İdeolojik Mücadele ve Sınıf Siyaseti

Bir yazımda ideolojik mücadelenin konusunu “emekçi sınıfların toplumsal gelişmeler karşısındaki akıl yürütme süreçleri üzerinde burjuvazinin kurduğu tahakkümü mümkün olduğunca zayıflatmak” biçiminde tarif etmiştim 1 . Bu zayıflatma süreci elbette sosyalist ideolojinin yalnızca “bozucu” bir rol üstlenmesi ile mümkün değil. Burjuva egemenliğinin emekçi sınıfların düşünce-konumlanış-etkinlik bağlantılarındaki kontrolünü yitirmesi için, bu egemenliğin ideolojik yapısında bir çözülme veya parçalanmışlık yetmeyecektir. Devrimci ideolojinin siyaset somutluğunda bu çözülme ve parçalanmışlığın boşalttığı alanı fethetmesi dolayısıyla çözülme ve parçalanmışlığı doğal mecrasının dışına taşıması gerekir. Böylesi pozitif bir müdahale olmaksızın egemen ideolojinin parçalı ögeleri bile kitleler üzerindeki etkisini sürdürecektir.

Bu anlamda ideolojisizleştirme de, bir yanı depolitizasyona öte yandan verili durumun a priori kabullenilmesine dayalı bir ideolojik salgıdır. İşçilerin verili durumu ideolojik dolayımlar olmaksızın kabullenmeleri birçok örnekte burjuva egemenliğinin en derin kriz dönemlerini atlatmasına yardımcı olmuştur. Kaldı ki, böyle dönemlerde ideolojik aygıtların zayıflığını kapatmak için devreye tahkim edilmiş siyasal araçlar girmektedir.

İdeolojik mücadeleyi konu alan bir yazıya böyle girmenin bir anlamı var. Sınıf siyaseti ile ideolojik mücadele, ancak teorik bağlamda birbirinden ayrıştırılabilir. Sosyalist mücadele açısından siyasetsiz ideolojik mücadele veya ideolojik bir yönelime oturmayan bir siyasal pratik söz konusu değildir. Ne var ki, bu bütünlüğü kavrayabilmek için, burjuva egemenliğine karşı girişilen mücadelenin neden egemen ideolojinin yarılma noktalarına dönük siyasal müdahaleleri zorunlu kıldığı, bu müdahalelerin sosyalist ideolojinin hangi eksen üzerindeki “esneme” yeteneğini ifade edeceğini ortaya çıkarmak gerekir.

Genel bir çerçeveden bugünkü Türkiye’ye uzanmaya çalışacağım. Ancak bir başlangıç olarak, yazının “kavramsal tercihleri”ne açıklık getirmek istiyorum.

Kavramlar ve sınırları

Teorik çalışmanın en önemli unsurlarından bir tanesi kavramlardır. Kavramların somuttan soyuta, soyuttan somuta ulaşımın kavşak noktaları olduğunu düşünürsek, onların içinin neyle doldurulduğu kadar hangilerinin birarada kullanıldığın yanyana getirildiğinin de önem kazandığını farkederiz.

Bu açıdan bakıldığında, teorik bir yaklaşım kavramlarla istediği gibi dans etmekte özgür olmamakla birlikte, hangi kavramlar setini hangi amaçlar doğrultusunda kullanacağı konusunda oldukça hürdür. Üstelik konumuz açısından, marksizmin ideoloji-siyaset düzleminde, özel bir kavramsal kısıtlama getir(e)mediği de bir gerçektir.

Ancak, bütün bunlar teorik çalışmada yükün ağırlıklı kısmının kavramlara kaydırılabileceği anlamına gelmemektedir. Çünkü, anlama-dönüştürme diyalektiği açısından, statik değil dinamik yaklaşımlar geliştirilmesi zorunludur. Kavramlar, teorik çalışmanın ana yükünü sırtladıkları oranda, hantallık kaçınılmaz hale gelecek, bağlantı noktaları paslanacak ve en önemlisi toplumsal yaşantının kimi zenginlikleri arada kaynayıp gidecektir.

Bu yazı, böylesi bir riski azaltıcı bir kavramsal çerçeveyi oluşturmayı hedeflemiyor. Bunun başlıbaşına özgün bir çalışma konusu olduğu açıktır. Ancak yine de, tercih edilen kavramlara ne tür anlamlar yüklendiğini gösterebilmek için kısa bir tartışma yapmak yararlı olacaktır.

Fazla uzağa gitmeden yoğun bir entellektüel emek içeren ve bu yazıda oluşturmayı denediğim çerçeveye oldukça yakın duran bir çalışmaya işaret etmek istiyorum. Bin Yıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu başlıklı kitap 1997’de yayınlandı. Kitabın muradına, hedef olarak seçtiği okurlara ve özellikle metodolojik ihtiyatlılığına ilişkin çok şey söylenebilir. Bunların bir kısmını yazarıyla doğrudan tartışma fırsatım olduğu için, burada sadece “İdeoloji Tartışmaları” bölümüyle ilgilenmek istiyorum.

Çulhaoğlu seçtiği kavramlar seti ve bu kavramlara yüklediği içerik itibariyle, konuya ilişkin okuyabildiğim literatür içerisinde iç tutarlılığa en fazla sahip olan çalışmayı kaleme almış durumda.

Sanıyorum kendisi de bunu farkettiği için, bir yıl sonra teorik dozu biraz düşürülmüş ve didaktik yönü takviye edilmiş İdeolojiler Alanı ve Türkiye başlıklı bir eğitim kitapçığı hazırlamıştı.

Her iki çalışmanın yararları üzerine uzun uzun yazmak niyetinde değilim. Daha çok siyasi mücadeleye alan açan yapısına rağmen, Çulhaoğlu’nun ideolojiler alanını kavramsal bir bütünlük içine sokmak için gösterdiği çabanın yarattığı kimi sıkıntılara değinmek istiyorum. Amacım, belli bir çalışmaya dönük itiraz noktaları üretmek değil, neden bu yazıda biraz daha “gevşek” bir kavramsal çerçeveyi tercih ettiğimi anlatabilmek.

Lafı fazla dolaştırmadan sıkıntıların en fazla boy gösterdiği burjuva ideolojisi-egemen ideoloji ayrımına girmek istiyorum. Bilindiği gibi 70′ lerin sonundan itibaren “ideoloji” başlığında marksistler arasında sürmekte olan tartışmaların ağırlığı, ideoloji kavramının ortaya çıkardığı epistemolojik sorunlardan, ideolojilerin sınıf karakterini nasıl taşıdıklarına doğru kaymıştı. Marx’ın “ideoloji”ye ne tür bir anlam yüklediği üzerine merkeze Alman İdeolojisi ve Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı‘yı koyan tartışmalar geriye çekildi, marksizmin ideolojik mücadele alanına dair birikimi daha bütünlüklü bir çerçeve içerisinde ele alınmaya çalışıldı.

Bu çalışmaların eski sosyalist ülkelerde hemen hiç itibar görmemesi, neredeyse bütünüyle Batı Avrupa marksizmi tarafından sürdürülmesi, elbette ciddi handikaplar yarattı. Sosyalist kuruluş sürecinin sorunlarıyla boğuşan bu boğuşma sırasında büyük bir tarihsel sorumluluk alan sosyalist ülkelerde “ideolojik mücadele alanını”nın teorik ve siyasal düzlemlerde hafife alınmasının ne tür felaketlere yol açacağı daha sonra açık bir biçimde görüldü. Üstelik ağabeylerinin peşinden giden geleneksel komünist partileri, bu türden konuları parti kenarına düşen bazı aydınlara ama daha çok siyaset dışı yeni solcu ögelere terkederek, uluslararası komünist hareketi düşünsel planda zayıf düşürdüler.

Dolayısıyla, ideolojik mücadele alanına ilişkin tartışmaların ağırlığında yukarıda vurguladığım değişimin ortaya çıkmasının uluslararası devrimci harekete pek hayrının dokunduğunu söyleyemeyeceğim. Değişik coğrafyalardan çok sayıda komünistle, devrimciyle tanıştım, siyasi mücadele ile teorik çalışma arasındaki bağlantı noktalarını kavrayan bir önemli başlık olarak ideolojik mücadelenin sınıflar mücadelesinde ne tür bir yer kapladığına ilişkin net bir kavrayışa sahip olan pek az kişiye rastladım.

Bu tür tartışmalar bir yerlerde duruyor “siyaset” ise başka bir yerde…

Biz bu açıdan daha şanslı bir toprağa sahibiz. Teorik üretkenlik açısından işler pek de iyi gitmiyor. Ama en azından marksizmi siyaset dışı bir akademik alana çekmeye dönük girişimlere çok fazla hayat hakkı tanımıyoruz. Ve hiç değilse, tartışmalarda teorik kalkış noktalarının siyasal mücadeleye alan açıp açmadığını sürekli kontrol etmeye çalışan bir uyanıklığa sahibiz.

Burjuva ideolojisi-egemen ideoloji kavramları etrafındaki tartışma, bu uyanıklık nedeniyle de önemlidir. Çünkü sosyalist iktidar mücadelesi, emekçi sınıfları sisteme bağlayan ideolojik mekanizmaları zayıflatmadan başarıya ulaşamaz. Çok açıktır ki, bu alanda ortaya çıkacak başarısızlık, yalnızca işçilerin burjuva partilerinin peşinden gitmeleri veya iflah olmaz bir depolitazyonun içine düşmeleri ile değil, devrimci bir atılım için gerekli olan toplumsal canlanmayı da boğacağı için öldürücüdür.

Burjuva ideolojisi-egemen ideoloji kavramları, sermaye egemenliğine karşı yürütülecek mücadelede ne tür araçların geliştirileceği ve öznel dinamiklerin çabalarına daha fazla alıcı olan sosyalist ideolojin özgün bir devrim sürecinde nasıl şekilleneceği ile ilgilidir.

Peki nedir bu tartışma?

Açıkçası, bu konularda yazıp çizenlerden pek azı, kapitalist toplumlarda burjuva ideolojisinin (ve işçi sınıfı ideolojisinin) saf anlamıyla varolduğunu ileri sürdü. Yine çok az sayıda kişi, bu bağlamda ortaya çıkan gizemin yalnızca sermaye sınıfının bilinçli çarpıtmalarının ürünü olduğunu ve devrimci hareketin bu gizemi ortadan kaldırmak için, “işin özünü anlatması”nın yeterli olacağını söyledi.

Bu durumda, burjuva egemenliğinde, egemen olan ideolojik yapının sermaye sınıfı başta olmak üzere bütün sınıflarla ne tür bir ilişki içerisinde olduğu, kendisini toplumsal anlamda nasıl yeniden ürettiği, burjuva sınıfını önceleyen bir tarihinin olup olmadığı haklı nedenlerle önem kazandı.

İdeolojik yapıların eklemlenmesi, sınıf ideolojileri, kapsayıcı ideolojiler, gündelik ideolojiler, popüler bilinç, ideolojik ögeler vb. kavramlar bu konuya ilişkin tartışmalar sırasında ortaya çıktı.

Tekrar konumuza dönersek, bizim için siyasal mücadelenin nasıl bir ideolojik zemin üzerinde yürütüleceği sorusuna verilecek yanıt esas olacaktır. Bu zemin, karşıt sınıfın ideolojik örgüsü kavranmadan, bu örgüye dönük ne tür müdahalelerin yapılması gerektiğini ortaya çıkarmadan saptanamaz. Daha da önemlisi, sınıflar ideolojik mücadelede birbirleriyle birlikte ele alınabileceği için, bu zemin bütünüyle keyfi bir biçimde saptanamaz. Örneğin; Latin Amerika’da katolik kilisesinin düzen dışı toplumsal dinamikler üzerindeki etkisini ihmal eden bir yaklaşım ne kadar keyfiyse, Türkiye’de dinci gericiliğe benzer bir rol biçmek de o kadar keyfidir.

O halde, burjuva egemenliğinin ideolojik mekanizmalarını, bu mekanizmaların siyasal mekanizmalara göre daha kritik olduğu yanılgısına düşmeden kavramak durumundayız. Yazımın ilerleyen bölümlerinde bu mekanizmaların zayıf noktalarına hangi siyasal araçlar ve ideolojik temel üzerinden gidilmesi gerektiği üzerinde duracağım.

Ama önce, kavramsal alana biraz daha yakından girmemiz gerekiyor. Çulhaoğlu, kapitalist toplumlarda sermaye iktidarının ideolojik mekanizmalar açısından “burjuva ideolojisi”ne değil, “egemen ideoloji”ye dayandığını vurgulamaktadır:

“Egemen ideoloji yapıcılık-üreticilik anlamında öznesi olmayan, ama taşıyıcısı olan, toplumu en geniş biçimde sarıp kucaklayan ideoloji kategorisidir. Bu anlamda egemen ideoloji, tek tek bireylerin ideolojik yöneliş ve benimseyişlerinin; toplumdaki bütün sınıfların kendiliğinden ve geliştirilmiş ideolojilerinin; din dahil geleneksel inanış norm kural ve düşüncelerin; resmi ideolojinin ve toplumun kültürel yapısındaki ideolojik ağırlıklı öğelerin eklemlenmiş bütünlüğüdür” 2 . [ÇULHAOĞLU Metin]

Yazımın başında vurguladığım “risk”, her iki kitabında da konuya ilişkin oldukça dikkatli bir yaklaşım sergileyen Çulhaoğlu’nun en fazla bu cümlelerinde kendisini göstermektedir. Egemen ideolojilerin toplumdaki bütün sınıfların kendiliğinden ve geliştirilmiş ideolojilerini de kapsadığını ileri sürmek birçok siyasal sıkıntı yaratmaya aday bir içerik taşımaktadır.Buraya nereden gelinmektedir? Başlangıç noktası, doğal olarak egemen ideolojinin zenginliğidir. Bu zenginliği marksizmle ilgisi olmayan bir tarihçi şöyle anlatıyor:

“Yine kendilerine üstünlük tanınmış görüşlerin toplumsal oluşumlarda varolan güçlü egemen bloğun çıkarına olduğunu; bu tür görüşlere otomatik olarak bir kerede ve sonsuza dek geçerli olmak üzere ulaşılmadığını; “bu budur; işte o kadar” denerek meydan okumadan uzak ya da güvenlikte olmadıklarını söylemek de akla uygun görünmektedir. Kendinde tarihin ideolojik bir yapı olması; güç ilişkilerinden çeşitli biçimlerde etkilenmiş kimselerce durmadan yemiden işlenmesi ve yeniden düzenlenmesi anlamına gelmektedir, çünkü egemenler kadar egemen olunanların da geçmişe ilişkin, kendi pratiklerini meşrulaştıracak, uygunsuz diye egemen söylemin gündeminden uzak tutulması gereken yorumları vardır” 3 . [JENKINS Keith]

Vurgulara, kavramsal sorunlara aldırış etmeden, sorunu şöyle özetleyebiliriz: Sermaye egemenliği, sınıflar mücadelesinin tarihsel akışını en fazla ideolojik alanda içselleştirmek durumundadır. Bu akışın içerisinde toplumu saran arkaik ideolojiler, feodal kalıplar, dogmalar olduğu kadar bunlara karşı verilen mücadeleler, işçi sınıfı hareketinin ortaya çıkışı ve nihayet bütün bir sınıflar mücadelesi tarihinin yarattığı dengeler de bulunmaktadır. Burada, burjuvazinin emek-sermaye çelişkisini örtmek için böyle bir karmaşıklığı özellikle tercih ettiğini söylemenin anlamı yoktur. Anlamı yoktur, çünkü bu konu bir tercih meselesi değildir; son derece nesnel bir temele dayanmaktadır. Tek tek insanların kitlelerin sınıfların algılama, muhakame etme ve eyleme geçme süreçlerini bütünüyle öznel belirlenimli aygıtlar üzerinden belirleyemezsiniz.

Bunun, bugün burjuvazinin ideolojik aygıtlardaki mutlak hakimiyetini görmezlikten gelmekle bir ilgisi yoktur. Ancak, burjuvazi, söz konusu hakimiyeti, ideolojik alana ilişkin bu tarihsel akışı bir veri olarak alarak sağlamaktadır.

Daha da önemlisi bugün medya denilen muazzam olanağa rağmen, sermaye sınıfının bu tarihsel birikime sırt çevirdiği anda ideolojik açıdan şapa oturacağı açıktır ve bu da burjuvazi tarafından kavranmıştır.

Gerçekten de, yukarıdaki tabloyu bir veri olarak almak durumundayız.

O halde şu sorular otomatik olarak ortaya çıkıyor: Burjuva egemenliğinde, egemen olan ideoloji, burjuva ideolojisine indirgenebilir mi? Burjuva ideolojisi diye bir şey var mı varsa onun karakteristikleri nelerdir? Eğer burjuva egemenliğinde egemen olan ideolojiye burjuva ideolojisi değil de, başka bir şey, örneğin “egemen ideoloji” diyeceksek bu ideoloji ile egemen sınıf arasındaki ilişki nasıl tarif edilecek ve daha da önemlisi egemen ideoloji ile ezilen sınıflar arasındaki bağlantı ve giderek sosyalist ideolojinin bu bağlantı noktalarındaki yeri nasıl saptanacak?

Bu sorulara kapsamlı yanıtlar vermek yazımın sınırlarını aşıyor. Ayrıca bu sorulara yanıt verilmediğini düşünmüyorum. Başta da vurguladığım gibi, Çulhaoğlu’nun kitapları bu bağlamda, yukarıdaki soruların büyük bölümünü karşılayan bir çerçeve üretmiş durumda.

Dolayısıyla ben bazı ek sorunlara işaret etmek istiyorum. Bu nedenle ilk önce yukarıdaki sorulara verilen yanıtlara kısaca devam etmekte yarar var.

Yanıtlardan birisi, “saf sınıf ideolojileri diye bir şey olmadığı”dır. Çünkü sınıf ideolojileri, birbirlerinden ve yukarıda sözünü ettiğim tarihsel akıştan etkilenirler; bir deyişle bulaşıktırlar. Devamla, bu bulaşıklığın asıl nedeni, sınıf ideolojilerinin sınıf ideolojisi olarak tanımlanamayacak başka ideolojilerle eklemlenme içerisinde olmasıdır. Buna “başkalaşım” da denebilir 4 .

Bu başkalaşımı kenara koyduğunuz zaman ortada “burjuva ideolojisi” diye bir şey pek kalmamaktadır. Burjuva sınıfının emek süreçlerindeki pozisyonları, kƒr güdüsü ile belirlenir. Bu güdünün ideolojik alana devredeceği fazla şey yoktur. Ancak…

Buraya kadarki yaklaşımın sağlığını korumak için bazı parantezler açmak gerekiyor. Eğer, egemen ideoloji ile burjuva ideolojisi arasındaki ayrımı sağlam temellere oturtacaksak “saf” anlamıyla bir burjuva ideolojisinin peşinde koşup, sonunda “işte görüldüğü gibi buradan bir şey çıkmıyor” demenin bir anlamı yoktur. Çünkü, burjuva ideolojisini hiçleştirmek veya bir güdüye indirgemek, bugünkü egemen ideolojiye burjuva ideolojisi değil de “egemen ideoloji” demek için basit bir totolojiye dayanmak anlamına gelir. Bu da bize çok şey kazandırmaz. Buna bir örnek vermek istiyorum:

“Şimdi, milliyetçiliğin burjuva devrimi ve burjuva yönetimiyle tarihsel ilişkisi bazı bakımlardan oldukça şaşırtıcıdır. Çünkü burjuva sınıf ideolojisiyle milliyetçilik arasında hiç de sosyalizm ile işçi sınıfı ideolojisi arasındaki gibi bir ilgi yoktur. Pazar rasyonalitesi ve yarışmacı bireycilik burjuvazinin çeşitli kesimlerinin, özellikle en üst kesiminin karakteristiği olan kozmopolitizmle çok daha fazla yöne sahiptir. Milliyetçiliğin burjuva devrimi ile ilişkisi hanedan ve/veya sömürgeci iktidarın karşısına belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan, yasal olarak özgür ve eşit yurttaşlardan oluşan bir devleti koyan bir mücadele ideolojisi sağlamasıyla başladı” 5 . [THERBORN Göran]

İdeolojik süreçleri siyasal süreçlerden en önemlisi de sınıfların iktidar mücadelesinden ayırmamak gerekir. Yukarıdaki alıntı sermaye sınıfının kozmopolitizme eğilimli olmasından hareketle, aynı sınıfın ulusal pazar-sermaye iktidarı-milliyetçilik bağlantısının nasıl hafife alındığını göstermektedir. Burjuvazinin varlığı, aristokrasiye karşı mücadeleden ve bu mücadelede ezilen sınıfları yanına çekme gayretinden bağımsız bir biçimde ele alınamaz. Bu yaklaşımla, burjuva ideolojisini tanımlarken sermaye sınıfının üyeleri arasında gerçekten hayırsever, insanca duygular taşıyan kişilerin olduğunu da hesaba katmamız gerekir. Ki yükseliş döneminde bu durum hiç de istisnai değildir. Milliyetçilik, sınıf egemenliğini sorgulamadığı için ulusal pazarın oluşumu açısından ölümcül olduğu için ve nihayetinde kapitalizmin eşitsiz gelişme dinamiklerine uyum sağladığı için burjuva sınıfının kozmopolit eğilimlerine rağmen, aynı sınıfın ideolojisi içerisinde önemli bir öge haline de gelmiştir. Bu nedenle milliyetçilik burjuvazinin ideolojik giysisinde iğreti duran bir olgu kesinlikle değildir.

Sınıflar mücadelesinin doğal ihtiyaçları ve sermaye sınıfının iktisadi alandan başlayarak, siyaset, kültür alanlarındaki dinamikler üzerindeki hakimiyeti hatta bilimsel gelişmeler, burjuva ideolojisinin kayıtsız kalamayacağı zenginleşmeyi (çok ögelilik) dayatır. Bu şöyle de formüle edilebilir: Burjuva egemenliği, emek-sermaye çelişkilerinin geride bıraktığı doğrudan- dolayımlı her öge üzerinden ideolojik egemenliğine bir şeyler katacaktır. Çünkü sınıflar mücadelesi bir ilişki biçimidir de…

Buradaki ihtiyatlılıkta amacım, kavramsal çerçevenin reel süreçleri daha iyi algılamamız ve devrimci politikalar üretmemiz için gerekli altyapıyı sunması gerektiğini hatırlatmaktır.

Ama bütün bunlar, bugün tek tek kapitalist toplumlarda egemen olan bir “burjuva ideolojisi”nden değil de, egemen ideolojiden söz etmemizi engellemiyor. Yeter ki egemen ideolojiyi havada asılı bırakmayalım, onun zenginliğini betimeleyeceğiz diye, büsbütün belirsiz hale getirmeyelim.

Çünkü, egemen ideoloji, sermaye sınıfının egemenlik araçlarından bir tanesidir. Nasıl, burjuva devlet mekanizması devrimci kriz dönemlerinde emekçi sınıflar lehine yarılmalar yaşadığında, ona bir dönüşüm atfetmiyorsak, egemen ideoloji de burjuva karakterini hiç yitirmez. Başına gelecekler parçalanma, zayıflama gibi süreçlerdir.

Dolayısıyla egemen ideolojinin bütün ideolojilerden (de) etkilendiği özel bir eklemlenme alanı olarak görülmesi bir adım daha atıldığında bizi bambaşka bir “egemen ideoloji” tanımına götürecektir. Oysa egemen ideolojinin başka ideolojilerden etkilenimi ayrıştırılması gereken iki başlık üzerinden ele alınmak zorundadır.

Bu başlıklardan bir tanesi, kapsayıcı ideolojilere (sınıf ideolojileri dahil) katılma dışında varolamayan ideolojiler ve ideoloji değil de ideolojik öge olarak adlandırabileceğimiz alt küme unsurlarıyla ilgilidir. Egemen ideolojinin bünyesinde uygun bir dönüşüme uğrayan bu ideoloji ve ideolojik ögeler, egemen ideolojinin sermaye egemenliği etrafındaki koruyucu sis perdesini daha da yoğunlaştırır. Örneğin dinci ideoloji böyledir.

Diğer başlık ise, işçi sınıfı ideolojisi ve bunun da ötesinde devrimci ideolojilerle ilgilidir 6 . Sınıflar mücadelesinin ideolojik alandaki şiddeti, egemen ideoloji üzerinde her daim “iz” bırakır. Sosyalist ideolojinin veya devrimci mücadelelerin sistemin ideolojik yapılanmasına gönderdiği bozucu sinyallerin egemen ideolojide “eskisi gibi sürmeme” sonucunu doğurduğu açıktır. Ancak bu bozucu etkinin de bir “eklemlenme” olarak tarif edilmesi veya devrimci (sosyalist) ideolojinin egemen ideoloji kapsamında kendisine kısmi bir yer açtığının düşünülmesi doğru olmayacaktır. Üstelik bu yaklaşımın siyasal mücadelede ciddi stratejik sorunlar yaratması kaçınılmazdır.

Egemen ideoloji, eğer değişik ideolojilerin etkileşim ve mücadeleler sonucu ona kendilerinden bir şeyler kattıkları bir eklemlenme hali ise, onun sınıf karakterinde zaman zaman kimi zayıflamalar hatta belirsizlikler ortaya çıkması da “teorik” olarak mümkün olabilir. Egemen ideolojinin tanımında benim riskli dediğim noktaya kadar gelen Çulhaoğlu, modelinde burada frene basarak, şöyle diyor:

“Egemen ideolojiyi oluşturam özel eklemlenme, sağa gittiği ölçüde sola da gidemez. Başka bir deyişle, egemen ideolojinin sağ eklemlenme biçimlerinin herhangi bir sınırı yokken, sola gidiş kesin sınırlara sahiptir. Egemen ideoloji, eklemlenmesinin toplumsal formasyonun kendini yeniden üretmesine ciddi biçimde engel olduğu her durum, şu ya da bu yönde radikal siyasal çözümleri davet eder” 7 .

Sosyalist ideoloji ile egemen ideoloji arasında bir ölçek sorunu yok. Zaman zaman bulanıklaşsa da, bir karşıtlıktan söz etmemiz gerekiyor. Bu anlamda burada “sınır”dan söz edeceğimize, bir kez daha “başkalaşım”dan söz etmekte yarar bulunuyor. Örneğin ABD’de Vietnam savaşı sırasında ortaya çıkan tepkilerin bir bölümü orijin olarak düzen-içi, bir bölümü ise düpedüz düzen karşıtıydı. Bu tepkilerin ideolojik alanda (pasifizm, anti-militer tutum, anti-emperyalizm, ezilenlerle dayanışmacılık, anti-Amerikancılık vb.) yarattığı etki kısa sürede sermaye düzenin egemen ideolojisine tabiyete dönüştü. Örnek olsun, dönemin üç simgesi Bob Dylan, Joan Baez ve Jane Fonda daha sonra sağa kaymadılar. Belli bir sistematikten yoksun tepkisellikleri ve bu tepkiselliğe dayanan ideolojik ögeleri, egemen ideoloji istediği içerikte yeniden üretti, onları “benzetti”…

Egemen ideoloji ,eklemlenme süreçlerinde son derece etkili bir filtreye sahip olduğu için, kendi sınıf karakterini hiç yitirmeden kapsar; ya da dışlar…

Buradaki tartışma ideolojik alana nereden yaklaştığınızla da ilgilidir. Egemen ideolojiyi “ideolojiler alanındaki ideolojik sistemlerin, oluşumların ve motiflerin belirli tarihsel koşullarda, geniş kitleler tarafından belirli biçimlerde anlamlandırılması ve ilişkilendirilmesiyle oluşmuş bir eklemlenme”8 şeklinde tarif ettiğimizde egemen ideolojinin verili bir toplumsallıkta, bir başkalaşım içerisine girebileceğini de söylemiş oluruz. Burada egemen ideolojiye geniş kitleler cephesinden bakmaktayız.

Ancak, bu tek başına ne kadar doğrudur? Egemen ideoloji toplumsal zeminde kendi olmaktan çıkabilir mi?Toplumun bir ideolojik ortalaması var mıdır?

Bu sorulara mutlak yanıtlar vermek mümkün değil. Özellikle son soru açısından baktığımızda “toplumsal anlamlandırma”dan hareketle egemen ideolojiyi tarif etmemizin oldukça güç olduğunu görürüz. Çünkü, egemen ideolojinin değişik sınıf, katman ve nihayetinde bireylere dönük müdahalesi farklı farklıdır. Ve bu farklılık, “ortalama”yı veya baskın tonu saptama ile giderilemez.

Bunu şöyle açabiliriz: Sınıf mücadelelerinin yükseldiği dönemlerde eğer bu yükselişe etkili bir ideolojik mücadele de eşlik ediyorsa, sosyalist ideolojinin de kendi ağırlığını koyacağını varsayabiliriz. Bu ağırlık, egemen ideolojide bir sola kayış mı, sağa kayış mı yaratacaktır? Burada eğer gerçek bir krizden söz ediyorsak, egemen ideolojinin faşizan, ırkçı, korporatist bir eksene kayacağından neredeyse emin olabiliriz. Sosyalist ideolojinin etkilerini yalnızca egemen ideoloji içerisinde ele alamayacağımız bir kutuplaşma söz konusudur. Bu kutuplaşmanın tek tek bireylerin bilincinde belirsizleşmesi, parçalı hale gelmesi ve bu anlamda zihinlerde bir eklemlenme yaşanması çok önemli değildir. Çünkü burada ideolojik mücadelenin temel hedefi, bu belirsizlikleri azaltarak, mümkün olduğunca somut siyasal hedeflere yönelmek (ve yöneltmektir).

Bu yazılanlar, ideolojik ögeler üzerinde bir hegemonya ve renk çalma mücadelesinin sürmediği anlamına gelmez. Tam tersine, sosyalizmin bağımsız bir ideolojik güç haline gelmesi için egemen ideoloji kapsamında yer alan bazı ideolojileri ve ideolojik ögeleri bozması, onları dönüştürmesi gerekmektedir. Bu nedenle, bir içiçelikten ve bulaşıklıktan kaçınmak mümkün değildir. Ancak, bağlam tamamen farklıdır, dolayısıyla ideolojik mücadelenin konusu, egemen ideoloji içerisinde alan kapmak değil ideolojik alanda bağımsız bir yer edinmektir.

Peki, bu mücadelede nereye kadar gidilebilir? Bilindiği gibi Marx’ın Alman İdeolojisi’nde egemen sınıfla egemen ideoloji arasında kurduğu bağlantı, “üretim araçlarına sahip olan sınıfın aynı zamanda ideolojik üretim araçlarına da sahip olduğu” noktasındaydı. Marx’ın bununla yetinmediği rahatlıkla söylenebilir. Dahası, marksistlerin bununla yetinmeleri mümkün değil. Ancak, bir hareket noktası olarak Alman İdeolojisi‘ndeki tutum, hiç de yabana atılamaz. Marx’ın yaklaşımı üretim ilişkilerini hafife almamaktadır. Ama kapitalist toplumlardaki kritik halkanın, üretim araçlarının mülkiyeti olduğunu vurgulamadan yapamayacak bir marksisttir Marx!

Ancak Marx’ın aynı yerde ideolojiye “yanlış bilinç” yakıştırması ortaya bir sorun çıkarmaktadır. Çünkü, ilgili yerde Marx bir işbölümünden de söz etmekte ve burjuvazinin fikir işçilerini ideoloji üreten özneler olarak göstermektedir. Dolayısıyla Marx’a “yanlış bilinç” üretmekle görevli olan bir takım adamların öznelliklerine denk düşen bir “ideoloji” tanımı yakıştırılmaktadır. Bu Mar’xa yapılan büyük bir haksızlıktır. Üstelik, bazı “marksistler”in Marxa bu kestirmeciliği yakıştırarak, “katkı” yapmaya kalkmaları da anlamsızdır. Çünkü, Marx’ın özgün bir ideoloji kuramı geliştirmemesi, onun ideolojiler alanındaki nesnel dinamikleri hiç hesaba katmadığı anlamına gelmez.

Bu konu özellikle önemlidir. Çünkü, ideolojilerin oluşumundaki nesnel dinamikleri görmezden gelerek, ideolojik mücadele alanındaki görevlerimizi layıkıyla belirleme şansımız bulunmayacaktır. Bu nesnellik, işçi sınıfı somutluğunda, bir kendiliğindenliğe denk düşer:

“Kendiliğindenlik otorite ile çelişmez: Devrimci pratik yaşamsal ihtiyaçların (gördüğünüz gibi bunlar hayatın maddi zorunluluklarına duyulan ihtiyaçlar olmak zorunda değiller) tutuşması olduğu sürece kökleri kendiliğindenliktedir. Ancak bu kendiliğindenlik aldatıcı olabilir; yerleşik düzenin gerektirdiği, fakat insanların özgürleşmesine karşı olan toplumsal ihtiyaçların yansıtılmasından doğmuş olabilir. Bugün durum, hiç olmadığı kadar böyledir. İnsanların yoğun biçimde telkin ve idare edilmesi yoğun bir karşı- eğitim ve örgütlenmeyi gerektirir. Tam da bu gerekliliğin karşısına Yeni Sol içindeki anti-otoriter eğilimler çıkar. Bu eğilimleri değerlendirmek zordur: Kolayca mahkum edilemezler. Bir yandan bürokratik-otoriter kitle partilerine karşı girişilen tarihsel olarak doğru muhalefetin parçasıdırlar, diğer yandan erkencidirler ve hareketin etkinliğini tehlikeye düşürürler. Soyut bir biçimde bugünkü radikal muhalefetin ayırt edici bir özelliğini -gücünü (ve hakikatini) tüm bireydeki, diğer özgür bireylerle birlikte ve doğa iğle (hem kendi doğası hem de dış doğa ile) yine bir ilişki içinde yaşayacağı bir yaşam tarzına duyduğu hayati ihtiyaçtaki köklerinden alıyor olma derecesini- ifade ederler” 9 . [MARCUSE Herbert]

Bu ihtiyaçlar, işçi sınıfının maddi ihtiyaçları ile sınırlı değildir. Örneğin “vatan”, “ulus” gibi kavramlar etrafında ortaya çıkan duygulanımlar da ideolojik alanın seslendiği ihtiyaçlardandır. Burjuva ideolojisinin veya egemen ideolojinin ögesi olarak işçilerin böyle bir yaşamsal ihtiyaç üretmeleri bağımlı, hatta birçok kez karşı-devrimcidir. Ama, egemen ideolojinin “ulusallık” denilen şeyi bir biçimde taşıması olmaksızın, bugün sosyalist ideolojinin yurtseverliği kendi özgün bağlamında yeniden üretmesi mümkün değildir. Bu açıdan, ideolojiler alanındaki eklemlenmeler sınıflar mücadelesinde büyük olanaklar sağladığı gibi, ideolojilerin içiçeliği yanılgısını da doğurur. Gerçek olan, ideolojik ögelerin bütünsel ideolojiler (statükocu ideolojiler ve devrimcilik ve devrimciliğin en kapsamlı ve sistematik uzanımı olarak sosyalist ideoloji) tarafından yeniden üretilmesidir. Aydınlanma, eşitlikçilik, de böyledir…

Burada artık şunları söyleyebiliriz: Sosyalist ideoloji, egemen ideolojiyle aynı ideolojik düzlemde mücadele eder. Ancak insanların bu alanda ortaya çıkan ideolojik sistemlerin etkisini bütünsel değil, parçalı bir biçimde hissetmeleri, sosyalist ideolojinin egemen ideolojinin bir uzantısı olarak varolduğu anlamına gelmez.

Bu nedenle “egemen ideoloji” tanımında, yazımın başında riskli olarak tanımladığım bir noktaya ulaşmadan, “egemen ideoloji, egemen olabilmek için, dar anlamda burjuva ideolojisini aşan; bir yanda bireylerin toplulukların ve sınıfların kendi ürettikleriyle, diğer yandan da resmi ideolojinin girdileriyle beslenen bir esnekliğe ve kapsayıcılığa ulaşmak zorundadır”la yetinmek gerekiyor 10 .

İdeolojik mücadele-siyaset bağlantısı

Bu bağlantı üzerine sonsuz önerme sıralanabilir. İdeolojinin siyaseti öncelediğinden, siyasal mücadelenin nihai olarak belirleyici olduğundan, ideolojik yapıların siyasal araçların müdahalesine fazlasıyla açık olduğundan… Böyle gidebilir. Bu bağlantı noktalarına ilişkin vurguların dönemsel karakter taşıdığını kabul ediyorum. Ancak yine de, sosyalizm mücadelesinde, farklı mücadele alanlarının birbirine nasıl bağlandığı konusu, “filanca dönem siyasi mücadele ön plana çıkmalıydı, şimdi ise ideolojik mücadelenin önemi arttı” basitliğiyle ele alınamaz.

Sosyalist mücadeleden, partiden söz ediyoruz. Parti, bir siyasi mücadele aracıdır. Bu nedenle, bir partinin pratiğini ve tarihini değerlendirmek, onun siyasal hattını ele almakla mümkündür. Başka hiçbir şey, bir partinin kimliğini belirlemede siyasal pratiğin önüne geçemez.

Peki ya ideolojik yönelimler?

Birazdan tartışacağımız konuda peşin bir yargı belirtebiliriz: İdeolojik yönelimler, bir parti söz konusu olduğunda, ancak siyasal pratikte realize olur. Burada siyasal pratikten kastedilen, geniş anlamıyla emekçi sınıflara dönük her tür “hedef gösterici-harekete geçirici-örgütleyici” etkinliktir. İdeolojik mücadele aracı olarak görülebilecek “yayın faaliyetleri”nin bir bölümü de, yine siyasal pratik kapsamında değerlendirilebilir.

Eğer siyasi partileri toplumsal sınıf ve katmanlarla ilişkileri çerçevesinde ele alacaksak, başka türlü bir değerlendirme olanaksızdır. Çünkü, bir parti kendi iç tartışmaları veya yakın durduğu başka öznelerle yaptığı tartışmalar üzerinden değil, değişik sınıflara nasıl seslendiği ve onlara hangi projeleri taşıdığıyla “toplumsal kimlik” kazanır.

Ancak sosyalizm mücadelesinde parti, siyasal etkinliklerini önceleyen bir ideolojik çerçeveye de sahiptir. Eşitlikçilikten başlayarak dayanışmacılık, enternasyonalizm, kamuculuk ve giderek daha çetrefil ideolojik ögeler olarak anti-emperyalizm, yurtseverlik,  aydınlanmacılık, zengin düşmanlığı, özgürlük-adalet tutkusu, belki batıcılık, belki kalkınmacılık, hatta farklı bir anlamda da olsa modernizm… Bütün bunlar her ülkenin özgün koşullarının ürünü olarak farklı ağırlıklar kazanabilirler. Ayrıca sosyalist ideolojinin bütün bu saydığımız “olası” unsurları, oldukça farklı söylemlerle varolabilir. Bu farklılaşma, uluslararası planda komünist hareketin bir zaafı olarak görülmemelidir. Tam tersine ideolojik güvenlik kuşağı iyi oluşturulduğunda ve uygun siyasal araçlar geliştirildiğinde, mücadele edilen toprağın rengini alan bir ideolojik çerçevenin “ulusal sosyalizm” garabeti ile hiçbir alakası olmayacak, bu çerçeve sosyalist hareketin etkinlik katsayısını artıracaktır.

Güvenlik kuşağından kastedilen “tersinden önlemlerdir”… Örnek olsun, sermaye sınıfı veya onun herhangi bir temsilcisi ile siyasal yanyana duruşu (yanyana geliş ile duruş arasında bir ayrım vardır ve bu ayrıma daha sonra değinilecektir) mümkün ya da gerekli kılan bir ideolojik çerçeveden uzak durmak, böyle bir önlemdir. Yine, devrimci özne, sosyalist ideolojinin taşıyıcısı ve parçası olarak, bu ideolojinin merkezinde eşitlikçilik ve kamuculuk ikilisinin durmasından hiç vazgeçemez. Zaman zaman başka unsurların kaçınılmaz bir biçimde öne çıkması halinde, sözü edilen merkez unsurlara takviye yapılır, ya da onların öne çıkan unsurlara daha fazla içkin hale gelmesi için çaba gösterilir.

Bütün bunlar, partinin siyasal hattını belli bir ideolojik çerçeve bağlamında oluşturduğunu hatırlatmak için anlatılmaktadır. Güncel bir örnek “dinci hareket” üzerinden verilebilir. Türkiye solunda, konuya ilişkin yıllardır yazılıp çizilenlerin toplumsal planda özel bir anlamı yoktu. Dolayısıyla, Türkiye solunun dinci hareket karşısındaki “ideolojik” tavrı siyasal bir değer taşımamaktaydı. Ne zaman ki, bu ülkedeki siyasal gelişmeler, solda değişik oluşumları, kendi ideolojik çerçevelerinden hareketle bir siyasal üretime zorladı, o zaman her birisinin “ideolojik” tavrı somut bir değer kazanıverdi. EMEP’in ideolojik çerçevesi “sosyalist” denemeyecek iç dengesizlikler ve ağırlık kaymaları ile malul olduğu için, şeriatçılarla dayanışma gibi bir siyasal çıktı üretirken, SİP’in o ana kadar kendisini çok fazla realize edemeyen “aydınlanmacı ve jakoben kültür”ü, Türkiye solunda oldukça özgün bir siyasal tavrın sergilenmesine neden oluyordu.

Burada iki konu önemlidir.

Birincisi, ideolojiler nesnel dinamiklerin ürünüdürler, dolayısıyla öznel müdahalelerin ideolojik oluşumlardaki sınırları bellidir. Ancak sosyalist ideoloji, diğer ideolojilerle karşılaştırıldığında, hem kendisine şekil verme açısından daha özgürdür, hem de bu özgürlüğü iyi kullanabilen bir özneye sahiptir.

İşte, belli bir ideolojik kalkış noktasının ürünü olan her siyasal konumlanış, o ideolojik kalkış noktasına bir şeyler katar, onun iç dengelerinde belli değişiklikler yapar. Şeriatçılarla kolkola eylem yapan bir hareketin ideolojik açıdan bazı unsurları zedelenmiş, bazı unsurları ise güç kazanmıştır. Örneğin, özgürlükçülük ve demokratizm daha ağrılıklı bir konuma gelirken, aydınlanmacılık ve eşitlikçilik darbe almıştır.

İkinci önemli nokta, bir ideolojik çerçevenin, siyasal konumlanışın ardından belli bir toplumsallık tarafından anlamlandırılmasıdır. Burada, siyasal yanıtlar kadar, o konumlanışın toplumsal planda ideolojik açıdan nasıl kayda geçtiği de hesaba katılmalıdır. Sosyalist ideoloji açısından bu “toplumsal anlamlandırma” her şey demek değildir. Çünkü, öznenin ideolojik kalkış noktası ile bu ideolojinin belli siyasal dolayımlarla toplumsallaşması arasındaki farklılık, zaten siyasetin varlık nedenlerinden başlıcasıdır. Benim burada işaret etmek istediğim, toplumsal planda devrimci öznenin murad etmediği veya hesaba katmadığı kimi ideolojik kurguların ortaya çıkmasının mümkün olduğudur. Örneğin, “özgürlükçü” bir kimlik, hiç beklenmedik noktalarda alıcı bulabilir, hiç beklenmedik bir “gölge kimlik” oluşturabilir.

Bir kez, toplumsal bir kimlik oluşturmaya başladığı andan itibaren, devrimci öznenin bu kimliği de, ideolojik çerçevenin içinde yerini alır. Çünkü, özne, bu kimlikten bağımsız bir töz değildir.

Bu durum ideolojik yönelimlerle fazla oynanamayacağı için son derece kritik bir şeydir. Siyasal etkinlikler, ideolojik alanda iz bırakmadıkları sürece, daha kolay düzeltilebilir, telafi edilebilirler. Ancak, ideolojik vurgusu güçlü siyasal çıkışların kalıcı sonuçları olacaktır. Örneğin 71 öncesi öğrenci hareketleri kapsamında sayısız siyasal eylem hayata geçmiştir. Bunlar içerisinde bu hareketleri toplumsal ve tarihsel planda en fazla tanımlayanlar anti-emperyalist içerikte olanlardır.

Yine güncel bir örnekten devam edecek olursak, burjuva siyasetinde eşzamanlı ve eşdeğer gürültüyle ardı ardına devreye giren “çeteler” ve “dinci gericilik” başlıklarında solun müdahale olanakları, onun her bir başlıktaki “ideolojik” gücü ile de sınırlanmıştır. Kim ne derse desin, çeteler başlığında sol düzen içi güçlerle yanyana gelmiş, bir kısım sol bu yanyana gelişi yanyana “duruş”a çevirerek siyasal bağımsızlığını yitirmiştir. Ancak, bir bütün olarak solun “çeteler”, başlığında onca eylem ve olanağa rağmen yeterince etkili olmamasının ardında yatan, bu sürecin ideolojik zayıflığıdır. Bu başlıkta harekete geçirilecek en önemli ideolojik öge “adalet duygusu”dur; buna uygun siyasal araçlar yaratılmasıdır. Oysa, 12 Eylülün emekçi sınıflarda yaptığı en büyük tahribat belki de buydu: Adalet tutkusu erozyona uğramıştı. Buradaki sınır, “teşhir”e dayalı bir siyasal devinim yaratmış ve ideolojik açıdan kısmi bir rahatlama sağlayacak anti-faşizm de “çete” gündemine egemen olamayınca, aylarca süren bir “siyasal duyarlılık” dönemi toplumsal açıdan sınırlı bir iz bırakmıştır.

Dinci gericilik başlığı ise daha farklıdır. Sosyalist hareket gericiliğe karşı mücadelesinde çok güçlü bir ideolojik geleneğe sahiptir. Daha sonra değineceğim gibi, güçlü bir siyasal çıkış için gerekli örgütsel gövdeye ulaşılma sürecinde, ideolojik cephesi sağlam başlıkların son derece iyi değerlendirilmesi gerekmektedir. Nitekim, şu veya bu doğrultuda ve elbette sınırlı bir toplumsal ölçekte, “sol”un değişik kesimleri çete gündeminde yapamadıklarını dinci gericilik bahsinde yapmışlar ve kendilerince “özgürlükçü”, “sivil toplumcu”, “liberal” veya “aydınlanmacı” bir kimlik edinebilmişlerdir.

Sosyalizm kavgasında siyasi mücadele esastır. Türkiyede bu daha fazla böyledir. Ancak, siyasal açılımların berrak bir ideolojik kimlikle gerçekleştirilmesi mutlak bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Açıkçası, egemen ideolojinin bu kadar döküldüğü bir kriz sürecinde, 1980’lerin sonunda toplumsal zemine yaslanan işçi sınıfı hareketinin de, Kürt hareketinin de en büyük sorunları “siyasetsizlik” değil, bir siyasi açılımı sırtlayacak ideolojik kimliğin oluşmamasıdır.

Şimdi bu konuyu açmanın tam sırasıdır.

Genel olarak ideoloji-siyaset ilişkisinden çok, sosyalist hareketin neden siyasi açılımlarını sağlam ideolojik bir çerçeveye, kimliğe yaslaması gerektiğini açmamız gerekiyor.

Okurların bu bölümde öncelikle Türkiye solunu ve Türk ve Kürt emekçilerinin mücadele ettikleri toprakları veri almalarında yarar vardır. Çünkü, sosyalist hareketin kabuğunu çatlatma sancıları söz konusu olduğunda, en temel sorunumuz siyasal etkinliklerimizin “etkisi”ni çarpan bir ideolojik zenginliğe henüz ulaşamamamış oluşumuzdur.

Sosyalist hareketin böylesi sancılar çektiği örneklerde, ideolojik kimliğin siyasal ve örgütsel zayıflığa kalkan oluşu, üzerinde en fazla durulması gereken konudur. Toplumsal meşruiyet kimileri için önemsizdir; hatta toplumsal meşruiyet arayışı, nihayetinde düzene tutunma çabaları olduğu için, pek devrimci bir kaygı değildir! Oysa, sosyalist siyasetin en temel özelliklerinden birisi aynı anda hem tarihsel, hem de toplumsal meşruiyet zeminine basma ihtiyacı hissetmesidir. Tarihsel meşruiyet, devrimci öznenin kendisine biçtiği özel rolle (eşitlikçi bir topluma doğru irade beyanı, eylemlilik ve kendine bu süreçte özel bir değer atfetme) ilgilidir ve batı marksizmi tarafından “gayri-meşru” ilan edilmiştir; bana göre bolşevizmin bugüne taşınabilecek en kalıcı değerlerinden birisidir. Ne ki, burada konumuz dışıdır.

Konumuzla ilgili olan toplumsal meşruiyet arayışına gelince…

Sosyalist hareketin iktidar mücadelesi ve bu mücadelenin somut siyasal başlıklar üzerinden kendisini ortaya koyuşu, her zaman, amaçla sonuç arasında bir açı yaratacaktır. Bu açı, sınıflar mücadelesinde güçler dengesinin eşitsiz dağılımı olarak da görülebilir. Egemen sınıf, çok özgün yükseliş dönemleri dışında devrimci özneyi siyasal ve örgütsel olarak kuşatır ve bir eğilim olarak bu kuşatmanın etkisini sürekli artırmaya çalışır. İşte bu süreçte, öznenin siyasal direnci ve örgütsel korunaklılığını artıracak olan şey, onun toplumsal kimliği ve bu kimliğin ideolojik renkleridir. Burjuvaziyi en fazla korkutan çıkışlar, onun devrimci harekete dönük müdahalelerinin meşruiyetini sorgulayan ve tersinden, devrimci harekete dönük toplumsal ilgiyi artıran siyasi eylemlerdir. İdeolojik mücadele, çoğu kez devrimci öznenin her zaman daha kolay tecrit edilebilecek ve meşruiyeti ayaklar altına alınabilecek örgütsel yapısını değil de, toplumsal kimliğini ilgi odağı haline getireceği için, “özne”yi birçok durumda koruma altına alır.

Buraya kadar anlatılanlar, tek yönlü bulunabilir. Bu nedenle, ideolojik mücadelenin etkili bir biçimde sürdürülebilmesi için toplumsal alanda kendisine adım adım (kriz dönemlerinde ise belli sıçramalarla) alan açan bir örgütlenmenin gerektiğini hatırlatmak istiyorum. Çünkü, devrimci siyaset için tutarlı bir ideolojik çerçevenin gerekli olması, siyasetin örgüt belirlenimli bir süreç olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.

Bu sürecin ideolojik temelleri her zaman güçlü olmayabilir. Zaman zaman siyasi mülahazalar, ideolojik temeller üzerinde ağır bir baskı kurabilir. Devrimci özne, bu tür “kayma”ların kalıcı bir deformasyon yaratmaması için önlem almak zorundadır. Örneğin, 1920 yılında “Rusya ile Almanya, boğazlanmış olan bir ülkeyle büyük üretici güçleri harekete geçirebilen bir ülke arasında ittifak: Bu durum Almanyada politik bir karmaşa yaratmış bulunuyor. Alman Kara Yüzleri, Bolşeviklere karşı, aynı Spartaküs Birliği gibi sempati besliyorlar”11 diyen Lenin’in yaklaşımı süreklilik arzetseydi, Alman işçi sınıfının faşizmin öncülleri ile siyasal ittifak kurması işten bile olmazdı. Genç Sovyetler Birliğinin savunulması için atılan adımlar sırasında ortaya çıkan bu “uç” yaklaşımların bolşevik geleneğin ideolojik yapısında ne türden noktaları tahrip ettiğini burada saymaya bile gerek yok…

Yine Sovyetler Birliğinin 70’li yıllarda Franco faşizmi emekçi sınıflara kan kustururken, “İspanya’nın Avrupa ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmasının bu ülkeyi tecritten kurtaracağı” teziyle geliştirdiği dış politika açılımı sosyalist bir ülkenin ideolojik dokusunu bayağı zorlamıştır. Faşist İspanya’yı, ABD’den uzaklaştırmak için sürdürülen bu açılımın siyasal rasyonalitesi oldukça açıktır. Ancak anti-emperyalizmin yerine geçirilen anti-Amerikancılık, sosyalist ideolojinin diğer ögeleriyle çok daha zayıf bağlar kuracağı için, bu açılımın ideolojik meşruiyeti ciddi bir biçimde sorgulanabilir.

Benzer tartışmalar Marx için de söz konusudur. Hint uygarlığının Avrupa uygarlığından daha ilkel olduğunu vurgularken, belli ki siyaset olmasa bile bilimsellik adına, “ezilenlerden yana olmak” erosentrik ideolojiye kurban edilmiştir. Keza, Çarlık Rusyası’ nın gücünü artırıcı her tür ulusal hareketi, “düşman” ilan etmek de siyasal dozu çok yüksek bir “kayma”ya işaret eder. Gerçi bu “kayma”da Avrupadaki burjuva demokrat hareketleri kollayıcı, dolayısıyla “aydınlanmacı” bir ideolojik temel de bulunmaktadır. Ancak, nihayetinde daha sonra uluslararası harekette çok tartışılacak, “ulusal kurtuluş” veya “ulusların kaderlerini tayin hakkı” gibi konular, Marx örneğinde bu siyasi tavır nedeniyle neredeyse tamamen bir kenara itilmiştir.

Siyasal açılımların ideolojik temel üzerindeki etkisi yalnızca bu kadarla kalmamaktadır. Devrimci hareket açısından toplumsallaşma süreçlerinde ön plana genellikle anlık siyasi konumlanışlar çıkar. Bunun, bir anlamı da, belli bir toplumsal ölçeğin ideolojik temeli zayıf siyasal bağlanmalar üzerinden, devrimci özneyle birlikte davranmaya başlamasıdır. Özne şu veya bu “güncel” lik üzerinden, daha önce farklı siyasal öznelerin çekim alanında bulunan yeni kesimleri yanına alabilir. Devrimci patlama anlarında bu durum özellikle belirgindir.

Ancak devrimci özne, eğer bu bağlantı noktalarına ideolojik müdahaleler yapmazsa, şu veya bu siyasal nedenle “devrimci küme” nin bir elemanı olarak davranan alt gruplar veya şu veya bu siyasal nedenle kendilerini devrimci öznenin yakınında bulan toplumsal kesimler, doğrudan devrimci öznenin temsil ettiği toplumsal kimliğin ideolojik rengini belirsizleştireceklerdir.

Uzun bir süre geleneksel sol partiler, dünya devrimci hareketinin bileşenlerine yeni ögeler ekleyip durdular. İlk başlarda dünya sosyalist sistemi, dünya işçi sınıfı hareketi, ulusal kurtuluş hareketleri olarak üç altbaşlığa ayrılan dünya devrim sürecine demokratik hareketler, barış yanlısı hareketler, çevreciler vb. gibi akımlar da eklendikçe, uluslararası hareketin ideolojik kimliğinde zaten mevcut olan ideolojik çarpılmalar şiddetlendi.

Bu bağlamda bir başka örneği, yakın dönemde ülkemizde “çete” gündemi ile başlayan eylemlilikler üzerinden verebiliriz. Bu eylemliliklerin başlangıç itkisinin bütünüyle devlet tarafından verildiğini ileri sürmeyeceğim. Ancak, hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki, gece eylemleri düzen güçleri tarafından belli bir içerikle yönlendirilmeye çalışıldı. Bu içeriğin toplumsal taşıyıcısı olarak, kimi “sivil toplum örgütleri”ni, bazı partilerin bazı üye ve yandaşlarını, medyayı sayabiliriz. Kısa bir süre içerisinde bu eylemlerde inisiyatif en azından bazı bölgelerde sol güçlere geçmeye başladı. Doğal olarak birçok durumda, ama özellikle geniş kitleler nezdinde bütün bu eylemlilikler “çete”leri protesto eden tek bir kimliğe indirgendi.

Siyasal olarak, düzen güçleriyle yanyana geliş örneğimizde kaçınılmazdır. İşte burada, ortaya çıkacak bulaşıklığı bertaraf etmek, yanyana gelişin yanyana duruşa dönüşmesini engellemek için hem o eylemliliklere, hem de o eylemliliklerin yarattığı toplumsal kimliğe ideolojik girdilerde bulunmak zorunludur. Sosyalist İktidar Partisi’nin o dönemde “ya çeteler ya sosyalizm” kodlamasıyla, ama çok sayıda güncel siyasal araç geliştirerek yapmış olduğu müdahalelerin anlamı buradaydı. Aynı dönemde bir kısım solcu SİP’ i “bölücülükle” suçluyor, Mesut Yılmazı, Demireli ve Eceviti de “çete düzeni”nin sorumluları arasında gösteren döviz ve pankartlara yasak koymaya çalışıyordu.

Burada bir fark var… Bu fark “olgun siyaset” ile “keskin siyaset” arasında değil, düzen içi siyaset ile düzen karşıtı siyaset arasındadır. İlkinin keskin olması mümkün olmamakla birlikte, ikincisinin olgunluk sorunu olmadığı da bir güzel anlaşılmıştır.

Bu tartışmaların bir yerinde, “propaganda” ve “ajitasyon” kavramlarına mutlaka girmek zorunda olduğumuz herhalde açık hale geliyordur. Devletin istihbarat örgütleri, eğitim notlarında ajitasyona “tahrik” diyorlar ve Plehanovun zamanında yaptığı ayrımı olduğu gibi benimsiyorlar: Az sayıda bireye birçok fikir vermek propaganda yapmaktır, çok sayıda insana bir tek düşünceyi vermek ajitasyondur.

Propagandanın insanlara, ajitasyonun ise kitlelere yöneldiği tezini bir kenara bırakırsak, gerçekten de sosyalist mücadelenin iki farklı seslenme biçimi arasında “kurgu” açısından önemli ayrımlar olduğunu hemen söyleyebiliriz. Ayrım noktalarından bir tanesi, ajitasyonun dolayımsız niteliğidir. Tavır almak ve harekete geçmeye çağırırken, ajitatör bu amacı geriye iten bir bağlam geliştirmeyi denemez. Çünkü, birçok durumda insanların bütünlüğü yakalamak için gösterecekleri çaba onları atıl hale getirebilir, kesin kanaat oluşturmaları için ek sorgulama mekanizmalarına gereksinim duyulabilir.

Sınıflar mücadelesinde kritik anlar, böyle bir bütünselliği elde etmeye dönük çabaları anlamsızlaştıracak kadar çabuk ve kendiliğinden olgunlaşır. Bir fabrikada işten atılmalara karşı gerçekleşecek direniş, işten atmalara karşı ortaya çıkan doğal öfkenin sıcaklığını yakalamak zorundadır. Bu örnekte ajitasyon, “daha kaçımızı işten atacaklar, ne duruyoruz” dan ibaret kalabilir. Bağlantı noktaları, diyelim ki işten atmaların özelleştirme sürecinin sonucu gerçekleşmiş olması, ise verili anın sorunu değildir.

Şimdi bu sorunu, ajitasyon-propaganda ekseninden çıkartalım ve siyasi mücadelede kaçınılmaz olarak kendisini dayatacak olan bütünlüğü gözetmeksizin tavır almaya veya hareket etmeye çağıran tarzın yaratacağı kısırlık ve geçiciliğin olumsuz sonuçlarıyla nasıl başedileceğine bakalım.

İşte, bu ideolojik mücadelenin siyasal mücadele ile en önemli bağlantı noktalarından birisidir. Her tür siyasal etkinlik belli bir ideolojik düzeye tekabül eder. Ancak, birden fazla düşüncenin biraraya getirildiği ve bunlar arasında bağlantıların kurulduğu düzlemde siyaset çok güçlü bir ideolojik donanıma sahip hale gelir.

Sosyalist mücadelede en hassas sorunlardan birisi budur. Çünkü,siyasal açılımlar çoğu kez dolayımlı ve doğrudan seslenme biçimlerinin aynı anda devreye girdiği bir karmaşıklıkla hayata geçerler. Bu karmaşıklık içerisinde devrimci özneyi burjuva siyasetinden, basit bir manipülatörden ayıracak olan, emekçi kitlelere dönük kesintisiz bir ideolojik çerçeve üretmesidir. İdeolojik bağlamı zayıf düşen bir hareket, işçi sınıfının anlık tepkilerinin şaşırtıcı bir hızla düzenin yarattığı kanallara doğru çekildiğini izleyecektir.

Bütün bunlar sosyalist hareketin siyasal mücadelede ortaya çıkacak dönemsel veya anlık fırsatları değerlendirebilmek ve ortaya çıkacak kazanımları kalıcı mevziler haline getirebilmek için ideolojik mücadelede son derece etkili araçlar geliştirmesi gerekmektedir.Bu araçların an ve süreç diyalektiğini gözetmesi esastır. Bir ülkede ABD donanmasına ait askerlerin eğlenmek için sahile çıkması verili dengeler ışığında örneğin, en fazla “namus” temasının öne çıktığı bir tepkiye geçit verebilir. İdeolojik mücadelede alınan mesafe bu tepkinin milliyetçi, hatta gerici bir iz mi bırakacağını, yoksa anti-emperyalist bir yönelime yardımcı mı olacağına karar verecektir. Hemen her alanda benzer bir ikilemle karşılaşılacaktır. Çevre kirliliği, okullarda yemeklerin yetersiz olması, eğlence yerlerinin yarattığı çürüme vb. başlıkların siyasal alanda yarattığı olanaklar, ideolojik mücadele alanındaki olgunlaşmaya bağımlıdır.

Burada yeri gelmişken, genellikle “siyaset ustası” olarak bilinen Lenin’ in, aslında ideolojik mücadele alanında Rus işçi sınıfı hareketine de belli bir yetenek kazandırdığını söylemek istiyorum. Lenin ideoloji sözcüğünün olumsuz anlamını neredeyse tamamen bir kenara atarak, onu ezilen sınıfların mücadelesine hizmete koşmuştur 12 . Gerçi, işçi sınıfı Rusya’da ideolojik mücadele açısından büyük ölçüde donanımsız kalan bir burjuva sınıfıyla hesaplaşıyordu, ama toplumsal anlamda geçerli olan ideolojik ögelerle bolşevik siyaset arasındaki bağlantıların kurulması, özellikle bütün bir 1917 yılı hesaba katıldığında Lenin’ in eşsiz dehası ile mümkün oldu. Ekmek için, barış için, toprak için… Sosyalizm gerekiyordu…

İşçi sınıfı ve ideolojik mücadele

Şu ana kadar, ideolojik mücadele ile siyaset arasındaki bağlantı noktalarını kurmaya çalışırken, işçi sınıfı ile devrimci özne arasındaki ilişkiye özel olarak girmemiş olduk. Ancak, ideolojik mücadele emekçi sınıfların toplumsal gelişmeler karşısındaki akıl yürütme süreçlerini özgürleştirmeyi hedeflediğine göre, sınıf-öncü ilişkileri mutlaka ayrı bir başlık altında ele alınmak durumunda. Bundan beş yıl kadar önce hazırladığım bir kitabın ilk dört bölümünü bu konuya ayırmış, “öncü-sınıf ilişkileri çok kapsamlıdır ve;

“Ne Yapmalı”cılar işçi sınıfı ile değişik düzlemlerde temasa geçerler. Bu temasta en önemli fiillerden birisi, seslenme ise öncü işçi sınıfına örnek olsun “kadro adayları olarak partiye”, “sosyalizmin sempatizanları olarak örgütlü mücadeleye”, “devrimci sınıfın üyeleri olarak direnişe”, “emekçi halkın bir parçası olarak onur ve vicdanlarına sahip çıkmaya” çağırabilir. Öncü sınıfla ilişkilerinde bu ve benzer düzlemlerin hiçbirisini dışlayamaz, küçük göremez. İdeolojik mücadele de bu düzlemlerden yalnızca birisi değil hepsi hesaplanarak sürdürülür” 13 . [HEKİMOĞLU Cemal]

diye yazmıştım. Öncülüğün siyasal anatomisi altbaşlığını taşıyan bu kitapta ideolojik mücadele alanına gereken yerin verilmediğini düşünüyorum. Siyasal mücadelenin önceliği ve örgütün bu önceliğin aracı olmasından hareket edilmesi, bu eksikliği büyük ölçüde mazur gösterebilir. Ancak, daha önceki bölümlerde üzerinde durduğum gibi, nesnel bir zemine sahip olsa da, ideolojik mücadelede siyasi partinin üstleneceği görevler, aynı zamanda öznel tercihlerin de ürünüdür. Bu tercihlerin mantığı ortaya çıkarılmadan öncülük mekanizmasında ciddi boşluklar kalması doğal olacaktır.

Burada bir kez daha öncü-sınıf arasındaki mesafe önem kazanmaktadır. Çünkü, öncüyü hareket, ettiren nesnel gerçekliğe ilişkin bütünlüklü bir kavrayış ve bu nesnelliğe müdahale söz konusu olduğunda, tarihsel bağlama yerleşmiş olan bilinçliliktir. Aynı özelliğin sınıfın geniş kesimlerine de maledilmesinin mümkün olup olmadığı, marksistler arasında sürüp giden tartışmalardan birisidir ve bu tartışma yalnızca siyasal değil, aynı zamanda ideolojik mücadele açısından da son derece belirleyici öeneme sahiptir.

İşe bu tartışmada taraf olanlardan bir tanesinden başlayabiliriz:

“Aynı şekilde (ikna edilmedikçe mücadeleye kendilerini bağlamayan ve böyle bir bağlanmaya girmediklerinde de bu mücadelenin zorunlu koşullarının önünde engel oluşturan) ezilenler, bu inanca özneler olarak ulaşmalıdır, nesneler olarak değil. Bunun ötesinde de, kendilerini kuşatan ve damgasını taşıdıkları duruma eleştirel olarak müdahale etmelidirler. Bunu propaganda sağlayamaz. Mücadelenin gerekliliği inancı (bu inanç olmazsa mücadele yürütülemez) devrimci önderlik için vazgeçilmez olduğu ölçüde (aslında bu önderliği yaratan şey, bu inançtır) ezilenler için de zorunludur. Zorunludur; tabii ezilenler ile değil, ezilenler için dönüşüm gerçekleştirmek istenmiyorsa” 14 . [FREIRE Paulo]

Peşin peşin söylemekte yarar bulunuyor: Bu yaklaşımı veri aldığımız takdirde, siyasi ve ideolojik mücadelenin konusu daralır, hatta büyük ölçüde ortadan kalkar. Devrimci siyaseti öncü ile kitlenin aynılaşmasına indirgemek, işçi sınıfı hareketini pedagoji biliminin insafına terketmek anlamına gelir (alıntı yaptığımız kitap, adıyla da içeriğiyle de zaten böyle bir iddia taşımaktadır!).

Konumuz açısından söz konusu yaklaşımın doğal sonucu ideolojik mücadelenin sıfırlanmasıdır. Özne, kendi iç eşitsizliklerini bastıran bir yapılanmadır ve bir eğilim olarak “bilerek hareket eder”. Sağlıklı devrimci eylemin ancak işçi kitlelerine benzer bir özellik kazandırılması (ya da işçi kitlelerinin bu özelliği kazanması) ile mümkün olduğunu söylediğinizde, bütüne parçalar dolayımıyla ulaştıran ideolojik mekanizmaları devre dışı bırakmış olursunuz.

Oysa bu dolayımlar, emekçi sınıfların biricik gıdasıdır.

Daha önce birçok kez belirttiğimiz gibi, bu dolayımları ortadan kaldırma veya en azından sınırlandırma görevini üstlenen devrimci araç, proletarya diktatörlüğüdür. Ve işçi sınıfı en fazla bu dönem pedagojik süreçlerle karşı karşıya gelecektir.

Peki, bu tartışmayı bir yerinden büksek ve işçi sınıfına geri bilinç düzeyi yakıştırmak yerine devrimci siyasetin onun verili konumlanışından bağımsız bir şey olamayacağını iddia etsek, o zaman ideolojik mücadele açısından nasıl bir mekanizma geliştirmek gerekecek?

Öncelikle bunu iddia edenleri varolduğunu göstermek gerekiyor:

“Bilimsel ve hümanist devrimci önderler ise halkın cehaleti mitine inanmazlar, bu cehaletin sadece bir mitten ibaret olduğundan, tek bir an bile kuşkulanma hakkına sahip değildirler. Kendilerinin ve sadece kendilerinin her şeyi bildiğine inanmazlar; çünkü bu halktan kuşku duymak olurdu. Devrimci önderler devrimci bilinçleri yüzünden kendilerini haklı olarak, halkın ampirik bilgi düzeyinden farklı bir devrimci bilgi düzeyine sahip sayabilirler ama kendilerini ve idrak ettikleri şeyleri halka dayatamazlar. Halkı sloganla besleyemezler, aksine halkın gerçeklik hakkındaki ampirik idrakinin önderlerin eleştirel idrakiyle beslenmesi ve giderek haklarındaki gerçekliğin nedenlerinin idrakine dönüşmesi için halkla diyaloğa girmek zorundadırlar” 15 . [FREIRE Paulo]

İnsanlığın şu andaki korkunç durumunu meşrulaştıracak denli lüzumsuz olan bu dalkavuk tutuma tavır alırken elitist tuzaklara düşmekten özellikle kaçınmak gerekiyor. Ancak, cehalet kapitalizmin bir gerçekliğidir. Bu gerçeklik, duygusal ya da etik bir yaklaşımla kenara konamaz.

Yine de yapılması gereken, bütün bu tuhaf kavramların terk edilmesidir. Cehalet, dayatma diyalog, her şeyi bilmek gibi kavramlar yolumuzu aydınlatacak bir çerçeve oluşturmazlar. Çok basit bir felsefi ilkeden hareket etmek yeterlidir: Maddeci düşünce de idealist düşünce de aynı toplumsal temelden kaynaklanırlar. Bunlardan birisinin geçersiz olması, diğerinin ise evrene ve toplumların gelişimine ilişkin tutarlı bir çerçeve sunmuş olması bir şey değiştirmez. İdealizm de insanlar arası ilişkilerde ortaya çıkan sorulardan türemiştir ve insanların zayıflık ve çaresizliğini temel almaktadır.

Bu bir nesnel veridir. Kapitalizme lanet yağdırırken, kapitalizmin insanlıktan çıkarmak için çaba gösterdiği geniş kesimlerin düşünme süreçlerine “tutarlılık” ve “sağduyu” atfedemeyiz. Bu tarz yaklaşımlar baştan aşağıya demogojidir ve “işçi sınıfının gücüne güvenmeme” gibi pek cafcalı bir iddianın arkasına saklanırlar.

Üstelik kapitalizm geliştikçe “cehaletin ortadan kalktığı” da somut bulgularla yalanlanmaktadır. İşte ABDde 1992 yılındaki tablo:

“Amerikan nüfusunun dörtte üçü kelimenin tam anlamıyla dinsel mucizelere inanıyor. Şeytana ve yeniden dirilişe inanların sayısı oldukça şaşırtıcı. Bu istatistiklere endüstrileşmiş ülkelerden başka hiçbir yerde rastlayamazsınız. Herhalde İran’daki camilere veya Sicilya’daki birtakım kadın gruplarına gidip aynı soruları sorsanız benzer sonuçlar alabilirsiniz.

(…)

Bu araştırmanın sonuçlarına göre Darwin’in evrim kuramına inananların oranı % 9’u geçmiyordu. Nüfusun yarısı ilahi güçlerin yol gösterdiği evrime Katolik kilisesi doktrinine % 40ı ise dünyanın birkaç bin yıl önce yaratılmış olduğuna inanıyordu” 16 . [CHOMSKY]

Avcıoğlu’nun Mete Akyol’dan aktardığı bir anı vardır. Bir Urfalı köylü toprak reformu tartışmalarında “ağamız hapisten çıkıp gelince biz de bütün o toprakları yine ona veririz, çünkü bize en iyi şekilde ancak o bakar” der 17 . Daha somut ne olabilir? Bir topraksız köylü için “toprak sahibi olmak” tan daha dolayımsız bir talep olabilir mi?

Ama olmuyor… Nesnellikle temas noktasının o nesnelliği kavramanın en iyi yolu olduğunu sorgulatacak iç karartıcı bir örnek…

Dolayısıyla, devrimci öznenin geniş emekçi yığınlara ilişkin kompleksli bir yaklaşım içerisine girmesinden genellikle iyi bir şey çıkmaz!

Peki, bu durum ideolojik mücadele alanında işçi sınıfına ne tür bir misyon yüklemektedir. Devrimci öznenin yarattığı toplumsallık bir yana, işçi sınıfının kesintisiz bir biçimde varettiği bir ideolojik yeniden üretim var mıdır?

Bu sorunun yanıtlanması, teorik olarak, bir belirsizlik hali söz konusu olduğundan, güçtür. Ama daha da önemlisi, son on yılların ampirik bulguları, işçi sınıfına genel geçer ideolojik bir karakter kazandırmayı iyice güçleştirmektedir. Bilindiği gibi, komünist hareket geçmişte sorunu kolay yoldan çözmüş ve işçi sınıfı ideolojisi ile sosyalist ideolojiyi örtüştürmüştü. Tarihsel açıdan bunun çok da sakıncalı olduğunu düşünmüyorum. Üstelik, başka bir zorlamaya gidildiğinde, elde avuçta fazla bir şey kalmayacağını görüyorum. Çünkü, bu konuda gösterilen teorik ve siyasal çabalar, işçi sınıfının “dayanışmacı” ve “direnişçi” bir ideoloji salgıladığını vurgulamak dışında pek bir şey ileri sürememişlerdir. Bu yeterli değildir, üstelik kanıtlanmaktan çok uzaktır.

Bu nedenle soruna daha farklı araçlarla yaklaşılmalıdır. İşçi sınıfının devrimci bir sınıf olması, onun ideolojik açıdan kesintisiz bir karakter taşımasıyla ilgili değildir. Gerçek işçi sınıfı, mülksüzleştirilen bir sınıf olarak devrimci ideolojilere ve devrimci siyasete yataklık etmede hiç yitirmeyeceği bir ayrıcalığa sahip olmasıdır. Onun kendiliğinden hareketliliği, devrimci siyaset ve ideolojiye ulaşmak için yetersiz kalırken ona canlı kanallarla bağlanmak için bütünüyle vazgeçilmezdir.

İşçi sınıfı ve ideolojik mücadele başlığında ampirik olarak işimizi güçleştiren olgu proletaryanın iç bölümlenmesinde ortaya çıkan karışıklık ve bununla birlikte proletaryanın sınırlarının belirsizleşmesidir. Bu belirsizlik teorik planda “kollektif emek” kavramı ile ancak bir nebze olsun giderilmektedir. Ancak nihayetinde bu belirsizlikler belli bir soyutlama düzeyinde giderilebilir. Oysa toplumsal yaşantıda işçi sınıfının kapsamı ve sınırlarını belirlemek son derece zordur.

Konumuz açısından bu durum özel zorluklar da yaratmaktadır. Çünkü, burada asıl üzerinde durduğumuz konu işi sınıfının ideolojisi değil, ideolojik mücadele ve işçi sınıfıdır. Sınıfın iç parçalanmaları, sermaye sınıfının bu parçalanmaya yardımcı olan yaklaşımları, sendikasızlaştırma türünden süreçler siyasal ve ideolojik açıdan işçi sınıfını kucaklayıcı açılımların önünde engel oluşturmaktadır.

Bugün emekçi sınıflar evrensel ölçekte iki farklı barbarlıkla karşı karşıyadır. Bunlardan bir tanesi, endüstri devriminin sancılı günlerini andıran düzeyde bir emek sömürüsüdür. Emperyalist ülkelerin kendi dışlarına attıkları sektörlerin bazılarında işgünü 14-15 saati bulmaktadır. Örnek olsun, Hindistan’da tersane veya gemi söküm tesislerinde gece-gündüz karın tokluğuna çalışan binlerce işçi vardır ve bu işçilerin kendinde bir sınıf olmasına bile izin verilmemektedir. Birçok kapitalist ülkede (hatta kısmen Türkiye’ de) bazı işçiler ise 8 saat (veya daha az) çalıştıktan sonra kendilerini bambaşka bir dünyaya “birey” in dünyasına atmakta ve tulumuyla birlikte kimliğini de çıkarmaktadır.

Dolayısıya, bugün en önemli sorunlardan birisi, işçi sınıfına bir sınıf aidiyeti kazandırmaktır. Bugün sosyalistler arasında en fazla tartışılan meselelerden birisi de zaten budur.

İşçi sınıfının kendi gerçekliğini kavraması ve kendi gücüne inanarak siyasallaşması nasıl mümkün olacaktır? İktisadi düzeylerde de, ideolojik düzeylerde de bir tabakalaşma halinde varolan işçi sınıfını kollektif bir kimlik arayışına sokacak olan şey nedir?

Açıkçası, sözü edilen reel katmanlaşmanın doğal sonucu senkronizasyon bozuklukları, farklı ideolojik bağlanmalar ve önemlisi bencilleşmedir. Bunu kırabilmek için işçi sınıfına, kendi nesnelliğine baskın çıkacak bir siyasal gündem ve ideolojik çerçeve sunmak gerekir. Dolayısıyla sınıf siyaseti açısından tümevarımcı yaklaşımlar ilk başta son derece makul ve kitaba uygun gelmelerine rağmen, işlevsizdir. İşçi sınıfını kollektif duygulara ulaştıracak olan şey sınıfın “ortalama” gündemini yakalamak değil, sınıfa bir bütün olarak başka toplumsal sınıf ve katmanlar içerisinde bağımsız bir kimlik kazandırmaktır. Hangi olgunlaşma düzeyinde olursa olsun, kriz dönemleri bile, işçi sınıfının kendi bütünlüğün, kendine özgü bir alanda sağlamasına olanak tanımaz. İşçi sınıfı kendisini toplumsal plana taşıyarak kendisi için sınıf haline gelecektir. İşte bunun siyasal ve ideolojik mekanizmaları bulunmalıdır.

Okurdan özür dileyerek bu konuda Leninden bir parça aktarmak istiyorum:

“Son birkaç yıldan beri en yaygın olarak görülen sosyal demokrat çalışma çevresi tipini ele alalım ve nasıl çalıştığını inceleyelim. Bu çevrenin “işçilerle bağı” vardır ve bununla yetinir; yalnızca fabrikalardaki aşırı adaletsizlikleri hükümetin kapitalistleri tutmasını ve polis zorbalığını şiddetle suçlayan bildiriler yayınlamakla kalır. İşçi toplantılarında, tartışmalar, bu konuların sınırlarını hiçbir zaman aşmaz ya da çok seyrek olarak aşar. Devrimci hareketin tarihi konusunda hükümetin iç ve dış siyaseti sorunları üzerinde, Rusya’nın ve Avrupa’nın iktisadi evrimi sorunları üzerinde modern toplumdaki çeşitli sınıfların konumları konusunda vb. konferanslar ve tartışmalar çok seyrektir. Toplumun öteki sınıflarıyla sistemli biçimde bağlar kurmaya ve bunları geliştirmeye gelince kimse böyle bir şeyi aklından bile geçirmez. Gerçekten, bu türden çevrelerin üyelerinin çoğunluğunun kafalarında canlandırdıkları ideal önder, bir sosyalist siyasal liderden daha çok bir sendika sekreteri niteliğindedir” 18 .[LENİN Vladimir İlyiç]

Bu konu gerçekten de çok önemlidir. Bilindiği gibi, insanlığın soyutlama yetisinin gelişmesinde ilk uğraklardan birisi, basit anlamıyla “somutlaştırma” idi. Düşmanlık, benzeştirme, yandaşlık gibi belli bir soyutlama gerektiren kategoriler, kendilerini ancak belli bir somutluk üzerinden ifade etmekteydiler. Çağdaş toplumlarda da, belli bir toplumsal ölçekte, siyasal konumlanışlar için benzer somutluklara ihtiyaç duyulacaktır. İşçi sınıfı açısından “burjuva siyaseti” adını verdiğimiz alanın önemli, bu somutluk için neredeyse tek referans noktası olmasıdır. Dünyanın hiçbir yerinde, emek süreçleri, emekçi kitlelere bu somutluğu yeterince zengin bir içerikte sunamaz. İnsanoğlu örnek olsun “kötü”yü “gece” ile somutlarken adaletsizliği, ya da eşitsizlikleri de yine somut kodlarla tarif etmeye eğilimli olacaktır. Bu nedenle emekçi sınıfların “hedef daraltma” veya “kahramanlar yaratma” eğilimlerinden korkmamak, bu eğilimleri mümkün olduğunca daha az yanılsama içerir hale getirmek gerekmektedir.

Bu bağlamda Lenin’in Sol Komünizm başta olmak üzere, bazı metinlerde “burjuva parlamentosu”nun devrimci siyaset açısından ne denli önemli olduğuna ilişkin yaptığı vurgu, yalnızca “kurumsal” boyutta ele alınmamalıdır. Burjuva siyaseti, emekçi sınıfların örgütlenme süreçlerinde ve devrimci öznenin siyasal-ideolojik mücadele araçlarının yaratılmasında, yalnızca emekçi sınıfları kendi çekim alanında tuttuğu için değil, aynı zamanda emekçi sınıfları politize edebilecek kimi boşluklar da yarattığı veya az önce vurguladığımız somutluklar ürettiği için de önemlidir.

(…)

Bu bölümü, bir sonrakine bağlayacak bir son cümleyi ise, Terry Eagleton’dan almak istiyorum:

“… ideoloji artık burjuvaziyle ilgili bir mesele değil, burjuva toplumuyla ilgili bir meseledir” 19 .

Veya şöyle: Ne ideolojik mücadelede, ne de siyasi mücadelede “işçi sınıfına özgü bir gündem”den söz edilemez.

Güncel görevler

Almanya’da faşistlerin iktidara gelmesinden birkaç yıl kadar sonra, duvarları Alman insanını arkadan hançerleyen komünistleri simgeleyen afişler kaplıyor 20 . Ulusal duygular üzerinde süregelen ideolojik mücadeleyi komünistler artık kaybetmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın Alman halkı için yarattığı onur kırıcı durum, 1919 yılındaki görkemli işçi ayaklanmalarına üstün gelmiştir. Alman işçileri de yaygın bir ,kızıllara kızgındırlar. Vatan açgözlü İngiliz, Fransız emperyalistleri tarafından tehdit edildiği bir sırada fırsatçılık yapan işçi önderleri lanetlenmektedir!

Oysa, bütün bir 20li yıllar boyunca komünist partisi de Alman onurunu kurtaracağına ilişkin güçlü ve etkili bir propaganda yürütmüş, hatta “Almanya’nın en iyi evlatlarını toplayan parti” temasını işlemişti…

Konumuz bir ideolojik mücadele alanı olarak “ulusal gurur”… Öyle basit anlamıyla milliyetçilikle karıştırılmaması gerekiyor. Çünkü, milliyetçilik basbayağı bir ideoloji. Ulusal gurur ise gerçekten de şekilsizliği itibariyle bir ideolojik mücadele alanı olarak ortaya çıkıyor. Bu alan, toplumda her an karşımıza çıkabilecek “ne de olsa bizim memleketli” havasından, “her durumda ulusal aşağılanmaya karşı bir direnç” ortaklaşmasından “kardeş kardeşi vurur mu?” söyleminden bağımsız bir şey değildir. Bu alan,nüfusun büyük çoğunluğunu emekçi sınıflar sömürülenler oluşturduğu için, “sınıfsal tahakkümü perdelediği” gerekçesiyle hemen bir kenara da atılamaz. Daha da önemlisi, her zaman için egemen sınıfları “ulusal gurur” kapsamının dışına çıkartma olanağı olduğu için, bu alanın pek çok açıdan cazip olanaklar sunduğu görmezlikten gelinemez.

Bu alanın çerçevesini biraz daha geniş tutar ve toplumdaki “huzur” “istikrar” arayışını da (dikkatli bir göz, istikrar beklentisi ile ulusal duygular arasındaki bağı hemen farkedecektir) içerir hale getirirsek, sosyalist hareketin hemen her dönemde ideolojik mücadele açısından en zorlu mücadelelere bu alan üzerinden giriştiğini söyleyebiliriz.

Bu mücadele zorludur çünkü, “ulusal gurur” bir yandan anti-emperyalist bir hatta çekilirken, aynı zamanda sınıfsal parçalanmaya da uğramak zorundadır. Daha da önemlisi yalnızca bir söylem olarak değil, çok somut siyasal saikler nedeniyle, zaman zaman “ulusal gurur”u kırmayı göze alacak bir enternasyonalist tavrın geliştirilmesi gerekmektedir. Marx, bu zorlu uğraşı, Komün örneği üzerinden şöyle resmetmekte:

“Komün Fransız toplumunun tüm sağlıklı öğelerinin gerçek temsilcisi ve dolayısıyla gerçek ulusal hükümet olduğu kadar, aynı zamanda bir işçi hükümeti ve böylece emeğin kurtuluşunun gözüpek bir savunucusu olarak sözcüğün gerçek anlamında uluslararası bir hükümetti de” 21 .[MARX Karl]

Bilindiği gibi Marxı’n Komün’e pozitif olarak malettiği bu ikili karakter, aslında Paris proletaryasının zayıf yönlerinden birisini de oluşturuyordu. Bu nedenle zaten “yurt savunması” olarak başlayan Komün’ün “ulusal gurur” üzerinden giriştiği mücadeleyi başarıyla sonuçlandırdığını söylemek, o kadar kolay olmayabilir. Ancak, ne olursa olsun, işçi sınıfının ilk iktidar deneyiminin burada ele aldığımız problemle ciddi bir biçimde karşı karşıya kaldığını söylemek gerekiyor. O dönem Fransız köylüsünü, komşu kentlerin işçilerini harekete geçirmek için “ulusal gurur” bulanıklaştırıcı bir etki yapmıştı. Oysa, Paris’te silahlanan işçiler “Fransa için” diye haykırmaktaydılar; ve haykırışları hiç de yanıtsız kalmamıştı. Komün, Fransız toplumunun asalaklarına karşı mücadele etmeye sömürücü sınıfların sömürme olanaklarını ellerinden almaya soyunduğunda, Fransız toplumunun gerçek temsilcisi olmanın meşruiyetini arkasına almıştı almasına, ama Leninin daha sonra vurguladığı gibi, bu meşruiyet fazla abartıldı, yeni siyasal güvencelerin yaratılması için gereken yaratıcılık gösterilemedi.

Burada Komün’ü yargılamak gibi bir niyetimiz yok. Ama onun “ulusal gurur” kapsamında neler yaptığını özetle belirtmekte fayda var:

Bugün Fransa’da komünistlere “vatan haini” demek kimsenin harcı değildir. Komünarlar ve ardından faşizme karşı savaşın yüzakı partizanlar, Fransız gericiliğinin elinden bu silahı büyük bedeller ödeyerek almışlardır. Ama…

Ama Fransız komünistleri işin özünü kavrayamamışlardır. “Ulusal gurur”un aynı zamanda ne kadar tehlikeli bir alan olduğunu bu alanda mücadele ederken statükocu ve uzlaşmacı bir kimliğe doğru evrilinebileceği veya uzlaşmacı-statükocu bir kimliğin bu alanda ne kadar berbat bir pratik sergileyeceğini de yine onlar göstermişlerdir.

Bu kez 1968 yılından söz ediyorum. Bıkanlar olduğunu biliyorum ama Fransız Komünist Partisi’nin “Fransız toplumunun gerçek temsilcisi ve aklı olarak” bu son derece ilginç tarihsel kesitte nasıl bir konumlanışa gittiğini hatırlamak gerekiyor. Bu olaylar sırasında, “devrimci” öğrenciler duvarlara “2+2’nin bundan böyle 4 etmeyeceğine söz veriyoruz” diye yazıyorlar 22 . Bu devrimci bir enerjidir. Ancak, işlenmediğinde bütün anlamını yitirir. Dünyanın hiçbir yerinde bu tarz bir otorite düşmanlığından yeni bir dünya yaratacak “kurucu irade” çıkmaz. FKP, kağıt üzerinde ortaya çıkan bu devrimci enerjiye yön verecek unsurdur. Ama o, Fransız toplumunun gerçek temsilcisi olarak halkı sağduyuya davet etmekte ve “oyunuzu iç huzursuzlukları önleyen Komünist Partisi’ne veriniz” çağrısını yapmaktadır 23 .

Ne kadar büyük bir felaket! Fransız burjuvaları Komün sırasında pek gençti, ama proletaryanın ulusal gururundan çok ürktüler. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra komünistlerin vatanları için yaptıklarından da hiç memnun değillerdi. 68’e gelindiğinde ise “direkten döndük; FKP sağolsun” dediklerine kalıbımı basarım! 68’e fazla önem verdiğim için değil. Ama eğer FKP, 68’de sokağa dökülen orta sınıfların karşısına huzur arayan işçileri çıkartmasa, Paris proletaryasının kaymak tabakasını gözden çıkartarak olaylara bir sınıfsal renk çalsaydı, bugün Avrupanın haritası aynı kalsa bile hafızası ciddi biçimlerde farklılaşmış olurdu.

Rusya’da bolşevikler 1. Dünya Savaşı’nın yıkıcı günlerinde işte bu karmaşık meseleyi çözmeyi becerdiler. Rus birliğini sağlamak, ülkeye istikrar getirmek gibi temaları savaşı iç savaşa dönüştürmek gibi, bir temel slogana rağmen sürekli gündemde tutmak ve 1917 Ekimi’ne “hemen barış” hedefi ile girmek, sözünü ettiğimiz zorlu mücadelenin nasıl kazanılabileceğini göstermesi açısından özellikle önem taşımaktadır. Lenin’in becerisi bütün bu karmaşıklıktan çıkmayı sağlayan “burjuvaziyi dışlayıcı” tutumdan hiç taviz vermemesi olmuştur. Nihayetinde ilk sosyalist iktidar, Rus emekçilerine (birkaç yıllık bir rötarla da olsa) huzur ve barış getirmiş, Rus birliğini bölge halklarıyla harmanlayarak elde etmiş ve emperyalist savaşı kendi egemenlerine karşı bir isyana çevirmişti!

Sanıyorum, bu tartışmayı neden doğrudan anti-emperyalist mücadele ekseninde yürütmediğimiz anlaşılmıştır. İdeolojik mücadele açısından baktığımızda “ulusal gurur” anti-emperyalist bir yönelimin zorunlu altyapısını oluşturur. Ulusal gururu yokedilmiş bir toplumda anti-emperyalizm, öznenin siyasal üretiminde bir yer edinse de bir toplumsallaşma kanalı olarak herhangi bir işlev göremez.

Ayrıca, bu alandaki ideolojik görevler yalnızca anti-emperyalizm başlığı ile sınırlanamamaktadır. Sosyalistler, ulus-devlet sürecinin basit anlamıyla burjuva egemenliğinden ibaret olmadığını kavramak zorundadır. Burada devletten değil, emekçi sınıfların “ortak yaşama alanları”ndan söz ediyoruz. Kültürel dinamikler ve ideolojik olarak ezilenleri de fazlasıyla etkileyen “ulusal çıkarlar” meselesi, peşinen bir kenara atılabilecek ögeler değildir. İşçi sınıfı,,hareketi dünyanın her yerinde bu ögelerin toplumsal etkilerine samimi yanıtlar üretmekle yükümlüdür. Bu anlamda “ülkemizi onurlu hale getireceğiz”, “halkımız çağdaş ileri bir toplum düzeyine sosyalizmle yükselecektir”, “kişilikli bir dış politika ancak sosyalizmle mümkündür” türünden seslenme biçimleri enternasyonalizmle çelişmemektedir. Üstelik, bütün bunlar devletin ve sınırların ortadan kalkmasına giden zorlu bir sürecin arızaları olarak değil, doğal ve zorunlu aşamaları olarak değerlendirilmelidir.

Yeri gelmişken bir başka ideolojik mücadele alanına girmek istiyorum. Dinci gericilikle hesaplaşma; aydınlanmacılık…

Bu konuda çok şey yazdık. Bunları tekrar etmeye niyetim yok. Ancak, dinci gericilikle mücadelenin neden özel bir alan olduğunu kısaca açmak gerekiyor. Çünkü, bu akım ve ideolojiyle mücadelenin ancak sermaye sınıfıyla genel bir mücadele içinde ele alınabileceğine ve bu nedenle liberalizmle, sosyal demokrasiyle mücadeleden bir farkı olmadığına dair Türkiye solunda garip bir inanç var.

Her şeyden önce, karşı-devrimci yığınakta şaşmaz yere sahip faşizm ve dinci gericilik ile diğer burjuva akımlar arasındaki yakınlık ve içiçe geçme hali onlar arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmaz. Sosyalistlerin, bu farklar üzerinden diğer burjuva akımlara yakınlaşmaları ne kadar büyük bir hataysa, karşı-devrimci hareketlere dönük mücadelenin özgün yanlarını değerlendirmemeleri de o kadar vahim olacaktır.

Dinci gericilik söz konusu olduğunda, bu akımın diğer burjuva aktörlerden en önemli farkının gücünü burjuva devrimlerinden önce alması ve bir bakıma burjuvazinin yükseliş döneminde ortaya çıkan hesaplaşmadan kendisini kurtarmasıdır. Dinci gericiliğin bütün dünyada sermaye sınıfının egemenliğiyle ne kadar örtüştüğü, onun çıkarlarına ne kadar hizmet ettiği son derece açıktır. Ancak bir temel ilke olarak zamanında burjuva devrimlerinin bile “arkada” bıraktığı, yani gericiliğe mahkum ettiği bir ideolojik-siyasal akıma örneğin liberalizm örneğin sosyal demokrasi gibi başka burjava akımlarla aynı yeri vermek son derece büyük bir hatadır. Bu anlamda gericilerle flört çılgınlığını bir kenara bırakıyorum ve örneğin, burjuva laisizmini gericilikle benzer bir mantıkla karşıya almaya akıl sır erdiremiyorum.

Nasıl ulusal gurur olmaksızın anti-emperyalizm ideolojik yönü son derece zayıf bir siyasal hat olarak kalıyorsa, zamanında burjuva devrimlerinin toplumsal planda dinci ideolojiler karşısında elde ettiği mevziler olmaksızın, sosyalizmin aydınlanmacılığı da etkisiz kalacaktır. Bu nedenle, burjuva laisizmine öykünecek ya da ona sahip çıkacak halimiz yok. Ancak düzlemlerin farklı olduğunu birilerinin artık öğrenmesi gerekiyor. Sosyalist hareket, bu ülkede aydınlanmacı kimliği üzerinden eşitlikçi-kamucu yönelimlere yeni toplumsal kaynaklar yaratabilir; yaratmaktan başka çaresi yoktur.

Bu çerçevede 1997 yılında yapılmış bir değerlendirmeyi buraya almak istiyorum:

“… imam-hatip okulları eğitim kuruluşları değil Refah Partisi’nin kadro fabrikalarıdır. İki: Sorun din ile laikler arasında değildir, imam-hatip fabrikalarından çıkanların beyni uzun yolda taş yemiş bir otomobil camına benziyor, bu binlerce tuz-buzun her parçacığında bir beyincik vardır bunların her birisinin bu kadar kolayca yalan söylemeleri bu yüzdendir. Bu fabrikalardan çıkanlar özgürlüğe, halk gerçekliğine, düşman ve akıl düzeninden uzak karanlık canlılardır; ben daha mgk bu konuyu ele almayı bile düşünmezken, Politika’da bunların kapatılmasını istemiş bulunuyorum. Üç: Mazoşist değilim, demokrat olmadığımı yüz kez yazdım (…) Mgk’nın Türkiye soluna ve Kürt halkına cephe almayan 28 Şubat tarihli kararından rahatsızlık duymuyorum. Dört: Demokratik vehimlerim hiç bulunmuyor. Ülkemizin demokrat olmadığını bildiğimiz için, Mgk kararlarını ayrıca demokrasiye karşı bir darbe olarak görmüyorum” 24 . [KÜÇÜK Yalçın]

Yukarıdaki satırların sahibi daha sonraları yukarıdaki çerçevenin sınırlarını alabildiğinde genişletti, sonunda ortada bir çerçeve filan kalmadı. Ancak MGK’ye karşı çıkmak için onlarca yüzlerce başlık varken dahası bu kurum burjuva iktidarının en önemli aygıtlarından birisiyken, 28 Şubat’ın gericilikle uğraşan içeriğini bir tür orta yolcu apolitizmiyle ele alan solculara hayret ediyor ve yukarıdaki paragrafa bütünüyle katıldığımı söylemek istiyorum. Bu konuda Türkiye solunun en büyük hatası düzen içi aktörler arasında ortaya çıkan “din” başlıklı gerilimin ideolojik önemini farketmemeleridir. İdeolojik dengelerin değişmesi, siyasal ve hatta iktisadi dengelere göre çok daha zahmetlidir, çok daha uzun bir zaman alır. Bu nedenledir ki, burjuva restorasyonu, dinci gericiliğe karşı zaman zaman kendi sınırlarını aşan içerikte müdahaleler yapmış ve kısa bir süre içerisinde bu müdahalelerin sonuçlarından korkarak geri basmıştır.

Bunun bir diğer anlamı, işçi sınıfı aydınlanmacılığına alan açılmasıdır. Bu bizzat, gerici bazı kurumların “buyrun” demesiyle değil, ortaya çıkan ciddi boşlukların bağımsız sınıf siyaseti ve etkili bir ideolojik mücadeleyle, devrimci özne tarafından doldurulmasıyla mümkün olabilir.

Geçtiğimiz dönemde, bu bağlamda ortaya çıkan olanakların yeterince kullanılamaması, önümüzdeki dönem bu gündemin yine benzer kapıları açmayacağı anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla, sosyalist hareket aydınlanmacı kimliğini hiçbir biçimde geriye çekemez.

Bu kimlik olmadan, Bakunin’in sonuna kadar katıldığım ama ne yazık ki ideolojik mücadele açısından etkisiz ve sekter yönler taşıyan yaklaşımının toplumsal planda meşruiyet elde edeceği zorlu yolculuğa çıkamayız:

“İnanmak isteyenler, hem özgürlükten hem de bilimden vazgeçmek zorundadırlar ve onlar kadir Allah’ın öncelik sahibi kulları tarafından soyulur ve tokatlanırken, Tertüllian’la birlikte şu sözleri tekrarlayabilirler: Saçma olduğu için inanıyorum ve aynı bunun gibi mantıklı olan şu sözcükleri eklerler: Ve ben adaletsizliği istiyorum” 25 . [BAKUNİN]

Peki bütün bunlar yalnızca ideolojik mücadele alanının iç meseleleri mi? İnsan aklını özgürleştirmek, onun önündeki bariyerleri kaldırarak emekçi sınıfları kendi kurtuluşlarına sahip çıkmaya yöneltmek mi tek kaygımız? İşin içinde siyasal pragmatizm yok mu?

Olmaz mı? Sözünü ettiğim ve aslında bazı ekler yapılabilecek ideolojik mücadele alanları sosyalist mücadelede yakalanacak özgün fırsatları kaçırmamak için de büyük önem taşırlar. Devrimci özne elbette öngörülerde bulunur düzenin hangi noktalarında çatlaklar meydana gelebileceğini hesaplar ve hazırlıklarını ona göre yapar. Ancak sınıflar mücadelesi ve kapitalizmin iç çelişkileri, öngörülmesi güç “sürpriz”ler yapabilir. Hiç beklenmedik bir anda, siyasal dengeleri altüst edici gelişmeler yaşanabilir. Sosyalist siyasetin ideolojik mücadele alanı ile olan ilişkisi ve tutarlılığı işte burada özel bir önem kazanır. Çünkü, toplumsal açıdan “geçerli” ideolojik temalar üzerinden alan kapan sosyalist hareket, bu tür sürprizleri egemen sınıf açısından daha şaşırtıcı hale getirebilecek yeteneğe sahip olacaktır.

“… bugün uykuda olan büyük yığınların uyandırılmasını, alevlendirilmesini ve savaşıma itilmesini hangi nedenin sağlayacağını bilemeyiz -kimse de önceden söyleyemez. Demek ki (Plehanov’un marksist ve devrimci olduğu zamanlar söylediği gibi) hazırlık çalışmalarımızı, “dört ayağı da nallayarak” yapmalıyız. Bir parlamenter bunalım “ilk yolu açabilir”, “buzu kırabilir”; sömürge düzeninin ve emperyalizmin çelişkilerinin içinden çıkılmaz karmaşıklığından her gün artan şiddetlenmesinden son evreye varışından bir bunalım doğabilri; belki de başka bir şey olabilir vb. (…) Unutmayalım ki örneğin, Fransız burjuva cumhuriyeti’nde uluslararası bakımdan olsun, iç durum bakımından olsun bugünkünden yüz kez daha az devrimci olan koşullar içinde halkın içsavaşa girişmesine iki parmak kalabilmesi için, gerici militarizmin binlerce düzenbazlıklarından biri (Dreyfus davası) gibi “umulmadık” ve “önemsiz” bir bahane yetmişti!” 26 . [LENİN Vladimir İlyiç]

Bilindiği gibi, Dreyfus kralcılar tarafından vatana ihanetle suçlanan bir yahudi subaydı. Fransa’da cumhuriyetçilerin bir kez daha kişilik kazanması onun özgürlüğü için verilen mücadele sayesinde gerçekleşti. Bereket, işçi sınıfı hareketi “bu iş bizi ilgilendirmez” yerine, “adalet ve eşitlik” ideolojisine sahip çıkmıştı.

Dreyfusun özgürlüğünü kazanmasından bir yıl önce, 1905’te Rusya’da bolşevik hareket “bu iş bizi ilgilendirmez” dediği, Papaz Gapon hareketinin emekçi sınıflarda nasıl bir hareketlenme yarattığını farkettiğinde iş işten geçmişti. Ama hiç değilse bolşevikler, tarih öğretmenden yararlanmayı bildiler.

Aynı topraklarda 1993 yılında burjuva parlamentosu ile gerici Yeltsin iktidarı arasındaki çekişme, ikili iktidar durumu yarattığında komünistler bir kez daha “bu kavga bizim kavgamız değil” diyerek kenarda durmuşlardı. Oysa, onların olmayan kavga onbinlerce emekçiyi, yurtseveri Yeltsin polisi ile karşı karşıya getirdiğinde, kavganın orta yerine düştüler ve gecikmelerinin özrünü binlerce ölüyle verdiler.

Sosyalist hareket pek az kavgaya “bizi ilgilendirmez” diyebilir. Ama genel olarak, bazı kavgaların komünistleri ilgilendirmesi, onların nasıl bir ideolojik kültürle donandıkları ideolojik mücadelede hangi mevzileri elde ettiklerine bağlıdır.

1979 Eylülünde Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul faşistlerce katledilmişti. MİT ve Genelkurmay raporlarında “sosyal demokrat görüşlü” diye tanımlanıyordu. Ama o dönem, birçok emniyet müdürü gibi içten bir anti-faşistti.

12 Eylül öncesinde sol hareket berbat bir CHP’cilikle sakatlanmıştı. 12 Eylül sonrasına pek bir şey devrolmamasının en önemli nedeni siyasal ve örgütsel açılardan düzene, CHP üzerinden bağlanılmış olmasıydı. Bu miras bütünüyle reddedilmelidir.

Cevat Yurdakul öldürüldüğünde Adana’da işçilerin, öğrenci ve polislerin yaşamı durdurması ve sevgili müdürlerinin ardından gözyaşı ve öfke seli yaratmaları ise, tarihimizde “bu kavga bizim kavgamız değil”ci mantığı mahkum eden soylu ve hüzünlü bir dönemeçtir. Ecevit’in müdürü Yurdakul, hiç kuşku yok bizim insanımızdır…

 

Dipnotlar

  1. HEKİMOĞLU Cemal; İdeolojik Görevlere Bir İlk Bakış, Sol dergisi, sayı 34, sayfa 64.
  2. ÇULHAOĞLU Metin; İdeolojiler Alanı ve Türkiye Örneği, Öteki yayınları, 1998,sayfa 36.
  3. JENKINS Keith; Tarihi Yeniden Düşünmek, Dost yayınları, 1991 çeviren: Bahadır Sina Şener, sayfa 29.
  4. ÇULHAOĞLU Metin; Bin Yılın Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, Sarmal yayınları, 1997, sayfa 131.
  5. THERBORN Göran; İktidarın İdeolojisi ve İdeolojinin İktidarı, İletişim yayınları, 1989, çeviren: İrfan Cüre, sayfa 64.
  6. ÇULHAOĞLU Metin; Bin Yılın Eşiğinde… Çulhaoğlu kitabın 129. sayfasında “Özellikle günümüz dünyasında kapsadıkları alan az çok belirlenebilen, bu belirlenmiş alan içerisinde kimi ayırdedici özellikler taşıyan üç ideolojiden söz edilebileceğini düşünüyorum: Egemen ideoloji, resmi ideoloji ve burjuva ideolojisi.” diye yazarak küçük burjuva ideolojisi ve işçi sınıfı ideolojisinin öneminin azaldığını vurguluyor. Sosyalist ideolojiye özgün bir yer açması ve bundan bütünüyle bağımsız bir sınıf idolojisinin kendini olanca ağırlığıyla ortaya koyamakacak oluşu bağlamında, bu yazılanlara katılmamak mümkün değil.
  7. ÇULHAOĞLU Metin; İdeolojiler Alanı…, sayfa 37.
  8. a.g.e., sayfa 72, İdeolojiler Alanı ve Türkiye Örneği
  9. MARCUSE Herbert; Karşı-devrim ve İsyan; Ayrıntı yayınları, 1998 çeviren: Gürol Koca-Volkan Ersoy, sayfa 47.
  10. ÇULHAOĞLU Metin; Bin Yılın Eşiğinde…, sayfa 137.
  11. LENİN Vladimir İlyiç; Barış İçinde Birarada Yaşama,Ser yayınları, 1977, sayfa 92.
  12. MC LELLAN David; İdeoloji, Doruk yayınları, 1999 çeviren: Ercüment Özkaya, sayfa 41.
  13. HEKİMOĞLU Cemal; Ne Yapmalıcılar Kitabı, Gelenek yayınları, 1998, sayfa 37.
  14. FREIRE Paulo; Ezilenlerin Pedagojisi, Ayrıntı yayınları, 1998 çeviren: Dilek Hattatoğlu-Erol Özbek sayfa 47.
  15. a.g.e., sayfa 112.
  16. NAIMAN Arthur; Chomsky ile Konuşmalar, Alan yayıncılık, 1996 çeviren: Nuran Erol, sayfa 84.
  17. AVCIOĞLU Doğan; Devrim Üzerine, Bilgi yayınları, 1971, sayfa 54.
  18. LENİN Vladimir İlyiç; Ne Yapmalı, Sol yayınları, 1990 çeviren: Muzaffer Erdost, sayfa 84.
  19. EAGLETON Terry; İdeoloji, Ayrıntı yayınları, 1996, çeviren: Muttalip Özcan sayfa 129.
  20. LEFEBVRE Henri; Yaşamla Söyleşi (Sosyalizm Günlük Yaşam Ütopya), Belge yayınları, sayfa 35.
  21. MARX Karl; Fransa’da İç Savaş, Sol yayınları, 1991 çeviren: Kenan Somer, sayfa 65.
  22. `68 Mayısı’nda Paris, Sarmal yayınları, 1997, sayfa 10.
  23. a.g.e., sayfa 70.
  24. KÜÇÜK Yalçın; Sicil Akış yayınları, 1997, sayfa 108.
  25. BAKUNİN; Tanrı ve Devlet, Belge yayınları, 1998 çeviren: Remzi Çaybaşı, sayfa 60.
  26. LENİN Vladimir İlyiç; Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, Sol yayınları, 1991, çeviren: Muzaffer Erdost, sayfa 96.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×