İktidar Boşluğunda On Sekiz Ay: Türkiye’de Yerel Kongre İktidarları

1917’de Rusya kaynarken, Osmanlı Devleti’nin de içinde bulunduğu I. Savaş -eğer sonu 1918 kabul edilirse- hâlâ bitmemişti. Bir yıl sonra Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla Anadolu için sancılı bir dönem başladı. Savaşın bu coğrafyada 1922’de sonlandığını varsayarsak, çalkantılarla geçen dört yıl incelenmesi gereken büyük bir mirası geride bırakmıştır. Mücadelesiyle, yenilgileriyle, uzlaşmalarıyla ve sonunda Kemalist önderliğin zaferini ilan edişiyle…

Bu yılları incelerken, mücadelenin sonucunda kurulan cumhuriyetin ve oluşan resmi ideolojinin başarısı göz ardı edilmemelidir. Nitekim tarih hakkında da bu ideolojiyle şekillenen, kurucu kadroların söyledikleri-yazdıkları onlarca yıl tartışılmaz doğru kabul edilmiştir. Bunun bir örneği de milli mücadelenin “şu çılgın” insanlar tarafından 19 Mayıs 1919’da başlatılmış olduğu söylemidir.

Kuşkusuz, 1927’de Mustafa Kemal’in meclis kürsüsünden okuduğu Nutuk, yazarının önderliği altında ulusal direnişin 19 Mayıs 1919’da başlamış gibi yansıtılmasının başlıca nedeni olmuştur. Ancak yazının devamında ayrıntılandıracağım on yedi aylık “kongreler dönemi” (30 Ekim 1918-23 Nisan 1920) ve bu oluşumların sonucu meydana gelen Trakya ve Kars gibi yerelliklerde sovyet örgütlenmesini çağrıştıran “şura”lar, bu dönemde önemi yadsınmayacak ulusal direniş kurma çabaları yönünden Türkiye’de maalesef fazla işlenmemiş olarak, derinlemesine incelenmeyi beklemektedir.

Bu yazının amacı, Türkiye’de yerel kongre iktidarları döneminin okuyucuya bir çerçeve olarak tanıtılması ve ikili iktidar olgusuna mesafesinin tartışılmasıdır. Bu bakımdan önce ikili iktidarı tanımlamamız yerinde olacaktır.

İkili iktidar nedir?

Lenin, Paris Komünü örneğinden hareketle yaptığı tanımda ikili iktidarın karakteristik özelliklerini üçe ayırıyor:

“1) İktidar kaynağı, bir parlamento tarafından daha önce tartışılmış ve onaylanmış bir yasa değil, ama halk yığınlarının dolaysız, yerel, aşağıdan gelen girişkenliği, yaygın bir deyim kullanmak gerekirse, dolaysız bir “zorlama”dır; 2) halktan ayrı ve halka karşı kurumlar olan polis ve ordunun yerine, tüm halkın doğrudan silahlanması geçmiştir; bu iktidar altında, kamu düzeninin korunmasını silahlı işçiler ve köylüler, silahlı halk, kendileri gözetirler; 3) memurlar topluluğu da, bürokrasi de, halkın dolaysız iktidarı ile değiştirilmiş ya da hiç değilse özel bir denetim altına konmuştur; yalnızca görevler seçimle gelinen görevler olmakla kalmaz, ama basit vekiller durumuna getirilmiş görevliler de halkın ilk isteği üzerine görevden alınabilir durumdadırlar; bunlar, yüksek maaşlı ‘arpalıklar’dan yararlanan ayrıcalıklı, burjuva bir topluluk olmaktan çıkıp, maaşları iyi bir işçinin alışılmış ücretini geçmeyen ‘özel bir sınıf’ işçi durumuna gelir.”1

Bu özellikler itibariyle, ikili iktidar kavramının 1917 Şubat Devrimi sonrasında Rusya’da varolan Geçici Hükümet ve Petrograd Sovyetleri arasındaki durumu başlı başına bir inceleme konusudur. Nitekim, Geçici Hükümetin liberal bir yarı-hükümet özelliği göstermesi ve karşısında bir başka iktidar odağı olarak gayrıresmi, ancak daha güçlü bir yapı olan emekçilerin Sovyet örgütlenmesiyle çatışması, toplumsal devrimi sekiz ay sonra ikincinin başarmasıyla sonuçlanmıştır. Sovyetlerin başarısı, burjuvazinin izniyle ve desteğiyle gerçekleşeni kabul etmesinde değil, Bolşeviklerle beraber meşrulaşmasında, iktidarı istemesinde saklıdır. Nicelik değil ama “gücün” başarısı, devrim olmuştur.

İktidarın meşruluğuna, fiili-resmi iktidar ayrışmasında döneceğimizi söyleyerek devam edelim.

“Toplum içinde her zaman karşıt sınıflar mevcuttur ve iktidardan yoksun sınıf kaçınılmaz olarak devletin yörüngesini şu veya bu derecede kendisinden yana döndürmeye gayret eder.”2

Trotskiy ise, ikili iktidarı tarif ederken, söze böyle başlıyor ve yanlış bir şey de söylemiyor. Fakat incelenen konu, 1918-1920 yılları arasını kapsayan yerel kongre iktidarları Türkiyesi ise durum, Lenin’den az önce aktardığım özelliklerle karşılaştırması yapılabilecek konumdayken, Trotskiy’in kastettiği kristalize durumdan tamamen farklıdır. Evet, bir toplumsal krizin özel halini anlatmakta yadsınamayacak bir tarif her hâlükârda yapılabilir, ama Trotskiy’nin bahsettiği karşıt sınıfların iktidar mücadelesi olarak ikilik güncelde Güney Amerika ülkelerindeki örneklerle daha fazla örtüşse de, Türkiye’de Meclis-i Mebusan’ın feshi ve Mondros Mütarekesi ile başlayan kongreler dönemi, karşıt sınıfların çatışması niteliğini taşımıyor.

Açılan bu dönemin meşruiyetini sorgulamak da yine bu yazının konusunu oluşturuyor. Ancak önce kongre iktidarlarının özelliklerine bir bakalım.

Türkiye’de yerel kongre iktidarlarının karakteri

İlk kez 1908 Devrimi sonrası Türkçe’ye giren “kongre” kavramı, Latince congressus, congredi’den gelmektedir; con, “birlikte” ve gradi, “yürümek” demektir. Bu iki sözcük bir araya geldiğinde “toplanmak” kavramını vermektedir.

Kongre kavramı toplantı ile kolayca karıştırılabilmektedir, çünkü kongre, toplantı gibi kararlaştırılmış bir zamanda ve yerde insanların yalnızca bir seferliğine bir araya geliyor olmasıyla; bir ülke yönetimi adına oluşturulmuş ve devamlılık gözetiyor olması (bu bakımdan meclise benzetilebilir) gibi iki anlama gelmektedir.

Bu yüzden biz “toplanmak” kavramının ötesini, “birlikte yürümeyi” kabul edelim.

Mütareke döneminde ve Kurtuluş Savaşı sırasında ülkenin/bölgelerin kurtuluşu amacıyla toplanan ve büyük oranda ulusal mücadeleye katkıda bulunma hedefi olan yüzü geçkin kongreyi sözcüğün ikinci anlamına göre değerlendirirsek, toplum tarafından fazlaca hayati olarak bilinen Erzurum ve Sivas Kongreleri dahil yirmi sekiz tane olduğu söylenebilir.3 Bu kongrelerin büyük bir kısmı teoride ülke bağımsızlığı adına toplandığını ilan etmiş, pratikte bölgesel kalmıştır. Fakat, devlet ve iktidar sorunu açısından değerlendirilmesi gereken bu yapılanmalar, bakanlıkvari kurumlar, yasama ve yürütme erkleri vb. oluşturabilmişlerdir.

Bu durum çarpıcıdır. Durumun çarpıcılığı aynı zamanda, bir örgüt ruhunu temsil eden İttihatçı kökenlilerin “eşraf”ı örgütleyebilmesinde saklıdır. Eşraf ise ulusunun, belki de aynı önemde “servet”inin bekçisidir.

Mustafa Kemal ise, Sivas Kongresi’ne kadar bu kongrelerden hiçbirinin örgütlenmesi sürecinde yoktur. Hatta yeri gelmişken belirtelim; kongreler örgütlenmeye devam ederken, Vahdettin’in müfettiş olarak görevlendirdiği Kemal Paşa’nın vazifelendirme kağıdındaki üç maddeden birisi silahların toplatılması ve diğeri de özellikle doğudaki şuraların/kongrelerin dağıtılmasıdır.4

Devlet tezleri

Kongrelerin, Mustafa Kemal önderliğinin “ipi göğüslemiş” olmasından evvel, resmi tezlerin iddia ettiği gibi sadece yöresel ölçekte başarılı olma hedefiyle kendilerini sınırladıkları söylenemez. Bu bakımdan, Bülent Tanör’ün de gruplandırdığı şekliyle dış egemenlik (bağımsızlık), nüfus ve ülke, iç egemenlik ve yerellik başlıklarında kongre iktidarlarıyla ilgili şu çıkarımları yapabiliriz:

1. Kongreler, Yunan işgaline ve Ermenilerin güç kazanmasına karşı oluşturulmuştur. Bu amaçla hepsi silahlanma yollarını aramış, ancak İngiltere, Fransa gibi devletleri de ürkütmemeyi, uzlaşma yollarını aramayı uygun görmüşlerdir. Aldıkları kararlar bazen manda taleplerine kadar da gidebilmiştir. Kemalist tarihçiler bu durumu “her türlü işgale karşı direniş” tezinden geri bir pozisyon olarak niteleseler de, bence Mustafa Kemal önderliği ile diğer kongreler bu bakımdan örtüşmektedir.

Sivas Kongresi’nde hararetli bir Amerikan mandası savunusuyla5, Alaşehir Kongresi Reisi tarafından İzmir Asyayı Suğra (Küçük Asya) Ordusu Kumandanı General Milne’e gönderilen 23 Ağustos 1919 tarihli mektupta İzmir’in mutlaka işgali gerekiyorsa bunun Yunanlılar tarafından değil, geçici bir süre için İtilaf kuvvetlerince gerçekleştirilmesi temennisi arasında büyük bir açı yoktur.

2. İzmir’de, Mart 1919’da toplanan Büyük Kongre ile başlayarak öncelikle batıda ve daha sonra her yerde alınan kararların sıklıkla işaret ettiği nokta, bu kararların “Türk milleti” için alındığı, Türk halkının milli iradesinin gözetildiği ve vatanın bütünlüğünün arzulandığıdır. Bu bağlamda bir önceki maddede söylediğim tutarsızlıklara rağmen kongrelerin, Osmanlı tarzı çok etnisiteli bir siyasal birliği savunmanın aksine, ulusal ideoloji ve birlik anlayışına sahip olduklarını söyleyebiliriz.

3. Millet iradesine verilen felsefi ve siyasal değer, yerel hareket ve tezlerin çoğunun başlangıçta Saltanat’a bağlılık bildirmesinin “kağıt üzerinde” bir bağlılık olduğunu kanıtlamaktadır. Bir başka deyişle, Osmanlı’nın temsil ettiği egemenlik çevresine/siyasal birliğe bağlılığı ifade etmelerinin bir işe yaramadığını gördükleri andan itibaren kongreler; siyasi, diplomatik ve askeri yöntemleri ile merkezi yönetimden kopmuşlardır.

Öncülük, temsiliyet, meşruiyet, yaptırım

Daha önce belirttiğim gibi, yerel kongrelerin örgütlenmesinin öncülüğü büyük oranda İttihat ve Terakki kökenlilere aitti. Aynı zamanda da savaş öncesinde Batı Anadolu’da Rum ve Doğu’da Ermenilerin en önemli ticari ve zirai kuruluşlara sahipken, savaş ile birlikte bu malları ele geçiren Müslüman eşrafa… Üstelik, kendilerini meşru kabul etmeyen bir işgal yönetiminin varolması bu durumun eşrafın meşruiyet arayışına kapı açtığı da söylenebilir. Bu bağlamda, yerel kongre hareketlerinin ağır basan itkisi, güvenlik ihtiyacı ve varolan resmi ya da özel kurumların bunu karşılamaya yetmemesidir denilebilir.

Başlama noktası, yeni yetme Türk “ulusal burjuvazisinin” özsavunma fikridir.6 Nitekim, İzmir Büyük Kongresi’nden çekilen “Türk unsurunun üretici, öteki unsurların ancak mübadeleci durumda bulunması yüzünden, kıyılardaki ticaret kapılarının elden çıkması, Türk ırkının ekonomik yönden esir düşürülmesi anlamına geleceği” gibi telgraflar7, bu burjuvazinin İttihat ve Terakki iktidarının Türkçü politikaları ve “milli iktisat” zihniyetinden beslendiğinin ve mücadelesinin neye karşı olduğunun açık kanıtıdır.

Öyleyse sıra, temsiliyet-meşruluk ilişkisinin nasıl kodlandığına geliyor.

Osmanlı Devleti’nin mütareke dönemini parlamentosuz geçirmesinin, yani seçimsiz ve temsilsiz dönemin oluşturduğu boşluğun da, yerel kongrelerin daha kolay bir biçimde meşruluk kazanmasına yaradığını söyleyebiliriz.

Gönüllülüğün direniş için yetersiz kalması, insan gücü ve maddi kaynak anlamında yükümlülük getirebilmeyi gerektiriyor. Yükümlülük ise meşruiyeti… Meşruiyet bu yüzden önemli ve önemi sadece varolan boşluktan ileri gelmiyor. Her iktidar girişimi, en azından bir döneminde meşruiyet çaresi arıyor.

Meşruiyet olmadan yaptırım gücü oluşmuyor ve iktidar, onu “tanıyan” halk ile güçlenebiliyor. Kongrelere delege olabilmenin bir seçim öngörüyor olması ve delegelerin mazbata alarak temsilci niteliği kazanmaları, diplomatik ilişkileri yürütmek için itimatnamelerin düzenlenişi gibi durumlar da meşruluk istencinin “demokratik” göstergeleri oluyor. Daha da ilerisinde yerel mülki amirler, halk tarafından istenmediğinde görevlerinden azledilip; yerlerine başkaları atanabiliyor.

Bu operasyonların niteliği birer “fiili durum” dur, hukuki ve yasal temele sahip değildir. Onları önemli kılan unsur budur.

Yasama, yürütme ve yargı organları

Kongrelerin büyük çoğunluğu, silahlı direniş, askere alma, iç güvenliği sağlama, ceza koyma, vergi alma gibi konularda karar alan bir tür “kural koyucu temel organ”, bölgesel bir yasama meclisi ya da “halk ihtilal konseyi” rolünü üstlenmiştir.8

Nitekim, örneğin on bini aşkın insanın katıldığı söylenen İzmir Sultanisi binasındaki toplantı sonrasında, beş maddelik kararların mitingde alınması, Balıkesir’de İstanbul’un işgaline tepki olarak yapılan protesto mitinginde “tecavüzün tamir” edilmesi talebi doğrultusunda kararların alınması bunu örneklemektedir.

Yürütme organları ise, “Heyet-i Temsiliye”, “Heyet-i Milliye” ve benzeri isimler almışlardır. Yerel bir hükümet örneği taşıyan bu icra heyetleri, bölgelerde yangın, çekirge afeti, göçler, hırsızlık, yolsuzluk gibi çok geniş kapsamlı toplumsal sorunları da çözmeye çalışarak, varolan boşluğu doldurmuşlardır. Örneğin Muğla 3. Kuvâyi Milliye Komitesi, genel başkan ve yardımcılarının yanı sıra iktisat, askerlik, nakliyat, göçmenleri yerleştirme ve sıhhiye işlerine bakan şube yetkililerinden oluşmuştur. Bir “mikro kabine” yapılanmasının oluşturulması, yürütmenin aldığı biçimi örneklemektedir.

Bülent Tanör’ün de vurguladığı gibi, güçlü bir Reis’e yer vermeyip, icra ile görevli üyeleri genel kurula seçtirip sorumlu tutan bir anlayış birinci TBMM döneminde de özellikle 1921 Teşkılat-ı Esasi kanunuyla geçerlilik kazanacak sisteme benzemektedir.

On sekiz gün faaliyet yürütebilmesine rağmen, Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Heyeti Temsiliyesi bu tür yönetici kurulların en önemlisi sayılmaktadır. Nitekim siyasi ve icrai kararları alma nedenlerini “vatanın tamamiyetini ve milletin istiklâlini temin hususunda her türlü tedbir için” şeklinde kodlayıp, kendilerini gerekli olduğunda bölge için bir geçici yönetim oluşturmaya yetkili görmüşlerdir. Kısa ömürlü olmaları, pratikte yine değer kazanamamış olmasına rağmen bir olağanüstü dönem yürütme organı çekirdeği olmalarını gölgelememiştir. Bu bakımdan Paul Dumont bu heyete, Kongre’nin kurduğu bir tür direktuvar9 niteliği atfetmektedir.

Yerel kongre hareketleri çevresinde yargılama ise, belli bir divan oluşturulup ona bırakılmaktaydı. Örneğin Nazilli Kongreleri grubunda, bir emekli binbaşı başkanlığında “milli harp divanı” kurulmuştu. Bu divan yalnızca milisleri ve zeybekleri yargılıyordu. Eğer herhangi bir divan oluşturulmamış ise Heyeti Milliyeler halkın şikayetlerini dinleyebiliyorlar, halka eziyet eden mütegallibe, yolsuzluk yaptığı ileri sürülen kumandan ve tahsildarlar, halkın malını gasp ettiği iddia edilen Kuva-yı Milliye efradı ya da Kuva-yı Milliye aleyhine çalışmakla suçlanan mülki amirler hakkında yapılan kovuşturmalar buna örnektir.

Buraya kadar kongrelerin özelliklerini incelemiş olduk. Şimdi de, bu dönemin ikili iktidar olgusuyla ilişkilendirilebileceği noktaları tartışalım.

Peki bu dönem ikili iktidara ne kadar yakın?

Yazının en başında Lenin’in ikili iktidar kavramını nasıl tanımladığını görmüştük. Bu tanımdan hareketle bir takım sonuçlar çıkarabiliriz. Birincisi, yerel kongre iktidarları tanımda ifade edildiği gibi kaynağı bir parlamentoda önceden alınmış bir yasanın ürünü değildir. Osmanlı Devleti’nin kanunlarını gözetmiş, ancak sonrasında kendi koyduğu hükümlerle belli bir “yasallık” çerçevesi gözetmeyi mutlak surette tercih etmiştir.

Dönemin ikili iktidar olgusuyla örtüşmemesinin asli unsuru, teoride açık olan “yönetime katılma” kapısının, gittikçe halkın yüzüne kapatılmasıdır. Yerel kongre iktidarları gittikçe halktan kopuk, halk iradesini karar ve idare organlarına taşımaya yeltenen her hareketi tasfiye ettiğini söylediğimiz Kemalist öncülüğün kapsamına girmişlerdir. Bu bağlamda, iktidar kaynağının halk yığınlarının dolaysız girişkenliği olduğunu söylemek yanlıştır.

İkincisi, Lenin’in halka karşı ve halktan kopuk olarak nitelediği ordu ve polis teşkılatlanmasının yerini Anadolu’da, bazı komutanların silah bırakmasına rağmen silahlarını işgalciler yerine halka dağıtması, halkın da komiteler halinde ve bazen Bolşevizmden etkilenerek “şura”ları savunması, Saray’a karşı “parça parça” kurgulanan iktidar odakları olduğunu gösterir. Ancak kurtuluşun parça parça iktidar kurmakla geleceği tartışmalıdır.

Üçüncüsü ve sonuncusu, devlet memurları vs. elbette Osmanlı’nın atadıkları değil, kongrelerin “devletçikleşebildiği” yerlerde bir bakıma eşrafın seçtiği, resmilik yerine fiiliyatın belirlediği bir yapıdadır.

Kağıt üstünde kalan her şeyle beraber, Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi’nde konuşma yapmak için kürsüye üniformasıyla ve padişahın onursal yaveri kordonuyla çıkması tepki çekse bile kongrede başkan seçilmesi, hareketlerin Osmanlı yasallığına kapıyı tam anlamıyla kapatmadıklarının bir kanıtı oluyor. İkili iktidarın sınırlarının netleştiği ana kadar ve devamında, resmi olarak iktidar olarak gözüken Saray ile açı fazlaca geniş tutulmuyor. Mücadele, yasallık ve uzlaşmacılık gözetiyor.

Sonuç

Bazen gördüğü ilk şokta dağılan, bazen ise daha kapsamlı siyasal birliğe uzanan (yerelden ulusala) kongrelerin 1908 Devrimi’nden aldıkları mirasla ve içinde bulundukları dönemin kazandırdığı ivmeyle oluşturdukları birikim, sağladığı ideolojik, politik, kurumsal vb. öğelerle yakın gelecekte kurulan Cumhuriyet’in ne tür temellere oturacağına işaret eden birer öncüdür. Yerel kongre iktidarları, bu öncülükle Mondros Mütarekesi’nden TBMM’nin açıldığı döneme kadar geçen on sekiz ayı, Saray’ın yok olan otoritesinin boşluğunda ulusun kurtuluşu düşüncesiyle, ancak bölgesel ölçekli direniş kurmakla geçirmişlerdir.

İkili iktidarın, karşıt sınıflardan “iktidardan yoksun” olanının üstünlük kurma mücadelesi olduğunu söylersek elbette boşluklarda ilerleyeceğini de kabul etmemiz gerekir. Kongreler dönemini, karşıt sınıflar mücadelesi kabul edemeyeceğimizi söylemiştik. Dönemi değerlendirirken altı çizilmesi gereken nokta, kendilerini meşru görmeyen bir işgal hükümetinin yarattığı boşlukta hareket eden çok sayıda kongrenin, iktidara talip olan Kemalist önderlik altında sonunun gelmiş olmasıdır. Mücadelenin seyri kendisinden önce başlayanları silmeye dönüşmüştür.

Yalçın Küçük’ün deyimiyle, belki de tüm kurtuluş savaşları içerisinde kendisini sosyalizme ve devrimci akımlara en katı bir bilinç ve en büyük bir şiddetle kapatanı olan Kemalist önderlik10bu toprakların yazgısını radikal bir kopuşa değil uzlaşmalara bağlamışsa eğer, aynı toprakların yazgısının kurtuluşu için sosyalizmi savunmak biraz da “dönüm noktalarının” hatalarına dönüp bakmaktan geçecektir.

Halkçılığı ve cumhuriyetçiliği kaypak bir zemine oturtmak ya da “yerel” olanın daha özgür olduğuna inanmak… Doksan yıl sonra yeni bir cumhuriyet düşüncesinin taşımaması gereken nitelikler bunlardır.

Dipnotlar

  1.  Lenin, V.I., Collected Works, Progress Publishers, Moskova, 1964, s.38-41.
  2.  Trotskiy, Lev, Rus Devriminin Tarihi I, Yazın Yayıncılık, İstanbul, 1998, s. 214.
  3.  Tanör, Bülent, Türkiye’de Yerel Kongre İktidarları, AFA, İstanbul, 1992, s.22.
  4.  Osmanlı Genelkurmay Başkanlığı’nın “Dokuzuncu Ordu Kıtaatı Müfettişliğine Verilecek Talimat Sureti”, 7 Mayıs 1919’da Kemal Paşa misyonu için belirttiği üçüncü görev şudur: “c) Muhtelif mahallerde bir takım şuralar mevcut olduğu ve bunların asker toplamakta bulunduğu ve gayrı resmi bir surette ordunun bunları himaye eylediği iddia olunuyor. Böyle şuralar mevcut olup da asker topluyor, silah tevzii ediyor ve ordu ile de münasebette bulunuyorlarsa katiyyen men’i ile bu kabil müteşekkil şuraların da lağvı.”
  5.  Küçük, Yalçın, Türkiye Üzerine Tezler, 5. cilt, Salyangoz, İstanbul, 2007, s.142.
  6.  Zihniyet, 1955 İstanbul’unda Rumların işyerlerini yağmalayan zihniyete pek de uzak değildir.
  7.  Umar, Bilge, İzmir’de Yunanlıların Son Günleri, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1974, s.73-74.
  8.  İlhan Tekeli ve Selim İlkin’den aktaran Bülent Tanör, age, s.69.
  9.  Dumont, Paul, Mustafa Kemal, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2005, s. 47.
  10.  Küçük, Yalçın, ibid, s. 307
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×