İkinci Cumhuriyet’in Ortadoğu Politikası Uygun Koşullara Sahip mi?

Türkiye’de İkinci Cumhuriyet rejiminin kuruluş sürecini ve bugün izlediği politikaları savunan geniş yelpazenin ortaklaştığı noktalardan birisi iç ve dış politikada bu sürecin bir “normalleşme” anlamına geldiği ve direnenlerin “suni” bir “zorlama” içinde olduklarıydı. Öyle ki, Ortadoğu’da ABD’ye direnmeye çalışanlara karşı bu cenahın sözü çoğu durumda “dünyanın gerçeklerini” kabul etmeye çağıran bir içerikteydi.

AKP ve Osmanlıya dair hemen her şeyin “doğal”, diğerlerinin ise “suni” ve “zorlama” olduğu, dinci gerici – liberal ittifakın bu süreçteki temel düşüncelerinden biri oldu. Bu düşüncenin en iddialı argümanları ise Cumhuriyet dönemine yönelik eleştirilerde yer aldı.

Bu argümanların barındırdığı çelişkiler ve zorlamaları burada ele almayacağım, Gelenek’in geçen sayısında bu konuyu kapsamlı bir şekilde ele alan yazılara yer verildiği hatırlanacaktır. Ancak bu argümanlarda Türkiye’de yaşanan rejim değişimi sürecinin “süreklilik” boyutunun genellikle görmezden gelindiğine dikkat çekmek isterim. Örneğin Türkiye’nin NATO’ya üye olmasını “kemalist elitin zorlaması” olarak eleştiren liberal veya dinci gerici yazarlara fazla rastlanmamaktadır. NATO bu anlamda en önemli süreklilik başlıklarından birini oluşturuyor.

Diğer yandan Cumhuriyet dönemine her alanda en sert eleştirileri yöneltenleri bizzat eski rejimin egemenlerinin yaratmış olması da bu açıdan önemlidir. Bunun en somut örneği 12 Eylül konusunda görülmektedir. Hem dinci gerici, hem de liberal yazarlar, kendi “altın çağ”larının doğmasına neden olan bu darbeyle hiç ilişkileri yokmuş gibi davranmaktadır. Ayrıca, devamcısı olduklarını ileri sürdükleri Menderes – Özal çizgisinin köklerinin bizzat Cumhuriyet’in kurucu dinamiklerinden biri olması da, benzer şekilde uç yorumcuların hatırlatmak istemediği bir noktadır.

Dinci gerici – liberal yelpazede yaygın olarak görülen, kendini doğuran eski rejimdeki köklerine karşı bu uç tutum, bir doğum sancısının ürünü, bir göbek bağını kesme çabası, yeni rejimlerin erken dönemlerinde genellikle görülen bir uç yorumlama eğiliminin ürünü olarak görülebilir. Uzun yaşama fırsatı bulabilirse yeni rejimin ilerleyen yıllarındaki yazarları büyük olasılıkla bugünkü Cumhuriyet eleştirilerine bakıp, “fazla haksızlık etmişiz” diyecektir.

Konumuza dönecek olursak, İkinci Cumhuriyet rejiminin savunucuları, yani dinci gerici – liberal yelpazenin yazarları ve yürütücü konumdaki AKP, bu düşüncelerini iç politikayla sınırlı tutmayıp, “ihraç” etmeye başladığında, bölgeye dönük Osmanlı referanslı yayılmacı bir dış politika için oldukça uygun koşullar bulunduğu iddiası giderek daha fazla dile getirilmeye başlandı. “Normalleşme”yi yayılmacılığa tahvil eden Ahmet Davutoğlu bir açıklamasında şu ifadeleri kullanmıştı:

“Bölgemizde son 1,5 yıl içinde yaşanan gelişmeleri ilk andan itibaren tarihin doğallaşması olarak gördüm. Tarihin doğallaşması süreci, doğal akışına oturma süreci sancılı oluyor, çok sancılar yaşanıyor ama suni yapıların, suni psikolojilerin çözülmeye başladığı, tarihin doğal seyrine oturmaya başladığı bir dönemden geçiyoruz.”1

Bunun en uç yorumları yine Davutoğlu’nun dile getirdiği ve bölgedeki ülkeler arasındaki sınırların anlamsız olduğu yönündeki açıkça ilhakçı açıklamalar oldu. “Arap Baharı” ile birlikte daha da cesaretlenen bu düşünce, uygun koşulların da ötesinde, bölgenin Türkiye’yi davet etmekte olduğunu bile öne sürüyordu.2

Bu yazıda İkinci Cumhuriyet’in Ortadoğu politikalarıyla ilgili bu düşüncelerin ne düzeyde gerçeği yansıttığını ve bu politikanın iddia edildiği gibi elverişli koşullara sahip olup olmadığını, ona direnmeye çalışanların elverişsiz bir zeminde, bir zorlama içinde olup olmadığını ele almak istiyorum. “Komşularla sıfır sorun” politikası başta olmak üzere, bir dizi dış politika açılımının şimdiden yerle bir olmasından ve yaşanan güncel tıkanmalardan yola çıkarak, olumsuz yanıt vermek kuşkusuz mümkündür. Ancak güncel politik verilerle sınırlı bir değerlendirmenin geçerlilik süresinin kısa olabileceği ve bazı başlıklar arasındaki bağlantıları kurmak için yetersiz kalabileceği unutulmamalıdır.

Güncel siyasi analizin sonucunda varılacak “Ortadoğu’da İkinci Cumhuriyet’in yayılmacı politikaları için uygun bir zemin yoktur” sonucu kuşkusuz bu çalışmada da varacağım sonuç olacaktır. Ancak bu sonucun kolay kolay değişmeyecek temellere sahip olduğuna işaret etmenin yanında, başarı şansı olmayan bu politikanın bazı kritik yan sonuçlarına işaret edeceğim. Ayrıca bu politikanın emperyalizmin bölgesel restorasyon politikası3 içinde bir yere oturabilmesi için “başarılı” olmak zorunda olmadığına ve “başarı” şartı gözetilerek emperyalistlerden destek almadığına da dikkat çekeceğim.

Böyle bir çalışmada İkinci Cumhuriyet rejiminin farklı savunucularının bazı genel tezlerindeki sığlık ve tutarsızlıkları değerlendirmek de bir noktadan sonra önemli bir katkı sağlamayacaktır, çünkü çoğunlukla süreci gerçekten incelemeye dönük analizlerden çok, yalnızca meşrulaştırma kaygısıyla üretildiklerini görmek zor değil. Bu nedenle argümanlardan çok Ortadoğu ile Türkiye arasındaki ilişkiyi inceleyen bir yöntem kullanacağım.

Böyle bu çalışmanın ekonomik verilerle sınırlı kalmaması gerektiği açıktır. Bir siyasal süreç için gerekli koşulları tarif ederken, bir düzlemdeki eksikliğin başka düzlemlerin gelişmişliğiyle kapatılabileceğini akılda tutmak yararlı olacaktır. Bir dizi ekonomik kriterin eksikliği, başka alanların öne çıkmasıyla kapatılabileceği için, böyle bir çalışmada geniş kapsamlı bir incelemenin yapılması kaçınılmazdır. İncelemeyi bu nedenle bölgedeki sermaye hareketleri, ticaret, askeri kapasite ve diplomasi alt başlıklarında ele almak istiyorum.

İkinci Cumhuriyet bölgeden sermaye çekerek
etkisini artırabilir mi?

Türkiye kapitalizminin Ortadoğu’da izlediği aktif dış politika ile ilişkili olarak artan ekonomik faaliyetlerini incelerken, akla şöyle bir soru gelebilir: Hammadde kaynakları açısından zengin Arap devletlerinin bulunduğu bir bölgede, Türkiye’nin ekonomik bir zeminde egemen bir güç haline gelmesi gerçekçi midir?

Bu konuda özellikle liberal yazarların ağırlıklı olarak öne sürdüğü tez, hammadde kaynakları az olsa da, Türkiye kapitalizminin bir dizi avantaja sahip olduğudur. Bu tez bir dizi klişeden oluşuyor: “büyük ve genç nüfus”, “doğu batı arasında köprü”, “siyasi istikrar ve kararlılık”.4 Bunlara ek olarak bazı yazarlar ise, ekonomik gelişme ve “demokrasi” arasında karşılıklı bir ilişkinin bulunduğunu iddia ederek, Türkiye’nin farkına dikkat çekmeye çalışmaktadır.5. Bu nedenle, Türkiye’nin hem emperyalist ülkelerin Ortadoğu’daki faaliyetleri için bir merkez haline gelebileceği, hem de Batı’ya açılmak isteyen bölge ülkeleri için uygun bir geçiş noktası olabileceği ifade edilmektedir. Bir başka ifadeyle “Doğu – Batı köprüsü” tezinin bir benzeri hala kullanılmaktadır.

Sermaye hareketleri açısından bakıldığında, bu argümanların ilk elden sonucu, Türkiye’nin daha fazla sermaye ihraç etmesi değil, daha fazla sermaye çekmesi anlamına gelmektedir. Bunun siyasi sonuçlarının ise peşinen Türkiye’yi bölgede öne çıkartacağını söylemek mümkün değildir. Bazı verilere bakarak bu noktayı açmaya çalışalım. Öncelikle krizle birlikte petrol zengini Arap devletlerinin dünya kapitalizmi içinde geldiği noktaya dair İngiltere Başbakanı’nın sözlerini içeren bir alıntıya yer vermek istiyorum:

“Küresel kriz nedeniyle pek çok ülkenin zor bir dönemden geçmesi ve destek için kapısını çaldığı IMF de, kaynaklarını güçlendirmek için adres olarak Suudi Arabistan’ı seçti. Geçtiğimiz günlerde 100 milyar dolarlık ek kaynağa ihtiyacı olduğunu açıklayan IMF’nin bu kaynağı Suudi Arabistan’dan sağlamayı hedeflediği ifade ediliyor. İngiltere Başbakanı Gordon Brown da, Suudi Arabistan başta olmak üzere, petrol üreticisi Körfez ülkeleri gibi büyük finans kaynaklarına sahip olan ülkelerin IMF’ye destek olmalarını beklediğini söyleyerek, ‘Suudiler katkıda bulunurlarsa, dünya genelinde daha büyük bir fona sahip oluruz. Son yıllarda yüksek petrol gelirlerinden 1 trilyon dolar kazanan petrol üreticisi ülkeler, katkıda bulunabilecek konumdalar’ değerlendirmesi yapmıştı.”6

Bu alıntı, Ortadoğu’daki petrol zengini Arap devletlerinin bölgenin ötesinde dünya çapında misyonlar edindiğini gösteriyor. Bu durumda, örneğin AKP hükümeti döneminde Türkiye’nin IMF’ye borçlanmayı bırakarak Arap devletlerine borçlanmaya başlamasının biçimsel olarak bile bir şey değiştirmediğini de görmek zor değil.

Bunu bir kenara not ettikten sonra, Dünya Bankası kayıtlarında bu başlıkta hakkında veri bulunabilen bölgedeki üç ülkenin 2011 yılı net özel sermaye girişlerine (portföy yatırımları artı doğrudan yatırım toplamı) bakarak başlayabiliriz:


Kaynak: Dünya Bankası

 

Tahmin edilebileceği gibi, 2011 yılında Türkiye net sermaye ithalatçısı, Suudi Arabistan ise net ihracatçı konumundadır. Mısır ise, 2011 yılındaki “Arap Baharı” sürecinde yabancı sermayenin çıkış yapması nedeniyle ihracatçı konumda olmuştur.

Bu genel verilerin ardından, özellikle kriz dinamiklerinin ortaya çıktığı 2008’den beri çok tartışılan, Türkiye ile petrol zengini Arap devletleri arasındaki sermaye hareketlerine bakmak gerekiyor. Güvenilir verilere ulaşmanın zor olduğu bu başlığın özellikle dünya çapındaki krizin Türkiye’ye daha farklı şekilde yansımasında kritik rol oynadığı hep vurgulandı. Burada Türkiye’ye yönelen sermaye miktarındaki artış ve toplamdaki oranı önemlidir:

“İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (İMKB) Başkanı İbrahim Turhan, Türkiye’ye yapılan portföy yatırımlarının hızlı artışına dikkat çekti. Turhan, Türk-Arap Sermaye Piyasaları Forumu’nda yaptığı konuşmada, “Arap yatırımcılar tarafından Türkiye’ye yapılan toplam portföy yatırımları 2011’in sonunda 132 milyon dolardı. Bu rakama inanamadım. Hiç bir şey demek değil. Bu rakam geçen ay 4.3 milyar dolara ulaşmış. Bu çok şaşırtıcı” diye konuştu. Bugün Türkiye’nin Arap bölgesine yaptığı ihracatın, toplam ihracatın içindeki payının yüzde 30 olduğunu da hatırlatan Turhan, Arap bankaların Türkiye’deki varlıklarının 24 milyar dolar civarında olduğunu, bunun da bankacılık sektöründe yüzde 3.5 paya denk geldiğini dile getirdi (…)”7

Burada, gelen sermayenin miktarı kadar, Türkiye burjuvazisinin davetkar tutumu da önemlidir. Geçtiğimiz yıllarda Arap sermayesini çekebilmek adına AKP’li bakanların katıldığı çok sayıda bölge gezisi düzenlendiğini de burada not etmek gerek.

Sürekliliği ve kalıcı etkileri daha az olan mali sermaye hareketleri dışında, doğrudan sermaye yatırımlarına bakarak, uzun vadeli sonuçları olacak durum ile ilgili fikir edinmek mümkündür. Öncelikle bölge ülkelerinin bütün dünya ile ilişkisine bakacak olursak, aşağıdaki tablo, 2011 yılı ve stok değerlerini göstermektedir.


Kaynak: World Investment Report 2012, UNCTAD

 

Liberal yazarların Türkiye’nin “demokrasisi” ve Batı’ya yakınlığı ile sermaye çekme konusunda avantajlı olduğu yönündeki görüşlerine karşın, monarşiyle yönetilen Suudi Arabistan ve BAE’nin yüksek miktarda dış yatırım çekmesi önemlidir. Sermayenin demokrasi aradığı veya gittiği yeri demokratikleştirdiği iddiaları bu örneklerde de yalanlanmaktadır. Diğer bir önemli nokta, petrol zengini Arap devletlerinin çektiği yatımlar içinde petro-kimya sektörü en önemli yeri tutsa da, inşaat ve altyapı yatırımlarının payının artmakta olmasıdır.8 Dolayısıyla bu devletlerin yalnızca petrol satan ve gelirlerini Batılı bankalarda tutan ülkeler olmaktan çıkma yönünde bir eğilime girmeye çalıştıkları anlaşılmaktadır.

Tablonun sağ tarafındaki bölüme bakıldığında ise, doğrudan sermaye girişlerinde öne çıkmayan ancak diğer ülkelere yakın düzeyde bulunan Türkiye’nin, sermaye ihracı söz konusu olduğunda daha geri planda kaldığı görülmektedir. Türkiye kapitalizminin mevcut durumu sermaye ihracını sınırlandırmaktadır. Ancak hakkını da teslim edecek olursak, her iki durumda da petrolcü olmayan ülkelerden Mısır, Lübnan ve Yemen arasında Türkiye’nin en üst konumda olduğu görülebiliyor.

Bu genel verilerin ardından, Türkiye’ye gelen doğrudan sermaye yatırımlarında Ortadoğu ülkelerinin payına bakmak yararlı olabilir. Öncelikle 2011 yılı ve 2002 – 2011 aralığı için en yüksek düzeyde doğrudan sermaye yatırımına kaynaklık eden ülkelerin listelerine bakalım:


Kaynak: Türkiye Cumhuriyeti Ekonomi Bakanlığı,
Uluslararası Doğrudan Yatırımlar 2011 Yılı Raporu

 

Petrol zengini Arap devletlerinden gelen yatırımlarda büyük artış söylemlerine karşın, hem geçen yıl, hem de geçen on yıl içinde ilk ona giren bir devlet olmadığı görülmektedir. Ancak bu konudaki asıl artışın yeni yeni başlamakta olduğu ve 2012 ile birlikte artış gerçekleşeceği beklentisi de bulunmaktadır. Aşağıdaki tablonun en sağındaki iki sütunda, 2012’nin ilk on ayında, geçen yılın aynı dönemine göre, Ortadoğu ülkelerinden gerçekleşen doğrudan sermaye girişleri yüksek oranlarda artış göstermiştir.


Kaynak: Türkiye Cumhuriyeti Ekonomi Bakanlığı,
Uluslararası Doğrudan Yatırım Verileri Bülteni Ocak, 2013

 

Bu artışın önümüzdeki dönemde de hızlanarak devam edebileceğine dair, biri kısa, diğeri uzun vadeli, ancak ikisi de genel tabloda önemli değişikliklere işaret eden iki örnek vermekle yetineceğim:

“Türkiye ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) arasında, Afşin-Elbistan kömür havzasında 8 bin MW kapasiteli elektrik santralı yapımını içeren hükümetler arası anlaşma Elektrik Üretim AŞ ile Abu Dabi ulusal enerji şirketi TAQA arasında Ankara’da imzalandı (…) anlaşma kapsamında 12 milyar dolarlık yatırım öngörülüyor”9

Diğer örnek ise bir gelecek projeksiyonu:

“Suudi Arabistan’ın en büyük kredi kuruluşu National Commercial Bank’ın Başkanı Abdul Kareem Abu al Nasr, Türkiye’de yapılacak Suudi Arabistan kaynaklı yatırımların 20 yıl içinde 600 milyar dolara ulaşmasını beklediğini açıkladı.”10

Son örnekte bahsedilen miktar bir miktar spekülatif ve abartılı olabilir, ancak tersinden Türkiye’nin bölgedeki yatırım olanaklarıyla olan düzey farkını görmek açısından fikir vermektedir. Doğrudan yabancı yatırımlar için AKP’nin sağladığı olanaklar ve davetkar tutumunun zamanla karşılık bulacağı görülmektedir.11

Bu noktada durup bazı ara sonuçlara varabiliriz. Sermaye hareketleri bir siyasal güce veya etkiye tahvil edilebilecekse eğer, Türkiye kapitalizminin Ortadoğu’ya sınırlı sermaye ihracıyla değil, bölgeden sermaye ithaliyle bunu sağlamaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Bölgeden Türkiye’ye yönelen sermaye ise, Türkiye’nin dış politikasında bölgedeki etkisini doğrudan artıran bir sonuç doğurmamakta, ancak iç politikada ekonomik krizin ileri boyutlara ulaşmasını engelleyerek ve dolayısıyla “siyasi istikrar” sağlayarak, dış politikada elini rahatlatmak yoluyla dolaylı bir etkide bulunmaktadır.

Ancak madalyonun diğer yüzüne baktığımızda, aynı sermaye ithalinin petrol zengini Arap devletlerinin dış politikasında, Türkiye kapitalizmi üzerindeki siyasi etkilerinde büyük bir artış sağladığı açıkça görülmektedir. AKP’nin çekingenliğini ve tereddütlerini aşarak Suriye ve İran’a karşı daha “cesur” çıkışlar yapmaya başlamasında bu etkinin hızlandırıcı, teşvik edici ve cesaretlendirici bir rol oynadığı düşünülmelidir.

Son olarak, Ortadoğu ülkeleriyle gerçekleşen sermaye hareketlerindeki artışa rağmen, halen emperyalist merkezlerin tartışılmaz bir üstünlüğü bulunduğu da not edilmelidir. Ancak bu durumun Türkiye’yi sermaye hareketleri açısından bir köprü veya geçiş noktası haline getiren bir etkide bulunacağını peşinen söylemek mümkün değildir. Bazı Batılı banka ve finans kuruluşlarının Ortadoğu ofislerini İstanbul’da açmaya karar vermeleri de tek başına bir gösterge olarak okunamaz.

 

Tüccar siyasetten “tüccar devlet”e mi?

Davutoğlu bazı Ortadoğu ülkeleriyle serbest ticaret anlaşmaları imzalar ve “sömürgecilerin çizdiği sınırların kalkması” üzerine açıklamalar yaparken, bazı liberal yazarlar da Türkiye’nin bölgesel ticarette canlanma yaratmak için önemli bir rol oynayarak bölgedeki etkisini artırabileceğini kanıtlamakla meşguldü. Bunu Türkiye’nin artık bir “ticaret devleti” olduğunu söylemeye kadar vardıranlar da oldu.12

Kirişçi, ticaretin artmasıyla birlikte devletlerin daha fazla ekonomik kaygıya yer veren bir dış politika izlediğini, bunun da bölgede “istikrar” anlamına geldiğini söylüyor. Bu sayede de Türkiye ile birlikte bölge ülkelerinin de demokratikleşeceği yönünde bir varsayımda bulunuyor.

Türkiye ile Ortadoğu arasında artan ticaret hacmi ile ilgili literatürün bir bölümünde açık bir yöntemsel sorun bulunduğu görülmektedir, çünkü yapılan analiz çoğunlukla bunun toplam içindeki payına değil, mutlak değerindeki artışa dayandırılmaktadır.13 Ticaret hacminin artış göstermesi her ülkeyle gerçekleşen bir durum olduğu için, sağlıklı bir değerlendirme, dünya toplam ticaret hacmi içindeki paylardaki değişime ve farklı ülkelerin birbirleriyle olan ticaret hacimlerinin bütün içindeki payına dayanmalıdır. Birincisi aşağıdaki tabloda görülmektedir:


Kaynak: Dünya Ticaret Örgütü

 

Bu veriler, mutlak sayılardaki büyük yüzdeli artışların gerçekte neye karşılık geldiğini ortaya koymaktadır. Türkiye kapitalizmi gerçekten de dış ticaretini artırmış, ancak yine sermaye hareketleri verilerinde olduğu gibi, “Batı’ya yakınlığı” veya “demokrasi geleneği”, yüksek hacimli petrol ticaretine sahip devletler karşısında üstünlük sağlamaya yetmemiştir.

Bundan sonra Ortadoğu ülkelerinin Türkiye’nin dış ticaretindeki yerine yakından bakarak, bölge ülkelerinin ne kadar paya sahip olduğunu incelemek gerekiyor. Genel tabloya bakıldığında, söz konusu oranda da önemli bir artış olduğu anlaşılmaktadır. Ancak özellikle üç ülke, Irak, İran ve BAE öne çıkmaktadır. Bunlardan ilk ikisi aşağıdaki tabloda ayrıca gösterilmektedir.


Kaynak: TUİK Dış Ticaret Verileri

 

Bu tablo, İran ve Irak çıkarıldığında son on yılda Türkiye’nin genel ticaret hacmi içinde Ortadoğu ülkelerinin payının yalnızca %3,5 düzeyinde arttığını gösteriyor. 2012 yılında Birleşik Arap Emirlikleri’ne yapılan ve yalnızca Ağustos ve Eylül aylarında bile 3 milyar dolardan fazla bir toplama karşılık gelen olağandışı altın ihracatı da çıkarılırsa, gerçek artışın bu değerden bile düşük olduğu anlaşılabilir.

Sonuç olarak Türkiye’nin bölgeyle olan ticaret hacmi gerçekten artmıştır, ancak bu genel bir artış değil, iki spesifik örnekle, Irak ve İran14 ile gerçekleşen yüksek artışlardır. İran Türkiye’nin bir yayılma alanı olmaktan çok rakibi konumunda olduğuna göre, ticaret artışı üzerinden siyasi sonuçlar çıkarmak için tek adayın Irak olduğu açıkça görülmektedir. Son olarak, Irak merkezi hükümetiyle giderek artan gerilim ve bu ülkede yaşanan dağılma süreci düşünüldüğünde, “tüccar siyaset”in etkili olabileceği yer olarak geriye yalnızca Irak Kürdistanı kalmaktadır. AKP için o büyük “Osmanlı” coğrafyasından geriye kalan bu bölge olmuştur.

Bu noktada bir parantez açarak, Irak Kürdistanı’na yakından bakmak gerekiyor. Bölge yönetiminin resmi verilerine göre, bölge 2011 yılı içinde 3 milyar dolar, 2006 yılından bu yana ise toplam 22 milyar dolar doğrudan sermaye yatırımı çekmiştir.15 Asıl önemlisi ise, kesin sayılar belirtilmese de, buraya en çok yatırım yapan iki ülkenin Türkiye ve İran olduğu ifade edilmektedir. Bu iki ülkeyi ise sırayla ABD, Lübnan, İngiltere, BAE, Almanya, Kuveyt ve İtalya’nın izlediği belirtiliyor.

Parantezi kapatarak, Türkiye’nin Ortadoğu ile ticaretiyle ilgili bir soruna daha değinebiliriz: İhracatında ileri teknoloji ürünlerinin payının azalıyor olması:

“Türkiye’nin Ortadoğu’ya yaptığı ihracatta yüksek teknolojili ürünlerin payının toplam ihracat içindeki yeri 2002’de yüzde 4 iken 2010’da yüzde 3,5’e gerilemiştir.”16

Böyle bir tabloda Türkiye’nin ekonomik üstünlük iddiasında bulunmasının gülünç olacağı açıktır.

Buradan yola çıkarak, ticaret verilerine dayanarak bazı ara sonuçlar çıkartabiliriz. Son on yılda Türkiye’nin Ortadoğu bölgesiyle yaşadığı canlanma bütüne dair ve homojen bir olgu değildir. Ekonomik açıdan üstünlük kurabildiği ve buradan siyasi sonuçlar çıkarmaya aday olduğu tek yer Irak Kürdistanı’dır. AKP’nin bölgenin bütünü için öne sürdüğü iddiaların yalnızca bu küçük coğrafyada gerçekleşmiş olması bir küçümsemeye neden olmamalı. Aksine Türkiye’nin bütün bölgeye dönük yayılmacı politikalarının anahtarını burada, Irak Kürdistanı’nda gördüğü anlaşılmaktadır.

Buradan önemli bir sonuca daha varabiliriz. Bu şekilde kritik halka haline gelen Irak Kürdistanı coğrafyasında, ana rakip durumundaki İran dışında, Türkiye’deki Kürt hareketinin de gösterdiği direncin, yalnızca bu küçük bölgeye yönelik değil, Türkiye’nin bütün Ortadoğu’ya yönelik yayılmacı politikalarını tıkadığı görülmektedir.

İkinci Cumhuriyet askeri “fetihçilik” yapacak durumda mı?

Sermaye hareketleri ve ticaret açısından Irak Kürdistanı dışında Ortadoğu genelinde özel olarak öne çıkmayan Türkiye’nin, bölgede askeri gücünü siyasete tahvil edebileceği düşüncesinin de yaygın olduğu bilinmektedir. Geçmişte “en iyi ihraç malınız ordunuz” denildiği ve Suriye’ye dönük savaş tehdidinin her gün savrulmakta olduğu da hesaba katılırsa, bunun ciddiye alınması gereken bir seçenek olduğu ortadadır. Ancak bu iddialar ve tehditler Türkiye burjuvazisinin elindeki gerçek olanaklarla sınanmak zorundadır.

Bu yazıda Türkiye’nin ulusal güvenlik politikası ve askeri olanaklarına dair kapsamlı bir analiz sunmayacağım. Ancak konumuz açısından yeterli olacak bazı temel noktalara işaret etmek zorundayım.

Türkiye’nin ulusal güvenlik politikası ve askeri kapasitesinin yarım yüzyıldan uzun bir süredir üyesi olduğu NATO tarafından belirlendiği malumdur. Bir başka malum olan şey ise, tarihi boyunca ifade ettiği bütün argümanların aksine, NATO’nun savunma değil saldırıya göre yapılanmış olduğudur. Soğuk Savaş’ta emperyalist kampın temel politikalarından biri, Sovyetler Birliği üzerindeki askeri tehdidin her zaman güncel tutulması yoluyla, politik olarak geri adım attırılmasını içeriyordu. Bu nedenle bütün yapılanma, başta nükleer silahlar olmak üzere, saldırı politikasına göre oluşturulmuştu.

Türkiye bu konuda hiçbir zaman istisna olmadı. NATO’nun Türkiye topraklarındaki saldırı olanakları, büyük ölçüde ABD ve NATO üslerinde bulunan nükleer silahlar ve uçaklardan oluşuyordu. Bu kapsamda İncirlik dışında, özellikle 1983 yılında NATO kapsamında faaliyete geçen ve NATO kaynaklarında “İleri Hava Harekat Üssü” olarak geçen Konya Hava Üssü önemlidir.

Sovyetler Birliği’ne karşı NATO’nun bu topraklarda kurduğu bütün bu saldırı üslerine karşın, barış zamanında ve olası bir savaşta işbölümünde spesifik olarak TSK’ya düşen görev incelendiğinde böyle bir saldırı yapılanması görülmemektedir. ABD üslerinin saldırı gerçekleştirdiği ve TSK’nın büyük oranda bu üsleri koruduğu ve kara savunmasına ve denizlerde boğazları savunmaya ağırlık verdiği bir doktrin söz konusudur.

TSK’nın en büyük özelliği, bir savunma savaşı için kritik olan, geniş bir piyade ordusuna sahip olmasıdır. Saldırı için gerekli temel unsurlar, bombardıman uçakları, savaş uçakları, tanklar ve havadan paraşütle indirme, denizden çıkarma yapma için gerekli askeri donanımların uzun süre TSK envanterinde sınırlı miktarda veya eski teknoloji olarak yer aldığı görülmektedir.

Burada ilginç bir nokta, Soğuk Savaşın sonlarına doğru TSK’nın saldırı amaçlı silah edinmek için yaptığı girişimlerin, Sovyetler Birliği’nden çok, Kıbrıs’a ve bir başka NATO üyesi olan Yunanistan’a karşı olmasıdır. Özellikle çıkarma gemileri, havadan nakliye uçakları ve savaş uçakları bakımından yapılan girişimlerin, 1970’lerle birlikte ve Yunanistan’la rekabet içinde gerçekleştiği görülebilir. Kıbrıs çıkarmasının ardından doruğa ulaşan bu girişimler, Cumhuriyet döneminin NATO’ya üyelik dışında dış politikada en büyük günahlarını Kıbrıs ve Yunanistan’a karşı işlemiş olmasının sonuçlarından yalnızca birisidir.

İkinci Cumhuriyet rejiminin kuruluş sürecinde Yunanistan ve Kıbrıs ile sınırlı bu askeri yapılanmanın genelleştirilmesi için adımlar atıldığı görülmektedir. Bu açıdan Koç Holding bünyesindeki Otokar’ın ana yüklenici olduğu “milli tank projesi” önemlidir. Seri üretime geçişi için ilk olarak açıklanan 2017 tarihinin, Erdoğan’ın açıklamalarıyla 2015’e çekildiği ve tanıtımında Mustafa Koç ve Erdoğan’ın birlikte poz verdiği17 bu tankın büyük ölçüde Hyundai’den teknoloji transferine dayalı bir şekilde üretilecek olması bir şey değiştirmiyor. Yakında Türkiye burjuvazisinin elinde önemli bir karadan saldırı olanağı bulunacağı görülmektedir.

Ancak bu değerlendirmelerin ötesinde, bu noktaları Ortadoğu’nun diğer ülkeleriyle karşılaştırdığımızda Türkiye’nin nerede durduğuna bakmak önemlidir. Bunun için Ortadoğu ülkelerinin 2011 askeri harcamalarını gösteren şu tabloya bakarak başlayabiliriz:


Kaynak: SIPRI18

 

Tabloda Türkiye ikinci sırada yer almakla birlikte, Suudi Arabistan’ın Türkiye’nin iki buçuk katı kadar harcama yaparak, bütün Ortadoğu’daki askeri harcamaların yaklaşık üçte birini yaptığına dikkat çekmek istiyorum. Bir diğer ilginç nokta ise, nükleer enerji projesinin yanı sıra sık sık askeri tatbikatlarıyla gündeme gelen İran’ın geçen yıl bütün Ortadoğu’da GSYİH’ye oranla en düşük harcama yapan ülke olmasıdır.

Türkiye açısından en önemli olan ise GSYİH’e oranla askeri harcama konusunda, İran ve Mısır’ın ardından en düşük üçüncü ülke konumunda olmasıdır. Türkiye kapitalizminin yaşadığı ekonomik sıkıntıların, büyük bir saldırı ordusu hazırlamak için gerekli harcamaları kısmakta ve AKP’nin dış politikadaki tehditleri açısından süreci yavaşlatmakta olduğu anlaşılıyor.

Burada yalnızca miktarlara değil, envanterin niteliğine de dikkat çekmek gerekiyor. 2011’in son günlerinde basına yansıyan “ABD’den Suudi Arabistan’a 30 milyar dolarlık silah anlaşması” haberinin içeriğinden bir örnek vermek istiyorum. ABD’nin tek bir ülkeyle yaptığı en büyük silah anlaşması olarak yansıyan bu haberlerde, “Suudi Arabistan’a geliştirilmiş F-15SA uçaklarının” satılacağı belirtiliyor.19 Haberde geçen uçaklar NATO tarafından “ağır savaş uçağı” olarak sınıflandırılırken, Türkiye’nin elindeki F-16 uçakları “hafif savaş uçağı” olarak nitelendirilmektedir. İlkinin birim maliyeti 30 milyon dolarken, ikincisinin birim maliyeti 18 milyon dolardır. Bir başka ifadeyle, Suudi Arabistan açıkça büyük bir saldırı için kaynak ayırırken, Türkiye’nin elinde, daha küçük ölçekli ve zayıf hava savunma sistemi olan hedeflere dönük hava kuvvetleri bulunmaktadır. Son gelen bir haber ise, Türkiye’nin savaş uçağı filosunu geliştirmek için girdiği F-35 Müşterek Savaş Uçağı projesinden çekildiğini ve bu durumun yakında değişmeyeceğini göstermektedir.

Savaş uçağı konusu yalnızca en maliyetli kalemlerden biri olduğu için önemli değildir. Aynı zamanda, bilindiği gibi ABD’nin yıllardır sunduğu işgal “örnekleri”, düşük siyasi “maliyetli”, yani düşük asker kayıplı işgal harekatları gerçekleştirmek için hava üstünlüğü kurulması gerektiğini göstermiştir. Bu nedenle askeri yayılmacılık için, AKP’nin örneğin Suriye’ye yönelik olası bir işgal girişimini düşük kayıpla gerçekleşebilmesinin ön koşulu da bu nedenle aynı şeyi gerektirmektedir. Bu durumda mevcut zayıf uçaklar karşısında Suriye hava savunmasının ne düzeyde güçlü olduğu önem kazanmaktadır. Bu konuda, İsrail savaş uçaklarının 2007 yılında Suriye hava sahasına girerek bir saldırı gerçekleştirmiş olması,20 bu konuda Suriye’nin zayıf olduğu yönünde bir işaret olarak algılanmaktadır.

Ancak söz konusu örnek, farklı bir okumayla tam tersini ortaya koymaktadır. Suriye’nin gerçek kapasitesine dair asıl gösterge, 2007 yılındaki bu İsrail saldırısının Türkiye hava sahası üzerinden gerçekleşmiş olmasıdır. O dönemde Türkiye ile iyi ilişkileri bulunan Suriye, hava savunmasını ağırlıklı olarak İsrail’e doğru, güney ve batı bölgelerine yerleştirmişti. Bu nedenle İsrail saldırısının Türkiye üzerinden gerçekleştirmiş olması, Suriye hava savunmasının güçlü İsrail hava kuvvetleri için bile engelleyici olduğunu ve “etrafından dolaşılması” gerektiğini göstermektedir.21 Ayrıca belirtmeye gerek yok sanırım, Suriye aradan geçen zaman içinde aynı sistemi Türkiye sınırlarına da yerleştirmiş bulunuyor.

Sonuç olarak, Soğuk Savaş döneminden kalan ve daha çok Kıbrıs ve Ege Adaları merkezli bir senaryo için hazırlanan Türkiye’nin elindeki zayıf hava kuvvetlerinin22 bölgedeki güçlü hava savunma sistemlerini aşması zor görünüyor. Türkiye’nin ABD gibi yapıp, hava ağırlıklı bir saldırıyla işgale kalkışması mümkün değildir.

Bütün bu stratejinin alternatifi ise, Türkiye’nin karadan saldırganlığa ağırlık vererek, yüksek kayıpları göze almasıdır. Ancak bugün Türkiye’de henüz güçlü bir halk tepkisi görülmese de, AKP’nin Suriye başta olmak üzere bölge ülkelerine dönük saldırgan politikalarının toplumsal destek almadığı açıktır. Buna rağmen başlatılacak ve yüksek kayıpların verildiği bir kara savaşı ise, özellikle uzadığı takdirde büyük bir siyasi krizin kapısını açacaktır.

Sonuçta özetleyecek olursak, ekonomik ve siyasi kısıtlar, Türkiye’nin önünde, tek başına yürütebileceği iki askeri yayılmacılık seçeneği çıkarmaktadır: şu anda Suriye’de olduğu gibi silahlı çeteler beslemeye devam edecek veya büyük kayıplar vereceği kara savaşı yolunu seçerek, iç politikada bir siyasi krize neden olacak ve dolayısıyla daha da faşizan bir yönelime girebilecektir.

Daha gerçekçi olan ise, Türkiye’nin bölgesel liderlik şovları yapmak ve tek başına fetihçilik oynamak yerine, bölgesel bir ittifak içinde bir rol üstlenerek askeri yayılmacılık göstermesidir. Bunun için bölgesel diplomasi ve ittifaklar başlığı önem taşımaktadır.

 

İkinci Cumhuriyet döneminde bölge diplomasisi:
Arap-İsrail ekseni geriye, Sünni-Şii ekseni öne

Özellikle Erdoğan’ın Davos şovunun ardından sıkça gündeme gelen Türkiye’nin “model” olduğu tartışmasının büyük oranda geri kalması, İkinci Cumhuriyet rejiminin bölgede bir model olarak etkin hale getirilmesinin zemini bulunmadığını gösterdi. Bu konuda şu değerlendirme bütünüyle geçerli olmaya devam etmektedir:

“Türkiye’nin bölge için “model” olduğu iddiası temelsiz görünmektedir, zira ortada böyle bir model yoktur ancak bir çerçeve vardır. “Model” bir çeşit istikrarı içinde barındırdığı için emperyalizmin orta-vadedeki ihtiyaçlarına yanıt vermemektedir. Emperyalizmin sözcüleri yakın zamanda “Türkiye, bir model değil, ancak bir ilham kaynağı olabilir” derken gerçeklere çok daha uygun biçimde Türkiye’nin rolünü tarif etmektedir.

Dolayısıyla, Türkiye, daha derin bir kaosa sürüklenen bölge için bir model değildir, ancak asli bir aktördür, daha uygun biçimde söyleyecek olursak, emperyalizmin “taşeronu”dur. Türkiye, Yeni-Osmanlıcılık’ın fiili biçimi olan bu taşeronluk rolünü olabildiğince benimsedi. Yeni-Osmanlıcılık terimi, ABD emperyalizminin amaç ve çıkarlarına uygun bir “arka bahçe” yaratma operasyonuna verilen isimdir.”23

Model tartışmalarına Mısır’dan gelen eleştirel yanıtlardan birini, konuyu bölgesel ittifaklar bağlamında alması açısından önemsiyorum. Kahire’de yayımlanan El Ahram haftalık dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Abdül Münim Said, “Halifeye ihtiyacımız yok” başlıklı yazısında şöyle demişti:

“Mısır bugün iki sosyo-ekonomik model arasında kalmıştır: biri İran, diğeri Türk modelleridir. Tarihsel olarak Mısır’ın her zaman kendi modeli olmuştur; 1922’de modern Mısır devletinin doğumu da bunun bir kanıtıdır. Ancak tarih hiçbir zaman aynı şekilde tekrar etmez, bu nedenle İran’dan tek kurtuluş yolumuz Türkiye’ye yakınlaşmak. Diğer yandan belki de Mısır devletinin kurucuları tarafından ortaya koyulan, kendi yerel sivil yönetim ilkelerimize dönmek için gerekli cesareti de toplayabiliriz. Düşünün, o günlerde hilafetin yeniden kurulması için yükselen sesler vardı; ama Ankara’da değil, Kahire’de.”24

Mısır’daki yaygın görüşü yansıtan bu ifadeler, “model” tartışmasının sonuç olarak vardığı noktada Türkiye’nin bir bölgesel ittifak seçeneği olarak olumlu karşılandığını ancak bu ittifakta Türkiye’nin liderliğinin peşinen kabul edilmeyeceğini göstermiştir. Mısır Devlet Başkanı Mursi’nin AKP kongresine katılarak konuşma yapması, bu ittifakın devletler arası bir işbirliğinin ötesinde partiler arası bir boyutu olduğunu da gösteriyordu. Yine aynı derecede önemli olan, Hamas liderinin de aynı kongreyi ziyaret etmiş olmasıydı. Sonuçta bölgede emperyalizmin hedef gösterdiği ülkelere karşı kurulmaya ve genişletilmeye çalışılan ittifakın, Hizbullah, Suriye ve İran’ı hedef aldığı ve Sünni – Şii ekseni oluşturulmaya çalışıldığı bilinmektedir.

Bu ittifaka kimin rengini çaldığı konusunda şu değerlendirmedeki tespit geçerliliğini korumaktadır:

“Suriye çatışmasının şiddetlenmesi, ‘eski’ye dayandığı ileri sürülen mezhepsel farklılıkları kristalize etmeye başlamıştır. Bazı açılardan öyle olmasalar da, Suudi Arabistan ve Türkiye artık ortak düşman İran’a karşı kendilerini aynı kampta bulmaktadır. Ancak durum değişebilecek olsa da, mevcut siyasi süreci kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirme konusunda en büyük başarıyı sağlayan, Türkiye’nin üçte biri nüfusuna sahip olan Suudi Arabistan’dır.”25

Türkiye’nin böyle bir ittifaka liderlik olanakları bulunmasa da, onun oluşması için yaptığı girişimlerin başarı şansı bulunmaktadır ve gerçekten de bölgedeki mezhepsel gerilimleri artırmak konusunda yol aldığı bir gerçektir.

Türkiye’nin bir Sünni ittifakın oluşmasıyla ilgili asıl “katkısı” ise İsrail ile ilgilidir. Bugün bölgede Sünni –Şii ekseninin oluşması önündeki temel engel, bölgede geçmişte siyasetin temel referans noktasının hep İsrail olmuş olmasıdır. Arap – İsrail geriliminin varlığı, başka her türden taraflaşmayı ikinci plana düşüren, İsrail’e direnen unsurların yalnızlaştırılmasını engelleyen ve onların meşruiyet ve etki alanını genişleten bir etkide bulundu. Türkiye’nin 2009 Davos şovundan itibaren yürüttüğü diploması, bu başlıkta etkin bir taraf haline gelerek ve İsrail karşıtlığını kontrol altında tutarak, İsrail’i bölgede bir referans noktası olmaktan çıkarmaya çalışmak oldu.

İsrail’in referans olmaktan çıkarılması için emperyalist merkezlerin de bir süredir çaba harcadığını ve bir dizi başlıkta bu ülkeyi dizginlemeye çalıştıklarını söylemek mümkündür. Bu başarıldığı ve Arap – İsrail gerilimi kontrol altında tutulduğu takdirde, Sünni – Şii ekseninin bölgede temel referans noktası haline gelmesi umulmaktadır.26

 

Sonuç: Başarılı olmadan da emperyalizme hizmet edecek bir Ortadoğu politikası

İkinci Cumhuriyet rejimi döneminde Ortadoğu’da kapılarını Türkiye’ye açmış, onu davet eden bir nesnellik bulunmamaktadır, Türkiye Ortadoğu’ya doğru itilmektedir. Bölgede Osmanlı’nın bugün siyasete tahvil edilebilir bir mirası yoktur veya herhangi bir işaret göstermemektedir. Dahası, bazı açıklamalar emperyalist merkezlerin de, AKP kadrolarının da bunun farkında olduğuna işaret etmektedir.27

Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleriyle olan ekonomik ilişkileri belirli bir canlılık gösterse de bir bölgesel lider veya ana geçiş noktası özellikleri taşımamaktadır ve geleceğe dönük bu yönde işaretler sunmamaktadır. Liberal yazarların övdüğü Türkiye’nin “demokrasi kültürü”, Arap monarşilerinin petrole dayanan ekonomik üstünlüğü karşısında özel bir avantaj sağlamamaktadır.

Türkiye burjuvazisinin ekonomik faaliyetleri açısından üstünlük kurabilir durumda olduğu tek bölge Irak Kürdistanı olmuştur. Bu bölge ve genel olarak Irak, İran ile rekabetin ana coğrafyası haline getirilmiştir. AKP’nin başta Irak Kürdistanı olmak üzere, bütün Kürt halkını Suriye ve İran’a karşı konum almaya zorlamayı birinci öncelik haline getirdiği ve bütün kaynaklarını bunun için seferber ettiği görülmektedir.

Türkiye’nin mevcut askeri yapısı büyük ölçekli bir işgal harekâtını tek başına ve düşük kayıpla yürütmesine imkân tanımıyor. Bu durumun değişmesi için somut adımların atıldığı ve askeri anlamda saldırgan politikalar için hazırlık yapıldığı anlaşılmaktadır. Ancak birincisi Türkiye’nin ekonomik durumu, yüksek maliyetli silahlanma projelerini sınırlandırmaktadır. İkinci olarak, atılan adımların da uzun vadede yeterli olup olmayacağı, Ortadoğu’da genel bir silahlanma yarışı yaşanan bir dönemde, dengeleri değiştirip değiştirmeyeceği belirsizdir.

Tek başına büyük bir işgal gerçekleştiremeyecek Türkiye’nin, bir ittifak içinde, bölgesel bir savaşta önemli roller üstlenmesi daha gerçekçi bir seçenektir. Büyük ölçekli bir işgal, örneğin olası bir İran savaşı için, Ortadoğu’nun ana saldırgan gücü olarak Suudi Arabistan’ın hazırlanmakta olduğu görülmektedir. Türkiye’nin böyle bir savaşın dışında kalmasının düşünülemeyeceği ve çok boyutlu bir şekilde böyle bir savaşın içinde yer alacağı açıktır.

Ekonomik ve askeri durumuna dayanarak yeni sonuçlara varmadan, Türkiye’nin bu eksikleri emperyalistlerin ekonomik ve askeri desteğiyle kapatıp kapatamayacağı sorusu akla gelebilir. Bu noktada bir parantez açmamız gerekiyor.

ABD’de bir süredir Ortadoğu’ya yönelik kapsamlı bir ekonomik “yardım” açılımının tartışıldığı biliniyor. Soğuk Savaşın başlarında gerçekleştirilen Marshall Planı’na benzetilen bu açılım ile ilgili ABD Dışişleri eski Bakanı Hillary Clinton şu ifadeleri kullanmıştı:

“Ve bugün, Arap Baharı yayılırken, o planın bazı ilkeleri yeniden gündeme gelmektedir, özellikle Mısır ve Tunus’ta. Marshall’ın 1947’de yaptığı gibi, devrimin temelinde yatan nedenlerin ve çözmesi gereken sorunların yalnızca siyasi değil, derinden ekonomik olduğunu anlamalıyız.

Mısır ve Tunus gibi ülkelerde olağanüstü bir girişimci ruh, önünün açılmasını bekliyor. Bu ülkelerin halklarında dayanıklı ekonomiler ve kalıcı demokrasiler inşa edecek yetenek ve irade bulunmaktadır. Çabalarına destek olursak, bölgenin potansiyelini açığa çıkarmalarında, saygınlıklarını yeniden inşa etmelerinde ve umutlarını gerçekleştirmelerinde onlara yardımcı olabiliriz. Ve çok ısrarla iddia ediyorum ki, bunu yaparak kendi güvenliğimizi artıracağız.”28

Clinton’un sözleri bir niyete işaret etse de, ABD burjuvazisinin gelinen noktada temel önceliklerinden biri, özellikle Bush döneminden itibaren dış politikada aşırı yükselen maliyetlerin kısılmasını içeriyor. Clinton yukarıdaki sözlerinden bir ay kadar sonra, ABD Kongresi’nde talep edilen bütçe kısıntılarıyla ilgili toplantıda, karşılaştığı bu kısıtlamadan şu ifadelerle şikayet etmişti:

“Bugün Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da bir fırsata sahibiz, ancak bunu değerlendirmeyi başarıp başaramayacağımızdan emin değilim; çünkü Mısır ve Tunus’taki yeni demokrasilere yatırım yapmak Libya’daki dönüşüme destek olmak, Suriye’de neler olup bittiğini görmemizi sağlamak ve başka şeyler yapmak için yeterli kaynaklara sahip değiliz.”29

Clinton’un bu sözlerine yakın tarihlerde, ABD’nin şimdiki Dışişleri Bakanı olan John Kerry de, henüz bakanlık koltuğuna oturmadan, aktif rol aldığı “Marshall Planı” ile ilgili aynı noktaya işaret etti:

“Ve işte şimdi yine, Ortadoğu’ya yönelik bir Marshall Planı için büyük bir ihtiyaç içindeyiz. John McCain de böyle bir planı tanıtmam ve onun için mücadele etmem konusunda bana katılmayı kabul etmiştir (…) Sorumluluğumuz Mısır’dan başlamak zorunda (…) Ve kimsenin duymak istemediği şey ise, geçmişte olduğu gibi, bugün de bütün bunları gerçekleştirmek için para gerektiğidir (…) Şubat ayında bu çabaların bir bileşenini oluşturacak yeni bir fonu devreye sokmaya başlıyoruz.”30

Kerry’nin son cümlede bahsettiği fon, Mısır ve Tunus’ta KOBİ’lere yönelik yatırım fonlarını içeriyor. Ekonomik kriz ve ABD’nin bütçe harcamalarını azaltma politikası nedeniyle koca bir Marshall Planı düşüncesinden şimdilik yalnızca bu hayata geçirilebilmektedir. Ayrıca bu fonun da Clinton’un kast ettiği bir ekonomik büyüme veya canlanma yaratmaktan çok, aşırı yoksulluktan kaynaklı tepkilere karşı Müslüman Kardeşler hükümetini korumayı hedeflediğini anlamak zor değil. Bu fonu hayata geçirmek için, geçmişte ABD askerlerinin geri çekilmesini savunan Kerry ile askeri müdahalelerin artırılmasını isteyen McCain, yanlarına ABD’nin en büyük şirketleri arasında yer alan sekiz şirketin genel müdürlerini de alarak 2011 yazında Mısır’a bir gezi düzenlemişti.

Buradan konumuz açısından iki sonuç çıkartabiliriz: Birincisi ABD’nin bölgeye dönük yapabileceği ekonomik yardımlar sınırlı bir düzeyde olabilecektir; ikincisi, konuyla ilgili tartışmalarda Türkiye’nin adı bile geçmemektedir! Türkiye kapitalizminin ekonomik açığını emperyalist merkezlerin daha fazla kapatmayacağı kesindir.

Olası askeri “destek” ise, Patriot füzelerinin gönderilmesinde görüldüğü gibi, daha ciddi bir olasılıktır. Ancak bütçe kısıtları burada da geçerlidir. Füze yollayan ülkelerin meclislerinde konunun uzun uzun tartışılmasının bir nedeni de, “demokrat” olmalarından çok, ekonomik krizden kaynaklı olarak, askeri harcamaları artıracak her adımın ciddi eleştirilere maruz kalması. Sonuç olarak benzeri adımların büyük ölçeklerde atılabileceği bir durum bulunmamaktadır. ABD’de de, bir süre daha askeri harcamaların kısılmasının önemli bir öncelik olacağı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte parantezi kapatıyorum.

Türkiye’nin ve AKP’nin bölgede model olarak sunulmasına ilişkin literatürün de bölgedeki alıcılarının sınırlı olduğu kısa sürede ortaya çıkmıştır. Bu literatürün asıl karşılığı, en fazla siyasi doğrultu olarak Türkiye’den ilham alınmasına dayanmaktadır. Emperyalist merkezlerin politikalarına bakıldığında ise, somut örnek alma söz konusuysa eğer, AKP’den çok TSK’nın örnek gösterildiği anlaşılmaktadır. Başta Mısır’da olmak üzere, Ortadoğu’daki seküler hareketlerin ve ordu yönetimlerinin İslamcılarla anlaşması ve iktidarı onlara teslim etmesi konusunda Türkiye’yi örnek alması ve bu süreci engelleyecek girişimlerden kaçınması önerilmektedir.31 Örnek alınması beklenen diğer konu ise, İsrail ile gerilimin kontrol altında tutulmasıdır. Model tartışmasında merkezde duran Mısır’da da durum bu şekilde anlaşılmış, AKP’nin somut olarak model alınması gündemden düşmüştür.

Sonuç olarak AKP’nin dış politikası, bölgesel yayılmacılığını başarılı bir şekilde hayata geçirebilmek ve bölgesel liderlik elde etmek için uygun bir zemine sahip değildir; Ortadoğu’da ekonomik, askeri veya diplomatik yollardan bir liderlik elde etme olanağı bulunmamaktadır ve bu koşulların emperyalistler tarafından sağlanması da mümkün görünmemektedir. Öte yandan bu politikanın emperyalist restorasyon süreci içinde bir yere oturması için bu açıdan “başarılı” olmak zorunda olmadığı anlaşılmaktadır. AKP’nin dış politikası bölgesel liderlik konusunda başarısız olsa da, bölge halklarına yeterince zarar verebilecek ve emperyalizme alan açabilecek bir proje haline gelmiştir. Bunun temel yolu da bölgede yeni ittifaklar yaratma yönündeki girişimleridir.

Türkiye’nin dış politikasında emperyalizmin bölgesel restorasyonu ile bağ kurmasını sağlayan temel dinamik burada yatmaktadır. Türkiye, emperyalist merkezlerin bölgede tıkanmasına neden olan eski ittifak sisteminin dönüştürülmesi ve yeni bir alan açılması için çaba harcamaktadır. Hizbullah, Suriye ve İran’ın yalnızlaştırılması, yalıtılması ve giderek onlara dönük siyasi ve askeri müdahalelerin artırılmasına kadar gidecek tam boy bir Sünni – Şii karşıtlığının kurulması, emperyalist restorasyonun temel politikası haline gelmiştir. AKP’nin bu politika için ana üs olarak seçtiği merkezin de Irak Kürdistanı olduğu anlaşılmaktadır. İkinci Cumhuriyet rejimi döneminde Türkiye’nin bölgesel liderlik için harcadığı çabalar nafile de olsa, bir yandan böyle bir ittifakın sağlanması konusuna yol aldığı görülmektedir.

Dipnotlar

  1.  “Ortadoğu’da tarih doğal seyrine oturmaya başladı”, Star Gazetesi, 9 Ekim 2012, http://haber.stargazete.com/sondakika/ortadoguda-tarih-dogal-seyrine-oturmaya-basladi/haber-695696
  2.  Bu konuda en çok atıf yapılan kaynaklardan biri TESEV’in, “Ortadoğu’da Türkiye Algısı 2012” raporu oldu (Bkz. http://www.tesev.org.tr/tr/etkinlik/ortadoguda-turkiye-algisi-2012 ). Bölgede en çok sevilen ülkenin Türkiye olduğunu anlatmaya çalışan raporun ne kadar güvenilir olduğu oldukça şüpheli. Örneğin “Sizce aşağıdaki ülkelerde mezhebe dayalı bir dış politika izleniyor mu?” başlıklı tabloda, Türkiye en düşük ikinci puanı almış görünüyor! Bir örnek de Ortadoğu konusunda görev alan Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlarından Erşat Hürmüzlü’nün bir röportajda Ortadoğu bağlamındaki şu sözleri: “Türkiye bir rol aramıyor, rol Türkiye’yi arıyor” (El Ahram’dan aktaran Ofra Bengio, Are Iraq and Turkey Models for Democratization?, The Middle East Quarterly, Yaz 2012, Cilt XIX, Sayı 3, http://www.meforum.org/3293/iraq-turkey-democratization).
  3. Bu konuda kapsamlı bir analiz için bkz. Alper Birdal, Yiğit Günay, “Arap Baharı” Aldatmacası, Ağustos 2012, Yazılama Yayınevi
  4. “Türkiye’nin avantajları”nı en çok konuşan ve yazanlardan ve Türkiye’ye özellikle Ortadoğu ülkelerinden sermaye çekmek için yoğun çaba harcayan isimlerden biri olan HSBC Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölge Sorumlusu Tim Reid’in, HSBC’nin geçen Eylül ayında Dubai’de düzenlediği “Türkiye Forumu”nda kraliyet ailesi mensuplarının önünde yaptığı konuşma bütün klişe argümanları sıralamaktadır: Welcome Address by Tim Reid, Regional Head of Commercial Banking, MENA, HSBC Group – HSBC Global Connections: Turkey Edition, 17 Eylül 2012, http://www.thegulfintelligence.com/Docs.Viewer/b4adc190-3a90-4e42-865a-c002d22ae4a0/default.aspx.
  5. Kemal Kirişçi “Turkey’s “Demonstrative Effect” and the Transformation of the Middle East”, Insight Turkey, Vol. 13, No. 2, 2011
  6.  “Brown hopeful of Saudi cash for IMF”, The Guardian, 2 Kasım 2008, http://www.guardian.co.uk/world/2008/nov/02/saudiarabia-creditcrunch
  7.  “Körfez’den 4.3 milyar $ aktı”, Sabah Gazetesi, 17 Kasım 2012, http://www.sabah.com.tr/Ekonomi/2012/11/17/korfezden-43-milyar-akti
  8. Petrol ihracatçısı üç Körfez ülkesi Suudi Arabistan, Katar ve Umman’da birikmiş doğrudan yabancı sermaye stokunun sektörel dağılımına bakıldığında, hizmet sektörü %59 pay alırken, petrol ve doğalgaz çıkarma %14 ve rafineri sektörü %7 pay almış, bkz. Accumulated inward FDI stock in Oman, Qatar and Saudi Arabia by sector, 2010 World Investment Report 2012, s. 50
  9.  Afşin-Elbistan için BAE ile 12 milyar dolarlık imza atıldı, soL Portal, 4 Ocak 2012, http://haber.sol.org.tr/ekonomi/afsin-elbistan-icin-bae-ile-12-milyar-dolarlik-imza-atildi-haberi-65593
  10.  Suudi sermayesi Türkiye’ye akacak, 28 Nisan 2011, http://www.finansgundem.com/haber/suudi-sermayesi-turkiye_ye-akacak/266435
  11.  Önceki dipnotlardan birinde bahsettiğim, HSBC’nin Türkiye Forumu’nun B Oturumunda konuşan ve Türk Telekom’u satın alan Oger Telekom’un o dönemki eski CEO’su olan Paul Doany, Telekom özelleştirmesinde AKP’nin ne kadar büyük fark yarattığını anlatma ihtiyacı duyuyor ve bu davetkar tutumun nasıl “takdir” edildiğini ortaya koyuyor, Turkey’s Middle East and Asia charm offensive, arabianbusiness.com, 23 Eylül 2012, http://m.arabianbusiness.com/turkey-s-middle-east-asia-charm-offensive-473729.html
  12.  Kemal Kirişçi, The transformation of Turkish foreign policy: The rise of the trading state, New Perspectives on Turkey, no. 40 (2009)
  13. Kirişçi’nin yukarıda atıfta bulunduğum “Turkey’s “Demonstrative Effect” and the Transformation of the Middle East” makalesi, Türkiye’nin bu bölgeyle olan ticaretinde son on yılda yaşanan büyük artışı gösteren tablolar ve veriler sunarken, bu değerlerin toplam içindeki payına yalnızca tek bir satırda değinmektedir. Mutlak değerdeki değişimler, özellikle çok eski yıllarla karşılaştırıldığında dört haneye kadar çıkabilen yüzde artışlarla çok çarpıcı sonuçlar ortaya koymaktadır. Ancak paylardaki değişime bakıldığında, Kirişçi’nin arzu ettiği çarpıcı sonuçlar ortaya çıkmamaktadır. Bir başka çalışma olan, Osman Bahadır Dinçer, Mustafa Kutlay, “Türkiye’nin Ortadoğu’daki güç kapasitesi–Mümkünün sınırları”, USAK Raporları No: 12-03, USAK, Nisan http://www.usak.org.tr//dosyalar/rapor/5GMcs3mKfFPCbD08MCXSSs6sfdvvA7.pdf 2012, ise sunduğu veri tablosunda, ihracat payında yaşanan büyük artışa dikkat çekip, toplam ticaret hacminde ise, paydaki düşük artıştan ziyade, mutlak değerde yaşanan büyük artışa dikkat çekmeyi tercih ediyor.
  14. İran’la yüksek ticaret hacmi İran’ın doğal gaz tekeline ek olarak, geçen yıl İran’ın da Türkiye’ye yüksek miktarda altın ithal etmesiyle ilgilidir.
  15. Kürdistan Yatırım Kurulu, www.kurdistaninvestment.org
  16.  Dinçer, Kutlay, a.g.e., s. 24
  17. Belirtmeden geçemeyeceğim, bu pozun Birinci Cumhuriyet’ten İkinci Cumhuriyet’e geçişi temsil eden simgelerden biri olarak tarihe geçmesi gerektiğini düşünüyorum, bkz. http://www.miltechmag.com/2012/11/turkeys-altay-main-battle-tank-is-to-be.html
  18.  SIPRI’den aktaran List of countries by military expenditures, http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_countries_by_military_expenditures
  19. ABD Suudilere 30 milyar dolarlık silah satacak, soL Portal, 30 Aralık 2011, http://haber.sol.org.tr/dunyadan/abd-suudilere-30-milyar-dolarlik-silah-satacak-haberi-49946
  20. İsrail Suriye’ye saldırdığını resmen kabul etti, soL Portal, 3 Ekim 2007, http://arsiv.sol.org.tr/index.php?yazino=14789
  21. Bu konuda daha fazla bilgi için Ezgi Başaran’ın 15 Ekim 2012’de yayımlanan Prof. Dr. Henri Barkey röportajına bakılabilir: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?ArticleID=1104077&CategoryID=97&aType=RadikalYazar
  22. Bu konuda bir diğer önemli örnek, 1997 yılında Kıbrıs’ın Rusya’dan S-300 hava savunma füzesi almasına Türkiye’nin, “savaş nedeni” sayacağını açıklayarak tepki göstermesiyle ortaya çıkan krizdi. Türkiye’nin böyle bir tepki göstermesi, söz konusu sistemin Kıbrıs’ı Türk F-16’larına kapatacak olmasından kaynaklanıyordu. Aynı sistem bugün Suriye hava savunmasında yer alıyor. Bkz. a.g.y.
  23.  Gelenek 115, TKP Uluslararası İlişkiler Bürosu, Arap Dünyası ve Ortadoğu’daki Gelişmelere Dair, Şubat 2012, http://mlam.tkp.org.tr/makaleler/arap-dunyasi-ve-orta-dogudaki-gelismelere-dair
  24.  Abdel – Moneim Said, No need for the Caliphate, Al – Ahram, 22 – 28 Eylül 2011, Sayı 1065
  25.  Cihan Tuğal, Democratic Janissaries?, New Left Review, 76, Temmuz Ağustos, 2012, http://newleftreview.org/II/76/cihan-tugal-democratic-janissaries
  26.  İran kaynaklarının sık sık İsrail’e karşı tehditkar açıklamalar yapması ve buna rağmen İsrail’den benzer yanıtların gelmemesinin bir nedeni de budur. İran bölgede yalnızlaşmasını engelleyen temel referansı diri tutmaya çalışmakta, İsrail ise Sünni – Şii ekseni projesine çomak sokmamak için mümkün olabildiğince “kuzu” kılığına bürünmeye çalışmaktadır. Tabi İsrail gibi bir devlette bunun maliyeti uzun süredir bu gündemler üzerinden çıkan iç politika krizleri olmaktadır.
  27.  Zamanında George Bush’a danışmanlık yapmak gibi görevler de yapmış bulunan ABD’li tarihçi Bernard Lewis bir röportajında bu konuda şöyle diyor: “Fakat bu bağlar üzerinden Osmanlı milletler topluluğu hayalini yeniden hayata geçirmek bence imkansız. Bu fikri sadece Türkler kabul edecektir”, bkz. Bernard Lewis ile Söyleşi, Turkish Policy Quarterly, Winter 2012, Vol. 10 No. 4, http://www.turkishpolicy.com/dosyalar/files/Bernard_Lewis_Roportaj.pdf
  28.  http://www.marshallfoundation.org/SecretaryClintonConnectsMarshallPlantoArabSpring.htm
  29.  http://www.demdigest.net/blog/2011/08/us-cant-afford-marshall-plan-for-arab-spring-transitions-says-clinton/
  30.  http://www.kerry.senate.gov/press/speeches/speech/?id=16e4beaf-7adf-4315-b2f2-aa705d77825f
  31. Bu konuda yıllar önce bir kenara not ettiğim bir alıntıyı paylaşmak istiyorum. İslamcılarla anlaşmak ve iktidarı onlara devretmek konusunda isteksiz davranan Pakistan eski Devlet Başkanı Pervez Müşerref’i eleştiren Washington Post yazarı, doğru örneğin TSK olduğunu söylüyor: “Türkiye’nin generalleri, küreselleşme devrinde gelecekte felaket beklediğini anlamış görünüyorlar. Amerikalı siyasetçiler, İslamabad’daki aceleci general karşısında gözlerini kamaştırmak yerine, Ankara modelini anlayıp desteklemeli”, Jim Hoagland, Musharraf’s Obsolete Way, Washington Post, 5 Ağustos 2007, http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2007/08/03/AR2007080301951.html ABD’li siyasetçilerin Hoagland’ın sözlerine uygun davrandığını sonraki yıllar göstermiştir. Mısır’daki sürecin kritik halkası, ordunun Mübarek’i bırakıp Müslüman Kardeşlerle anlaşmaya varması, tam olarak burada tarif edilen şeydir.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×