İkinci Cumhuriyet ve Tahripkar Hegemonya

 

Türkiye’de siyasal rejimin köklü dönüşümlere tabi tutulması nadir görülen bir durum değildir. Hem ülke içinde hem de uluslararası alanda sürekli kriz dinamikleriyle boğuşan bir ülke açısından bu durumun garip karşılanmaması gerekir. Üstelik dünya emperyalizmine son derece sıkı bağlarla bağlı bir ülke olarak Türkiye’nin sermaye birikimi konusunda sık sık çıkmaza düşmesi ve her seferinde kendini emperyalizme daha da bağımlılaştıracak modellerle çözüm araması, artık kanıksanmış bir durumdur. 

Kaba bir bakışla, Türkiye’de 30’lu ve 60’lı yılların en köklü siyasal ve toplumsal dönüşümlerin gerçekleştirildiği dönemler olduğunu söyleyebiliriz. Aynı dönemler, sermaye birikim biçiminde de ciddi değişikliklerin yaşandığı, her dönemin kendisini simgeleyen farklı sermaye birikim biçimi modelleriyle anıldığı dönemlerdir. Kuşkusuz, her yeni birikim biçimi kendisine uygun bir siyasal ve idari düzenlemeyi, ideolojik ve kültürel alanlarda uyumlu bir yeniden yapılanmayı da zorlamıştır. Deyim yerindeyse, sermaye birikim biçimi bir yapı ise, ona uygun üstyapı da oluşturulmaya çalışılmıştır.  

Ancak birikim biçimleri arasındaki geçişleri ve bu geçişlere denk düşen siyasal dönüşümleri, sadece sermayenin tıkanan damarlarını açmak üzere geliştirdiği çözüm denemeleri olarak görmek yanlı ş olacaktır. Zira sermaye birikim biçimlerindeki değişmeler, aynı zamanda burjuvazinin emekçi sınıflara dönük saldırısının bir başka boyutudur. Diğer bir deyişle, birikim biçimindeki değişiklikler ya da düzenlemeler, burjuvazi açısından sadece bir çare olarak değil, aynı zamanda bir hamle olarak değerlendirilmelidir. Birikim biçimine uyumlu siyasal ve toplumsal dönüşümler de, burjuvazi açısından mücadeleyi daha avantajlı koşullarda yürütmenin gereklerini karşılamaya dönük olmuştur. 

İşte Türkiye’de son otuz yıldır yaşanan dönüşümü, en geniş anlamıyla sermaye birikim biçiminin değiştirilmesi ve buna uygun bir siyasal rejimin kurulması süreci olarak izlemek mümkündür. Açıkçası, bu süreç birçok açıdan şaşırtıcı ölçüde uzun sürmüş ve nihai evresine ancak girebilmiştir. Fakat sürecin esas özgünlüğü uzunluğu ya da sancılı ilerleyişi değil, bir rejim düzenlemesinin ötesine geçen yıkıcılığı olmuştur. Daha açık bir ifadeyle, bu defa Birinci Cumhuriyet olarak adlandırılan siyasal rejim restore edilmemiş, tümüyle tasfiye edilerek yeni bir siyasal rejimin kuruluşuna adım atılmıştır. Bugün İkinci Cumhuriyet olarak adlandırdığımız süreç, tam olarak bu kuruluşa işaret etmektedir. 

Fakat İkinci Cumhuriyet’in kuruluşu, sadece siyasal sitemin ve idari yapılanmanın yeniden oluşturulmasıyla sınırlı değildir. Süreç, aynı zamanda, toplumsal yaşam, kamusal alan ve ideolojiler alanı gibi boyutları da kapsayan bir yeniden düzenlemeyi de içermektedir. Bu anlamda, söz konusu olan, yeni bir iktidar tarzının ve hegemonya modelinin inşasıdır.  

 

Türkiye’nin Bitmeyen Macerası: Neoliberal Dönüşüm 

Dünya kapitalizminin 70’li yıllarda karşı karşıya kaldığı krizle birlikte, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra girişilen ithal ikameci birikim biçiminin tıkandığı, yeni bir birikim biçiminin hayata geçirilmesi gerekliliği burjuvazinin geniş kesimleri tarafından kabul edilmişti. Bu gerekliliği kabul etmekle birlikte, Türkiye burjuvazisini düşündüren, söz konusu geçişi nasıl gerçekleştireceği olmuştu. Zira söz konusu yıllar, işçi sınıfının bilinç ve mücadele birikimi, devrimci mücadelenin gücü ve etkisi, burjuvazinin kendi içindeki çatışmalar ve düzen siyasetinin meşruiyet kaybı gibi göstergeler açısından, böylesi köklü bir dönüşümü gerçekleştirmek için son derece tehlikeli yıllardı. 

Özal’ın hazırladığı 24 Ocak kararlarıyla somutlanan dönüşümü sırtlanacak ve oluşacak gerilimi kendi liderliği altında yönetip etkisizleştirecek bir siyasal aktörün olmadığı koşullarda, dönüşümü “olağanüstü” araçlarla gerçekleştirmek dışında bir seçenek kalmıyordu. 12 Eylül’de ordunun gördüğü ve adım attığı boşluk tam da buradaydı.  

Aynı anlarda, başta Sovyetler Birliği olmak üzere dünya sosyalist bloku yıkıldı. Artık emperyalizm için endişe kaynağı olan unsurlardan en önemlisi ortadan kalkmıştı. Bundan sonra daha girişken ve cesur davranılabilirdi. Emperyalizm daha önce Sovyetler nedeniyle el atamadığı coğrafyalara vahşice saldırmaya hazırlanıyordu. Aynı anda, Türkiye gibi ülkelerin düzen siyasetçilerini ve yöneticilerini de neoliberal dönüşüme hız vermek yönünde zorlamaya başlıyordu. Ancak Türkiye karmaşık toplumsal dinamikleri olan bir ülkeydi; burjuvazisi kaypak ve korkaktı; siyasetçileri ise kişiliksiz ve hesapçıydı. Ne açıdan bakılırsa bakılsın, Türkiye kapitalizmi neoliberal dönüşümü pürüzsüz ve dingin bir toplumsal ortamda gerçekleştirebilecek yapıda değildi. 12 Eylül’ün ağır baskı koşullarından sonra dahi, Türkiye burjuvazisinin korkuları hafiflemiş sayılmazdı. 90’lı yıllar bu korkuların yeniden güncellik kazandığı yıllar oldu. 

Aynı anlama gelmek üzere, Türkiye kapitalizminin 90’lı yıllar boyunca ciddi kriz dinamikleriyle baş etmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Beklenti, bir kısmı 12 Eylül öncesinden devrolan kriz dinamiklerinin etkisizleştirilmesi, toplumsal bir uyumun ve onayın sağlanması ve neoliberal dönüşümün hızının bu oturaklı toplumsal düzen içerisinde artırılması yönündeydi. On yılın sonuna gelinirken, Türkiye’de Kürt hareketi, dinci gericilik, devrimci demokrat dinamikler gibi sıkıntılı gündemler varlığını koruyordu; devletin yapısal dönüşümünde, özelleştirmelerde, yasal mevzuatın değiştirilmesinde yeterli adımlar atılamamıştı; üstelik tüm bunlar yaşanırken düzen siyaseti her geçen gün daha fazla itibarsızlaşıyor, Türkiye’nin geleneksel siyasal aktörleri meşruiyetlerini hızla yitiriyordu. Bırakın neoliberal dönüşümü hızlandırmayı, bu kadrolarla ülkenin yönetilmesinin dahi olanaksız olduğu görülüyordu. 

Ordu, bu dönemeçte, sahip olduğu sınıf bilincinin hakkını vererek bir kez daha devreye girdi. 28 Şubat olarak adlandırılan süreç, öncelikli olarak kriz dinamiklerini etkisizleştirmeyi, bu arada burjuvazinin üzerinde yük olan kimi ağırlıklardan kurtulmayı amaçlıyordu. Restorasyon sürecinin sadece dinci gericilik tehdidine karşı geliştirilen bir tepki olduğunu düşünmek ve süreci 28 Şubat’a sıkıştırmak büyük bir hata olacaktır. Söz konusu olan, zamanın sıkıştırması karşısında kriz dinamiklerini kontrol altına almak için hızla harekete geçmek zorunda olan sermaye egemenliğidir. Ordu ise, sermaye egemenliğinin tehlikeyle yüz yüze geldiği uğraklarda sahneye çıkmayı görev bilmektedir. 

Susurluk’la başlayan, Refah Partisi’nin geriletilmesi, Öcalan’ın yakalanması, faşist hareketin terbiye edilmesi, ölüm oruçları ve cezaevi operasyonlarıyla devrimci hareketin üzerine gidilmesi gibi süreçlerle devam eden zemin temizliği, son noktasına 2001 kriziyle ve düzenin geleneksel siyasal kadrolarının tasfiyesiyle vardı. Süreç başarılı oldu; ama bu başarının bir bedeli de vardı. Ordu, baskın siyasal rolünün bir sonucu olarak, Türkiye kapitalizmini siyasetsizleştirmiş, ülkeyi yönetecek siyasal kadroların neredeyse kökünü kurutmuştu. 

Bu temizlenmiş siyaset düzleminin iki önemli sonucu oldu. Birincisi AKP iktidara yürürken ciddiye alınabilecek herhangi bir rakiple karşılaşmadı. İkincisi ise, sıra ordunun rolünün tasfiyesine ve dönüşümüne geldiğinde, bu sürece direnecek herhangi bir siyasal aktör kalmamış oldu. Zira kısa dönemler dışında, kapitalizmin siyaset alanını tümden rafa kaldırarak yoluna devam etmesi mümkün değildi. Hele hele geniş ölçekte özelleştirmeleri, piyasalaştırmayı, güvencesizleştirmeyi, esnekleştirmeyi, sendikasızlaştırmayı gerektiren bir sınıf saldırısını, salt bir zor aygıtıyla sürdürmek kısa vadede şiddetli tepkiler, uzun vadede ise kalıcı sorunlar yaratabilirdi. Dolayısıyla, emperyalizmin beklediği dönüşümü ordunun sırtlanması ve sürdürmesi hayal olurdu. Ordu Türkiye kapitalizmini güvenli sulara taşıyarak tarihsel rolünü oynamıştı belki, fakat bunun kendi kaderini belirleyecek bir dönüşüm olduğunu anlamakta biraz geç kalmıştı. “1999 seçimlerindeki sonuçlar AsParti’nin ‘elinden gelen’dir. 2002’de elden bir şey gelmemiştir”1

AKP böylesi bir ortamda, bir yandan emperyalizme bağlılığını göstermek için hiçbir fırsatı kaçırmayan, diğer yandan da Türkiye’nin dönüşümünü sırtlanmaya talip olduğunu açık açık dile getiren bir aktör olarak iktidara geldi. Emperyalizmin ve Türkiye burjuvazisinin aklında, Sovyetler’in var olduğu bir dünyanın referanslarını taşıyan ve sınıf mücadeleleri sonucunda emekçi sınıfların göz ardı edilemeyecek kazanımlar biriktirdiği yerleşik cumhuriyet rejiminin artık iş göremez hale geldiği, bir biçimde tasfiye edilmesi gerektiği düşüncesi bir zamandır vardı zaten. 2000’li yılların başında gelinen noktada, neoliberal dönüşümün, yerleşik içerikleriyle devletçilik, kamuculuk, halkçılık, milliyetçilik, kemalizm gibi söylemlerle uyumlu bir bütünlük oluşturması olanaksızdı. 

“AKP 2002 yılında iktidara geldiğinde elinde yerleşik modelini tüketmiş bir Türkiye bulmuştur. Ülke gerçekten bir eşiktedir. Ancak bu, neo-liberal dönüşümün kendisinin tükenip başka bir birikim modelini davet ettiği eşik değildir. Gelinen nokta, neo-liberal yapılanmanın daha ileri evrelerine refakat edecek radikal bir siyasal-ideolojik-kültürel yeniden yapılanmayı gündeme getiren bir eşiktir.”2

Eksik olan, tasfiye edilenin yerine konacak rejimin neye benzeyeceği ve bu geçişi sürdürecek siyasal aktörün kim olacağıydı. AKP bu kaçınılmaz sonu fark eden ve kendini bu farkındalık sayesinde pazarlayan yegane siyasal aktör olarak ortaya çıktı. Bu çıkışta, AKP’nin, neoliberal dönüşüm sürecinin gereklerinin yerine getirilmesinde ve oluşabilecek tepkilerin önlenmesinde Birinci Cumhuriyet’in siyasal ve ideolojik mirasının yetersiz kalacağını görmüş olabilmesinin payı büyüktür. Bu koşullarda, AKP neoliberal birikim modelini bir yapı olarak görmüş ve bu yapıya uygun bir üstyapının kurucu aktörü olmak için gerekli istek ve yeteneğe sahip olduğunu göstermiştir. 

 

AKP’li Yıllar: Dönüşüm ve Tasfiye 

2002 Kasım’ında başlayan AKP döneminin icraatlarını tek tek açıklamanın gereği kalmadı. Hedef belliydi; bir bütün olarak Türkiye kapitalizminin yapısını dönüşüme tabi tutmak ve bu dönüşümün önündeki siyasal, kurumsal, yasal, ideolojik, kültürel her tür engeli şiddetle ortadan kaldırmak. Fakat Türkiye’de hiçbir dönüşümün sancısız yaşanmaması bir tarihsel kuraldır. Dolayısıyla, AKP’nin yola koyduğu dönüşüm programı kimi uğraklarda ciddi dirençlerle karşılaştı. Tasfiyenin başarısı bu direnç noktalarının çözülmesiyle mümkündü ve on yılın sonunda, AKP, dönüşümün önünde ayak bağı olan ne varsa etkisizleştirdi. Bundan sonra, neoliberal ekonominin işleyişini aksatacak, yavaşlatacak, zorlayacak hiçbir bağ ve ilişki meşru görülemezdi. 

“Türkiye’de siyaset, ideoloji, kurumsallık, kültür vb. adına Cumhuriyet’ten bu yana birikmiş ve az çok yerleşiklik kazanmış ne varsa hepsi, artık kendi dinamikleriyle hareket eden bir “ekonomiye” (ve elbette AB uyum süreçlerinin gerekliliklerine) yol verir, ona göre yeniden şekillenir, bozulur-çözülür duruma gelmiştir.”3 

İlk olarak, AB üyeliği bahanesiyle Türkiye’nin yasal ve idari mevzuatında köklü değişiklikler hayata geçirildi. Ülkenin neredeyse bütün kaynakları özelleştirildi, birçok sektör piyasalaştırmaya kurban edildi, emeğin örgütsüzleştirilmesi ve güvencesizleştirilmesinde önemli adımlar atıldı, çalışma yaşamı büyük ölçüde esnekleştirildi ve taşeronlaştırıldı. Üstelik AKP, bu standart neoliberal yıkım politikalarını radikal biçimde uygularken, toplumsal huzursuzlukların oluşmasını bertaraf etmeyi, oluşan tepkileri ise farklı hedeflere yöneltip etkisizleştirmeyi başarabiliyordu. Bu anlamda, AKP’yi düzenin diğer partilerinden ayıran en önemli fark, bir yandan neoliberal politikaları son derece etkin biçimde yürürlüğe sokarken, diğer yandan toplumun mağdur kesimlerinin gündelik çıkarlarıyla örtüşen çeşitli hizmet ve hayırseverlik mekanizmalarını hayata geçirmesiydi4

Neoliberal popülizm olarak da adlandırılan bu mekanizmalar, iki açıdan işlevliydi. Birincisi, uluslararası emperyalizmin baskılarını ve tercihlerini bir ülke gerçekliği haline getirmeye, diğer bir deyişle yerlileştirmeye yarıyordu. İkinci olarak ise, sürecin yarattığı yıkımın bir hegemonya krizine varmasını önleyen gündelik bir refah ve iyileştirme sağlıyordu. Bu anlamda, bir yandan neoliberal dönüşümün sürdürülmesine zemin hazırlarken, diğer yandan emekçi sınıfları neoliberalizme uyumlu popülist uygulamalarla egemen sınıfların iktidarına eklemlemeyi mümkün kılıyordu5. Kömür ya da bulgur yardımlarıyla, duble yollarla, öğrencilere ders kitabı dağıtmakla hedeflenen, neoliberal politikaların yaratacağı yıkımı maddi ve simgesel ödünlerle sürdürülebilir bir düzeyde tutmaktı. AKP’nin neoliberal dönüşümü tüm hızıyla sürdürürken, aynı zamanda mağdur kesimlerin temsilcisi olarak görülebilmesinin ardından yatan ideolojik mekanizma bu biçimde kuruluyordu.  

Bir diğer ideolojik mekanizma ise, Türkiye toplumunun biriktirdiği tarihsel sorunların neredeyse tamamını, icat edilen bir iç düşmanın kötülüklerine bağlamak olarak ortaya çıktı. Bu iç düşman Türkiye halkının potansiyel gelişimini sürekli engellemekle kalmamış, aynı zamanda Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne kadar yaşanmış tüm kötülükleri de kozmik odalarda planlayıp uygulamıştır. Darbe günlükleriyle başlayan, oradan Ergenekon operasyonlarına uzanan süreç, bu iç düşman algısının üzerine oturduğu gibi, bir yandan birikmiş huzursuzlukları eski rejime yönlendirip kendi siyasetine onay üreten, bir yandan da aynı algıyı sürekli canlı tutup yerleşikleştiren bir işlev gördü. Sonuçta ülkenin cumhuriyetçi ve aydınlanmacı duyarlılığa sahip kesimleri, kısa sürede, darbeci, vesayetçi, elitist olarak işaretlenmiş oldu. Fakat belki de en önemlisi, AKP’nin iktidar stratejisinin en ayırt edici unsurlarından olan “muhalif ama hegemonik”6 söylem, asıl olarak bu zemin üzerine kurulmuş oldu7

AKP’nin söylemindeki muhaliflik ise, asla onun iktidarsızlığı anlamına gelmiyordu. AKP her fırsatta kendi konumunun gücünü ve muktedir tavrını sergilemeye özen gösteren bir siyaset tarzını tercih etmiştir. Bu nedenle, kendisine karşı düzenlenen eylemlere şiddetle saldırmakta ya da vatandaşı ulu orta azarlamakta bir sakınca görmemektedir. Dolayısıyla, haklarını arayan işçilere küfür etmek, paralı eğitimi protesto eden öğrencilere saldırmak ya da muhalif aydın ve gazetecileri komik suçlamalarla cezaevlerine doldurmak AKP’nin ara sıra ifrata kaçırdığı uygulamalar olarak değerlendirilemez. Birçok insanın AKP’nin prestijini sarsacak ve iktidarını zayıflatacak sandığı bu çelişkili tutum, esasında AKP’nin son derece bilinçli siyaset tarzından öte bir şey değildir. Daha doğrusu, AKP’nin yönetme mantığındaki muktedir ve baskıcı tavır, onun zayıf karnı değil, bizzat gücünün kaynağıdır. 

Emperyalizmin bölge planlarının gösterdiği dönemsel ihtiyaçlar, AKP’ye, muktedir tarzının geniş bir ideolojik onay alması açısından çok önemli bir imkan da tanımıştır. İsrail’e karşı “one minute” şovuyla başlayan süreç, giderek AKP’yi sadece ülke içinde değil, ülke dışında da ezilenlerin ve mağdurların temsilcisi, güçsüzlerin hamisi konumuna eriştirmiştir. AKP dış politikasının sorunları ve bu tavrın geri tepmesi olasılığı bu yazının konusu değil; fakat Arap Baharı olarak adlandırılan süreçte sergilediği performansla, AKP’nin “bölge lideri” vizyonunun kendisine yüklüce bir ideolojik tahkimat sağladığını söylemek yanlış olmayacaktır. 

Tasfiye sürecinde son virajın alınmasını ise 12 Eylül referandumu ile 12 Haziran seçimleri arasındaki döneme yerleştirmekte sakınca yok. Referandum ile başlayan süreçte, AKP’nin iktidar stratejilerinden bir diğerinin özel bir ağırlık kazandığını söyleyebiliriz. Buna göre, AKP toplumdaki mevcut eşitsizlikleri ve kötülükleri vurgulayarak toplumun bir kesimini diğer kesimine karşı kışkırtmaya, bu yolla ürettiği siyasal gerilimden ise öncekinden daha kötü bir toplumsal ortalamayı hayata geçirmek için ihtiyaç duyduğu onayı yaratmaya çalışarak geçirmiştir8. Sağlıkta dönüşüm programının, halk ile hekimleri karşı karşıya getirecek bir üslupla tartışmaya açılması buna bir örnektir. Benzer biçimde, referandum sürecinde toplumu darbeciler ve sivilleşme taraftarları olarak ayrıştırmak, 12 Eylül anayasasının halk düşmanı niteliğini kendi anayasasına onay üretmek için kullanmak ve bu sayede anayasal düzlemde dahi açıkça gerileme anlamına gelen birçok düzenlemeyi geniş bir destekle hayata geçirmek, AKP siyasetinin en açık stratejilerinden biri olmuştur. 

Devletin çözülüşü ve Birinci Cumhuriyet’in tasfiyesi olarak işaretlenen bu sürecin sonunda, birçok toplumsal pratik ve değer de kendi tarihsel kaynaklarından koparılmış, giderek içinde anlam kazandıkları ideolojik bağlam farklılaştırılmıştır. Örneğin, sosyal güvenlik artık bir kamu hizmeti olarak görülemeyecektir. Eğitim ya da sağlık tüm yurttaşların eşit olarak hak sahibi oldukları bir hizmet de değildir. Bağımsızlık boş laf, özelleştirmecilik ise ülkeye hizmet haline gelmiştir. Fakat her toplum, gündelik pratiklerini belirli ve ortak bir referans çerçevesi ile anlamlandırmak ihtiyacındadır. Oluşan boşluğu doldurmak konusunda ise, AKP’nin elindeki en güçlü aygıt dinci gericilik ve toplumsal yaşamın tümüyle cemaatlere teslim edilmesidir elbette. 

Buna göre, devlet vatandaşına yardım ediyorsa, bu bir hak olarak değil, devletin yardımı olarak görülmelidir. Devletin ulaşmadığı kesimler için cemaat devreye girecektir; fakat bu bir dayanışma biçimi olarak değil, dinin emrettiği sadaka ve bağış biçiminde sunulmalıdır. Kız çocuklarının okula gönderilmesi için yürütülen bir çalışma, aydınlanmacı saiklere değil, peygamber hadislerine dayandırılmalıdır. İş yerinde düşük ücretle, sigortasız ve ağır koşullarda işçi çalıştırmak, anayasal bir suç olduğu için değil, helal kazanç kriterleri açısından sorgulanabilir. Dolayısıyla, toplumsal yapının anlamlandırma ve ilişkilendirme çerçevesi olarak kullanabileceği yegane sistem, dinsel kural ve uygulamalardan ibaret kılınmaya çalışılmaktadır. Sonuç, AKP öncülüğünde yeni bir hegemonya mantığının ve işleyişinin oluşturulmasıdır. 

 

İkinci Cumhuriyet: Kuruluş ve Hegemonya 

AKP öncülüğünde sürdürülen dönüşüm ve tasfiye süreci, kuruluş sürecinin ideolojik ve hegemonik karakteri hakkında az çok ipucu sunuyor aslında. Fakat neoliberal dönüşüm süreci, kuruluş dönemini aynı zamanda bir yeni hegemonya biçiminin de inşası olarak gerçekleştirmek zorundadır. Geç dönem neoliberal dönüşüm olarak adlandırılan bu süreçte, artık mevcut toplumsal yapıyı yıkmak değil, yeni sermaye birikim biçiminin ihtiyaç duyduğu toplumsal yapıyı kurmaktır söz konusu olan9. Bu anlamda, geç dönem neoliberal dönüşüm, kurucu bir misyon üstlenir. 

Evet, eski rejim yıkılmış, siyasal ve ideolojik olarak tasfiye edilmiştir. Üstelik AKP gibi aktif bir siyasal özne, yıkılanın ve tasfiye edilenin yerine koymak için mevcut alternatiflere de sahiptir. Fakat toplumsal yapının basit bir yer değiştirmeyle ya da ekleme-çıkarma mantığıyla dönüştürülemeyeceği açıktır. AKP elinde hazır alternatifleri olsa ve bunları kullanmaktaki ustalığını sık sık sergileyebilse de, yeni bir toplumsal yapının bütünlüklü biçimde kuruluşuyla baş etmek durumundadır. Bu anlamda, AKP’nin de kurucu bir misyon üstlenmesi, yeni rejimin sistematik bütünlüğünü uygulamalarıyla inşa etmesi gerekmektedir. İşte bu uğrakta, AKP, on yılda yetkinleştirdiği iktidar stratejisini bir hegemonya projesine dönüştürme şansını yakalamış bulunuyor. 

İkinci Cumhuriyet’in kuruluşu sürecinde devreye sokulan yeni hegemonik projenin en ayırt edici tarafı, sermaye egemenliğinin toplumun geniş kesimlerine ikna yoluyla yayıldığı ya da yönetilen kesimlerin çoğunluğunun onay verdiği bir uzlaşmaya ihtiyaç duymuyor oluşudur. Geniş bir uzlaşmanın yokluğu, mevcut sınıf egemenliğinin görece dar bir toplumsal zeminde inşa edildiğini, bu anlamda toplumun bir kesimi ile sermaye egemenliği arasında bir çıkar ortaklığı kurulduğunu varsaymaktadır. Bu çıkar ortaklığı, elbette, sermayenin karlarını bu toplumsal kesimler arasında paylaştırmak olarak anlaşılmamalı. Kurulan yeni siyasal rejimde, gündelik çıkarları doğrudan yeni rejime bağlılığı gerektiren kesimler olduğu gibi, yeni rejimle dolaylı yollardan çıkar ortaklığı kuranlar, somut bir kazanç yerine mevcut durumunu sürdürebilmek isteyenler, hatta daha kötü koşullarla karşılaşma tehlikesiyle yeni rejime eklemlenenler de olabilir. 

İkinci bir uyarı ise şu noktada yapılabilir: yeni hegemonya projesinin görece dar bir toplumsal zeminde inşa ediliyor olması, onun bir azınlık egemenliği olduğu anlamına gelmiyor. Zira AKP ile bir çıkar ortaklığı yakalayan ya da arayan toplumsal kesimler, sayıca küçük bir nüfus bölmesi ya da çıkar grubu değildir. Bu haliyle dahi, hegemonya projesinin maddi temeli toplumsal yapının azımsanmayacak bir kesitini kapsamaktadır. Dolayısıyla, söz ettiğimiz hegemonya projesinin toplumsal zeminindeki darlık, salt sayısal verilerle ya da demografik istatistiklerle açıklanamaz. Modelin özgünlüğü, esas olarak, yine hiç de azımsanamayacak bir demografik ağırlık oluşturan belirli toplumsal dinamiklerin dışlanması, hegemonik eklemlenmenin dışında tutulmasıdır. 

Sonuç olarak AKP, hegemonyasını, geniş toplum kesimlerini ikna yoluyla içselleştirmek ve böylece kendi hegemonik projesine eklemlemek yerine, ideolojik ve fiziki şiddetin de kullanımıyla toplumun belirli kesimlerini dışlamak ve hegemonik eklemlenmenin dışında tutmak üzerine kuruyor. Deyim yerindeyse, AKP içselleştirerek değil, dışlayarak; uzlaşarak değil, saldırarak; kapsayarak değil, teslim alarak; işgal ederek değil, imha ederek hegemonyasını tesis ediyor. Dolayısıyla, toplumun büyük çoğunluğu açısından yıkım anlamına gelen bir toplumsal dönüşüme nasıl ve hangi yollarla uzlaşma sağlanacağı sorusuna, AKP, son derece radikal bir yanıt üretmiş oluyor: uzlaşma yok.  

Uzlaşma arayışının bir kenara bırakılmasında, AKP’nin emperyalizm ve Türkiye burjuvazisi tarafından açıkça desteklenmesinin büyük payı vardır elbette. Zaman zaman ilişkileri gerilse de, kimi durumlarda karşılıklı uyarı mesajları iletilse de, hem emperyalizm hem de Türkiye burjuvazisi AKP’den hayli memnun olduğunu belirtmektedir; ve AKP’nin bazen kontrolsüz gibi görünen yıkıcılığında ve saldırganlığında, bu desteğin yarattığı güveni görmek zor değildir. Fakat bu destek, AKP’nin hegemonya modeli açısından yaratıcı değil, kolaylaştırıcı bir işlev görmektedir. Diğer bir deyişle, AKP kendisine sunulan desteğin bir sonucu olarak kendi hegemonya projesini oluşturmuş değildir. Söz konusu olan, AKP’nin, bu destek sayesinde kendi hegemonya projesini adım adım güçlendirerek uygulayabilmesidir. Zira AKP, Türkiye’nin sermaye sınıfının beklentileri doğrultusunda köktenci biçimde dönüştürülmesinin, ancak çeşitli toplumsal dinamiklerin etkisizleştirilmesiyle olanaklı olduğunu kavramıştır. Bu kavrayışın AKP’de somutlanan sonucu ise, kimi toplumsal dinamiklerin, ancak, birer “dinamik” olmaktan çıkarılabildikleri oranda etkisizleştirilebileceğidir. Bu anlamda, böylesi bir hegemonya projesi, başlı başına stratejik bir hamle olarak görülmelidir. 

Bu tür bir hegemonik projenin mantıksal sonuçlarından biri, toplumun bir kesiminin diğer kesimi karşısında taraflaştırılması, iktidarla toplum arasına toplumun bir kesimini kullanarak set çekilmesidir. Üstelik buradaki taraflaşma, bir partinin destekçileri ile muhalifleri arasındaki taraflaşmadan farklı bir durumdur. Söz konusu olan, bir rejimin savunucuları ile o rejime karşı çıkanlar arasındaki bir taraflaşmadır. Kuruluş sürecinin derinleşmesi ölçüsünde, bu türden bir taraflaşmanın, rejimin galipleri ile mağlupları, efendileri ile mağdurları arasındaki bir taraflaşmaya dönüşmesi ise dikkate alınması gereken bir olasılıktır. AKP iktidarına faşizm görüntüsü veren başlıca olgulardan biri de bu durum, yani toplumun bir kesiminin iktidarın koruyucusu olarak işlev edinmesidir. 

Bu anlamda, AKP’nin hegemonik projesinin “iki uluslu” hegemonya olarak adlandırılan modele uygun düştüğünü söyleyebiliriz. “Tek uluslu” hegemonya modelinde toplumun büyük çoğunluğunun onayı ve desteği aranırken, “iki uluslu” hegemonya modelinde, geniş bir uzlaşma zeminine ihtiyaç duyulmamaktadır. Sınıf egemenliği, toplumun bir kesiminin çıkar ve beklentileri sermaye sınıfıyla örtüştürülebildiği oranda dar bir zemine inşa edilir ve hegemonik eklemlenme söz konusu sınırlı biçimine bürünür.  

“‘Tek uluslu’ stratejiler, tüm nüfusun desteğinin maddi tavizler ve sembolik ödüllerle (‘toplumsal emperyalizm’ ve ‘Keynesçi refah devleti’ projelerinde olduğu gibi) harekete geçirildiği yayılmacı bir hegemonyayı hedefler. Buna karşın, ‘iki uluslu’ projeler, nüfusun stratejik olarak önemli sektörlerinin desteğini harekete geçirmeye ve projenin maliyetlerini diğer sektörlere yıkmaya çalışan (faşizmde ve Thatcherizmde olduğu gibi) daha sınırlı bir hegemonyayı hedeflemektedir.”10 

Fakat iki model arasındaki tek fark bu kadar değildir. “İki uluslu” hegemonya projesi, kayırılan toplumsal kesimlere çeşitli çıkarlar ve olanaklar tanıdığından, dışarıda bırakılmış toplumsal kesimlerin baskı altında tutulması ve etkisizleştirilmesi gerekmektedir11. Siyasal iktidarın ve devletin zor aygıtlarının baskı işlevinden farklı olarak, burada söz konusu olan toplumun bir kesiminin diğeri üzerinde baskıcı ve tehditkar bir egemenlik kurmasıdır. Burjuva siyasetinde ve medyasında, her konuşanın, “halkımızın inançlarına ve değerlerine saygılıyız” diyerek söze başlamak zorunda hissetmesi, söz konusu egemenliğin basit bir yansımasıdır. Bu tür bir egemenlik ise, esas olarak ideolojik ve siyasal başlıklarda kurulacak, toplumsal yapıyı dünya görüşü ve yaşam tarzları ekseninde radikal biçimde ayrıştıracaktır. Ayrışmanın getirisi de, hem iktidarı toplumun bir kesiminin arkasına gizleyebilmek, hem de yürütülen politikaları “halkın iradesi” olarak gösterebilmek olacaktır.  

Öte yandan, söz konusu baskı ve tehditkar egemenlik, sadece egemenlik altındaki toplumsal kesimlerin tutum ve davranışlarını belirlememekte, aynı zamanda, egemen kesimlerin tavır ve beklentilerini de biçimlendirmektedir. Bu anlamda, baskı ve tehdit, bir ideolojik içerikten, düşünsel bir kısıtlamadan, insan algı ve bilincine yönelik bir müdahaleden öte, somut ve pratik bir toplumsal ilişki, tekme, tokat, küfür, hakaret kadar görünür bir gerçekliktir. Diğer bir deyişle, egemenlik altındaki kesimler kendilerine çeki düzen vermelidir; eğer direniyorlarsa da yola getirilmelidir. Yola getirecek olan ise, zaman zaman devletin resmi görevlileri olsa da, esas olarak kamusal alandaki diğer bireylerdir. Örneğin, karakolda bir kadına tekme tokat saldıran polisler, resmi kimliklerinin değil, toplumsal misyonlarının verdiği görevi yerine getirmektedirler. Benzer biçimde, el ele dolaşan gençlere tahammül edemeyen otobüs şoförleri, gençleri bindikleri otobüsten değil, kendi egemenliğindeki toplumsal yaşamdan kovmaktadır aslında. Dolayısıyla, karşımızdaki manzara, mevcut sınıf egemenliğinin ve iktidar ilişkilerinin, devletin resmi ve tanımlı görevlilerince korunduğu bir düzenden çok, mevcut toplumsal egemenliğin, toplumun bir kesimi tarafından korunduğu, aykırı davranışların da yine toplumun bu kesiminin üyeleri tarafından cezalandırıldığı bir düzeni işaret etmektedir. 

Kamusal alanın yeniden düzenlenmesi, söz konusu baskı ve tehdit ilişkisini gündelik yaşama indirgemek konusunda mutlak zorunluluktur. Çünkü somut toplumsal ilişkilerde deneyimlenmeyen bir egemenliğin kalıcı ve etkili olabilmesi kolay değildir. Bu anlamda, yeni rejimin hegemonik projesi çerçevesinde, kamusal alan bir haklar alanı olarak değil, sorumluluklar alanı olarak yeniden düzenlenmeli; bireylerin kamusal alandaki görünürlüğü ve temsiliyeti, hegemonik projeyle kurdukları mesafeye göre tayin edilmelidir. Söz konusu hegemonya projesi yoluyla taraflaştırılan ve “iki uluslu” bir karakter kazanan kamusal alanda ise, egemenlik altında olan toplumsal kesimler, egemenlere karşı sorumluluklarını yerine getirdikleri ölçüde kamusal alanda yer bulabilirler. Hegemonik projeye aykırı tutum ve deneyimler ise, özel alana hapsedilmeli, en azından kamusal alandaki görünürlüğü azaltılmalıdır. Daha somut bir ifadeyle, Anadolu’nun birçok kasabasında evde başı açık olduğu halde, kamusal alana çıkarken örtünmek zorunda kalan kadınlar, kamusal alanın yeniden düzenlenmesi mantığının örneklerinden biridir. Hükümetin “içecekseniz evde için” derken kastettiği de aynı mantığın bir diğer örneğidir. Bu anlamda, kamusal alan, her bireyin egemenleri rahatsız etmeyecek biçimde davranmak sorumluluğunu taşıdığı bir iktidar ilişkileri alanıdır. 

Ancak “iki uluslu” hegemonya projesinin başarısı, hegemonik unsurların baskısı kadar, baskı altındaki unsurların direniş ya da mücadele potansiyeline de bağlıdır. Dolayısıyla, hegemonik projeden dışlanmış kesimlerin mücadelesini engellemek ya da etkisizleştirmek için, hegemonik unsurların çözücü ve silahsızlandırıcı bir strateji izlemesi gerekmektedir. Böylesi bir strateji zaman zaman zor aygıtlarını kullanmak, ağır baskı ve şiddet sayesinde egemenliği altındakileri zapt etmek yoluna başvurmak durumunda kalsa da, sonuç getirici ve uzun vadede kalıcı etkiyi ancak kapsamlı bir ideolojik saldırı sayesinde elde edebilir. Rakibini hem hegemonik projeden dışlayıp baskı ve denetim altına alacak, hem de kendi egemenliğine karşı yıkıcı bir mücadeleye girişmesine olanak tanıyan tarihsel ve stratejik dayanaklardan yoksun bırakacak bir ideolojik saldırının hedefi ise, öncelikle meşruiyet alanı olmak zorundadır. İşte AKP’nin, tasfiye sürecinde de kuruluş sürecinde de sürekli vurduğu nokta, karşısındaki toplumsal kesimlerin tarihsel meşruiyetleri olmuştur. 

AKP’nin stratejisi, bu anlamda, çok iyi planlamış ve akılcı bir temele dayanmaktadır. Eğer Birinci Cumhuriyet tasfiye edilecekse ve bu tasfiyeye direnmesi muhtemel toplumsal dinamikler varsa, öncelikle söz konusu toplumsal dinamikleri etkisizleştirmek gerekmektedir. Bu toplumsal dinamiklerin tarihsel meşruiyetleri esas olarak Birinci Cumhuriyet zemini üzerinde tanımlanmış olduğu için, zeminin tasfiyesi ölçüsünde, söz konusu toplumsal dinamiklere meşruiyet sağlayan çerçeve de ortadan kalkacaktır. Diğer bir deyişle, Birinci Cumhuriyet’le belirli bir varoluşsal ortaklığa ve cumhuriyet tarihi içerisinde ileriye dönük hamleler yapma potansiyeline sahip toplumsal kesimlerin üzerine bastığı zemin yok edilmelidir. Zemin bir kez yok edildiğinde, ayakları yere basamayan toplumsal dinamikler kendi tarihsel meşruiyetlerini de kaybedecekler, üstelik kaybettikleri meşruiyeti yeniden üretecek kaynaklardan da mahrum kalacaklardır. Üzerine bastıkları zeminle birlikte, o zeminden hareketle türettikleri tarihsel meşruiyeti de kaybeden toplumsal dinamiklerin ise, tasfiye ve kuruluş sürecine engel olması mümkün değildir. 

Bu anlamda, AKP’nin, sadece baskı ve denetim yoluyla değil, aynı zamanda Türkiye’de ilerici ve aydınlanmacı toplumsal kesimlerin tarihsel meşruiyetlerini tahrip ederek kendi hegemonyasını kurduğunu söyleyebiliriz. Bu modeli “tahripkar hegemonya” olarak adlandırmamızın nedeni de budur. Burada önemli olan sermaye egemenliğinin hegemonyasını onay yoluyla mı zor yoluyla mı kurduğu ya da hegemonik eklemlenmenin ne kadar geniş bir zemine oturduğundan çok, hegemonyanın, ancak belirli toplumsal kesimleri dışarıda bırakmak yoluyla işleyebilmesi ve dışarıda bırakılanların tarihsel meşruiyetlerini tahrip ederek her tür muhalefet potansiyelini yok etmesidir. 

Meşruiyet kaybının ilk sonuçları yeterince açıklayıcıdır. Öncelikle, herhangi bir meşru zemine sahip olmayan bir toplumsal kesimin istekleri ve beklentileri de gayrimeşrudur. Bu istek ve beklentilerden hareketle üretilen siyasal pozisyonlar ise, gayrimeşru olmanın ötesinde açıkça yasadışı, hatta yıkıcı ve tehlikelidir. Örneğin, öğrencilerin parasız eğitim taleplerinin, ağır ceza gerektiren bir suç muamelesi görmesi, eğitimin paralı olması gerektiği gibi bir ideolojik argümanla değil, öğrencilerin hak ve temsiliyet taleplerinin gayrimeşru olduğu, kendilerinin de doğrudan terörist oldukları biçiminde bir söylemle savunulabilmektedir. Birinci Cumhuriyet’in, kitabi düzeyde de olsa, gençliğe bir misyon ve sorumluluk yükleyen, bu anlamda meşru bir toplumsal dinamik olarak gören ideolojik referansları artık geçersizleşmiştir. “İstesek biz de on bin genci karşılarına çıkarırız” derken kast edilen de, ancak iktidar istediğinde ve iktidarı korumak misyonuyla harekete geçecek bir gençliğin meşru sayılacağıdır.  

İkinci olarak, yeni rejimin meşruiyet alanında kendisine yer bulamayan toplumsal kesimlerin, doğal olarak, yönetim üzerinde hak talep etmeleri ya da kendi talepleri doğrultusunda düzenlemeler istemeleri de mümkün değildir. Yeni rejimin hegemonik projesine eklemlenmeyen toplumsal kesimler, iktidarın nimetlerinden ve olanaklarından da yararlanamayacaktır. AKP, bugün, belirli toplumsal kesimlerin söz ve katılım hakkını rahatça yok sayma cesaretini gösterebilmektedir. Bu ortamda, örneğin alevilerin zorunlu din derslerinin kaldırılması ya da eşit yurttaşlık haklarının tanınması yönündeki talepleri meşru sayılmamaktadır. Çünkü, basitçe, yeni hegemonik eklemlenme uyarınca bu toplumsal kesimlerin böyle bir hakları yoktur. 

Sonuç gayet açıktır. İkinci Cumhuriyet’in inşası, aynı zamanda yeni bir hegemonya mantığının da inşası anlamına gelmektedir. Söz konusu yeni hegemonya mantığı ise, esas olarak, belirli toplumsal kesimlerin hegemonik eklemlenmeden dışlanmasını gerektirmektedir. Dışlananlar cumhuriyetçi, aydınlanmacı, kamucu, bağımsızlıkçı toplumsal kesimler değildir sadece. Yanı sıra, Birinci Cumhuriyet’le ilişkileri çeşitli gerilimler içerse de, kendi tarihsel meşruiyetlerini onun sağladığı siyasal ve ideolojik çerçevede kurmuş emekçiler, aleviler, kadınlar, gençler, aydınlar ve sanatçılar da yeni hegemonyanın dışladığı toplumsal kesimlerdir. Fakat bu toplumsal kesimler dışlanıp bir kenara bırakılmamakta, özel olarak sahip oldukları tarihsel meşruiyet de tahrip edilmektedir. Birinci Cumhuriyet’in tasfiyesi, meşruiyetlerini bu zeminde kurabildikleri için, değindiğimiz toplumsal kesimlerin de tasfiyesi anlamına gelmiştir.  

 

İkinci Cumhuriyet’e Karşı Sosyalist Cumhuriyet 

Bu saldırı karşısında, solun, dimdik ayakta durduğunu ya da sahip olduğu bütün mevzileri koruduğunu söylemek iyimserlik olacaktır. Ancak açık ki, Birinci Cumhuriyet’in tasfiyesiyle birlikte, kendi tarihsel meşruiyetini kaybetmeyen tek toplumsal dinamik sosyalist hareket olmuştur. Nedenleri basit; birincisi, sosyalizmin meşruiyeti Birinci Cumhuriyet’in çerçevesi içinden üretilmemiştir. İkincisi ise, sosyalist mücadele, tasfiye sürecine direnirken ufkunu ve programını Birinci Cumhuriyet’in ötesine taşıyabilen, bu anlamda kendisini sosyalist Türkiye hedefinden daha geri bir noktaya demirlemeyen yegane toplumsal dinamiktir. Bu durum ise, “artık sosyalizm zamanı” demekten daha öte bir şeye işaret etmektedir. 

Her şeyden önce, AKP hegemonyasının günlük ve refleksif tepkilerle geriletilemeyeceği açıklık kazanmış durumdadır. Zira bu tür tepkiler, verili meşruiyet kaybı koşullarında bir etki yaratamamanın ötesinde, AKP hegemonyasını daha da güçlendirici sonuçlar yaratabilir. O halde, İkinci Cumhuriyet’e karşı mücadelenin başlıca hedeflerinden biri, güçlü bir karşı hegemonya oluşturabilmektir. Bu anlamda, sosyalist mücadelenin gündemleri arasına bir hegemonya mücadelesini de yazmak gereklidir. Hegemonya mücadelesi günlük ya da refleksif mücadeleleri dışlamaz; eylemci ve protestocu bir tarzı önemsizleştirmez elbette. Fakat bu tür mücadeleler daha geniş bir bütünlüğün parçası kılınmalı, bir hegemonya mücadelesinin kurucu unsurları haline getirilmelidir. Bu durum, aynı zamanda, sosyalist mücadelenin seslenme tarzında da farklılıklar yaratmaktadır. Daha açık bir ifadeyle, bütünlüklü bir sosyalizm mücadelesi, salt felaketi, kötü gidişi, endişeyi değil, asıl olarak kurtuluşu, çıkış yolunu ve umudu işaret etmelidir. Çünkü bir hegemonya, esas olarak pozitif vurgular ve çağrılar üzerine kurulabilir. 

Dolayısıyla, AKP’ye ve İkinci Cumhuriyet’e karşı mücadele, sadece bütünlüklü bir siyasal ve ideolojik program çerçevesinde mümkün hale gelmiştir. Bu anlamda, İkinci Cumhuriyet’in karşısına, olanca bütünlüğü ile sosyalist cumhuriyet hedefinin çıkarılması bir zorunluluktur. Bu, adlı adınca kurucu bir müdahaledir ve ancak bu bütünlüklü ve kurucu müdahale sayesinde, meşruiyetlerini kaybetmiş toplumsal kesimlerin meşruiyeti yeniden tesis edilebilir. Fakat bir noktayı gözden kaçırmamalıyız; sosyalist mücadele, söz konusu toplumsal dinamiklerin meşruiyetini Birinci Cumhuriyet’teki kökenlerine ulaştırarak tesis edemez. Sosyalist mücadele, tarihsel olarak kendisinden daha geri bir meşruiyet kaynağını harekete geçiremez. O halde yapılacak olan şudur: tüm bu toplumsal dinamikleri sosyalizmin bütünlüklü programına davet etmek ve ancak sosyalist Türkiye mücadelesinin kendilerine bir meşruiyet kazandıracağını, ancak sosyalist cumhuriyetin bir parçası oldukları ölçüde meşru hale gelebileceklerini gösterebilmek.  

Demek ki, sosyalist mücadele, bir yandan bütünlüklü bir siyasal ve ideolojik programla ayağa dikilmeli, öte yandan kendi toplumsal zeminini oluşturacak toplumsal dinamiklere yeniden meşruiyet kazandırmalıdır. Deyim yerindeyse, sosyalist mücadele, basacağı zemini kendi çabalarıyla yaratmak, bir özne olarak kendi nesnesini kurmak12 zorundadır. Zorundadır, çünkü hiçbir hegemonya projesi boşlukta durmaz; hegemonya ancak çeşitli toplumsal dinamikler üzerine kurulabilir. Salt söylem üzerine hegemonya inşa edilemez, zira söylem bir hegemonyanın asli unsurlarından olsa bile, onun maddi zemini değildir. Bu anlamda, her hegemonya projesi kendi maddi zeminine sahip olmak, kendisini belirgin bir toplumsallık üzerine bina etmek durumundadır.  

Burada söz konusu edilen kuruculuk, yeni toplumsal dinamikler icat etmek değildir elbette. Yukarıda değindiğimiz toplumsal kesimler hala varlıklarını sürdürmektedirler, ancak bu düzeydeki bir varlık etkin bir varoluşa dönüşememekte, sosyolojik olarak tespit edilebilen toplumsal kesimler siyasal olarak hareket sergileyememektedir. Burjuva muhalefeti, bu kesimlerin sosyolojik temsiline talip olduklarını ileri sürebilirler. Oysa sosyalizm düşüncesinin ilkesi temsil değil, mücadeledir. Dolayısıyla, İkinci Cumhuriyet’e karşı mücadele, acil bir görev olarak toplumsal kesimleri toplumsal dinamikler haline getirmeyi, demografik bir kesitten siyasal bir harekete dönüştürmeyi üstlenmelidir. Bunun yolu ise, sosyalizmi toplumsallaştırmaktan başka bir şey değildir. Zira ancak toplumsallaşmış ve örgütlü bir sosyalizm düşüncesi, kayıp meşruiyetleri yeniden tesis edip İkinci Cumhuriyet’e karşı mücadeleye sevk edebilir. 

Sosyalizm düşüncesinin söz konusu toplumsal dinamiklerle buluşturulması hedefi elbette yeni bir şey değil; farklılık sosyalizm düşüncesinin kimlerle buluşacağında yatmıyor. Farklılık, bu tür bir buluşmanın varsayımlarında ve koşullarında ortaya çıkıyor. Birinci Cumhuriyet çerçevesinde, söz ettiğimiz toplumsal dinamiklerin kendi varoluşlarından kaynaklanan ve sosyalist hareketten bağımsız olarak tanımlanabilen tarihsel meşruiyetlere sahip olduğunu söyleyebiliyorduk. Buluşma vizyonu da, buluşmadan önce ve ayrı ayrı sahip olunan bu meşruiyet zeminlerini bir araya getirmek ve daha ileri bir noktaya taşımak biçiminde görülebilirdi. Bugün ise, ne böylesi ayrı meşruiyet alanlarından söz etmek mümkün, ne de sosyalizm düşüncesi dışında bir meşruiyet kaynağı bulabilmek. Sosyalist mücadelenin üzerine basacağı değerler, artık kendisinden bağımsız biçimlerde ve farklı varoluşlara sahip olarak tanımlanamaz. Sosyalizm düşüncesine ve mücadelesine iltica etmeyen hiçbir toplumsal dinamik, meşruluk iddiasında bulunamaz. Çünkü, bütünlük radikaldir. Farklılık buradadır. 

“Sol artık Birinci Cumhuriyetin değil İkinci Cumhuriyetin politik alternatifi olarak gelişmek, mücadele etmek durumunda. Sol, artık alternatifini oluşturmak ve aşmak istediği rejimin kimi tarihsel meşruiyet tanımlarını sahiplenmek ve bunları fethetmek gibi bir gündeme sahip değil; çünkü alternatifini oluşturmamız gereken rejim böyle bir tarihsel meşruiyet tanımına sahip değil. Sol şimdi tarihsel olarak gayrımeşru bir rejime karşı, kendi tarihsel meşruiyetini toplum sathında yeniden inşa etmek zorunda.”13 

Peki, Cumhuriyet’in değerlerini unuttuk mu? Hayır, unutmadık. Sadece, biz onlara artık sosyalizmin vaatleri diyoruz. 

Dipnotlar

  1. Güler, Aydemir; Son Kriz – 1990’lar Türkiyesi’nde Toplumsal Dinamikler, Yazılama Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul, 2008, s. 212.
  2.  Çulhaoğlu, Metin; “AKP’nin Vizyonu veya JEOCIA Destekli JEOCEO Projesi”, Gelenek 107, Kasım 2009, s. 8.
  3.  Çulhaoğlu, Metin; “’Türkiye’nin Düzeni’ Var mı?”, Gelenek 99, Mayıs 2008, s. 25.
  4. Saraçoğlu, Cenk; “İslami-­‐Muhafazakar Milliyetçiliğin Millet Tasarımı: AKP Döneminde Kürt Politikası”, Praksis 26, 2011/2, s. 37.
  5. Yıldırım, Deniz; “AKP ve Neoliberal Popülizm”, içinde AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu, (Der.) İlhan Uzgel – Bülent Duru, Phoenix Yayınları, Ankara, 2009, s. 69.
  6. Yalman, Galip L.; “Türkiye’de Devlet ve Burjuvazi: Alternatif Bir Okuma Denemesi”, içinde Sürekli Kriz Politikaları – 2000’li Yıllarda Türkiye, (Der.) Neşecan Balkan – Sungur Savran, Metis Yayınları, İstanbul, 2004, s. 46.
  7. Yıldızcan, Cemil ve Yaka, Özge; “Çözülen Ne: Otoritarizm mi Demokrasi mi?”, içinde Hegemonyadan Diktatoryaya: AKP ve Liberal-­‐Muhafazakar İttifak, (Der.) Çağdaş Sümer  – Fatih Yaşlı, Tan Yayınları, Ankara, 2010, s. 256
  8. a.g.e., s. 257.  
  9. a.g.e., 261. 
  10. Jessop, Bob; Devlet Teorisi – Kapitalist Devleti Yerine Oturtmak, Çev: Ahmet Özcan, Epos Yayınları, Ankara,  2008, s. 284.
  11. a.g.e., s. 284.
  12. Çulhaoğlu,  Metin; “Yeni Toplumsallık”, soL Portal, 16.08.2008, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/metin-­‐ culhaoglu/yeni-­‐toplumsallik-­‐metin-­‐culhaoglu-­‐1066  
  13. Güler, Aydemir; “Yeni Rejim, Yeniden Mücadele”, soL Portal, 10.08.2011, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-­‐guler/yeni-­‐rejim-­‐yeniden-­‐mucadele-­‐45291
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×