratizm eleştirileri, kapitalizmin yıkılışını siyasal devrimde görme vb., burjuva ideolojisinden ne şekilde kopulduğunu yeterince somutlar. Ama işçi sınıfının ideolojik bağımsızlığının öncü öznenin sınıfa “doğru ideoloji”yi söylem düzeyinde taşımasıyla sağlanamayacağı bilindiğinde, “siyasal mücadele”yle özdeş olmayan bir “ideolojik mücadele”nin ne tür bir içerik taşıyacağı belirsizleşir. Sorun siyasal mücadele ile ideolojik mücadelenin birbirinden ayrılamayacağı noktasında değil aralarındaki ayrımın ne olduğundadır…

Kabaca, ideolojik mücadelenin hedefinin işçi sınıfının eylemlilik düzeyini yükseltmek (kuşkusuz nicel değil, nitel anlamda) için, bunun önüne geçen burjuva ideolojisinin etki alanını daraltmak ve onun yerine sosyalist ideolojiyi koymak olduğunu söyleyebiliriz. Ama ideoloji, etkinliğin yalnızca aracısı değil, aynı zamanda ürünüdür. Bu doğru, toplumsal süreçler için çok daha fazla geçerlidir. Yinelemek gerekirse: Tek tek bireyleri belirli bir pratiğin doğruluğuna tartışmalar yoluyla ikna etmek ve bu yolla harekete geçirmek göreli olarak kolaydır. Ama kitleler söz konusu olduğunda, tek başına sözsel “mesaj”ların etkisi son derece sınırlıdır. Bu sınırlılığın bir nedeni burjuva ideolojisinin kitleye seslenme araçlarının yaygınlık ve güçlülüğü ise, daha önemli nedeni, bu ideolojinin kapitalist toplumun ilişkilerinin, insanların bu ilişkiler içindeki etkinliklerinin ürünü olmasıdır. Sosyalist ideoloji, gerçekten de “bugünün” doğrularına alternatif sunamaz.

Sosyalizm mücadelesinde en kolay düşülebilen yanılgılardan biri, sosyalizm ile kitlelerin güncel çıkarları arasındaki bağları göstermenin önemini abartmaktır. Burada sorun, sosyalizmin güncel çıkarlara yanıt sunmamasında değil, bu yanıtların güncel gerçeklikle karşılaştırıldığında fazlasıyla soyut kaçmasındadır. Aklı başında hiç bir insan, onlara vaad ettiğimiz “ideal düzen”de yaşamayı reddetmeyecektir. Ama zaten asıl sorun, bu düzene ulaşabileceğimizi onlara “kanıtlamak” noktasında çıkar. Toplumsal süreçler sözkonusu olduğunda da kesin kanıtlar, yalnızca geçmişe dönük olarak verilebilir: Sosyalizmi kurduğumuzda kurabileceğimizi de kanıtlamış olacağız…

Reformizm, bu sorunu, kitlelere yalnızca “gerçekçi” hedefler göstererek aşmaya çalışır. Bunun doğal sonucu, sosyalist devrim hedefinin hiçbir zaman güncelleşememesidir. Sosyalist devrim, devrimci durumda bile, kitlelerin kendiliğinden hareketinin ana doğrultusu haline gelemez.

Aynı durum, reformizmi “baş düşman” olarak görmesine karşın, devrimci demokrasi için de fazlasıyla geçerlidir. Devrimci demokrasi, kitlelerin güncelliğine teslimiyetini yalnızca sosyalist devrim perspektifi ne bir türlü ulaşamamasında değil, “radikal” mücadele tarzında da somutlar. Kitlelere düzenin zayıflığını ve mücadelenin “gerçekçi”liğini “somut olarak” gösterme amaçlı “öncü” aktivizmi, sosyalizm hedefindeki bulanıklığın yalnızca sonucu değil, nedenidir de.

5.2. İdeolojik Mücadelenin Düzeyleri

Sosyalizm mücadelesi bağlamında, ideolojik mücadeleyi üç düzeye ayırmanın verimli bir yaklaşım olacağını düşünüyorum. İlk düzey, öncü öznenin kendi ideolojisini oluşturması ve yeniden üretmesi. Bu düzeyde, marksist-leninist teori ve onun yeniden üretimi temel belirleyen konumundadır (ya da öyle olmalıdır). Ama burada asıl kastettiğim siyasal ideoloji olduğundan, teori, dolayımlı bir belirleyendir.

Siyasal bir ideoloji, temel olarak iki farklı etkinlik içinde üretilir ve yeniden üretilir. İlki, öznenin kolektif ya da örgütlü bir bütünlük olarak kendisini kurması ve varlığını sürdürmesi, yani, daha çok içe dönük etkinliktir. İkincisi ise, bizzat siyasal mücadelenin kendisidir. Kuşkusuz, en geniş anlamıyla siyasal mücadele, ilk etkinlik türünü mantıksal düzeyde önceler ve belirler. Aslında, en geniş anlamıyla aldığımızda, siyasal mücadele, öncü öznenin içe dönük etkinliğini de kapsar. Ancak diğer yandan, belirli bir konjonktürün somut siyasal mücadeleleri, öncünün ideolojik donanımını ancak kısmen “kullanmasına” izin verir. Sosyalist özne, güncel mücadelenin ötesinde iktidara uzanan sürece ve sosyalizmin kuruluşuna dönük olarak da teorik ve ideolojik bir üretkenlik sergilemek zorundadır.

İdeolojik mücadelenin ikinci düzeyini, kitlelerin ideolojik düzeyde dönüştürülmesi çabası oluşturur. Bu mücadele, bir başka anlatımla, sosyalist ideolojinin toplumsal düzeydeki hegemonyasının kurulması mücadelesidir.

Toplumsal düzeyde açığa çıkan ve sömürülen sınıf ideolojilerinin mirasını da devralan sosyalist ideoloji, marksizmi önceler. Eşitlikçilik, paylaşımcılık, adalet duygusu, özgürlükçülük gibi burjuva ideolojisinin çoğu kez tam olarak kucaklayamadığı motifler, bu anlamdaki sosyalist ideolojinin temel bileşenleri arasında yer alır. Diğer yandan, her yerellikte, geçmişin sınıf mücadelelerinin birikimi, sosyalist ideolojinin belirli özgün bileşenlerini oluşturur.

Sözünü ettiğim bu “nesnel” sosyalist ideoloji aslında, toplumun temel kurucu ilişkilerine dayanmadığı oranda, tamamlanmamış oluşum aşamasında bir ideolojidir. Toplumsal düzeyde gerçek anlamıyla bir sosyalist ideoloji ancak sosyalizmin kuruluşu sürecinde, yeni toplumsal ilişkiler üzerinde yükselir. Kapitalist toplum koşullarında, sosyalist ideolojiden çok onun oluşum sürecinden ve bu sürece dâhil olan sosyalizan motiflerden söz etmek daha doğru olacaktır.

Öncü öznenin sosyalist ideolojinin oluşum sürecine müdahaleleri, belirli motifleri öne çıkarmak ve kimilerini geri itmeye yöneliktir. Burada da belirleyici parametre, siyasal güçtür.

İdeolojik mücadelenin bu iki düzeyi arasında, mücadelenin bütünlüğünü sağlayan “siyasal hareket” oluşturma mücadelesi bulunuyor. Devrimci durum öncesinde en geniş kitleye hitap etme (daha doğrusu karşılık bulma) olanakları sınırlı olan öncü özne, gerek sosyalist ideolojinin toplumsal düzeydeki etkinliğini, gerekse bunun için gerekli olan siyasal gücü, kendi çevresinde halkalar oluşturarak ve bunları tek bir siyasal hat doğrultusunda harekete geçirerek sağlar. Siyasal hareket, aynı zamanda, sosyalist ideolojinin siyasal pratik içinde üretim ve yeniden üretiminin ortamıdır.

Siyasal hareketin en gelişkin formu hiç kuşkusuz partidir. Örgüt ile hareketi bütünleştiren partinin sınıf mücadeleleri açısından taşıdığı öneme ilişkin olarak Gramsci’nin saptamalarının toparlayıcı olduğunu düşünüyorum: “Modern çağda siyasal partilerin, dünya görüşlerini yoğurmada ve yaymadaki önemlerini iyi belirtmek gerekir. Siyasal partilerin bu önemi, bu dünya görüşlerine uygun bir ahlak anlayışını ve bir politikayı geliştirmeyi başlıca iş edinmiş olmalarından ileri gelir. Nihayet, partiler, bu dünya görüşlerinin tarih süreci içinde “deneyimci”leridirler. (…) partiler, gerçek tarihsel süreç olarak teori ile pratiğin, içinde kaynaşıp birleştiği potalardır. Burada, partinin “labour party” tipinde değil tek tek üyelerden kurulmasının önemi anlaşılır. Çünkü, söz konusu olan, “ekonomik bakımdan etken bütün halkı” bir örgüt içinde yönetmektir. Söz konusu olan, bu kitleyi sadece eski şemalara göre değil, yenilik yolunda yönetmektir”18 .

Siyasal hareket ile öncü örgütte sosyalist ideolojinin kapsam ve yeniden üretim biçimi farklılaşır. Aradaki mesafenin büyüklüğünü ise siyasal mücadelenin gerekleri belirleyecektir. Toplumsal muhalefet dinamiklerinin güçlü, kitlesel düzeyde düzen dışı yönelimleri besleyen ideolojik motiflerin etkin olduğu koşullarda siyasal hareket toplumsal dinamikler tarafından daha fazla belirlenecek ve bu mesafe görece daha büyük olacaktır. Bu koşullarda öncü örgüt açısından, devrim sürecinin bütününe yönelik öncülük iddiasını korumak için, toplumsal dinamiklerden siyasal hareket aracılığıyla beslenmek kadar, kendi bağımsızlığını yeniden üretmeye dönük bir ideolojik üretimde bulunmak da önem taşıyacaktır. Buna karşın, kitlesel düzeyde politizasyonun zayıf ve toplumsal muhalefet dinamiklerinin çok parçalı olduğu koşullarda siyasal hareketin gerek oluşturulması gerekse güçlenmesi öncü örgütle arasındaki yakınlığa fazlasıyla bağlı olacaktır. Bu durumda öncü örgüt ile siyasal hareketin ideolojik düzeydeki farklılıkları da azalacaktır.

SONUÇ YERİNE: BUGÜN ve TÜRKİYE’DE İDEOLOJİK MÜCADELEYE DAİR BİR NOT

Hem ideoloji, hem de ideolojik mücadele üzerine yürütülen bir tartışmanın daha “elle tutulur” sonuçlar vermesi, belirli bir tarihsellik ve belirli bir yerelliği temel almak ve sınıfsal mücadelelerin somut gereklerinden hareket etmekle mümkün. “Bugün ve Türkiye’de ideolojik mücadele” önümüzdeki sayımızda yer alacak olan yazımın konusunu oluşturuyor. Bu yazıda eksik kalan ya da yeterince açımlanmayan kimi noktaları da ikinci yazımda ele alacağım. Bu bölümde ise, yine söz konusu yazıda açımlanmak üzere, daha genel nitelikte bir değinmem olacak…

 

İdeolojik mücadelenin kapsam ve biçimi, gerek kapitalizmin gelişiminin farklı evrelerinde, gerekse farklı yerelliklerde önemli değişiklikler gösterir. Emek-sermaye çelişkisinin kendisini açığa vurma biçimleri ve geçmiş dönemi sınıf mücadelelerinin birikimi, ideolojik mücadelenin belirleyici parametreleridir.

Kapitalist üretim ilişkilerinin henüz yeterince olgunlaşmadığı, toplumsal gelişime direnç oluşturan güncel çelişkilerin yerel düzeyde emek-sermaye çelişkisine tümüyle indirgenemediği ve kapitalizmin üretici güçleri geliştirme potansiyelinin görece büyük olduğu koşullarda, toplumsal çelişkiler kendilerini çoğu kez bir ya da birkaç temel sorun üzerinden açığa vurur. Sözgelimi, feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş sürecinde, tarihsel ömrünü tamamlamış ve bu nedenle de baskıcı niteliği öne çıkan siyasal iktidarın devrilmesi sorunu, diğer tüm sorunların çözümünün de önkoşulu olarak belirir. Bu durumda, mevcut düzene muhalif güçler, ideolojik düzeyde önemli ortaklaşmalar gösterir. Birincil siyasal hedef üzerinde ortaklaşma, toplumsal muhalefet düzeyinde ideolojik ayrışmaları önemli oranda sınırlar.

Böylesi koşullarda ideolojik mücadelenin temel işlevi toplumsal muhalefetin güçlenmesine katkıda bulunmaktır. Düzene karşı savaşımın mümkün olduğunca yaygınlaştırılması hedefi, muhalif güçlerin iç çelişkilerinin öne çıkarılmasını engeller. Düzenin yıkılmasından sonra yerine ne konacağı sorunu, o dönemin siyasal güç dengelerine bırakılır. Tüm bunlar, niyetlerden bağımsız olarak böyledir. Elbette, iktidarı hedefleyen her bir özne bu süreçte kendisini güçlendirmeyi eksene yerleştirir; ama bunun yolu, düzene karşı mücadelede mümkün en geniş kitleyi örgütlemekten geçtiğinden, ideolojik ayrımların altını fazlaca kalın çizmenin nesnelliği yoktur. Bu durum, sosyalist özne için de geçerlidir. Dahası, ideolojik ayrım noktalarının silikleşmesi, sosyalist öznenin içine dönük olarak da bir dereceye kadar yaşanır.

Rus devriminin bu söylediklerime iyi bir örnek oluşturduğunu düşünüyorum. Bolşeviklerin iç disiplini, ideolojik homojenlikten çok, temel siyasal hedefler ve bu hedeflere tam olarak kenetlenmeyi sağlayan örgütsel işleyiş aracılığıyla sağlanmış ve bunları anlatmıştır. İdeolojik homojenlik ayağının görece geri kalması, siyasal mücadelenin dönemeç noktalarında yaşanan tartışmalarda fazlasıyla hissedilir. Bolşevikler bu sorunun üzerinden gelmeyi, iktidar perspektifine en sıkı bağlanan özne olmaları sayesinde başardı.

Benzeri bir nesnellik, Türkiye’de iki kez yaşandı. İlki, kurtuluş savaşı döneminde, ikincisi ise ’60’lı yıllarda. Burada söz konusu dönemleri bir kez daha tartışmak istemiyorum. Ama çok özet olarak, özellikle ikinci dönemde, sosyalist hareket aslen kendisine ait olmayan siyasal ve ideolojik motifler üzerinden kitlesel düzeyde bir etkinliğe ulaşabilmiş, bu arada kendi ideolojik bağımsızlığını riske atmış, iktidar perspektifine sahip olmaması nedeniyle de büyük oranda yitirmiştir.

Bugüne geldiğimizde ise, kapitalist ilişkilerin ’60’lı yıllardakine benzer bir dönüşüm sürecinden geçmesinin gündemde olmaması, burjuvazinin ilericilik barutunu tümüyle tüketmişliği ve toplumsal bir politizasyon sürecinin özneleri arasında yer almak bir yana, olası bir politizasyonu var gücüyle engellemeye çalışması koşullarında, toplumsal çelişkilerin işaret ettiği tek doğrultu bizzat kapitalist üretim ilişkileri ve burjuva iktidarıdır. Ama aynı nedenlerle, kitlelerin tek bir motif üzerinden harekete geçmesi çok daha zor.

Burjuva ideolojisinin en önemli başarılarından biri, kapitalizmin sorunlarını onun yeniden üretimine yönelik olarak kullanabilmek olmuştur. Emek-sermaye çelişkisinin kendisim toplumsal yaşamın farklı alanlarında farklı biçimlerde açığa vurması, tekil sorunlara yönelik tepkiselliklerin burjuva ideolojisinin eklektik yapısı tarafından kapsanabilmesi, bunların siyasal doğrultularının farklılaştırılmasını mümkün kılar.

Bu söylediklerimin bugünün Türkiyesi’nde fazlasıyla somutlandığını düşünüyorum. İşçi sınıfının burjuvaziye, kamu emekçilerinin siyasal iktidara karşı mücadelesi, batıdaki Kürt emekçileri, kent yoksulları ve Alevilerin “düzen”e yönelen tepkisellikleri tek bir kanala akmadığı gibi, birbirlerini bugün için ancak sınırlı oranlarda etkiliyorlar. Farklı toplumsal kesimlerin mücadeleleri gerek içerik, gerekse biçim açısından ciddi farklılaşmalar gösteriyor.

Kuşkusuz, farklı toplumsal kesimlerin konjonktürel hareketliliklerinden tek bir toplumsal hareketin çıkmaması, yalnızca burjuva ideolojisinin gücünden kaynaklanmıyor. Devlet politikaları, medyanın, sendika bürokrasisinin ve kitle örgütü yöneticilerinin çabalan da toplumsal muhalefetin bölünmüşlüğünü yeniden üretmek yönünde. Gazi olayları sırasında burjuvaziye karşı son derece sorumlu hareket ederek eylem erteleyen kamu sendikaları üst düzey yöneticileri bu konudaki en güncel örneklerden birini verdi.

Ama sorunun tek başına ideolojik düzeyde tarif edilemeyecek oluşu, şu gerçeği değiştirmemek bir yana pekiştiriyor: Türkiye’nin bugünkü koşullarında işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin düzen dışı tepkiselliklerinden giderek tek bir sınıfsal ve toplumsal hareketin çıkması, nesnel dinamiklerin yanı sıra, sosyalist hareketin etkinliğine de fazlasıyla bağlıdır. Bu durumun devrimci duruma kadar değişmesi ise pek muhtemel görünmüyor.

Sosyalist hareketin misyonlarının ağırlığı, nicel değil, nitel bir sorun olarak kavranmak zorunda. Nesnel dinamiklerin yön göstericiliğinin sınırlılığı koşullarında sistemli ve tutarlı politika üretimi sosyalist hareketin iç ideolojik homojenliğini çok daha fazla gözetmesini zorunlu kılar. Farklı mücadele alanlarının birikimini tek bir siyasal hatta ve geleceğe taşımak, sosyalist ideolojinin merkeze yerleştirilmesiyle, ideolojik netlik ve bağımsızlığın öne çıkarılmasıyla mümkün. Devrimci demokrasinin ve “anlamlı” nicelikler yakalamak için girişilen birleşme deneyimlerinin en önemli açmazı, bugün ne burjuva ideolojisinin tam olarak kapsayamadığı tekil motiflerin, ne de bunların eklektik birlikteliğinin sol hareketi ileriye taşıyamaması. Toplumsal muhalefetin parçalı yapısı parçaların her birine ayrı ayrı hitap etme eğilimini güçlendirirken, güçlü bir ideolojik çerçeveye sahip olmayan sol yapıların tekil etkinlikleri bütünsel bir toplama ulaşamıyor. Bu koşullarda daha fazla ideolojik “esneklik”, daha fazla zayıflamayı getiriyor.

Sosyalist İktidar Partisi, bir araya gelen niceliklerin eridiği bir ortamda niteliğin niceliğe dönüştüğünü somut olarak gösteriyor. SİP’in iddialarının hakkını vermesinde rol oynayan etmenlerden biri de, 1980 öncesi mücadele birikimini bugüne taşırken geçmişe takılıp kalmaması, ne 60’lı yılların aydın hareketi belirlenimli sol, ne de 70’li yılların devrimci demokrasi belirlenimli mücadele atmosferini sosyalist hareketin nefes alabileceği tek ortam olarak görmemesi olmuştur.

Bugün işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin karşısına en net ve tutarlı hedeflerle çıkan, ideolojik homojenliği Türkiye devrimine yönelik bir sorumluluk olarak gören ve bu sayede kadrolarının tüm enerjisini siyasal mücadeleye yönlendirebilen SİP, yaratıcılık esneklik ve kadro inisiyatifi ile homojenlik ve merkeziyetçiliğin birbirlerinin almaşığı olmadığını, tam tersine birbirlerini besleyebileceklerini göstermiştir.

İşte bu nedenle parti büyüyor, iktidara yürüyor…

 

Dipnotlar

  1. Marx, Karl; “[Ekonomi Politiğin Eleştirisine] Giriş”; “Ekonomi Politiğin Elestirisine Katkı” içinde; Çev: Sevim Belli; Sol Yayınları, Dördüncü Baskı, Ankara, Temmuz 1979; S.248.
  2. A.g.y.; s.252.
  3. Rosenthal, M. ve Yudin, P.; “Materyalist Felsefe Sözlüğü”; çev: Aziz Çalışlar; Sosyal Yayınlar, Ankara, 1972; s. 222.
  4. Hançerlioğlu, 0.; “Felsefe Sözlüğü”; Remzi Kitabevi, Altıncı Basım, İstanbul, Mayıs 1982; s. 176.
  5. Althusser, L.; “Devletin İdeolojik Aygıtları”; çev: Y. Alp M. Özışık; İletişim Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul, 1989.
  6. Thernborn, G.; “İktidarın İdeolojisi ve İdeolojinin İktidarı”; çev: İ.Cüre; İletişim Yayınları, İstanbul, 1989.
  7. Lektorsky, Victor; “Özne Nesne Biliş”; çev: Şükrü Alpagut; Akış Yayıncılık, İstanbul, Mart 1992; s. 134-135.
  8. Ströker, Elisabeth; “Bilim Kuramına Giriş”; çev: Doğan Özlem; Ara Yayıncılık, İstanbul, 1990; s.37.
  9. Oizerman, Theodor; “Felsefe Tarihinin Sorunları”; çev: C.A. Kanat; AmaçYayıncılık, İstanbul, Mart 1988; s. 89-90.
  10. Kuhn, Thomas; “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” çev. Nilüfer Kuyaş; Alan Yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul, (1. baskının tarihi:) 1982; s. 118.
  11. Lektorsky…; a.g.y.; s. 243.
  12. Lenin V.İ.; “Materyalizm ve Ampiryokritisizm”; çev: S. Belli; Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ankara, Nisan 1988; s. 151.
  13. Mardin Şerif; “İdeoloji”; İletişim Yayınları, İstanbul, Eylül 1992; s. 20
  14. Marxist Düşünce Sözlüğü; Yayın Yönetmeni: Tom Bottomore; Türkçe Çeviriyi Derleyen: Mete Tuncay; İletişim Yayınları, 1. Baskı, Eylül 1993, İstanbul; s.281.
  15. Oizerman…; a.g.y.; s. 350.
  16. Gramsci, Antonio; “Hapishane Defterleri (Seçmeler)”; çev: A. Cemgil; BelgeYayınları, İkinci Baskı, İstanbul, Kasım 1986; s. 27.
  17. a.g.y. s. 38.
  18. a.g.y.; s. 31-32.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×