İktidar Kimin Elinde?

Bir zamanlar dünyayı anlamak kolaydı. Bir tarafta tanrının desteklediği iyiler, diğer tarafta şeytanla ittifak halindeki kötüler vardı. Gerçi bu iki cepheyi birbirinden ayırmak her zaman çok kolay olmazdı. Kötüleri tehlikeli yapan, iyilerin arasına sızmaları, onları yoldan çıkarmaya çalışmalarıydı. Sözgelimi, tanrının yeryüzündeki gölgesi olan padişah ya da kralın çevresinde her zaman onun aklını çelmeye ve onu kötü yola sokmaya çalışan kötüler bulunurdu. Ama en azından, sokaktaki insan açısından, başına gelen kötülüklerin arkasında, şahsen tanımasa ve hatta adını bile duymasa da, bazı kötülerin olduğu açıktı. Yine örnek olsun, 70’li yıllarda, Demirel ya da Ecevit’in iyi niyetinden şüphe etmeyen, ama çevrelerindeki çıkar düşkünü bazı insanların onları halktan kopardığını, halkın yaşadığı gerçeklerin onlara çarpıtılarak aktarıldığını düşünen pek çok insan vardı.

Bu dünya tablosuna inananların sayısı aslında bugün de az değil. “Tansu kızımız”ın başına örülen çoraplardan dolayı hayıflananlardan söz etmiyorum. Artık bu kadar “basit” açıklamaların yeterli olmadığını bilenlerin sayısı çok daha fazla. Artık başbakanın ya da devlet başkanının ille de iyilik sembolü olması gerekmiyor. Dahası, artık ülkeleri başbakan ya da devlet başkanlarının yönetmediğini, asıl iktidarın “perdenin arkasındaki” bazı güçlerde olduğunu “bilenler” de hiç azımsanmayacak kadar çok.

Gerçi sıra bu güçleri ve aralarındaki ilişkileri somut olarak tarif etmeye geldiğinde işler biraz karışıyor. Sözgelimi Türkiye’yi “aslında” kim yönetiyor? Kontrgerilla mı, MİT mi, CIA mı, yoksa bazı “çeteler” mi? Bu konudaki muğlaklıkların kaçınılmazlığını teslim etmek gerekiyor. Perdenin arkasındaki güçler gizliliğe ve dezenformasyona önem verdiğinden, “asıl gerçek”lere ulaşmak kolay değil.

Yine de bir nokta, pek çok insan açısından oldukça açık: Başımıza gelen bütün kötülüklerin (ve iyiliklerin) kaynağında bazı “bilinçli özne”lerin bulunması gerekiyor. Eğer ülke ekonomik krize düşmüş, “anarşi ve terör batağına” saplanmışsa, bunları isteyen, tasarlayan ve hayata geçiren birileri olmalı.

Belki ekonomik kriz yöneticilerin kişisel çıkar düşkünlüklerinin ya da beceriksizliklerinin, istemeden aldıkları yanlış kararların ürünü olabilir. Ama CIA’nın “darbe reçetesi”ni okuduktan sonra, örneğin 70’li yıllarda yaşadıklarımıza bir başka gözle bakmamız gerekmiyor mu:

“(1) Başbakan veya partisini zayıflatmak için içte ve dışta yoğun propaganda çalışmasına başlanır.

“(2) Ekonomiyi güçsüzleştirmek için de yurtiçi ve dışında yoğun faaliyet gösterilip kredi imkanları durdurulur.

“(3) Politik anarşi yaratmak amacıyla siviller arasında özel gruplar kurulup terör yaratılır.

“(4) Bu arada yerli ve yabancı yatırımlar gerekli güven ortamı olmadığı gerekçesiyle engellenir.

“(5) Sabotajlar ve sürekli grevler yaratılarak üretim ve kazancın düşürülmesi, ülkeden sermaye kaçırılmasına yardımcı olmak, dışarıda yapılacak aleyhte propaganda ile gelen turist sayısını hissedilir derecede azaltmak.

“(6) Kredi yokluğu ve ekonomik sıkıntı yüzünden ülke, yaptığı zorunlu dışalımı kısmak zorunda kalır. Ülkede kuyruklar doğar, böylece toplumda derin bir hoşnutsuzluk yaratılır. İşsizlik birden fırlar, siyasi partilerin sempatizanları arasında silahlı mücadele kışkırtılır ve körüklenir.

“(7) Anarşi yüzünden ölü sayısı gün geçtikçe artar.

“(8) Şiddet ve anarşiyi artırmak için ülkeye gizli silah sokulması sağlanır.” 1 [AGEE, Philipp]

Şimdi, bütün bunlar Türkiye’de yaşanmadı mı? Hadi, ekonomik kriz konusundaki senaryoya her şeye rağmen bir miktar kuşkuyla yaklaşalım ve bunun asıl olarak Türkiye’nin “bağımlı” bir ülke olmasından kaynaklandığını söyleyelim. Ama ya “anarşi ve terör?”

“Bir ülkede siyasal cinayetler işleniyor da failleri bulunamıyorsa, fail büyük olasılıkla istihbarat örgütleridir. Bu iç istihbarat örgütlerinden biri ya da birkaçı olabileceği gibi, dış istihbarat örgütleri de olabilir. Ya da iç ve dış istihbarat örgütlerinin ortak kararıyla gerçekleşen bir eylem şeklinde de gerçekleşebilir. Bu ilişkiler içinde bulunan örgütler bireysel ya da ortaklaşa eylemi bir taşeron örgüte de verebilirler. Bu örgüt sol olabileceği gibi sağ da olabilir.”

“(…) bir ülkede bu tür eylemlerde fail bulunamıyorsa eylemler artarak devam edecektir (…).”

“Çünkü terörün ülkeyi istikrarsız hale getirmek gibi bir işlevi de bulunmaktadır. Eğer istikrarsızlık -destabilisation- başlamışsa, sonuçta ya bir ABD yanlısı Askeri Darbe gelmekte, ya da İç Savaş’a kadar ulaşan bir boyut kazanmaktadır.2 [TURHAN Talat]

Resmi versiyonu “dış güçlerin körüklediği sağ-sol çatışması” olan ve sınıf mücadelelerini perdeleme işlevini gören bu modeli sola benimsetmek için az çaba harcanmadı. Uğur Mumcu, İlhami Soysal, Talat Turhan vb. yazarlar ile Aydınlık tayfası, yıllarca solcuların bilerek ya da bilmeden CIA ve kontrgerilla tezgâhlarının figüranlığını üstlendiğini kanıtlamaya çalıştı.

Tümüyle başarısız olduklarını söylemek mümkün mü?

Solun önemli bir bölümü, büyük komploların sıradan figüranları olunduğu iddiasını doğal olarak benimsemedi. Ama sol hareketlerin, bir bütün olarak sermaye iktidarı yerine faşistleri, kontrgerillayı, genel olarak demokrasi karşıtı “karanlık güçleri” hedef almasında komplo teorisyenlerinin hiç mi rolü yok?

Bence, bu konuda bir “hak teslimi”ne gitmek gerçekten de gerekiyor. Ama komplo teorisyenlerinin etkili olmasını sağlayan, asıl olarak, pek çok solcunun bu türden teorilere açıklığıydı.

Yakın geçmişe kadar, solun ağırlıklı kesimi, Türkiye’de iktidarın “bir avuç azınlık”ın elinde olduğunu savundu. Bunun nedeni yalnızca devrim için olası en geniş ittifakı kurmak gibi siyasal-pragmatik kaygılar değildi. Özellikle devrimci demokrat düşünce tarzı, olabildiğince somut, neredeyse kelimenin gerçek anlamıyla “elle tutulur” bir “düşman”a ihtiyaç duyar.

Fazlasıyla soyut bir kavram olan sermaye, devrimci demokrasi açısından kitabi tartışmaların bir parçasıdır. Belki de en önemlisi, sermaye, bilinçli bir özne değildir. Burjuvazi ise, iktidarda olmak için fazla kalabalık bir sınıftır. İktidar, ya burjuvaların oldukça dar bir kesiminde (bir avuç oligarşi, komprador burjuvazi vb.), ya da daha iyisi bunları temsil eden “devletin içindeki/üstündeki devlet”te olmalıdır. Sonuçlar (toplumsal süreçler) ile nedenler (bunları tasarlayan özneler) ancak bu şekilde yerli yerine oturtulabilir…

Ama bütün suçu devrimci demokrasiye yıkmak haksızlık olacaktır. Türkiye’de, ne geleneksel, sol ne de solcu aydınlar, sermaye iktidarını bir ilişkiler bütünü olarak kavramak konusunda başarılı olmuştur. Sözgelimi,, devlet dendiğinde jandarma erini anlayan köylünün bakışını teoriye taşıyarak “ceberut devlet” kavramını icat eden, devrimci demokrasi değildi.

Yoksa, sorun, Türkiye’de bir felsefe geleneğinin olmaması mı?

Uluslararası karşı-devrim merkezi: CIA

CIA, hakkında en fazla kitap yazılan ve film çevrilen istihbarat örgütü. Başarılı-başarısız pek çok CIA operasyonu görece kısa süreler içinde dünya kamuoyunun gündemine giriyor. Yalnızca iyi bir okuma çalışmasıyla CIA’nın çalışma yöntemlerine yan kuruluşlarına, dünya çapında desteklediği örgüt ve kişilere ve hatta bizzat kendi ajanlarına kadar her konuda bilgi sahibi olmak mümkün. Bir “gizli servis” için bu kadar “popüler” olmak hoş olmasa gerek. İşin garip yanı, CIA da bu durumu dert edindiği izlenimini vermiyor…

Aslında ortada bir gariplik yok. CIA, hem popülerliğinden, hem de hakkındaki imajın son derece olumsuz olmasından, “CIA ajanlığı”nın dünyanın her yerinde kötü çağrışımlar yaratmasından memnun. Çünkü bu örgüt yalnızca bir “gizli servis” değil. Hatta temel görevinin gizli işler çevirmek olduğu bile söylenemez. CIA’nın asıl işi illegal faaliyetlerde bulunmak. Diğer yandan, her yerde her türlü pisliği çevirmek üzere hazır ve nazır, her türlü gelişmeden haberdar, her türlü komployu düzenleme yeteneğine sahip CIA imajı, bu örgütün önemsiz olmayan misyonlarından birine denk düşüyor: Korku üretmek.

CIA, 2. Paylaşım Savaşı’nın ardından ve soğuk savaşın hemen başında, komünizm tehdidine karşı mücadele etmek için kuruldu (26 Temmuz 1947). Ama ilk görevi, komünizmin bir tehdit oluşturduğunu uluslararası sermayeye yeniden hatırlatmak oldu. Savaşın sonunda Sovyetler Birliği Avrupa’yı faşizmden kurtaran güçler arasında görülmektedir ve Batı Avrupa’daki komünist hareketlerin prestiji yüksektir. Stalin, Amerikan basınının “Joe Amca”sıdır.

Dünya kapitalizminin liderliğini üstlenen ABD, soğuk savaşı başlatabilmek için öncelikle kendi içini ve Batı Avrupa’yı yeniden düzenlemek zorunda kalmıştır. Bunun için bir yandan Marshall yardımları aracılığıyla Batı Avrupa ekonomilerinin yeniden yapılandırılmasına, diğer yandan da bu ülkelerdeki anti-komünist güçlerin yeniden örgütlenmesine yönelinir. Komünizme karşı daha gayretli bir mücadele yürütmeleri için politikacılara, siyasal partilere, gazeteci ve yazarlara, gazetelere ve faşist örgütlenmelere CIA denetiminde para akıtılır.

Nazi artıklarını da yeniden Örgütleyen CIA, Batı Almanya’yı, Doğu Avrupa’ya yönelik operasyonlarının merkezi olarak kullanır. İlk aşamada Ukrayna, Litvanya, Polonya ve Arnavutluk’taki karşı-devrimci güçlere yardım edilir; ancak bu operasyonlar “deneyim” biriktirmek dışında kayda değer bir sonuç doğurmaz 3 .

1949 yılında NATO kurulur ve üye ülkelerde, bugün “Gladio” adıyla ünlenen kontrgerilla örgütlenmeleri oluşturulur. Bu örgütlenmeler aracılığıyla hedeflenen, soğuk savaşın ve anti-komünist mücadelenin askeri ve “sivil” ayaklarını bütünleştirmektir. Özellikle komünist ya da devrimci hareketlerin güçlü olduğu ülkelerde devlet örgütleri, sermaye grupları, siyasal partiler, medya kuruluşları, faşist örgütlenmeler, dinsel örgütler ve mafya grupları arasında güçlü bağlar kurulur.

Sözgelimi, güçlü bir komünist partiye sahip İtalya’nın bir mafya cenneti haline gelmesinde, komünist partinin ne şekilde olursa olsun iktidardan uzak tutulmaya çalışılması da önemli rol oynamıştır. 1976-79 döneminde komünistlerle Hıristiyan demokratlar arasında yaşanan yumuşama süreci, P2 (Propaganda 2) Mason Locası önderliğinde, terörizm de dahil her tür araç kullanılarak engellenmeye çalışılır. ABD bu dönemde anti-komünistlere milyonlarca dolar para akıtır. 4

ABD, 2. Paylaşım Savaşı’nın sonunda, kapitalist dünyayı ve bu arada Batı Avrupa ülkelerini sosyalist sisteme karşı yeniden örgütleyebilecek tek güç olmanın avantajlarından da fazlasıyla yararlanmıştır. CIA, yalnızca emperyalist-kapitalist dünyanın değil, aynı zamanda ABD çıkarlarının bekçisidir. Uluslararası düzeydeki güç ve olanaklarını komünizmle mücadele dışında ABD sermayesinin güncel çıkarları için de kullanır.

CIA’nın ilk “örtülü operasyon”larından biri, 1953 yılında toprak reformu yapmaya karar veren Guatemala iktidarına karşı gerçekleştirilir. Ülkedeki en büyük toprak sahibi bir Amerikan şirketidir. Üç milyon dolar harcanarak bir “kurtuluş ordusu” oluşturulur. Ama operasyonun başarıya ulaşmasını Guatemala ordusunun darbesi sağlar.

50’li yılların başından 70’li yılların ortalarına kadar yaklaşık 900 görece büyük ve binlerce küçük çaplı örtülü operasyon düzenlendiği söyleniyor 5 . Kuşkusuz, bunların önemli bir bölümü ABD kökenli sermaye gruplarının çıkarlarını korumaya yönelikti. Yine bu operasyonlar sırasında, CIA’nın Avrupa ülkelerindeki bağlantılarından ve özellikle ABD yanlısı politikacılardan ve gizli servislerden fazlasıyla yararlanıldı. Diğer yandan, CIA faaliyetleri arasında, Avrupa’daki ABD yanlısı politikacı ve devlet görevlilerinin yükselmesini sağlamak da vardı.

Ancak savaşın yaralarının sarılmasıyla birlikte Batı Avrupa ülkeleri ile ABD arasındaki ilişkiler giderek “normalleşir”. ABD’nin Batı Avrupa’daki ekonomik ve ardından siyasal süreçler üzerindeki ağırlığı azalmaya başlar. Örneğin Fransa, daha 1966 yılında NATO’nun askeri kanadından çekilir. Savaşın mağlubu olarak başlangıçta çok daha sıkı bir denetim altına alınan, topraklarında kendi ordusundan güçlü bir ABD askeri yığınağı bulunan Batı Almanya, 60’lı yılların sonuna doğru, sosyalist ülkelerle ilişkilerini normalleştirmeye yönelik Doğu politikasını (Ost-politik) ABD’ye çok da danışmadan geliştirir. “(…) 1960’ların sonundan itibaren, Bonn ve Washington’un görüşleri (…) çeşitli dış politika konularında da birbirinden ayrılıyordu. Bonn 1960’larda Amerika’nın Vietnam’a müdahalesini desteklemedi. Sovyetlerin Polonya’da aldığı önlemlerin ardından, Başkan Carter’ın deniz yoluyla SSCB’ye tahıl nakliyatının durdurulmasını onaylamadı. Almanlar, Başkan Carter’ın Moskova’yla çatışma riskini göze alarak insan hakları konusunda dış yardım sağlama çabasından da rahatsızlık duyuyorlardı. (…) Başkan Reagan 1980’lerde Almanya’nın Sovyetler Birliği’yle doğal gaz sözleşmelerini iptal etmesini istediğinde Bonn öfkelendi (…).”6

Bu gelişmeler, ne emperyalist dünyanın sosyalizm karşısındaki birliğinin zayıflaması, ne de ABD’nin askeri ve ekonomik gücünden kaynaklanan liderlik konumunu yitirmesi anlamına gelmiştir. Ancak Avrupa sermayesi güçlendikçe, Avrupa devletleri sosyalizmle mücadelenin ne şekilde yürütüleceği konusunda daha fazla söz sahibi olmuştur. Batı Avrupa devletleri bu süreçte kendi illegal örgütlenmeleri üzerindeki denetimlerini de artırmıştır. Kuşkusuz, dünyanın en büyük bütçeli ve en geniş karşı-devrim örgütü CIA’nın Avrupa’daki varlık ve etkinliği sona ermemiş, ancak mutlak liderliğin yerini ortaklık ilişkileri almaya başlamış ve bu arada yalnızca ABD sermayesinin çıkarlarını gözeten etkinlikler sınırlandırılmıştır. Reel sosyalizmin çözülüşü sonrasında ise ClA’ya yönelik bir dizi tasfiye operasyonu gerçekleştirilmiş, “Gladio” adıyla ünlenen kontrgerilla örgütlenmeleri CIA’dan büyük oranda bağımsızlaştırılmıştır.

Batı Avrupa ülkelerinin sosyalist ülkelerle ilişkilerini giderek daha bağımsız bir şekilde düzenlemeye başlamasında ABD’nin başarısızlıkları da önemli rol oynamıştır Birincisi, CIA’nın sosyalist ülkelerde karışıklık yaratmaya yönelik operasyonları neredeyse tümüyle sonuçsuz kalmıştır. İkincisi, Küba gibi ABD’nin burnu dibindeki sömürgesi başta olmak üzere pek çok ülkede sosyalizme açık devrimlerin gerçekleşmesi ve bu ülkelerin sosyalist sistemle yakınlaşması engellenememiştir (CIA, Küba’daki sosyalist iktidarın devrilmesini bir tür onur sorunu olarak görmüş, Domuzlar Körfezi harekatından Castro’yu öldürmeye yönelik en az sekiz girişime kadar her yolu denemiştir). Vietnam’a yönelik ABD müdahalesi tam bir fiyaskoyla ve emperyalizmin ciddi bir prestij kaybıyla sonuçlanmıştır.

Tüm bunlar, CIA’nın etkisiz ya da başarısız bir örgüt olduğunu göstermiyor. Reel sosyalizmin çözülüşü ile CIA’nın faaliyetleri arasındaki bağlantının çok güçlü olmadığı ve örgütün pek çok ülkenin devrim sürecine girmesini önleyemediği doğru. Ama bunlar yalnızca, CIA tipi örgütlenmelerin kapitalizmin çelişkilerini bastırma ve toplumsal süreçleri tümüyle belirleme olanağının bulunmadığı anlamına geliyor.

Bir noktayı vurgulamakta yarar var. Sorun, karşı-devrimci örgütlenmelerin yeterli miktarda “bilgi”ye ulaşamaması ya da deneyim biriktirememesi değil. Hatta bir bakıma, bunun tam tersinin geçerli olduğunu söylemek mümkün. Açık istihbaratı dünyanın en büyük ve düzenli arşivlerinden birini oluşturarak yürüten, her ülkede ve önemli noktalarda çok sayıda ajanı bulunan, teknik gelişmelerden fazlasıyla yararlanan CIA’nın elinde gerektiğinden çok fazla bilgi ve biriktirdiği çok fazla deneyim var. Ama bilgi ve deneyim bolluğu ile kritik anlarda doğru çözümleme yapma yeteneği arasındaki ilişki, ilk anda düşünülebileceği kadar yakın değil.

Bu konuda İran örneğini vermek mümkün. 1951 yılına kadar petrol kaynakları İngiltere’nin denetiminde olan İran’ın bu kaynakları millileştirmesi, 1953 yılında CIA’nın önemli rol oynadığı bir darbenin gerçekleştirilmesine ve ülkenin ABD denetimi altına girmesine yol açtı. Şahlık rejimi, 1979 yılına kadar, ABD’nin en önemli piyonları arasında yer aldı. Gerek dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz üreticilerinden biri olması, gerek Ortadoğu’nun en güçlü birkaç ülkesi arasında yer alması, gerekse Sovyetler Birliği ile komşuluğu nedeniyle stratejik öneme sahip İran’ın mutlaka elde tutulması gerekiyordu.

1957 yılında CIA denetiminde SAVAK kuruldu. SAVAK elemanları ABD ve İsrail’de eğitim gördü. Çok sayıda CIA ve MOSSAD elemanı uzman kadro olarak İran’da çalıştı. Avrupa’da rejim muhaliflerine suikast düzenleyen SAVAK, Batı Avrupa devlet ve gizli servislerinden de yardım gördü.

70’li yıllarda, İran ordu, polis ve istihbarat örgütlerinde çalışan ABD’li “uzman”ların sayısı 40 binin üzerine çıktı. Kuşkusuz, bu kadar çok sayıdaki “uzman” ve ajandan bol miktarda bilgi, rapor ve yorum aktı. Ama CIA, tüm devlet mekanizmasının ABD kontrolünde olmasına rağmen (aslında tam da bu nedenle), toplumsal muhalefetin rejimi tehdit edecek şekilde geliştiğini çok geç fark etti. Tehlikeye işaret eden istisnai raporlar az çok kaçınılmaz şekilde ihmal edildi. 1977 yılında yapılan bir CIA değerlendirmesinde “İran’ın bugünkü siyasal yaşamında önemli bir örgütlü siyasal muhalefet bulunmamaktadır” deniyordu. 7

Muhalefet hareketlerinin ciddiye alınması gerektiği fark edildiğinde ise, bu kez sistemli bir politika üretilemedi. “Washington’un kararsızlığı ve şaşkınlığı sonunda İran’a birbiriyle çelişkili birçok mesaj gönderildi. Şah sıkı durmalıydı; Şah tahtını bırakmalıydı; askeri güç kullanılmalıydı; insan hakları kabul edilmeliydi; askerler darbe yapmalıydı; askerler işe karışmamalıydı; yeni bir krallık kurulmalıydı vs. Eski bir devlet memurunun sonradan anımsadığı gibi ‘Birleşik Devletler hiçbir zaman açık, kesin bir mesaj göndermemişti. Nasıl hareket edileceği konusunda bir alternatiften öbürüne gidip gelme ve hiçbir zaman karara varmama yerine, yazı tura atıp bir politikada karar kılsaydık çok daha iyi olurdu’ demiştir. Amerika’dan gelen sesin akortsuzluğu hiç kuşku yok Şah ve çevresindeki bürokratların aklını karıştırmış, hesaplarını boşa çıkarmış ve iradelerini büyük oranda zayıflatmıştır.” 8

Özellikle toplumsal gelişmelerin büyük bir hız ve karmaşıklık kazandığı devrimci bunalım dönemlerinde tam bir patlama yaşayan somut bilgi akışı, doğru siyasal konumlanış ve müdahaleye zemin sunamaz. Böylesi dönemlerde hangi bilgilerin önemli, hangilerininse önemsiz olduğu, bilimsel çözümlemenin konusu olmaktan çıkar. Dahası, “olağan” dönemde iş gören politikalar, bir diğer deyişle kapitalist yeniden üretim mekanizmalarının az çok sorunsuz şekilde işlediği dönemin bilgi ve deneyimlerine dayalı müdahale araçları hızla yetersizleşir ve ters tepmeye başlar. Zaten egemen sınıf içindeki çelişkilerin ve yönetsel sorunların artışı ile gelişini haber veren bunalım süreci, devlet aygıtının ve bu arada karşı-devrimci örgütlenmelerin de şu ya da bu oranda paralize olmasına, devrimci dinamikleri bastırmaya yönelik mücadelenin dağınıklaşmasına yol açar.

Devrimci durumda, tekil müdahale ya da “komplo” girişimlerinin ne tür sonuçlar doğuracağını öngörmek tümüyle olanaksız hale gelir. Sözgelimi, harekete geçen kitleleri yıldırmak için birtakım kilit isimlerin öldürülmesi, düzene yönelik tepkilerin daha da büyümesine yol açma riskini taşır. Kitle gösterilerine karşı askeri güç kullanılması, toplumsal düzeydeki kutuplaşmanın tümüyle dışında kalması mümkün olmayan ordunun bölünmesi riskini doğurur. Devrimci dinamiklere karşı yürütülen mücadelenin dağınıklaşması, bu belirsizliğin ürünüdür. CIA’nın bu tür dönemlerde yetersiz kalması ve ABD’nin çelişkili politikalar üretmesi de aynı nedenle kaçınılmazdır.

CIA’nın avantajı, devrim sürecine giren ülkelerde tüm sermayesini tek bir güce yatırmak zorunda olmaması; bir yandan mevcut iktidarı desteklerken, diğer yandan da hem düzen içi alternatif güçlerle, hem de düzeni devirmeye aday güçlerle bağlantı kurmasıdır. Sonuçta, her devrim süreci şu ya da bu şekilde sona erecektir. Karşı-devrimci bir iktidar, aradan geçen süre içinde sermaye düzeninin temelleri zayıflamış olduğundan, emperyalizmin dayatmalarına çok daha açık olacaktır. Diğer yandan, CIA da, düzenin yeniden oturtulmasında aktif rol oynayacaktır. Zamanında tüm karşı-devrimci güçlerle CIA arasında şu ya da bu düzeyde ilişki kurulmuş olduğundan, birileri de, sonuca bakarak olup biten her şeyi bir CIA tezgâhı olarak açıklayacaktır. Bu tarz açıklamaların işlevi, tarihi sınıf mücadelelerinden arındırmaktır. Yenilgiyle de sonuçlansa, her devrimci kalkışma, ezilen sınıfların bilincinde kalıcı izler bırakır. Karşı-devrim sürecinin en önemli unsurlarından biri, devrimci mücadelenin güçlü bir miras bırakmasının önüne geçmek için toplumsal belleğe yöneltilen saldırıdır. Yaşanan her şeyin bir büyük komplodan ibaret olduğu iddiası da bu saldırının bir parçasıdır.

Devrimci bir iktidar ise, ilk aşamada, gerek deneyimsizliği, gerekse henüz kalıcı bir toplumsal tabana sahip olmaması nedeniyle, “geçici” bir iktidardır. Ya içerideki eski düzen yanlısı güçlerin ve emperyalizmin saldırılarına karşı verdiği mücadele içinde kendisini gerçek bir iktidar olarak örgütleyecek, ya da iç zaaflarının da ürünü olarak yenilecektir. Bu süreçte CIA’nın misyonlarından biri iç savaşı örgütlemek, diğeri ise yeni oluşturulan iktidar örgütlenmesi içindeki zayıf unsurları kullanmaya çalışmaktır. CIA açısından önemli olan, tekil girişimlerin sonuçları değil, genel olarak iktidarın zayıflatılmışıdır. Kuşkusuz, elde eski düzeni restore edecek bir alternatif iktidara ilişkin muhtelif senaryolar bulunur. Ama CIA’nın asıl derdi birtakım senaryoları hayata geçirmek değil, devrimci toplumsal programın yürürlükten kalkmasını sağlamaktır. Sermaye ilişkilerini ortadan kaldırma hedefiyle hareket etmeyen ya da bu hedeften geri basan bir iktidar da, nasıl olsa, eski düzenin restore edilmesine hizmet edecektir. Nikaragua örneği hatırlanabilir…

“Olağan” dönemlerde CIA senaryolarının hayata geçme olasılığının daha yüksek olduğu söylenebilir. Özellikle ABD’nin uluslararası politikası açısından kritik önem taşıyan belirli somut hedefler doğrultusundaki CIA girişimlerinin başarı şansı daha fazladır. Ama iş toplumsal süreçleri denetleme ve uzun vadeli politikaları belirleme noktasına geldiğinde doğru olanı saptamak zorlaşır. Bir ülkenin burjuva sınıfı açısından tek bir politikaya tümüyle angaje olmak ne kadar riskliyse, CIA açısından da aynı şey geçerlidir. Bununla da bağlantılı olarak, kapitalist bir ülkeye dönük uzun vadeli politikalar konusunda CIA uzmanları arasında tam bir uzlaşma sağlamak hiçbir zaman mümkün olmaz. Sonuçta, hayata geçmesi muhtemel çok sayıda senaryoya aynı anda yatırım yapılır.

Belirli bölgelere dönük ABD-CIA senaryolarına da benzer şekilde yaklaşmak gerekiyor. Sözgelimi, Ortadoğu’ya ilişkin olarak ABD yönetimleri tarafından resmen dile getirilen somut hedefler ile ulaşılan somut sonuçlar karşılaştırıldığında, bir başarısızlık, hatta fiyaskodan söz edebilir. Buna karşın, her somut gelişmenin ardından, arandığında CIA uzmanları tarafından daha önce hazırlanmış ve bu gelişmeyi “öngören”, hatta desteklenmesini savunan rapor ya da değerlendirmeler bulunabilir.

Emperyalizmin Ortadoğu politikası, mutlak bir düzen arayışına değil, sınırları çizilmiş bir düzensizliğin korunmasına dönüktür. Petrol fiyatlarının kontrol edilebilmesi ve silah satışlarının sürdürülebilmesi için, bölge ülke ve halkları arasındaki düşmanlıkların ve çatışmaların süreklileştirilmesi gerekir. Ama bunun için, tek tek her bir ülkenin emperyalizmle ve diğer bölge ülkeleriyle kurduğu ilişkileri tümüyle belirlemek gerekmez.

Thomas Edward Lawrence’ın 1916 yılında İngiliz dışişleri bakanlığına gönderdiği memorandum, emperyalizmin bugünkü bölge politikasının özünü de içeriyor:

“Şerif Hüseyin’in çalışmaları, acil hedefimiz olan İslam Birliği’nin parçalanması, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ve çökmesinde lehimize bir durum yaratmaktadır. Öte yandan Şerif’in Türkler’in yerine koymak üzere yaratmaya çalıştığı yeni devletlerin Türkler’in ve Almanlar’ın oyuncağı olmadan ve önceki dönemlerde olduğu kadar uysal olacaklarını düşünüyorum. Araplar, Türkler’den daha kararsız. Eğer dikkatli hareket edersek bu devletler birbirini kıskanan, aralarında uyum sağlayamayan ama her zaman dışarıdan gelecek bir kuvvetle anlaşmaya hazır politik bir mozaik olarak kalacaklardır. Hüseyin, Hicaz’daki Türk Hükümeti’nin yerine geçmeyi planlamaktadır. Bu olayı şiddet kullanılacak bir biçimde düzenlememiz, İslam’ın kendi içinde bölünmesinin başlangıcını sağlayarak, İslam’ın politik bir tehdit olarak karşımıza çıkmasını önleyecektir. 9 [GRESH Alain – VİDAL Dominique]

ABD, CIA ve Türkiye

İkinci Paylaşım Savaşı’nın sonundan itibaren, o zamana kadar emperyalist güçlerle ilişkilerinde bir denge tutturmaya çalışan Türkiye, oldukça hızlı bir şekilde ABD’nin yörüngesine girdi.

ABD-Türkiye ilişkilerinin gelişiminde daha aktif olan, süreci daha fazla belirleyen taraf Türkiye’dir. Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezlerin ikinci cildinde, Türkiye’nin soğuk savaş döneminin başında ABD’nin pasif bir izleyicisi olmadığını, aksine Sovyetler Birliği’ne ve “komünizm tehdidi”ne karşı mücadele yürütülmesi gerektiğini canla başla savunan bir taraf olduğunu gösteriyor. Henüz emperyalist sistemin liderliğini yeni devralan ABD açısından, Türkiye, ilk olarak el atılması gereken ülkelerden biri değildir. Savaşın başında Almanya’ya daha yakın durmanın ve sonrasında savaş dışı kalmanın dezavantajlarını yaşayan Türkiye açısından ise, ABD’nin gözüne girmek, bunun için de bu ülkeye vazgeçemeyeceği çıkarlar sağlamak, emperyalist-kapitalist sistem içindeki konumunu düzeltmek için tek çıkar yol durumundadır.

Dolayısıyla, Türkiye’nin ABD’ye bağımlılığı, ABD’nin emperyalist politikalarından çok, Türkiye burjuvazisinin tercihlerinin urunu olmuştur.

Bu noktanın altını kalınca çizmek gerekiyor. Emperyalizmle ilişkileri açısından Türkiye’yi “sıradan” bir muz cumhuriyeti kategorisine sokmak, sol hareketteki en yaygın yanlışlar arasında yer almıştır. ABD yörüngesine girmenin Türkiye burjuvazisinin bilinçli bir tercihinin ürünü olması, burjuvazinin suçunu hafifletmemektedir. Aksine, Türkiye burjuvazisi, emperyalizmin sömürgesi durumundaki ülkelerin burjuva sınıflarına oranla çok daha onursuzca, çok daha aşağılık bir tarzda hareket etmiştir.

Türkiye’nin yönetici devlet kadroları, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme döneminden itibaren, emperyalist devletlerle ilişkilere ilişkin ciddi bir tarihsel deneyim birikimine sahip olmuştur. Emperyalist güçlerin birbirlerine karşı kullanılmaları, ya da en azından bu yönde çaba harcanması, Türkiye’nin dış politikasının geleneksel öğelerinden biri haline gelmiştir. Diğer yandan, 1923-1947 dönemi, herhangi bir emperyalist ülkeyle tam boy bağımlılık ilişkisine girilmeyen ya da girilemeyen bir dönemdir. Tüm bunlar, ABD ile ilişkilerin yeni bir nitelik kazandığı son derece kısa bir süre içinde yönetici kadroların basit birer “ABD uşağı” konumuna gelmelerinin mümkün olmadığı anlamına geliyor. Uşakça hareket etmekle sınır tanımasalar bile…

Dönemin gizli servisi MAH (Milli Emniyet Hizmetleri) ile CIA arasındaki ilişkileri de bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Adnan Menderes, 1956 yılında, Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur’dan MİT’e ilişkin bir araştırma yapmasını isler.

“Korur’un bu araştırmaları sonucunda ortaya çıkar ki dinleme servisi çalışanları da Amerikalıların eline geçmiştir. Dinleme istasyonlarını kuran Amerikalılar buralarda çalışanları, özellikle telefon dinlemesinde görev alan memurları maaşa bağlamışlardır. (…) Korur raporunda, Amerikalıların MAH’a hakim olduklarını, İstanbul’daki MAH okulunun, servisin İstanbul örgütünün ve Yeşilköy’deki soruşturma teşkilatının Amerikalılardan alınan paralarla döndürüldüğünü belirtir. Amerikalılar paraları doğrudan ilgili servis amirine ve çalışanlarına, zarf içinde vermektedirler. Paraların karşılığında iş isterler.” 10 [ÖZKAN Tuncay]

Bu olay genellikle, ClA’nın, Türkiye’de ne kadar etkin olduğunu göstermek için anılır. Ancak aynı olay bir başka şeyi daha gösteriyor: Dönemin MAH’ı, Türkiye’nin devlet örgütlenmesi içinde öyle çok kritik bir yere sahip değildir. ClA’nın birkaç yıl içinde MAH’ı neredeyse tümüyle teslim alma noktasına gelebilmiş olması, MAH’ın, devletin yönetici kadro ve kurumlarının sahip olduğu tarihsel birikiminin taşıyıcılarından biri olmadığına işaret ediyor.

Zaten, Teşkilat-ı Mahsusa’dan başlayan gizli devlet örgütlenmesi efsaneleri konusunda ihtiyatlı olmak gerekiyor. İttihat ve Terakki yöneticilerinin denetiminde ve Osmanlı Devleti’nin dağılmasını önlemek üzere kurulan Balkanlardan Ortadoğu’ya ve Kuzey Afrika’dan Kafkasya’ya kadar geniş bir bölgede faaliyet yürüten, bir dönem 30 bin ile 40 bin arasında kişi çalıştıran Teşkilat-ı Mahsusa, miras olarak örgütsel yapısını değil, yalnızca kısmen deneyim birikimini bırakmıştır. Mustafa Kemal, 1919 yılında yine İttihatçılar tarafından kurulan ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın devamı niteliğindeki Karakol örgütüne fazlasıyla kuşkulu yaklaşmış, Karakol örgütü de Ankara’dan bağımsız hareket etmiş, hatta zaman zaman çatışmıştır. 1921 yılında, yine eski Teşkilat-ı Mahsusa’cılarla ilişkiye geçilerek Ankara’ya daha fazla bağlı Müdafaa-i Milliye grubu kurulur. Ancak Teşkilat-ı Mahsusa’nın mirasına dayanan bu örgüte de pek fazla güvenilmez ve ordunun ayrı istihbarat faaliyetleri yürütmesi sağlanır. Nitekim, Ekim 1923’te lağvedilen Müdafaa-i Milliye grubunun yerine yeni bir istihbarat örgütü kurulmamış, kemalist iktidarın henüz kendisini güvencede hissetmediği dönem boyunca istihbarat faaliyetleri Genelkurmay İstihbarat Dairesi tarafından yürütülmüştür. 5 Ocak 1927’de İçişleri Bakanlığı’na bağlı olarak kurulan MAH ise, tümüyle yeni bir örgütlenmedir. Bu örgütün kuruluş sürecinde “(…) dünyanın saygın istihbaratçılarından Albay Valter Nikolai ile temasa geçilir. Nikolai, Alman gizli servisini genişleten, gizli polis teşkilatını kuran kişidir. Nikolai, Türkiye için hazırladığı istihbarat planlarıyla birlikte 1926 yılının Ekim ayında gizlice Türkiye’ye gelir. İstanbul’da Yıldız Sarayı’nda özel olarak seçilmiş Türk istihbaratçılarına bir dizi konferanslar veren Nikolai, bu konferanslara katılanlardan oluşan bir çekirdek kadro ile 1926 Aralık ayında Ankara’ya getirilir. (…) Nikolai’nin başkanlığında toplanan ve çalışmalarına başlayan bu ekip, Türk istihbarat biriminin yönetici kadrosunu oluşturur.” 11

Teşkilat-ı Mahsusa’dan devrolan mirasın bir parçası da, gizli servis çalışmalarına kuşkuyla bakılması ve özelde MAH’ın çok fazla güçlendirilmemesidir. 12 Diğer yandan, 27 Mayıs darbesinden sonra MAH’a yönelik bir tasfiye operasyonu gerçekleştirilmiş ve 1965 yılında MİT kurulmuştur. MAH’ın 1927-65 dönemindeki faaliyetleri, Türkiye tarihi açısından kayda değer bir önem taşımamıştır.

Bu parantezden sonra CIA-Türkiye ilişkilerine dönebiliriz. ClA’nın Türkiye’deki etkinliğinin süreç içinde oldukça ciddi boyutlara ulaştığını hatırlatmaya bile gerek yok. Seçtiği politikacılara, askerlere, polislere, sendikacılara, gazetecilere vb. yatırım yapan, ABD çıkarlarına ters düştüğüne inandığı kişileri tasfiye etmeye çalışan, içerideki sol harekete ve işçi sınıfına karşı yürütülen mücadeleyi yönlendiren, emperyalist politikaların yerel ayaklarını örgütleyen CIA, neredeyse bir “iç dinamik” halini aldı.

Türkiye’deki CIA faaliyetlerini, ABD’nin Türkiye’ye dönük diplomatik, askeri ve ekonomik faaliyetleri ile birlikte değerlendirmek gerekiyor. CIA, aynı zamanda, farklı düzeylerdeki ilişkiler aracılığıyla sağlanan bilgilerin Türkiye’ye dönük ABD politikalarını oluşturmak üzere toplandığı bir merkez olarak çalışıyor. Aslında, 1977 yılında MİT’in içindeki CIA ajanı olarak yakalanan Sabahattin Savaşman, yargılanması sırasında ABD’nin Türkiye hakkında bilgi toplamak için bu örgütün ajanlarına ihtiyacının olmadığım savunurken çok haksız değil. 13 Benzer şekilde, Türkiye’nin politikalarını yönlendirmek için de CIA ajanları dışında sayısız olanak var.

Ancak tüm bunlar, Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde herhangi bir pazarlık alanının olmadığı, Washington’dan gelen her talebe aynı itaatkarlıkla yanıt verdiği anlamına gelmiyor.

Türkiye, reel sosyalizmin çözülüşüne kadar, Sovyetler Birliği ile ilişkilerini bir pazarlık unsuru olarak kullanmaya çalışmıştır. Menderes’in 27 Mayıs’tan hemen önce Sovyetleri ziyaret edeceğini açıklaması, İnönü’nün 1964 yılında verilen “Johnson mektubu” üzerine savurduğu “yeni bir dünya kurulur” tehdidi ve Sovyetler ile ilişkilerin ılımlılaştırılmaya başlaması, bu sürecin “Morrison Süleyman”ın 60’ların ikinci yarısındaki iktidarı döneminde de sürmesi, ABD ile yürütülmeye çalışılan pazarlığın parçalarıdır. Ecevit 1978 yılında şunları söylüyor: “… ABD’yi en çok korkutacak olan Türkiye’nin kamp değiştirmesi olasılığıdır. Ben bunu Batılı sosyalistlere de söyledim. Kamp değiştirmeyi kendiliğimizden istemeyeceğimizi tahmin etmeliler. Olayların bizi, çaresizlikten itebileceğini bilmeliler…” 14

Kuşkusuz, Sovyetler Birliği ile ilişkiler kozunu çok ciddiye almak mümkün değil. Burada önemli olan, en Amerikancı başbakanların bile bir pazarlık alanı yaratmaya çalışmaları.

ABD’nin de desteğiyle AP genel başkanı olan Demirel, 12 Mart’tan önceki başbakanlığı döneminde, haşhaş ekiminin yasaklanmasına dönük baskılara oy tabanına dönük kaygılarla direnmek zorunda kalmıştı. 70’lerin ikinci yarısındaki Demirel hükümetleri, ABD ve IMF’nin yeni bir sermaye birikim modeline geçilmesine yönelik, baskılarına yine içe dönük kaygılarla yıllarca direndi.

Kıbrıs’ın işgalinden sonra uygulamaya konan ABD askeri ambargosu, aslında, Yunanistan ile Kıbrıs Rum yönetimlerinin sosyalist sisteme yakınlaşmasını önlemeye dönük bir şikeden ibarettir. Türkiye, ambargoyla birlikte Avrupa ülkelerinden silah almaya başlamıştır. Bu arada Almanya-Türkiye ilişkileri gelişmiş, ABD, emperyalist misyonlarından bazılarını bu ülkeye devretmiştir. Ancak ambargonun ABD-Türkiye ilişkilerini hiç etkilemediği söylenemez. Türkiye, 70’li yıllardan itibaren, ABD ile Avrupa arasındaki çekişmelerden de yararlanmaya çalışmıştır. Ambargo, bu yöndeki çabaların yoğunlaşmasına yol açmıştır.

Bu gelişmeler orduya ve yakın geçmişe kadar ordunun bir yan örgütü gibi çalışan MİT’e de yansımıştır. ABD ve CIA ile ilişkilerin “gerektiğinden” fazla derinleşmesinden huzursuz olanların hareket alanı genişlemiştir. 1977’nin sonunda MİT içindeki bir CIA ajanının açığa çıkarılıp yargılanmasını ve 17 yıl hapse mahkum edilmesini (1985’e kadar askeri cezaevinde yatıyor) yalnızca MİT içindeki kişisel çekişmelerle açıklamak mümkün değildir.

ClA’nın Türkiye’deki rolü, daha çok, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle ilişkilerinden hareketle tartışılır. Bu darbelerin CIA tarafından, ya da en azından CIA denetimindeki askerler tarafından hazırlandığı iddia edilir. Buna dayanak olarak, darbeci askerlerle ABD arasındaki ilişkiler, darbelerin ABD tarafından önceden haber alınmış olması, darbeci yönetimlerin çok daha ABD yanlısı bir çizgi izlemeleri gibi somut olgular gösterilir.

Darbe yönetimlerinin ABD’nin onay ve desteğine çok daha fazla ihtiyaç duyması son derece doğal. Zaten ekonomik ve siyasal bir krizin üzerine gelen ve asıl işlevi toplumsal muhalefeti bastırmak olan bir askeri iktidar, emperyalizmin siyasal ve ekonomik desteğini almadan başarıya ulaşamaz. Dahası özgün kimi yönler barındıran 27 Mayıs darbesinden sonra bile, ilk yapılan işlerden biri ABD’ye NATO’ya bağlılık açıklaması olmuştur. Diğer yandan, darbe dönemlerinde ABD ile Avrupa arasında tercih yapmak da mümkün değildir. Avrupa ülkeleri bu tür durumlarda neredeyse her zaman yavaş hareket etmiştir.

Darbe girişimcilerinin bu konuda ABD’yi önceden bilgilendirmesi de, işin doğası gereği. Talat Aydemir bile, 1962 yılında darbe hazırlıklarını yaparken ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Talbott’u bilgilendirme ihtiyacını duyuyor. Darbe niyetini, bunu nasıl olsa öğrenecek olan ClA’dan ve dolayısıyla ABD’den saklamaya çalışmanın anlamı olmadığı gibi, destek sağlamak için de önceden çaba harcamak gerekir.

Gerek 12 Mart, gerekse 12 Eylül öncesi dönemler, sınıf mücadelelerinin yükseldiği ve ordunun toplumsal muhalefetin karşısına fiilen çıkmaya başladığı dönemlerdir. Bu tür dönemlerde ClA’nın ve ABD’nin Türkiye’ye dönük ilgisinin artması, iç savaş yaşamış ülkelerde deneyim kazanmış elemanların ortalıkta cirit atmaya başlaması ve CIA ile MİT, kontrgerilla, polis vb. arasındaki işbirliğinin derinleşmesi de son derece doğal gelişmelerdir. Aynı şekilde, darbe sonrasında da ClA’nın karşı-devrim mücadeleleri alanındaki uzmanlığından yararlanılmaya devam eder.

Darbelere ilişkin en abes tartışmalardan biri, bunların hükümete önceden haber verilip verilmediğine ilişkin olanıdır. Gerek 12 Mart, gerekse 12 Eylül öncesinde darbe tartışmaları, hükümetler bir yana, kamuoyunun en önemli gündem maddeleri arasında yer almıştır. Aynı şey 27 Mayıs için de geçerlidir. Dolayısıyla, darbeleri öngörmek için aslında öyle çok özel istihbarat faaliyetlerine bile ihtiyaç yoktur.

Son olarak, Türkiye’de ordu, egemen sınıf adına darbe yapma “ihtiyacı”nı ClA’nın desteği olmadan da saptayacak tarihsel birikime sahiptir. CIA açısından ise, Türkiye gibi emperyalizme bağlılığını her fırsatta kanıtlamış, kurmaylarının tümü NATO üzerinden sınanmış bir orduya sahip bir ülkede, kendi başına darbe tezgâhlamaya çalışmak yalnızca gereksiz risk almak anlamına gelir.

CIA ile darbeler arasındaki ilişkilere ilişkin somut veriler de yukarıdaki çerçevenin dışına çıkmıyor. Somut veri açığını kapatmak için daha genel nitelikteki ya da başka ülkelere ilişkin belgelere başvurarak “CIA her şeyi yapabilir” demeninse pek fazla anlamı yok.

Hele ClA’nın ABD yanlısı darbe tezgâhlamak için ülkeyi destabilize etmeye çalıştığım buna dönük olarak da “anarşi ve terör”ü yarattığını ya da tırmandırdığını iddia etmek, düpedüz saçmalamaktır. Böylesi bir iddia, ancak ABD yanlısı olmayan bir iktidarın varlığından söz edilebildiği koşullarda anlam kazanabilir. Evet, ABD Şili’deki Allende hükümetini devirmek için bu ülkeyi bir kargaşa ortamına sürüklemiştir. Ama bir Allende hükümetinin kurulmadığı Türkiye’nin gerek 60’lı, gerekse 70’li yılların sonunda yaşadığı “destabilizasyon” süreçleri, bizzat sermaye iktidarım ve dolayısıyla emperyalizmin çıkarlarını tehdit etmiştir. İki kutuplu bir dünyada ABD’nin bu denli riskli komplolara başvurmasının hiçbir mantığı yoktur.

Bunların dışında, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri elbette CIA desteklidir, elbette ABD yanlısıdır, elbette emperyalizmin çıkarlarının da bekçiliği için yapılmıştır…

Emperyalizmin Türkiye’deki en önemli ajanı, Türkiye burjuvazisidir. Sermaye iktidarının sürekliliğinin emperyalizmin desteğine muhtaç olduğu, bunun da emperyalist ülkelere vazgeçemeyecekleri çıkarlar sağlamaktan geçtiği, burjuvazinin tüm siyasal temsilcilerinin üzerinde ortaklaştığı bir noktadır. Burjuvazi ve temsilcileri, emperyalist ülkelerle pazarlıklarını bağımsız çıkarlar adına yürütmemekte, kendi talepleri ile emperyalizmin “gerçek” çıkarlarının daha fazla örtüştüğü konusunda muhataplarını ikna etmeye çalışmaktadır.

ABD’nin Türkiye’deki politikacıları ve hükümetleri yönlendirmek için CIA’ya çok fazla ihtiyaç duymadığını görmek için Refah Partisi’nin çabalarına bakmak bile yeterli. Koalisyonun kurulmasından önce ABD’nin çıkarlarına aykırı hiçbir karar almayacakları konusunda defalarca güvence veren RP, iktidara geldiğinden bu yana kendisini “daha doğru” şekilde tanıtma çabalarını sürdürüyor. Abdullah Gül Amerika’ya giderek on gün boyunca RP iktidarının ABD çıkarlarına daha uygun olduğunu anlatmaya çalışıyor. Bunu yaparken çok zorlanmıyor. RP’nin birkaç aylık iktidar pratiğini teminat olarak gösterebiliyor. Sözgelimi, olağan koşullarda dinci-gerici tabanda daha fazla homurtuya yol açabilecek Türkiye-İsrail ittifakı, Refah iktidarında çok daha sorunsuz bir şekilde derinleştiriliyor.

Türkiye’deki her hükümet değişikliğinin Washington’da tasarlandığından emin olan bazıları, RP-DYP koalisyonunun ABD’nin “ılımlı islam”ı güçlendirme projesinin bir ayağını oluşturduğunu ileri sürdü. Dinci-gericiliğin Türkiye burjuvazisinin ve bu arada dolaylı olarak ABD’nin desteğiyle güç kazandığı açık olmakla birlikte, dahası bazı Amerikalı “stratejist”ler RP’nin de denenmesinde fayda gördüklerini şurada burada söylemiş ve yazmış da olsalar, son aylarda yaşanan gelişmeler bile bu açıklamanın sağlam temellere sahip olmadığım gösterdi. Kuşkusuz, ordunun Refah Partisi’ne dönük müdahalelerinden sonra, “ABD ılımlı İslam projesini geri çekip başka projeleri öne çıkarıyor” diyenler çıkacaktır; ABD bu, sağı solu, yarın ne yapacağı belli olmaz…

Eğer Türkiye’deki siyasal süreçlerin temel bir belirleyeni ABD-Almanya kapışması olsaydı, bu iki ülke Türkiye üzerinde ciddi bir paylaşım savaşı yürütseydi (bunu düşünenlerin sayısı hiç de az değil) tek tek her bir siyasal gelişme ile bu ülkeler arasındaki somut bağlantıları aramanın anlaşılabilir bir tarafı olurdu. Oysa bugün, Türkiye burjuvazisinin sıkıntı kaynaklarından biri, ABD ile Almanya arasında Türkiye’ye ilişkin ciddi bir çekişmenin olmaması. Bunu yaratmaya çalışanlar var; ama Türkiye, henüz Almanya’nın siyasal açıdan birinci derecede öncelik verdiği ülkeler arasında yer almıyor. Çiller’in dile getirdiği NATO’nun genişleme planlarım veto etme şantajına verilen son derece gayri-diplomatik yanıt, bu ülkenin önceliklerini de yansıtıyordu.

Almanya ne Ortadoğu’da, ne de Kafkasya ve Orta Asya’da ABD’nin karşısına güçlü bir rakip olarak çıkmış durumda. Bu bölgelerdeki bazı ülkelerle ekonomik ilişkilerini geliştirmesine karşın, ciddi bir siyasal ağırlık oluşturabilmiş değil. Dolayısıyla, söz konusu bölgelerde emperyalizm adına misyon üstlenmeye çalışan Türkiye açısından, en azından şimdilik, ABD çizgisinde kalmak dışında bir seçenek bulunmuyor.

Dahası, Türkiye, AB ile ilişkilerini derinleştirebilmek için bile ABD’nin desteğini almaya çalışıyor. AB’ye Avrupa sermayesinin çıkarlarından başka bir şey içermeyen gümrük birliği anlaşmasını kabul ettirebilmek için ABD’ye ve İsrail’e de başvurulmuş olması hatırlanabilir.

Bu koşullar altında ABD’nin Türkiye’deki siyasal süreçlere aşırı müdahaleci olmasına gerek yok. ABD başkanıyla yapılan (ya da yapılamayan) bir telefon görüşmesinin bile en önemli haber haline gelebildiği bir ülkeye ayrıca müdahale etmenin ne yararı olabilir?

“Kontrgerilla cumhuriyeti”

Türkiye’yi, burjuva devlet aygıtının işçi sınıfı ve devrimci hareketlere karşı yürüttüğü mücadelenin sınır ve kural tanımazlığı nedeniyle bir “kontrgerilla cumhuriyeti” olarak tanımlamak mümkündür. Ama bu ifade çoğunlukla iktidarın devlet içindeki kontrgerilla örgütlenmesinde olduğunu söylemek için kullanılıyor. Örneğin, kontrgerillanın “rejimin çelik çekirdeği” olduğunu iddia eden Soner Yalçın, ancak hayal dünyasına ait olabilecek şöylesi bir kurguya sahip: “12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri Amerika’nın emriyle Kontrgerilla tarafından adım adım planlandı ve gerçekleştirildi.” 15

Kontrgerilla adı ve örgütlenmesi, Türkiye solunun gündemine 12 Mart döneminde giriyor. Daha doğrusu, sokuluyor: “Ziverbey’deki sorgulayıcılar, sizi alır almaz ‘burası kontrgerilla örgütüdür, burada kanun, anayasa, babayasa geçmez, şu andan itibaren bizim esirimizsiniz, her dediğimizi yapacaksınız’ diye başlıyorlardı. Herkes Türkiye’de kontrgerilla lafını Ziverbey işkencecilerinden öğrendi.” 16

Dolayısıyla, ortada bir “ortaya çıkarma” olayı yok. Sınırları, hiyerarşisi vb. hep görece belirsiz kalan bir örgütlenmenin adının duyurulması ve sonra da gündemde tutulması özel olarak tercih ediliyor.

Sözgelimi Ecevit, iktidarda olmadığı dönemlerde kontrgerilla tartışmasını alevlendirici çıkışlar yapıyor. İktidara geldiğinde ise şu tür açıklamalar (1978): “Yaptığım araştırmalara göre Türkiye’de devletçe düzenlenmiş kontrgerilla resmen yoktur. Yani kontrgerilla devletin güvenlik kuvvetleri arasında yoktur.” 17 Bu tavrın Ecevit tarihinde bir ilk olmadığını eklemek gerekiyor. 1973 seçimleri öncesinde de “kontrgerilladan hesap soracağız” diyor.

Kontrgerilla konusunda somut bilgi sahibi olan yetkililer, “resmi” açıklamaya (“kontrgerilla diye bir şey yok”), “kontrgerilla vardır” cephesinin yararlanması için bazı ekler yapıyor. Örneğin, dönemin genelkurmay başkanı Semih Sancar, 6 Mart 1978’de şunları söylüyor: “Bilindiği üzere Gayri Nizami Savaş’ın adı gerilla harbidir. Buna karşı aldığımız tedbir kontrgerilla harbidir. Bizde kontrgerilla diye bir kuruluş yoktur. Özel Harp Dairesi vardır.” 18 Daha güncel bir örnek, Doğan Güreş’in 1992 yılında bir gazeteciye yaptığı açıklama: “Önce şu kontrgerilla sözü tamamen yanlış kullanılıyor. Bu teşkilatın amacı şudur: Karşıda savaşa giren bir düşman vardır. Kontrgerilla düşman bölgesine sızarak oradaki halkı mukavemet için organize eder. Ya da düşman toprağına girmiştir, teşkilat işgal bölgesinde kalıp halkı direnişe teşvik eder, organize eder. Bu kuruluşlar her ülkede var. İngiltere’de SAS Alayı, ABD’de Delta Forces budur. Bizde de Özel Kuvvetler Komutanlığı var.” 19

Dikkat edilirse, Türkiye’de “kontrgerilla vardır” cephesinin en ünlü ve sol tarafından da referans alınan isimlerinin neredeyse tümü sol-Kemalist bir çizgiye sahiptir. Bunların çabalarından biri, ordu hiyerarşisi içinde yer alan kontrgerilla örgütlenmesini ordudan bağımsız, hatta başta 12 Mart ve 12 Eylül olmak üzere bazı dönemeç noktalarında ordunun üstüne çıkan bir örgütlenme olarak göstermektir. Sözgelimi, darbe dönemlerinin generallerinin kontrgerilla örgütlenmesi ile ilişkilerini açığa çıkarmaya özel bir önem verilir. Bu şekilde, ordu içindeki “kontrgerillaya bulaşmamış” kesimlere dönük beklentilerin diri tutulmasına çalışılır.

Kontrgerilla mücadelesi kavramı ilk olarak gerilla hareketlerine karşı geliştirilen özel mücadele yöntemlerini anlatmak için formüle ediliyor. Ancak bu mücadele yöntemleri, belirli eklerle, genel olarak sol hareketlere, sosyalist ülkelere ve emperyalist sistemle arasına mesafe koyan ülkelere karşı da kullanıldığından, kavram daha genel bir anlam kazanıyor.

Aslında, iki farklı kontrgerilla örgütlenmesi tipinden söz etmek gerekiyor. Gerilla hareketleri başta olmak üzere “gayri-nizami” güçlere karşı mücadele etmek ve gerektiğinde bizzat gerilla mücadelesi yürütmek üzere özel eğitimden geçirilen ordu (ya da polis) birlikleri birinci tipi genellikle bunlarla da bağlantılı olan ve gerici ve faşistler başta olmak üzere “sivil” güçlerle asli işleri farklı devlet görevlilerini kapsayan örgütlenmeler ise ikinci tipi oluşturuyor. Türkiye’de “kontrgerilla” dendiğinde, genellikle, bir örneği İtalya’daki Gladio olan ikinci tip kastediliyor.

50’li yılların başından itibaren NATO ülkelerinde kurulan bu tipteki kontrgerilla örgütlenmeleri, asıl olarak, anti-komünist mücadelenin illegal ayaklarının merkezi bir denetim altına alınmasına ve güçlendirilmesine hizmet ediyor.

Gerici-faşist hareketlerin devletler tarafından kullanılması kontrgerilla örgütlenmeleriyle başlamıyor. Sözgelimi Nazilerin yükseliş döneminde Türkiye’deki ırkçı-turancı hareket devlet desteğiyle güç kazanıyor. Uluslararası diplomasi “tarafsız”lık görüntüsüyle sürdürülürken, Almanya’nın da ilişki kurmasına göz yumulan ırkçı hareket, Nazilerin savaşı kazanacağının kesinleşmesi durumunda girişilecek dış ataklar için toplumsal taban yaratma misyonunu üstleniyor. Ancak Alman ordularının Stalingrad önlerinde durdurulması ve ardından gerilemeye başlamaları ile birlikte faşistlere yönelik bir tasfiye operasyonuna girişiliyor.

Türkiye’nin kontrgerilla örgütlenmesi, NATO’ya girişin hemen ardından, Seferberlik Tetkik Kurulu’na (sonradan Özel Harp Dairesi ve bugün Özel Kuvvetler Komutanlığı) bağlı olarak kuruluyor. Bu örgütlenmenin üstlendiği ilk önemli iş, İngiltere ve ABD’nin desteğiyle bir “Kıbrıs sorunu” yaratmak üzere, yine faşistleri harekete geçirmek olmuştur. 1955 yılında İstanbul’daki Rum azınlığa karşı 6-7 Eylül olayları tezgahlanmış; ardından Kıbrıs’ta Türk Mukavemet Teşkilatı kurulmuştur. Kıbrıs’ın bir “sorun” haline getirilmesinden bu yana, adadaki Türk şovenizminin taşıyıcı güçleri, yerli halktan çok Türkiye’den taşınan faşistler ve gericiler olmuştur. Kıbrıs’taki Türk kesimi, bugün de faşist hareketin önemli üslerinden biri durumunda.

Diğer örnekleri ve bu arada SSCB’nin çözülmesinden bu yana faşistlerin, fethullahçıların vb. Kafkasya’da ve Orta Asya’da yürüttüğü, kontrgerilla örgütlenmesi ile bağlantılı olan ve olmayan faaliyetleri de hesaba kattığımızda, “sivil” gericilerin Türkiye’nin dış politikalarının yürütücü güçleri arasında önemli bir yer işgal ettiğini saptayabiliriz. Bu durum, kuşkusuz, yalnızca Türkiye’ye özgü değil. Faşistler, dinsel örgütlenmeler, “sivil” toplum örgütleri, “yardım” kuruluşları, mafya vb., tüm emperyalist ve kapitalist devletler tarafından uluslararası düzeydeki saldırgan politikalar doğrultusunda kullanılıyor. Böylece, hem bu politikaların bir ölçüde gizlenmesi, hem de asıl önemlisi, Azerbaycan’da darbe girişimi örneğinde olduğu gibi, başarısızlık durumunda suçun kendi başına hareket ettiği iddia edilen kişi ya da “çete”lere yüklenmesi mümkün hale gelmiş oluyor. İllegal faaliyetler diplomatik bir sorun halini aldığında bunlar yargı önüne çıkarılıyor, ya da çoğu kez olduğu gibi “gıyaplarında” yargılanıyor.

Faşist ve gericilerin ya da bunlarla ilişkileri yürüten devlet örgütlerinin Türkiye’nin dış politikasını belirleyen asıl güçler olmadığı açık. Zaten bunu iddia eden de yok. İşler, sıra iç politikaya geldiğinde değişiyor…

70’li yıllarda kontrgerilla örgütlenmesinin en önemli sivil ayağını oluşturan ve komando kamplarında eğitim gören faşistler, çok sayıda kitlesel katliam, suikast ve provokasyona imza attı. Faşist hareketin “yükseliş”i, yalnızca ordu içindeki kontrgerilla örgütlenmesi tarafından değil, MHP’yi koalisyon ortağı yapan Demirel ve bizzat sermaye tarafından da desteklendi. Faşistler, sol örgütlerin yanı sıra, sınıfın siyasal ve hatta sendikal mücadelesinin karşısına çıkarıldı. 12 Eylül öncesinde gerçekten de ciddi bir “terör” olgusu vardır ve en başta kontrgerilla örgütlenmesinin eseridir. Ama kontrgerilla bağımsız bir güç olarak değil, burjuvazinin desteğiyle ve ordunun emir-komuta zincirine bağlı olarak hareket etmiştir.

Belirli bir noktadan sonra faşist saldırganlığın kontrolden çıkmış olması, ne burjuvazinin suçunu hafifletmekte, ne de faşist hareketin ya da kontrgerilla örgütlenmesinin bağımsız bir güç haline geldiğini göstermektedir.

Faşist saldırganlığın 12 Eylül’e doğru kontrolsüzleşmeye başlaması, bu tarz mücadele yöntemlerinin kaçınılmaz bir sonucudur. Emperyalizmin ve kapitalizmin çıkarları adına illegal mücadele yürüten hiçbir örgütlenme kendisi için başta çizilen sınırların içinde kalmamıştır. Bu tip örgütlenmeler sık sık kontrolsüz şiddetin ve her zaman en aşağılık çıkar ilişkilerinin merkezi haline gelmiştir. Sözgelimi, faşist hareketin uyuşturucu ticaretiyle ilişkisi 1980’den çok önce başlamıştır. İşçi sınıfı ve emekçilere karşı katliamlara varan bir saldırganlık, ancak her tür insani değerin terk edilmesinin ürünü olabilir. Bu noktadan sonra çürümenin ve yozlaşmanın herhangi bir sınırı yoktur.

Bu nedenle de, bu tarz örgütlenmelerin her güçlenme dönemini, 12 Eylül’den sonra olduğu gibi, bir tasfiye, daha doğrusu geriletme dönemi izlemiştir. Faşist hareketin geri çekilmesi, 70’li yıllarda asıl vurucu gücünü bu hareketin oluşturduğu kontrgerilla örgütlenmesinin de zayıflaması anlamına gelmiştir. Kuşkusuz, her ikisi için de geçici bir süreliğine…

Bir parantez açarak, Birikim tayfasının 12 Eylül sonrasındaki “faşist hareketi anlamak lazım”cılığı üzerinde kısaca durulabilir. Tanıl Bora ve Kemal Can, “ülkücü” hareketi ele alan çalışmalarında, MHP’yi ve faşistleri kontrgerillanın şubesi gibi görmenin yanlış olduğunu, bu hareketin dayandığı toplumsal dinamikleri ve ideolojisini çözümlemek gerektiğini savunuyor. Bu çözümlemenin sonucu şöyle bir şey oluyor: “Bu yapıyı ne organize bir suç örgütü, ne katı disiplinli faşist bir teşkilat, ne radikal ve homojen bir politik hareket, ne taşra ağırlıklı ‘gelenek’ unsurlarının kozmopolitleşmeye ve modernleşmeye tepkisi, ne reaksiyoner sağ platformun bir fraksiyonu, ne de darmadağınık bir lümpen kalabalığının yarattığı alt-kültür olarak görmek mümkün. Hiçbiri ve hepsi birden…” 20

Açıkçası, Türkiye’de “anlamak” için en az çaba harcanması gereken, faşist hareketin misyonlarıdır. Türkiye’deki faşist hareketin lider kadroları, burjuvazi ve onun devletinin verdiği misyonları yerine getirmekten başka herhangi bir niyeti de, ufku da olmayan, bağımsız hiçbir proje geliştirmeyen ve yeri geldiğinde kendilerini de, hareketlerini de geri çekmeyi beceren kadrolardır. Elbette, belirli bir kitlesellik kazanan her hareketin içinde uçlara, hareketin ideolojisini mantıksal sonuçlarına götürmeye çalışan unsurlara rastlanır. Diğer yandan, faşist hareketin içinde kendisini düzen karşıtı hissedenler de vardır. Ayrıca, faşistlerin hangi toplumsal kesimler üzerinde etkili olduklarını incelemek, karşı politikalar üretmek için gereklidir. Ama bunlar, bütün faşistleri tek bir çuvala doldurmanın yanlışlığını göstermez. Bu da bir “politika”dır ve faşist hareket söz konusu olduğunda sosyalistlerin tek doğru politikasıdır. Türkiye’de faşist hareketin toplumsal meşruiyetinin tüm çabalara rağmen sınırlı kalması, bu politikanın sonuç alıcılığı açısından önemlidir; ama öyle olmasaydı da değişen bir şey olmazdı…

Parantezin ardından, “kontrgerilla cumhuriyeti”nin 1980 sonrasına gelebiliriz. Türkiye’nin sermaye düzeni, 80’li yılların ortalarından itibaren bu adlandırmayı çok daha fazla hak ediyor. Kontrgerilla mücadelesi Özel Harp Dairesi’nin (ya da yeni adıyla Özel Kuvvetler Komutanlığının) bir uzmanlık alanı olmaktan çıkarak, genel bir mücadele yöntemine dönüştü. Koruculuk sistemini, özel timi, JİTEM’i, Hizbullah’ı vb. genel bir kontrgerilla mücadelesi başlığı altında değerlendirmek mümkün. İki partili hale gelen faşist hareket, yıllardır, medyanın da büyük desteğiyle etkinlik alanını genişletiyor. Bunlara dinci gericileri de eklemek gerekiyor.

Tüm bu örgütlenmelerin mevcut düzene hizmet etmeye çalıştığı açık. Ancak karşı-devrimci faaliyet merkezlerinin bu denli artması, sermaye düzeni açısından ciddi bir soruna da yol açıyor. Bugün, bunların tümünü tam anlamıyla kontrol eden bir üst merkezden, bir “çelik çekirdek”ten söz etmek tümüyle olanaksızlaşmış durumda.

80’li yıllarda işçi sınıfının ve ardından Kürt hareketinin karşısına çıkarılan dinci gericilik, düzenin iç dengelerini zorlayacak kadar güçlendi. Türkiye ve Kürt soluna karşı güçlendirilen polis teşkilatı, meclise bir “polis partisi” sokacak noktaya geldi. Korucu aşiretleri, özel tim, “İstihbarat Başkanlığı” adım alan JİTEM ve yakın geçmişte “sivilleştirilen” MİT, başına buyruk hareket eden, PKK ile mücadele kılıfı içinde uyuşturucu kaçakçılığı başta olmak üzere her tür illegal faaliyeti yürüten merkezler durumunda.

Bu gelişmelerin yol açtığı belirli “rahatsızlık”lar geçtiğimiz yıllarda da zaman zaman açık olarak dile getirildi. Sözgelimi, koruculuk kurumunun getiri ve götürüleri, özel timin çoğu kez tümüyle keyfi ve kontrolsüz hale gelen terörü vb. tartışmaya açılabildi. Ama asıl sıkıntı, karşı-devrimci örgütlenmelerin fazlaca özerk hale gelmelerinden ve bu arada birbirleriyle çatışmaya başlamalarından kaynaklandı. JİTEM elemanı Ahmet Cem Ersever’in “mücadele”sini ordudan ayrılarak sürdürme kararı, bu tür örgütlerde belirli konumlara gelen insanların kendi güçlerini abartmaya ve devletin diğer kurumlarıyla “hesaplaşma”ya ne denli yatkın olabileceğini de gösteriyordu.

Ortada bir rahatsızlığın olmasına karşın, yakın gelecekte bunu dayanak alan bir burjuva siyasal öznelliğin şekillenmesi ve köklü bir restorasyon programının uygulanması temel olarak iki nedenle mümkün değil. Birincisi, sermaye düzeninin hiçbir kurumu on yılı aşkın bir süredir yaşanan sürecin dışında bir yerde durmuyor. Eğer “çete”lerden söz edilecekse, sermaye düzeni bir bütün olarak çeteleşmiş durumda. Eğer karşı-devrimci örgütlenmeler arasındaki çekişmelerden söz edilecekse, bunlara doğrudan taraf olmayan bir düzen kurumu bulunmuyor. Eğer faşistlerin, korucu, aşiretlerinin, mafya liderlerinin devlet adına üstlendiği “misyon”lar ve girdikleri kirli ilişkiler tartışılacaksa, ne ordu, ne polis, ne siyasal partiler, ne de yargı kurumları bu tartışmanın dışında kalacaktır. Hele medya, tüm pisliklerin birinci dereceden tarafları arasında yer almaktadır. Susurluk olayından sonraki süreçte polis şeflerinin, faşistlerin ve korucubaşıların fazlaca rahat hareket etmelerinin, Çatlı’nın neredeyse bir “devlet töreni”yle gömülmesinin arkasında, ortada gerçek bir “karşı cephe”nin bulunmaması var.

İkincisi, köklü bir restorasyon programının önkoşulu, sermaye düzenini tehdit eden temel sorunların çözüm yoluna girmesidir. “Aşırı” uçların tasfiye edilebilmesi için, öncelikle bunlara ihtiyaç kalmaması gerekiyor. Burjuvazinin gündeminde işçi sınıfı ve emekçi kitlelere yönelik saldırıların ilk fırsatta şiddetlendirilmesinin bulunduğu bir kriz döneminde sermaye düzeninin “aşırılık”larından arındırılması yalnızca bir hayaldir.

Elbette, restorasyonun bir biçimi de, 12 Eylül’de olduğu gibi, aşırıları tasfiye ederken aşırılığın iktidarını kurmaktır. Ama 12 Eylül darbesi, başarısını, sosyalist bir önderlikten yoksun olarak yükselebileceği kadar yükselmiş ve siyasal mücadeleyi kaybetme noktasına çoktan gelmiş bir işçi sınıfına karşı yapılmış olmasına borçludur. Toplumsal muhalefetin dibe oturtulabildiği bir dönemde karşı-devrimci güçlerin bir bölümünün geriletilmesi zor olmamıştır. Dahası, 1980 yılının ordusu, bir bütün olarak içe dönük karşı-devrimci mücadele ekseninde biçimlenmemiştir ve dinci gericilerle, faşistlerle ve mafyayla bugün olduğu kadar içli dışlı değildir. Yakın gelecekteki askeri bir darbe, köklü bir restorasyona değil, en fazla karşı-devrim cephesi içindeki güç dengelerinin bir miktar değiştirilmesine yarayabilir.

Bugünkü tablo içinde, iktidarı tam anlamıyla eline alabilen, siyasal süreçleri istediği gibi yönlendirebilen herhangi bir odak aramak anlamsız, ama asıl önemlisi siyasal mücadeleyi belirli odak ya da “çete”lerle mücadeleye indirgemek yanlıştır.

Sermaye düzeninin uyuşturucu bağımlılığı

Türkiye’de uyuşturucu ticaretinin ve kara para trafiğinin ulaşmış olduğu boyut, sermaye düzeninin çürümüşlüğünün belki en önemli olmayan, ama üzerinde mutlaka daha fazla durulması gereken bir göstergesi. Özellikle de “temiz eller” lafının bu kadar edildiği ve sermaye sahiplerinin kirli ilişkilerin dışında ve hatta karşısında gösterilmeye çalışıldığı bir dönemde…

Uyuşturucu ticareti, emperyalist-kapitalist sistemin son onyıllarda neredeyse tüm dünya halklarının başına sardığı bir bela. BM verilerine göre, “uluslararası suç örgütleri”nin toplam yıllık gelirleri yaklaşık 1000 milyar dolar civarında ve Dünya Bankası’nın düşük gelirli ülkeler kategorisine soktuğu -toplam nüfusları 3 milyar olan- ülkelerin GSMH’larının toplamına eşit. 21 Bu gelirlerin yaklaşık yarısının uyuşturucu ticaretinden sağlandığı tahmin ediliyor.

Az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin pek çoğunda, mafyatik faaliyetler, bu ülkelerin ayakta kalmasının tek yolu haline gelebiliyor. Özellikle 80’li yıllardan itibaren, dünya kapitalizminin bunalımıyla da bağlantılı olarak iflas noktasına gelen kapitalist ülkelerin uyuşturucu ticareti başta olmak üzere yasadışı faaliyetlere yönelmesi, emperyalist ülkeler tarafından da destekleniyor.

Örneğin, 1990 yılında Peru’da IMF’in de dayatmasıyla bir “Yapısal Uyum ve Ekonomik İstikrar Programı”nın yürürlüğe sokulması yasal tarımsal üretimin sonunu getiriyor ve koka bitkisinin üretimine geçiliyor. Kolombiya başta olmak üzere diğer pek çok Latin Amerika ülkesinde koka bitkisi, Afrika ülkelerinde ise haşhaş üretiminin hızla artması, yine başka bir çıkış yolu kalmamasının ürünü.

Emperyalist ülkeler, uyuşturucu ticaretinin, iflas noktasına gelen pek çok ülkenin sistemden kopmasının önündeki tek “engel olduğunu bilerek hareket ediyor. Yoksa, 500 milyar dolarlık bir uyuşturucu pazarının en azından daraltılması zor değil.

Diğer yandan, mafya sermayesi ile “dürüst” sermayeyi birbirinden ayırmak mümkün değil. Yasadışı faaliyetlerden kazanılan paralar yasal sanayi, ticaret ve finans şirketlerine akıyor. Özellikle finans sektörü, mafya sermayesi ile mafya-dışı sermayenin tam anlamıyla bütünleşmesini sağlıyor.

Uyuşturucu ticaretinin bu boyutlara ulaşması, ilgili ülkelerde toplumsal çürüme eğilimini güçlendiriyor. Çürüme eğilimi, yalnızca uyuşturucu tüketiminin arttığı ülkelerdeki başta işsizler olmak üzere kullanıcı kesimler için değil, geçimini doğrudan ya da dolaylı olarak uyuşturucu üretim ve ticaretine borçlu olan kitleler için de geçerli. Bu eğilim, Latin Amerika’daki bazı gerilla hareketlerine bile yansıyabiliyor.

Türkiye’ye gelince…

1988 yılında İsviçre polisi tarafından yapılan bir araştırmaya göre Türkiye’deki uyuşturucu mafyası uyuşturucu ticaretinden yılda 1 milyar mark kazanıyor. 22 1988 yılından sonra ve özellikle Sovyetler’in Afganistan’dan çekilmesi ve Orta Asya’da yeni devletlerin kurulmasıyla birlikte uyuşturucu ticaretinde bir patlama yaşanıyor. En önemli “üretici”ler Afganistan, İran ve Pakistan’ın bulunduğu “Altın Hilal” bölgesinde yer alıyor ve bugün, Batı Avrupa ülkelerine gönderilen uyuşturucunun yüzde 80 ila 90’ı Türkiye üzerinden geçiyor. Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Dairesi’nin verilerine göre, 1995 yılında Türkiye’de ele geçirilen eroin miktarı (2 ton 122 kg.) Avrupa’da ele geçirilen eroinin yüzde 30’unu, tüm dünyada ele geçirilen eroinin ise yüzde 13.5’ini oluşturuyor 23 . 1988’den bugüne uyuşturucu gelirlerinin en az birkaç kat arttığı kesin.

Türkiye ekonomisi açısından önemli bir “kaynak” oluşturan bu paranın dolaysız ve dolaylı olarak tüm sermaye gruplarını ilgilendirdiği açık. Zaten, Özal dönemiyle birlikte, Türkiye’nin kara para aklama cennetlerinden biri haline getirilmesi ve bu arada uyuşturucu paralarının ülkede tutulması devlet politikası haline geliyor. Özal, bu konudaki yasal düzenlemeleri hazırlarken, mafya üyeleriyle yurtdışında özel bir görüşme yapmayı da ihmal etmiyor. Hayali ihracatın en verimli kara para aklama yolu haline getirildiği dönemde Koç grubu başta olmak üzere pek çok sermaye grubu ihracat şirketleri kuruyor. Aradan geçen süre içinde kara para aklama işi asıl olarak finans sektörüne devrediliyor.

90’lı yıllarda, uyuşturucu piyasasını Kürt mafyasından “kurtarma” operasyonuna girişiliyor. 1993 yılında yapılan ve “PKK’nin maddi gelir kapısının kapatılması” kararının alındığı MGK toplantısının ardından “PKK’ye yardım eden işadamları” listesi hazırlanıyor ve Çiller, “PKK’nin haraç aldığı işadamları ve sanatçıların isimlerini biliyoruz hesap soracağız” açıklamasını yapıyor. 24 Bunları “mafya cinayetleri” izliyor. Zaten başından beri bu işin içinde olan polis, MİT ve JİTEM, faşistler ve korucu aşiretleriyle işbirliği içinde, uyuşturucu pazarında tam bir hakimiyet kurmaya yöneliyor.

Vurgulanması gereken nokta MİT, polis ve faşistlerin uyuşturucu mafyası ile bağlarının 80 sonrasına özgü olmaması. 1985 yılında bir MİT yetkilisi dönemin MİT Müsteşarı Burhanettin Bigalı’ya şunları yazıyor: “Bugün bütün dünyanın adından söz ettiği Abuzer Uğurlu, 1974-1979 yılları arasında Yıldırım takma adıyla teşkilatımızca kullanılmıştır. Bildiğim kadarıyla Abuzer Uğurlu’yla resmi ilişkinin kesilmesinden sonra da bazı kişisel temaslar devam etmiştir. Duyduğuma göre, Mataracı davasıyla ilgili olarak gözaltına alınan Abuzer Uğurlu’yu; kaçakçılık konularına bakan bir mensubumuz yanında İstanbul Ülkü Ocakları eski Başkanı Komando Mustafa olduğu halde Beşiktaş’ta, Abuzer’in Mersedes otomobili ile Sadettin Tantan’a teslim etmiş ve ona iyi davranılmasını istemiştir.” 25 Gerek 12 Mart, gerekse 12 Eylül darbelerinden sonra mafya babalarının sorgulanmasına katılan ve bazılarına özel bir düşmanlık besleyen Mehmet Eymür, 1980-82 yıllarında Bulgaristan’da Oflu İsmail’in yardımlarıyla faaliyet yürütüyor. Emniyet’teki Şükrü Balcı, Ünal Erkan, Mehmet Ağar ekolü yeraltı dünyasıyla ilişki kurmaktan öte, onun bir parçası olarak hareket ediyor.

Tüm bu ilişkiler kuşkusuz ABD ve Avrupa ülkeleri tarafından da biliniyor. Bilinmenin ötesinde, CIA ve diğer gizli servisler bu ilişkilerin bir parçasını oluşturuyor. Gizli servislerin çoğu ve uyuşturucu kaçakçılığı güzergâhlarında yer alan polis örgütlerinin tümü bu ticaretten pay alıyor. CIA, uyuşturucu ticaretini, Nikaragua, Afganistan, Çeçenistan vb. ülkelerdeki operasyonlarını finanse etmek için kullandı ve kullanıyor. Dolayısıyla, bu ülkelerin Türkiye’de son aylarda medyanın gündemine yansıyan ilişkilerin üzerine ciddi bir şekilde gitmemesinin garipsenecek herhangi bir yanı bulunmuyor.

Susurluk olayıyla birlikte uyuşturucu ticaretinin de gündeme girmiş olması, önümüzdeki dönemde bu pisliğin üzerine gidileceğini göstermiyor. Zaten bir ekonomik kriz yaşayan sermaye düzeni, uyuşturucu gelirlerine bağımlı durumda. “Demokrasi raporu” hazırlayabilen sermaye grupları, Türkiye’nin bir kara para aklama cenneti haline getirilmesinden ciddi bir rahatsızlık duymak bir yana, bu süreçten daha fazla karlı çıkmaya bakıyor.

Kirli ellerin Susurluk operasyonu ve sonrası

Susurluk olayına ilişkin ilk saptanması gereken, bu olayın devlet içi odaklardan birini geriletmeye dönük olarak kullanılmaya çalışıldığıdır.

Meşhur kamyonun olaydaki yerini tümüyle ihmal etmek mümkündür. Operasyonun işaretleri aylar öncesinden verilmiş ve Kasım ayma kadar epeyce adım atılmıştır. 500 milyar liralık örtülü ödenek skandalı ve “Söylemez çetesi”nin açığa çıkarılması, uzunca bir süredir aşırı güç kazanmasından rahatsızlık duyulan “polis partisi”ne yönelik ilk ciddi uyarılar olarak görülebilir. Bu uyarılar yeterince etkili olmamış Mehmet Ağar, içişleri bakanlığına gelebilmiştir. Bunun üzerine MİT raporları yayıncısı Perinçek devreye sokulmuş ve Susurluk olayından sonra “keşfedilecek” ilişkilerin önemli bir bölümü ve bu arada Abdullah Çatlı’nın “Mehmet Özmen (veya Özbey)” adına düzenlenmiş bir kimlik ve yeşil pasaportla dolaştığı ve Ağar”a bağlı olarak çalıştığı önceden duyurulmuştur. “Olağan” koşullarda “Mehmet Özbay” adıyla gömülmesi gereken Çatlı’nın kimliğinin daha kazanın üzerinden birkaç saat geçmişken basma sızması kuşkusuz “kazaen” olmamıştır. Benzer şekilde, bu tür olaylarda uzunca bir süre bekleyip görmeden adım atmayan Demirel’in daha ilk günden “nereye kadar gidiyorsa götürün” açıklaması bu konuda gereken hazırlıkların tamamlanmış olduğunun işaretidir.

1995 seçimleriyle birlikte meclise de ağırlığını koyan “polis partisi”nin yükselişi uzun bir geçmişe dayanıyor. 80’li yıllarda sol örgütlerle mücadeleye dönük olarak güçlendirilen polis teşkilatı, 1987 yılında Kürt illerinde Olağanüstü Hal uygulamasına geçilmesi ve Bölge Valiliği’nin oluşturulmasıyla birlikte etkinlik alanını genişletme fırsatını buldu. Geçmişte yalnızca şehirlerde faaliyet yürüten polis, özel timlerin oluşturulmasıyla kırsal alana da uzandı. Bölge valiliğini elinde tutan, faşistleri istihdam eden, korucu aşiretleriyle devlet arasındaki ilişkileri yürüten, uyuşturucu ticaretini örgütleyen, istihbarat birimlerini güçlendiren ve sınır ötesi faaliyetlere de girişen polis teşkilatı, Kürt hareketine karşı yürütülen savaşın yeniden genelkurmay denetimi altına alınmaya başladığı 1993 yılına gelindiğinde, devlet örgütlenmesi içinde geçmişte hiçbir zaman sahip olmadığı bir ağırlık kazanmış durumdaydı.

MİT’in ve ordunun bazı eski eleman ve ilişkilerini de kendisine bağlayan polis örgütlenmesini geriletmeye dönük operasyonun bu denli büyük bir gürültüyle yürütülmesi ve fazlasıyla uzun sürmesi, güç dengelerinin ne oranda değiştiğini gösteriyor.

Kuşkusuz, Susurluk operasyonu ile hedeflenen, polis teşkilatının zayıf düşürülmesi ya da “temizlenmesi” falan değil; yalnızca belirli sınırlara çekilmesi. Ama bu sınırlı müdahaleye karşı gösterilen direnç bile bir türlü tam olarak kınlamadı.

Perinçek tayfası bu süreçte bir yandan olayı bir “Çiller özel örgütü sorunu”na indirgemeye 26 , diğer yandan da bu “özel örgüt”ün ABD güdümünde hareket eden en önemli güç olduğunu kabul ettirmeye çalıştı. Buna göre, Demirel ve İsmail Hakkı Karadayı gibi isimler, daha “bağımsızlıkçı” bir çizgi izliyordu…

Turgut Özal’ın kendisine bağlı bir istihbarat örgütlenmesi oluşturmaya çalıştığı ve bu yönde somut adımlar attığı doğru. Ama açıkçası, Çiller’in (ve kocasının) ne deneyimi, ne de kişisel ağırlığı böyle bir işe girişmesini mümkün kılar. Çiller, polis çetesi tarafından kullanılmış ve kuşkusuz bunun karşılığında özel çıkarlar sağlamıştır. Susurluk operasyonunun “ABD’ci kanadın tasfiyesi” olarak gösterilmesi ise tam bir saçmalıktır. Türkiye’de böylesi bir tasfiyeden söz edebilmek için, tasfiyenin en başta ordu içindeki çok sayıda unsuru hedef alması gerekir. Sözgelimi Çevik Bir’in kariyeri bu konudaki göstergelerden biri olarak görülebilir. Son olarak, “Morrison Süleyman”ın ya da genelkurmay başkanının “bağımsızlıkçı” olduğunu, düzene ve dolayısıyla emperyalizme ancak Perinçek kadar bağımlı olanlar iddia edebilir.

Sermaye düzeninin “çeteleşmesi”, de dinci-gericiliğin güç kazanması da, ciddiye alınması gereken, üzerine gidilmesi gereken başlıklar. Her ikisi de, sermayenin işçi sınıfı ve emekçi kitleler üzerindeki egemenliğini korumaya dönük olarak yarattığı ve fazlaca büyüyünce kendi başına da dert olan sorunlar

Bu gündem maddelerinin düzene dönük beklentileri diri tutmaya, belki de dahi doğrusu diriltmeye yönelik bir tarzda ele alındığı tartışma götürmez. Susurluk olayının medya gündeminden bir türlü düşmemesinin bir nedeni karşılaşılan dirençse, diğer nedeni de bu konuda yaratılan “kamuoyu tepkisi”nin kontrol altında tutulabileceğine duyulan güvendir. Diğer yandan, dinci-gericilik başlığı üzerinden orduya prestij kazandırma çabalarının belirli bir başarıya ulaştığını da saptamak gerekiyor.

Özellikle Susurluk olayının kitleleri daha ilk günden sokağa dökmemesine şaşıran epeyce insan oldu. Bu gündemin sol için beklenmedik bir fırsat yarattığı, düzeni bütün pisliklerinin ortalığa dökülmeye başladığı ve toplumsal muhalefetin artık patlama noktasına geleceği düşünülebildi. Oysa aradan aylar geçmesine ve kimi eylemliliklerin yaşanmasına rağmen, ciddi bir devrimci mayalanmadan söz etmek mümkün olmadı.

Sermaye düzeninin kendi yarattığı sorunları yine kendi sürekliliğini sağlamaya dönük olarak kullanmak konusundaki göreli başarısı, solun güncel gelişmelere verdiği reflekslerin yetersizliğinden kaynaklanmıyor.

Düzenin restorasyonuna hizmet etmeye çalışan reformist solu bu tartışmanın tümüyle dışında bırakmak mümkün. Solun devrimci kanadının asıl eksiği ise, geçtiğimiz 1 Mayıs’tan bu yana siyasal bir mücadele gündemi yaratmayı başaramamış oluşu. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin gündemdeki sorun başlıkları üzerinden harekete geçmesi için, öncelikle, bu başlıkları bağlayacakları bir siyasal-sınıfsal mücadele gündemlerinin olması gerekir. Aslında, ışık kapatma eyleminin belirli yerelliklerde (komünistlerin de katkılarıyla) aldığı özgün biçimler, tam da buna işaret etti.

Sosyalist hareketin bu ülkenin işçi ve emekçilerine bizzat sermaye düzeninin kendisini hedef alan bir mücadele gündemi sunmak konusunda geciktiği doğru. Ama geç kalındığı söylenemez.

Gündemimizde bu açığı en hızlı şekilde kapatmak var.

Dipnotlar

  1. Philip Agee’nin “Firar” adlı kitabından aktaran: Arcayürek, Cüneyt, “Darbeler veGizli Servisler”, Bilgi Yayınevi, İkinci Basım, Ankara, Nisan 1989; s. 154-155.
  2. Turhan, Talat, “Özel Savaş, Terör ve Kontr-gerilla”, tümzamanlaryayıncılık, 2.Baskı, İstanbul, Nisan 1995; s. II-III.
  3. Spiegel-Special, “Die Welt Der Agenten”, Nr.1/1996; s. 80.
  4. Roth, Jürgen, “Die Mutternachtsregierung”, Rasch und Rohling Verlag, 1990, Hamburg.
  5. Spiegel-Spezial, a.g.y.; s. 82.
  6. Garten, Jeffry E., “Soğuk Barış”, çev: Yavuz Alogan, Sarmal Yayınevi, Ekim1994, lstanbul; s. 73.
  7. Neuberger, Günter – Opperskalski, Michael, “CIA im Iran”, Lamuv Verlag, Bornheim,1982; s. 37.
  8. Yergin, Daniel, “Petrol – Para ve Güç Çatışmasının Epik Öyküsü”, çev: KamuranTuncay, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Mart 1995, Ankara; s. 778.
  9. Gresh, Alain – Vidal Dominique, “Ortadoğu” ,çev: Hamdi Türe, Alan Yayıncılık,Kasım 1991, İstanbul; s. 33.
  10. Özkan, Tuncay, “Bir Gizli Servisin Tarihi-Milli İstihbarat Teskilatı” ,MilliyetYayınları, 3. Baskı, İstanbul, Aralık 1996; s. 138.
  11. a.g.y.; s. 100.
  12. Kapitalist ülkelerde gizli servislere ilişkin yasal düzenlemeler, her zaman, bu örgütlerin aşırı güçlenmesini engellemeyi de gözetmiştir. Ya iç ve dış istihbarat örgütlerifarklı hiyerarşilere tabidir, ya da bu örgütlere ülke içinde operasyon düzenleme yetkisiverilmemiştir. MİT, hem dış hem de iç istihbarat toplamakla birlikte, yurtiçinde operasyondüzenleme yetkisi sınırlandırılmıştır.Üzerinde durulmayı hak eden bir itiraz gelebilir. Gizli servisler, kendilerine konansınırlamaları sıklıkla aşar ve her anlamıyla “yasadışı” işler çevirir. Sözgelimi MİT Türkiyesınırları içinde pek çok operasyon düzenlemistir.Böylesi bir itiraz, ancak burjuva hukukunun gerçek isleyişini yeterince kavrayamamışolanlardan gelecektir. Burada, “rahmetli” Özal’ın “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz”vecizesini anmak mümkün. Gerçekten de, burjuvazi açısından, hukuki düzenlemeler o kadarda mutlak değildir. Bunlar, “gerektiğinde” ihlal edilmek üzere vardır. Devlet içi güçlerle ilgili yasal düzenlemeler sözkonusu olduğunda, önemli olan, bu düzenlemeleri fazlaca zorlayan güçlerin, yine “gerektiğinde”, geri çekilebilir olmasıdır. Susurluk olayından sonra gündeme gelen (MİT kaynaklı) önerilerden biri de, istihbarat faaliyetlerinin tek bir merkeze, yani MİT’e bağlanmasıydı. MİT’in hedefi, son durumdan yararlanarak Emniyet başta olmak üzere istihbarat faaliyeti yürüten diğer kurumlarla çekişmelerini nihai bir çözüme bağlamak. Susurluk olayıyla birlikte istihbarat uzmanlığınasoyunan pek çok köşe yazarı bu öneriyi makul buldu. Ama söz konusu talebinkarşılanmayacağından emin olabilirsiniz…
  13. “a. [ABD], TSK’nin NATO’ya dahil bütün kuvvetleri hakkında NATO kanalı ile en küçük teferruatına kadar her şeyi bilmektedir. Türk Deniz ve Hava Kuvvetlerinin tümünün, Kara Kuvvetlerinin sadece karargah ve bazı eğitim birlikleri hariç, hepsinin NATO’ya dahil olduğu hatırlanırsa, bu imkanın genişliği üzerinde kolaylıkla hükme varılabilir.b. Savunma antlaşmalarımız gereğince, savunma ihtiyaçlarımızla ilgili her türlü bilgiyi elde edebilmektedirler.c. IMF ve Dünya Bankasına verilmesi gerekli raporlar, bu teşekküllerin Türkiye’de tetkikler yapan uzmanları vasıtası ile her türlü kritik bilgileri öğrenebilmektedirler.d. Bunların dışında, Jusmat Northeast Karargahı Deniz Kuvvetleri Komutanlığı içindedir. Jusmat irtibat heyeti Genelkurmayın içindedir. Esenboğa’da, Mürtet’te, İncirlik’te Amerikan Hava Kuvvetleri birlik ve tesisleri Türk Hava Kuvvetleri ile iç içedir.Türkiye’de mevcut 26 Amerikan üssü, bütün Türkiye yüzeyine yayılmış bulunmaktadır. NATO’ya ait tesisleri ile beraber Türkiye’de on bine yakın Amerikalı bulunmaktadır. Bunlardan her biri en az iki kisi tanısa 20 bin Türk ile temas etmeleri her zaman mümkündür.e. Bütün bunların dışında Türkiye’deki Amerikan şirketlerinin de gayet geniş muhitleri vardır.f. Türkiye’nin askeri haritaları dahi Amerikalılarla müşterek yapılmakta, müşterek usuller kullanılmaktadır.” (Arcayürek, A., a.g.y.; s. 239.)
  14. Arcayürek, Cüneyt; “Cüneyt Arcayürek Açıklıyor – 7 / Demokrasinin Sonbaharı (1977-1978)”, Bilgi Yayınevi, Kasım 1985, Ankara; s. 406.
  15. Yalçın, Soner, “Binbaşı Ersever’in İtirafları”, Kaynak Yayınları, 6. Basım İstanbul, Mayıs 1994; s. 12.
  16. Turhan, Talat, “Kontrgerilla Cumhuriyeti”, tümzamanlaryayıncılık, İkinci Basım, Aralık 1994, İstanbul; s. 118.
  17. Yalçın, Soner, a.g.y.; s. 223.
  18. a.g.y.; s. 224.
  19. Turhan, Talat, a.g.y.; s. 47.
  20. Bora, Tanıl – Can, Kemal, “Devlet-Ocak-Dergah”, İletişim Yayınları, 1. Baskı,İstanbul 1991; s. 68.
  21. Chossudovsky, Michel, “Wie die Mafia die Weltwirtschaft unterwandert”, Le Monde Diplomatique (Almanca versiyon), 13 Aralık 1996; s. 16.
  22. Nebiler, Halil; “Mafyanın Ekonomi Politiği”, Sarmal Yayınevi, Mart 1995, İstanbul; s. 66.
  23. Savunma ve Havacılık dergisi, Cilt: 10, No: 3 1996; s. 71.
  24. Yalçın>, Soner, “Behçet Cantürk’ün Anıları”, Öteki Yayınevi, 2. Basım, AnkaraAğustos 1996.
  25. Nebiler, Halil, a.g.y.; s. 15.
  26. Perinçek’in meclise ve Demirel’e sunduğu rapordan: “DYP Genel Baskanı ve İstanbul Milletvekili Tansu Çiller; MİT, Emniyet, JİTEM, Özel Kuvvetler Komutanlığı gibi devlet kurumlarının bazı görevlileri ile uyuşturucu-silah mafyası ve ülkücü mafya diye anılan suç örgütlerinde yer almış bazı kimselerden oluşan bir Özel Suç Örgütü’nün kurulmasını azmettirmiş, bu örgütü eline geçirdiği devlet olanaklarını kullanarak beslemiş, himaye etmiş ve yönlendirmiştir.” (Perinçek, Doğu, “Çiller Özel Örgütü”, Kaynak Yayınları, Dördüncü Basım, İstanbul, Ocak 1997; s. 41.)
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×