II. Cumhuriyet İşçi Sınıfı İçin ‘Aynı’* mı? ‘Haydi bir Daha, bir Daha bir Daha!’

 

Gelenek’in 114. sayısında iki ayrı yazıyla İkinci Cumhuriyet, sınıflar mücadelesi açısından ele alınmıştı. Gülay Dinçel, “Sermaye sınıfı ‘bildiğimiz gibi’ mi?” diye sormuş ve “Ayıklanan var ama yenilen yok, olan biten sermaye içi bir mücadeledir, yeniden yapılanma değil”, yanıtını vermişti.1 Öte yandan Aşkın Süzük, bu “bildiğimiz sermaye”nin emeğe karşı ağır saldırılarının tetikçisi olduğu halde AKP’nin, emekçileri hangi ikna ve kuşatma yöntemleriyle tutabildiğini tartışmıştı.2 Bu yazı ise, İkinci Cumhuriyet dönüşümünde işçi sınıfı cephesinden sınıflar mücadelesini tartışmayı planlıyor. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye’de tarihsel bir siyasal dönem yaşanırken, ülkenin emekçi kitleleri, niceliksel ve niteliksel, hangi düzlemlerde deviniyor? 

Türkiye burjuvazisi, bir yüzyıl önce, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde devrimini gerçekleştirip cumhuriyetini kurduğunda sınıflar mücadelesi açısından ana eğilimini net ortaya koymuştu: 

“…Bizim halkımızın menfaatleri yekdiğerinden ayrılır sunuf halinde değil bilakis mevcudiyetleri muhassala-i mesaisi yekdiğerine lazım olan sınıflardan ibarettir…”3

Cumhuriyetin resmen ilanından aylar önce İzmir İktisat Kongresi’nde böyle diyordu Mustafa Kemal. Birinci Cumhuriyet onuncu yılında da, halkına kendisi için göğsünü tunç siperi etmesi gerektiğini söyleyerek hatırlatıyordu “…imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz…”4 Türkiye Cumhuriyeti’nin işçi sınıfı, işte böylesi bir ideolojik zeminin üzerinde mücadeleye başlamıştı. Bırak haklılığını ve meşruiyetini, henüz daha nesnel varlığını kanıtlama mücadelesi! Türkiye işçi sınıfının onlarca yıllık mücadelesinin nasıl evrildiği bu yazının sınırları dışında, biz bugün yaşanan dönüşümdeki durumu tartışacağız: İkinci Cumhuriyet dönüşümündeki işçi sınıfının varlığını.  

Ancak öncesinde, İkinci Cumhuriyet dönüşümünün işçi sınıfı açısından çekirdek niteliği taşıyan dinamiğinin “devletin piyasalaşması” süreci olduğu saptamasını yapmak gerekecek. Nitekim, 2012 Türkiyesi’nin sınıfsal ilişkilerini belirleyen düzenlemelerinin hemen hepsinin bir biçimde devletin yeniden yapılandırılmasıyla ilişkili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 

Çeşitli biçimlerde yazıldı ve söylendi, içinden geçilen süreç 1980’lere dek götürülecek bir dönemin devamıdır. Ülkenin serbest piyasa ekonomisine geçiş hedefleriyle, sermayenin “serbestleştirildiği” (liberalleştirildiği) ve buna eşlik edecek biçimde Türkiye kapitalizminin tüm aktörleriyle bu sürece bir yerinden eklendiği hatırlanmalıdır. Temel hedef olarak önüne piyasaya saygılı, hemen her tür kamu hizmetinden ve üretimden çekilmiş devlet yapılanmasını koyan “Kamu Yönetimi Reformu”nun bu sürecin uzantısı olduğu ortadadır. Ülkenin iç dinamiklerinin ötesinde, liberalleşme sürecinin dünya kapitalizminin belirleniminde de olduğunu eklemek gerekir. Türkiye burjuvazisi, serbest piyasadan başka kural tanımayacağını ilan ederken aynı zamanda uluslararası kapitalizme eklemlenme ve yer edinme kaygılarını da belli etmiş oldu. O halde geriye tabloyu tamamlamak kalıyordu. Özetle, devletin yeniden yapılandırılarak “piyasalaştırılması” sürecinin kaynakları ülkenin neredeyse otuz yıllık bir süreçte izlediği hatta aranmalıdır. Bunun yanında, Uluslararası Para Fonu’nun Türkiye’ye dönük tüm metinlerinde, Dünya Bankasının kaynaklık ettiği tüm projelerde ve programlarda, OECD’nin yol gösterdiği yeniden yapılandırmalarda, ve Avrupa Birliği’nin sipariş ettiği uyum sürecinde bu hattın doğrultusu açıkça gösterilmiştir. 

Türkiye kapitalizmi bu hattın gereklerini farklı dönemlerinde farklı biçimlerde yerine getirmeye niyetlendi. AKP hükümeti de aslında kabaca kendi vurgularını ve “rengini” çalarak sahip olduğu siyasal istikrar sayesinde bazı girişimlerde daha pervasızca işi hızlandırmaya girişmiş oldu. AKP hükümetlerinin ilki, 2003’te bir “acil programla” ortaya çıktığında, özel sektöre bağlı kalacağına ve liberalleşme yolunda ilerleyeceğine and içiyordu. O dönemin müsteşarı bugünlerin Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer ve ekibi de dönüşümün manifestosunu hazırlamış, “değişimi yönetmek için değişim” başlığıyla bir gerekçe metni olarak piyasaya sürmüştü. Özetle, AKP üç alan tanımlıyordu dönüştürmelik: özelleşme, yerelleşme ve sivilleşme. Pek de yaratıcı ve yenilikçi değil, neoliberalizm moda rüzgarına kapılmış, dünyanın hemen her boy kapitalizminin üzerindeki “yönetişim” elbisesinin birebir aynı prova kağıdı. 

İşçi sınıfı açısından, biçilen bu elbisenin ne anlama geldiğine gelince: AKP’yi İkinci Cumhuriyet’in öznel temsilcisi kabul ederek, onun kullandığı ideolojik propaganda aracıyla ilerlemeye çalışalım. Ne diyordu 2011 seçim şarkısında AKP: “Aynı yoldan geçmişiz biz; aynı sudan içmişiz biz…” Onuncu yılına yaklaşan dönüşüm sürecinin işçi sınıfına dönük kavrayışının ipuçlarını buradan yakalamak mümkün. Yeni dönemi eskisinden, ikinciyi birinciden ayırt edenin ne olup ne olmadığını da yine bu temel eğilim dışavurumlarından, marş ve şarkı sözlerinden devam ederek görelim. 

 

İmtiyazsız/’bir allahın kuluyuz biz’ 


Son dönem yaşanan dönüşüm ve sonucunda ortaya çıkan ucube, sınıflar mücadelesi açısından önemli demiştik. Türkiye kapitalizmi son on küsur yıldır sürekli ve sistematik olarak sermaye sınıfı çıkarlarına uygun dönüşüyor. Bu dönüşümü yalnızca “liberalleşme” ya da “piyasalaşma” olarak tanımlamak yetmez. Egemen sınıfın “egemenlik” mekanizmalarının mutlaklaştırılması, kalıcılaştırılması ve kural tanımazlaşması olarak da adlandırılması gerekir. AKP hükümetleri yıllardır her fırsatta bu dönüşüme kaynaklık eden ezberlerini okudu, yazdı ve uyguladı. Yukarıda sözü geçen ilk acil programdan başlayarak tüm hükümet programlarında da, kamu reformu gerekçe metninde de, -son dönemde modası geçmiş gibi görünmekle birlikte-  ekonomik gündemi belirleyen AB pazarlıklarında da, açık, net ve öz ifade edildi: Bu devlet, özel sektör için değişecek,  hükümet sermayeye varlığını feda edecek.  

İlki, kimseye imtiyaz tanımamakla övünüp, “milli” burjuvazisini elleriyle oluşturup büyütmüştü, ikincisi, “allahımız bir” diye diye bazı kulları daha “sevgili” ilan etti. 

Özel sektöre imtiyaz tanıma, iktisadi alandaki dizi dizi düzenlemeyle (düzensizleştirme demek daha doğru olabilir) altyapı kazandı. Başta İş Yasası ve sosyal güvenlik sistemi olmak üzere çalışma ilişkilerini düzenleyen ve denetleyen araçlar değiştirildi, baştan yazıldı. Esnekleşme sloganıyla AKP hükümetleri, emekçi sınıflara tam boy ve son moda saldırılara imza atmaya devam etti. Gericilikle suçlananlar çağın gereklerine, gelişmiş kapitalizmlerin eğilimlerine ayak uydurarak sermaye sınıfı söz konusu olduğunda pek de “ilerici” olduklarını fazlasıyla kanıtlamış oldular. 

Sermayedarlara, yani burjuvaziye yol açmak amaçlı, görece dolaylı düzenlemelerin yanısıra, doğrudan gerçekleştirilen operasyonlar da hep gündemde kaldı. AKP hükümetleri, 1980’lerden bu yana süregelen özelleştirme saldırısının kumandasını, muhtemeldir heyecandan titreyerek, eline aldı ve tam güç düğmelere bastı. Bağımsız Sosyal Bilimciler (BSB) oluşumu, son kitap çalışmalarında değinmişti, AKP hükümetleri özelleştirmenin çeşit çeşit biçimlerinden hepsini tek tek uyguladı: kamu kurum ve kuruluşlarının satılması ya da kapatılarak piyasanın özel sektöre devredilmesi; kamu kurumlarının ticarileştirilmesi; bu kurum ve kuruluşların etkinliklerinin hizmet alımı, taşeronluk veya fason üretim ilişkileriyle özel sektöre yaptırılması. Her biri özelleştirmedir ve AKP her birini farklı ölçeklerde ve sektörlerde devreye soktu. BSB, özelleştirmelerin parasal büyüklüklerini de kullanarak AKP’nin marifetini ortaya çıkarmaya devam etmiş. Buna göre, 1985-1997 döneminde toplam özelleştirme 4 milyar 622 milyon ABD doları iken, AKP daha üçüncü yılında, sadece 2005 yılı boyunca, 8 milyar 222 milyon dolarlık talana önderlik etmiş.5 

Özelleştirmenin her türlüsü uygulanıyor demiştik, bu denli kapsamlı olmasına olanak sağlayan da işi “reform” niteliğinde dönüşümlere bağlamak oluyor. Devletin piyasalaşmasını nasıl “kamu yönetimi reformu” adıyla sundularsa, sektörler bazında da kapsamlı refomlarla ilerlemeye devam ettiler. Sağlık reformu, genel sağlık sigortasıyla; aile hekimliğiyle; özerk hastaneleri ve diğer büyüklü küçüklü paketleriyle açıktan sermayeye imtiyaz, emeğe saldırı anlamına gelmekte. Eğitim reformu, bugün ulaştığı noktayla gericiliği ve karanlığı piyasaya düşen eğitimin üzerini örtmek için kullanılıyor. 

Piyasa mekanizmalarına devredilmiş devlet teşkilatı, şatıştan talana çeşit çeşit yöntemle pazarlanan ulusal üretim ve hizmet, parasıyla yaşama hakkı, ticarileşmiş eğitim değerleri. 

Bundan alâ imtiyaz mı olur? Aynı allahın kullarından bazıları (burjuvazi), nedense diğerlerinden (işçi sınıfı) daha öncelikli, daha değerli, daha serbest, hep özel, hep güçlü. 

 

Sınıfsız/’aynı bağın gülüyüz biz’ 


Toplumsal ve siyasal bir kategori olarak “var olmadığı” iddia edilen işçi sınıfının son dönemki tablosuna bakalım. TÜİK verilerine bakıp yorumlamaya çalışırsak durum şudur: 2011 yıllık rakamlarına göre istihdam kategorisindeki nüfus 24 milyon 110 bin kişi. Bu rakamın 1 milyon 244 binlik işveren kısmı, ve emekçi sınıflara yakın sayılabilecek bazı küçük esnaf nüfusu gözden kaçırabilmek pahasına 4 milyon 687 bin kişilik kendi hesabına çalışanlar çıkarıldığında geriye kalan 18 milyon 179 bin kişi (14 milyon 876 bin ücretli, 3 milyon 303 bin ücretsiz aile işçisi) “emekçi sınıflar” hanesinde ilk sırayı alıyor. 2011 yılında işsiz olduğu TÜİK tarafından kabul edilip kaydedilmiş emekçiler 2 milyon 616 bin kişi, ikinci sıraya yazalım. Son olarak “işgücü dışı” kategorisi altına yazılmış emekçiler kalıyor. 2 milyon kişi, iş aramayı bıraktıklarından ya da mevsimlik işçilik yaptıklarından bu kategoride, ama en büyük kısmı “ev işleri” sebebiyle işgücü dışında kaldıkları düşünülen kadınlar oluşturuyor, 11 milyon 872 bin kadın. Haydi bu kadınların birkaç milyonunu işveren karısı ya da kızı olmasından kaynaklı burjuvazi hanesine kaydedip hesabı kapayalım. 2011 yılı için Türkiye’de 15 yaş üzerinde 30 milyon küsur emekçi nüfus saymış olduk, ailelerini dahil etmeden6

Kamu özelindeki durum için ise bir kez daha BSB’in çalışmasına bakalım, 2009 yılı verileriyle 13 milyon ücretlinin 3 milyonunun kamuda çalıştığını ortaya koymuşlar. Kamu reformu saldırısının en belirgin başlığı olan farklı istihdam biçimleri açısından durum ise şöyle: 2 milyon 91 bin kadrolu (4/a); 298 bin sözleşmeli (4/b); 415 bin sürekli işçi (4/d); 37 bin geçici işçi (4/d) ve 18 bin geçici personel (4/c)7

Yeri gelmişken bu meşhur 4/c maddesine değinmeden geçmeyelim. AKP, 2007 yılında 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 4. maddesine ekleyiverdiği bir bendin bu kadar başını ağrıtacağını hesaplamış mıydı bilinmez ama bu eklentiden beklediği başka hesaplar olduğu aşikar. 4/c bendi, kamunun piyasaya açılmasının ve boyut değiştirmiş özelleştirme saldırısının altyapısında önemli bir tuğlayı temsil etmekteydi. Nitekim, sözü geçen yılların özelleştirme hasılatının rekorundan yukarıda söz ettik. Kanundaki bu küçük değişiklik, kamuda çalışan emekçiler açısından derin bir tehdit içeriyordu ve kısa sürede gerçek saldırıya dönüştü. Kamuda çalışma statüsünü ve güvencesini, tamamen hükümetin insafına bırakan, ne memur ne işçi, ne kadrolu ne dönemlik, ne olduğu belirsiz bu kamu çalışanı pozisyonu, hem TEKEL işçilerine hem de başta öğretmenler ve sağlık emekçileri olmak üzere diğer kamu emekçilerine ayrı ayrı ama aynı yoğunlukta yöneltilen saldırı silahı oldu. 

Kamuda yaşanan bu yoğun sömürü mekanizmaları, özelleştirmeler, piyasalaştırma, ticarileştirme, taşeronlaştırma ve diğer saldırılar kamudaki emekçileri diğer sınıfdaşlarının konumuna giderek daha çok yakınlaştırdı. 2000’li yıllar Türkiye’de emekçilerin artarak yoksullaştığı ve mülksüzleştiği zamanlar oldu8 

Sermayeye doğru dönmüş, piyasaya dönüşmüş İkinci Cumhuriyet, bırakın sınıfsızlaşmayı ya da aynı bağın gülü olmayı, yoğun sömürü saldırılarıyla, eşitsiz, adaletsiz, kural tanımaz ve küstah siyasal çıkışlarıyla sınıf çelişkisini giderek daha keskinleştirip derinleştirmiş durumda. 

 

Kaynaşmış kitleyiz biz /’gönüller bir dualar bir, hep beraber söyleriz biz’ 

Herkes aynı gemide, gönüller birleşmiş, kaynaşmış, hep bir ağızdan şarkı mı söylüyor? 2012 Türkiyesi’nin resmi bu mu gerçekten? AKP hükümetlerinin, tüccar başbakanı, “babalar gibi” satış yapan bakanları eliyle ülkeyi dev bir sömürü çarkına dönüştürdüğü bu aşamada, tüm iktisadi ve yasal düzenlemeler sermaye sınıfını işaret ederken işçi sınıfı nasıl hissediyor? Çelişki belirginleştikçe, sınıflar çatışması derinleştikçe, bir tarafın sınıf bilinci billur su gibi netleştikçe karşı tarafın da hareketlenmesini bekleriz. Bekler miyiz? Aşkın Süzük’ün Gelenek’te önceki ayki yazısında neden pek de bekleyemeyeceğimizin ipuçlarını gördük. “Piyasalaşma” saldırısına yanıt vermeyen emekçilerin “refah yanılsamasıyla” nasıl razı edildiğini, şuursuz tüketiciler haline gelip “orta sınıflaştıklarına” ikna olabildiklerini, “biat ve sadaka kültürü” ile sınıf körü haline gelebildiklerini okuduk9

İşçi sınıfının mücadele örgütlerinin durumu da bu kuşatmadan payını almış görünüyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre, 2009 temmuz ayı itibariyle 3 milyonu aşkın sendikalı işçi bulunuyor, kamu emekçileri için 2011 yılı rakamlarını görebiliyoruz, toplam 1 milyon 195 bin sendikalı kamu çalışanı var. Hem işçiler hem memurlar için sedikalaşma oranları yüzde altmışlar civarında. Konfederasyonların sıralamasına bakıldığında işçiler açısından Türk-İş açık ara önde, 3 milyon sendikalının 2 milyonu bu konfederasyon üyesi olan sendikalarda örgütlü. DİSK’e bağlı sendikalara üye işçi sayısı yalnızca 426 bin 232. Sonuç: memleketin işçi sendikaları konfederasyonu Türkİş. Kamu emekçilerinde durum bu denli açık farkla olmasa da yine tek konfederasyona işaret ediyor: Memur Sen 515 bin üyesiyle AKP hükümetlerinin izinde ve dizinde “mücadeleye” devam ediyor. 1990’larda yıllarca örgütlenme hakları için mücadele etmiş ve kamu emekçilerinin sendikalaşma haklarını kazanmış bir geleneğin temsilcisi KESK ise 232 bin üyeyle sınırlı bırakılmış durumda.  AKP’li yıllarda yürütülen sendikal mücadele hakkında kabaca fikir sahibi olmak için bazı “kuralına uygun” eylemliliklere bakalım. Söz gelimi, toplu sözleşme uyuşmazlıkları sonucu gerçekleşen “yasal” grevler: 2000-2011 yılları arasındaki on yıllık süre boyunca grev sayısı ve katılan işçi sayılarında azalma gözlemliyoruz, hele son üç dört yılda sürekli düşüş var. 2000 yılında kamuda 11 bin 879 işçinin dahil olduğu 19, özelde 6 bin 826 işçiyle 33 grev gerçekleşmiş. 2010 yılında ise 406 işçiyi kapsayan 1 kamu, 407 işçilik 10 özel sektör grevi10. Bu “kurallı” grev rakamlarının işçi sınıfı mücadelesi açısından bir fikir vermeyeceği ortada, yalnızca kurallar dahilinde bile olsa AKP hükümetlerinin emekçilerden yana kabul edilebilecek herhangi bir girişime olan tahammülsüzlüğünü ortaya koyması açısından önemli bu rakamlar. 

Tam da bu noktadan, 2010 yılından devam edip TEKEL direnişine gelelim. TEKEL, birkaç açıdan önemli. Birincisi, üç aya yakın süren, hak aramanın ötesine geçip direnişe dönüşmüş, toplumun büyük kısmını kapsayan meşruiyete ulaşmış ve sınıf karakteri belirginleşmiş bir işçi sınıfı eylemliliği olması açısından önemli. İkincisi, özelleştirme gibi, evrensel olarak güncel ve yaygın bir egemen sınıf saldırısına yöneltilmiş bir direniş olarak enternasyonal niteliğe de kavuşmuş olduğunu kabul etmemiz gereken bir eylem. Son olarak, hem siyasal hem de iktisadi açıdan AKP hükümetini doğrudan karşısına almış, bu dolayımla da ideolojik ve sınıfsal olarak tam boy taraflaşmaya zemin hazırlamış (sonuçta ulaşabildiği nokta tartışmalı olsa da) bir direniş olarak önemli. 

Bunların tümünü toplayıp, 2010 yılı TEKEL direnişiyle Türkiye işçi sınıfının cumhuriyetteki dönüşümü karşılayışına bir kez daha bakalım. Ne kazandık? Öncelikle özgüvenimizi, sonra unutulmuş bazı değerlerimizi, kavramlarımızı, bilincimizin büyükçe bir kısmını geri kazandık. Yetti mi? Bir yılı aşkın zamandan geri bakınca görebiliriz, yetmedi. 13 Haziran 2011’de çoğunun elimizden çoktan kayıp gitmiş olduğunu anladık. TEKEL işçilerini sokaklara döken, haftalarca direndikleri, “geçici işçilik” saldırısı 4/c uygulaması, 2012’de emekçiler için “müjdeli haber” mertebesine geliverdi.11

Emekçi sınıflar, özelleştirmenin her biçimiyle işçi sınıfına saldırı anlamına geldiğini bir kez daha görmüş oldu. TEKEL özelleştirmesinin, Türkiye’ye özgü yanları olmakla birlikte, emperyalizmin genel eğilimine uygun ve bağlantılı olduğunu iyice kavradı. AKP’nin dinini imanını, gericiliğini geri planda bırakacak sınıfsal tercihini anladı. Örgütlenmenin ve direnmenin doğru yol olduğunu öğrendi. Ancak bunları sınıflar mücadelesi düzlemine çıkaramadı. 

İşçi sınıfının mücadele gündemi açısından başa bir örnek, eğitim emekçilerinde. Eğitim reformu denen o karanlık süreç kapsamında doğrudan saldırıya uğrayan öğretmenler son yıllarda isyanla direniş karışımı bir eylemlilik sürecindeler. Eğitim sektörünün piyasalaşması saldırısında en büyük darbeyi öğretmen adayları aldı. Öğretmenlik gibi, aydınlığa ve gençlik üzerinden geleceğe yüzünü dönen bir mesleği, şikeli sınavlara, ihtiyacı piyasayla belirlenen branşlara dönüştüren reform birçok açıdan emekçilere hakaret olarak kabul edilmelidir. Hem eğitim emekçilerini işsizliğe, güvencesizliğe, ve vasıfsızlaşmaya sürüklediği için, hem de ülkenin geleceğini temsil eden emekçi çocuklarını bilginin değil paranın saltanatına mahkum ettiği için.  

Eğitim reformu baştan aşağıya sermaye kokuyor, “kiralık okullar” ile işletme haline getirilen eğitim kurumları, “Fatih Projesi” denen pespaye girişimle ihya edilen Vestel grubu, eğitimi alışveriş merkezlerine dönüştürecek “Eğitim Kampusları” yönergesi ve daha niceleri. Özetle eğitim sektöründe olan biten, gericileşme ve irtica tehdidinin yanısıra ülkenin “aklı”nın bütünüyle sermaye egemenliğine girmesi, pazara düşmesidir. 

Eğitim emekçileri işte böylesi bir saldırının hedefindedir. Türkiye’de 600 bini aşkın öğretmen var, kadrolu oldukları için şanslı sayılabilecek olanlar. Oysa onlar da yoğun sömürü altındalar. OECD verilerine göre Türkiye, öğretmenlerini en çok çalıştıran (öğretim dışı işler ağırlıklı olarak) ve en düşük ücret veren ülkelerden biri12. Tabii bir de bu sömürü mekanizmasına katılmayı bekleyenler var. Yüzbinlerce genç aydın adayı, kadrolara atanmayı beklemekte. Sevdiklerine yalanlar söyleyecek, öğrencilerinin yüzüne bakamayacak kadar, gencecik canlarına kıyacak kadar çaresizce, umutsuzca.13 

Eğitim Sen, siyasal ve ideolojik yaklaşım olarak sürecin içerisinde hep var oldu ama “hareketlenme” kendiliğinden gelişti, atanamayan öğretmenler bir platform (AYÖP) oluşturdu. Öğretmenler AYÖP aracılığıyla, hem atan(ama)ma yöntemlerine (KPSS rezilliği vb.) hem de 4/c uygulaması ile bir de bu sektörde karşımıza çıkan güvencesiz, geçici çalıştırılmaya isyan etti, ediyor. Ancak isyan edebiliyor. 

2010-2011 öğretim yılı eğitim emekçileri açısından yoğun geçti: KPSS skandalı, Erdoğan’ın hakaretleri, atama rakamları ile AKP’nin öğretmenlerle dalga geçmesi, onbinleri harekata geçiren eylemlilik. Sonra ne oldu? Genel seçimin hemen öncesi 50 bine yakın atama sözleri verildi, seçim geldi geçti. 2011 Ağustos atamaları 15 bini bile bulmadı, daha da ağırı Milli Eğitim Bakanlığı’nın başına, şeriatçı hem intihalcı Ömer Dinçer yerleşiverdi, sonrası malum… 

Bu alt başlığı sonlandırırken açık açık yazalım, kaynaşmış değiliz, gönüllerimiz bir, hiç değil. Çelişkilerimiz büyük ve sömürümüz yoğun. Hep böyleydi, şimdi AKP hükümetlerinde daha  kirli, daha ağır. 

 

Haydi bir daha!


AKP hükümetlerinin sınıfsal niteliği de, İkinci Cumhuriyet dönüşümü olarak kabul edeceğimiz her bir sürecin sınıfsal yönelimi de öncekilerle aynı. Sadece diğer siyasal gündemlerin yanında sınıfa saldırı yeterince görünür olamıyor denebilir. Böylesine derin bir dönüşümün sınıfsallığının üzerini örtmeyi tercih itmesi son derece normal, beklenen bir taktik. Boyun eğmeyi, iknayı, rızayı örgütleyebilmek için yeni rejimin sınıflar çatışması riskinden kurtulması gerekir, doğrudur. İşte bu yüzden AKP insanların diline “Aynı” şarkısını doladı. “Haydi bir daha bir daha söyleyin aynı bağın gülüyüz biz!”… 

Ve işte yine aynı nedenledir ki, Türkiye emekçi sınıfları da aynı perspektifle, sınıfsal kimlikleri, bilinçleri ve örgütleriyle direnmeyi ve mücadeleyi sürdürmelidir. Yeni rejim daha sinsi, daha gerici, daha faşizan, daha ahlaksız olabilir. İşçi sınıfının ideolojisi tümünü yenmeye yetecek güçtedir. Bu gücü kullanabilmek ve mücadele edebilmek içinse öncelikle bir durum muhasebesi gerekir. 

Karşımızdaki yeni rejim olabildiğince karanlık, yukarıda işçi sınıfı açısından daha fazla sömürü ve daha az örgütlülük anlamına gelecek süreçlerden söz ettik. Türkiye Cumhuriyeti bir bütün olarak sermaye sınıfına yönelmiş bir dönüşümün içerisinde: Hem iktisadi, hem sosyal, hem siyasal hem de ideolojik düzlemlerde. Üstelik bu dönüşümün birden fazla emperyalizm bağlantısı bulunuyor. Tüm bunları hesaba kattığımızda işçi sınıfı mücadelesi açısından belirgin yol tıkayıcı noktalar ortaya çıkıyor. 

Öncelikle, “sınıfsallık” sorununu ele alalım. AKP tetikçiliğindeki İkinci Cumhuriyet’in rejimi kötücüllük ve gericilikte yol aldıkça toplumun geniş kesimleri gözünde sınıfsal karakteri bulanıklaşıyor. Zaten cumhuriyetin kuruluşundan beri iktidarları hiç (sol bilincin görece gelişkin olduğu dönemlerinde dahi) birebir sınıfsal olarak algılamamış bir toplum bu denli kafa karıştırıcı ve sindirici sermaye saldırısı karşısında neyle muhatap olduğunu ayırt etmekte zorlanıyor. Yalnızca karanlığıyla değil sinsice sürdürdüğü siyasetiyle AKP, bolca kullandığı “sivilleşme” ve “demokratikleşme” gibi kavramlarla, “halka hizmet”, “yoksullukla mücadele” gibi politikalarıyla, çeşit çeşit açılımlarıyla egemen sınıfın öz evladı olduğunu kitlelere unutturmayı başarabiliyor. Durum böyle olunca da sermaye sınıfının saldırısına yanıt verecek “karşı” cepheyi kurmanın önünde zorluklar beliriyor. 

Öte yandan sahibinin sınıfsallığı bir türlü netleşemeyen saldırı her geçen gün daha da derinleşeceğinin belirtileriyle karşımızda dikilmeye devam ediyor. Bir yandan hiç hız kesmeden süren kamunun “özelleşmesi” süreci, öte yandan ertelenip üzeri örtüldükçe faturası ağırlaşan iktisadi kriz tehdidi. Devlet giderek bir yandan daha fazla sosyalliğini yitirip piyasalaşırken, diğer yandan dışa bağımlılığını geri dönülmez biçimde derinleştirmeye devam ediyor.14 Özetle sınıflar mücadelesi açısından çelişkilerin derinleştiği ancak belirginleşemediği bir süreçte mücadele etmekten söz ediyoruz. 

Peki, yolumuz tamamen tıkalı mı? Elbette değil.  

İkinci Cumhuriyet rejiminin daha fazla “sermayeci”leşmesi, emekçi sınıfların da benzeri biçimde bütünleşmesi olanağını sunuyor. Kamunun özelleşmesi, memurun “işçileşmesi”, hekimin öğretmenin “proleterleşmesi” anlamına geliyor. Saldırı topyekûn yöneltildikçe direniş cephesi de genişliyor, kitleler boyutunda örgütlenebiliyor.  

TEKEL direnişi ve AYÖP örgütlülüklerinin ortaklıklarından söz etmiştik. Belki bundan henüz birkaç yıl önce ortak mücadeleleri kafalarda canlandırılamayan sınıf kesimlerinin birleştirilebilir mücadele gündemlerine sahip olduğu gerçeği daha bir elle tutulabilir hale geliyor. Üstelik toplumun büyük kesiminin (çekingen ve ürkek olsa da) gönlünü kazanmış, haklı ve meşru gündemler olarak.  

İşsizlik gündemi bir diğer örnek olarak alınabilir. Kapitalizmin bu acımasız sömürü aracı 2000’ler Türkiye’sinde artık toplumun daha geniş kesimlerinin canını yakıyor. Sadece niceliksel olarak değil, tüm iktisadi sektörleri etkileyerek emekçi sınıfların farklı kesimlerine dokunmaya başladığı, ülkenin gençliğini bir bütün olarak tehdit ettiği15, sadece niteliksiz işgücünün değil “okumuş”ların da sorunu16 haline geldiği oranda emekçi sınıfları bütünleştirme olasılığı yaratıyor. 

İşgücü piyasasında esnekleşme, İş Yasası, Sosyal Güvenlik Reformu ve benzerleri  “işçi” statüsündeki emekçileri hedef alırken diğer yanda sağlık ve eğitim reformuyla, özelleştirmelerle, “4/c”siyle, kamu personel rejimi dönüşümüyle, “memurlar” ve “kamu işçileri” saldırıya uğruyor. Sonuçta emekçi sınıflar en temel çıkarları açısından yakınlaşıyor, giderek daha çok, daha ortak. 

İşte bu noktada iş, bu ortaklaşmaları bütünleşmeye, birleşmeye, taraflaşmaya ve mücadeleye dönüştürmekte. Egemen sınıf kendi gündemini nasıl bir bütünsellik içerisinde dayatıyorsa,  işçi sınıfı örgütlerinin de mücadelelerinde önceliği ülke gündemiyle sınıf gündemini çakıştırmaya vermeleri gerekiyor. Ne birini ne ötekini, ikisini de: Hem bu yeni rejimin en ücra karanlığını hem de her bir sınıfa saldırı başlığını yenmeyi hedefleyerek. 

O zaman, haydi devam, haydi bir daha!…


*AKP’nin 2011 genel seçimlerinde kullandığı propaganda şarkısının adı.

Dipnotlar

  1. Dinçel, G. “Sermaye sınıfı ‘bildiğimiz gibi’ mi?” Gelenek, Ocak 2012, http://mlam.tkp.org.tr/gelenek-­‐sayilari/gelenek-­‐114
  2. Süzük A. “Cumhuriyet dönüşürken AKP emekçileri nasıl tutabildi?” Gelenek, Ocak 2012, http://mlam.tkp.org.tr/makaleler/akp-­‐emekcileri-­‐nasil-­‐tutabildi-­‐askin-­‐suzuk
  3.  Aktaran, Hafızoğulları, Z. “İzmir-­‐İktisat Kongresi Görüşler ve Değerlendirmeler” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Mart 2000.
  4. 10. Yıl Marşı sözleri, F. Nafız Çamlıbel-­‐B. Kemal Çağlar
  5. BSB 2011, Derinleşen Küresel Kriz ve Türkiye’ye yansımaları: Ücretli emek ve Sermaye, editörler E. Yeldan ve E. Voyvoda, Yordam Kitap. 
  6. TÜİK verileri http://www.tuik.gov.tr/VeriBilgi.do?tb_id=25&ust_id=8 
  7. BSB 2011. 
  8. a.g.e. Gerek yoksullaşma gerekse mülksüzleşme mekanızmaları rakamlar ve verilerle BSB’in çalışmasında gözler önüne serilmiş.
  9. Süzük, A. Gelenek 114.
  10. ÇSGB Çalışma Hayatı istatistikleri 2010, http://www.csgb.gov.tr/csgbPortal/ShowDoc/WLP+Repository/csgb/dosyalar/istatistikler/calisma_hayati_2010 
  11.  Dalga geçercesine, Ocak 2012’de Bakanlar Kurulu, özelleştirme sonucu işten çıkarılan 45 bin işçiyi “mağduriyet”ten  kurtarmak için 4/c kadrolarının kullanılmasına karar verdi. http://haber.sol.org.tr/sonuncu-­‐kavga/4-­‐c-­‐simdi-­‐de-­‐mujde-­‐oldu-­‐ haberi-­‐50335 
  12. OECD 2009 “Education at a Glance” Raporu. 
  13. Deniz Yıldırım ve arkadaşlarının Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu’nun 2010’daki büyük Ankara eyleminde yaptıkları söyleşiler gerçekten yürek burkucu ve ibret verici. Yaşamlarının en verimli yıllarında genç emekçi aydınların tanıklıklarını kayda geçmiş Yıldırım ve arkadaşları, ellerine sağlık.
  14. Korkut Boratav, birkaç kez soL portalda yazdı, AKP’nin “laleleri” bir bir solarken ülke tepetaklak olmanın eşiğine doğru gidiyor. Boratav’ın deyişiyle iktisadi olarak işi allaha kalmış bir ülkede yaşıyoruz! 
  15. TÜİK verilerinde yıllardır genç nüfusta işsizlik oranları yüzde 20 civarında seyrediyor. 
  16. Tanıl Bora ve arkadaşlarının kitabı, nitelikli işgücü işsizliğinin boyutu ve kapsamını göstermesi açısından referans olabilecek bir çalışma: Bora T., Bora A., Erdoğan N., Üstün İ. (2011) Boşuna mı okuduk?: Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği, İletişim.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×