İP ve EMEP’in Yeni Ortak Noktaları Yurtsever Cephe’yi Eleştirmek…

Bu yazıya önsel bir iddia ile başlıyoruz. Emperyalizme karşı takınılacak tutum içinde bulunduğumuz zaman diliminde olduğu gibi yakın gelecekte de siyasetin en önemli çizgisidir.

Bütün siyasal özneler bu çizgiye göre, barikatın hangi tarafında duracaklarına göre değerlendirileceklerdir. Yurtsever Cephe bu mücadelenin en önemli örgütsel siyasal gücü olduğuna göre, iddiamız önümüzdeki dönem ülkemizdeki tüm siyasal hareketlerin Yurtsever Cephe’ye göre pozisyon alacakları ve bu pozisyon alışlarının onların barikatın ne tarafında olduğunu göstereceğidir.

Yurtsever Cephe bir siyasal çıkış olarak daha ilk tartışılmaya başladığı andan itibaren, ama daha somut olarak da siyaset arenasındaki yerini aldığı günden bu yana sesini solun dışına taşımanın uğraşı içerisindedir. Özellikle siyasal çıkışlarımızda solun geleneksel iç tartışmalarından elimizden geldiğince uzak durmaya, işçi sınıfının siyasal ihtiyaçları doğrultusunda olabildiğince cesur olmaya çabaladık. Ancak diğer taraftan solun büyüklü küçüklü istisnasız bütün özneleri tek tek kimi siyasal çıkışlarımızı, Yurtsever Cephe’yi ve bu cepheyi inşa faaliyetleri dolayısıyla Türkiye Komünist Partisi’ni bir biçimde gündeme alıp çeşitli açılardan eleştirme ihtiyacı duydular. Bu çalışma için araştırmaya başladığımda sayısının yüzleri bulduğunu fark ettiğim bu “eleştiri” yazılarını tek tek ele alıp cevaplamak ne kadar mümkün bilmiyorum, ama anlamsız bir çaba olacağı kesin. Genel olarak herhangi bir cüretli açılıma dair klasik tutucu tavırlar olarak değerlendirilebilecek çoğunlukla apolitik tutumların tartışılmasının pek bir anlamı yok.

Yurtsever Cephe kurulduğu günden bu yana troçkist ve troçkist etkilenimli çeşitli liberal gruplardan hep benzer eleştirileri aldı. Milliyetçilik, uzlaşmacılık gibi ayaklarının hiç yere basmadığını gördüğümüz bir dizi eleştiriye çeşitli yayınlarımızda yeterince yanıt verdiğimizi ve bu cenahla aramızdaki sınırları oldukça netleştirdiğimizi düşünüyorum.

Okumaya başladığınız çalışma Yurtsever Cephe’ye solun diğer taraflarından gelen eleştirileri yanıtlamayı amaçlıyor. Muhataplarımızla ilgili kısma geçmeden önce bazı hatırlatmalar yapmak faydalı olacaktır.

Durum saptaması için kısa hatırlatmalar…

Türkiye’de sol denilince devrimciliği bir çizgi olarak çizecek, olursak son 25 yıldır sıkıştırılmak istendiğimiz, daha doğrusu sıkıştırıldığımız dar bir alanda siyasal bir varlık olma kavgası verdiğimizi saptamak yanlış olmayacaktır. Bu sıkışmışlığın kuşkusuz en önemli nedeni düşman sınıfın sistematik saldırıları. Emperyalist-kapitalist sistem hem ülkemizde hem dünyada işçi sınıfını, özel olarak da sosyalist hareketi sıkıştırmak, marjinal konuma mahkum etmek için elinden geleni ardına koymuyor. Bunlar nesnel doğrular olmakla beraber, bundan şikayet etmeye ve bu saldırılar nedeniyle içinde bulunulan durumu mazur görmeye hakkımız olamaz. Eğer söz konusu olan bir sınıf savaşımı ise, iktidardaki düşmanımıza “neden bu kadar çok saldırıyorsun” diye kızmak kadar saçma bir şey olamaz. Sınıflar mücadelesinin verili durumunu değerlendirip buradan işçi sınıfının ihtiyaç duyduğu açılımları gerçekleştirmek, nefes alma kanallarını yaratmak, iktidara yönelen bir mücadeleyi örmek, solun en temel görevleridir.

Biz bütün verileri doğru analiz edip gerekli hamleleri yapamadıktan sonra baskılardan şikayet etmenin bir anlamı da kalmıyor. Somutlamak adına yıldönümü vesilesiyle 12 Eylül’e de atıf yapmamız mümkün. 12 Eylül’ün dünyada eşi az bulunur şiddette bir saldırı olarak sola çok ağır darbeler vurduğu açık. Ancak üzerinden 25 yıl geçtikten sonra dönüp dönüp oraya atıf yapmayı kabullenemiyorum.

Nâzım Hikmet’in dizeleriyle söyleyecek olursak, “demeğe de dilim varmıyor ama, kabahatin çoğu senin canım kardeşim…”

Diğer yayınlarımız bir yana yeniden aylık periyoduna kavuşan Gelenek’in geçtiğimiz iki sayısında Türkiye’deki sermaye iktidarının, dünyadaki emperyalist barbarlığın nasıl yol almaya çabaladığına, bu süreçlerin sol açısından anlamına ve doğacak olanaklara dair önemli analizlere yer verildi.

Sadece söz konusu değerlendirmelerin ışığında ülkemizde sol siyasetin genel seyrine dikkatle baktığımızda devrimci iddiaları olan bir özne için tablonun kabul edilebilir olduğunu söylemek mümkün değil. Bu yazının sınırları dahilinde ülke ve dünya değerlendirmelerimize dair birkaç noktanın altını çizmek faydalı olabilir.

Bugün dünyamız, reel sosyalizmin çözülüşünü temel referans noktası olarak kabul etmemiz gereken bir dönemin içinde. Aradan geçen onca yıl içerisinde dünya tarihinde önemli kırılma noktaları olarak tanımlayabileceğimiz pek çok olayı saptamanın mümkün olmasına rağmen…

Emperyalist-kapitalist sistem bizim geçici olduğu konusunda en küçük bir tereddüt taşımadığımız “zaferi”nin arkasında dünya çapında bir yeniden yapılanma-yapılandırma süreci tanımladı. “Tarihin sonu”, “yeni dünya düzeni” ve daha yakın zamanlarda “küreselleşme” sihirli sözcükleri ile tanımlanan bu evrenin temel yönelimini belirleyen, kapitalizmin krizlerden asla kurtulamayacağına ikna olunmasıdır. Bu kabul, dünyanın her yerinde yoksullaşmanın her geçen gün artarak devam edeceğinin ve sınıflar arasındaki eşitsizliklerin derinleşeceğinin bir veri durumuna gelmesi olarak da okunabilir. Bu durumda kapitalist dünyanın egemenleri açısından iki yol vardır. Birincisi geçmişe dönmek ve yeniden “sosyal devlet”lerin yaratılmasına dönük bir işleyişi planlamak, ikincisi ise girdiği bu yolda kararlı adımlarla ilerlemek, önüne çıkan her türlü engeli ve potansiyel tehditleri bütün askeri, siyasi, ideolojik ve ekonomik gücünü kullanarak bertaraf etmek. İkinci yolu tercih etmenin getireceği handikapları tahmin etmek güç değil ve son birkaç yıldır artık tahmin etmeye gerek bırakmayacak şekilde gördüğümüz tablo budur.

Hâlâ kapitalizmin birinciyi tercih edebileceğine dair bir hayal kurmaya devam edenlerin bulunduğunu biliyoruz. Buradaki temel yanılgı, adalet, demokrasi, özgürlük insan hakları vb. değerlerin kapitalist sistemin doğallığında var olduğunun düşünülmesidir. “Sosyal devlet” gibi, demokrasi, özgürlük ve bugün insanlar tarafından genel olarak ilerici olarak görünen tüm değerler sınıf mücadelelerinin bir üründür. Sınıf mücadelelerinin kazanımıdır. Özetle yazmak gerekirse, yaşadığımız dünya, üzerinde bir sosyalist ağırlık ve işçi sınıfı mücadelesinde bir silkiniş “tehdidi” hissetmeyen kapitalizmin, emperyalizm çağında özüne dönmesidir. Bundan kendiliğinden vazgeçmesi ihtimal dahilinde değildir.

Bu sürecin pek çok farklı alanda yansımaları olmakla beraber kendisini en şiddetli ve en net gösteren boyutu emperyalist sistemin baş aktörü ABD’nin dünyanın pek çok bölgesine dönük askeri müdahaleleri ve haritaları yeniden çizme uğraşılarıdır. (Sonuçların hızlı yansıması açısından neo-liberal ekonomi politikaları da eklenebilir…)

Reel sosyalizmin çözülüşü sonrasında dünyada dengeler yeniden kurulurken emperyalizm daha önce kullandığı dolayımları ortadan kaldırmak ve dünya üzerindeki egemenliğini yalınlaştırmak konusunda karar almış durumdadır. Önceleri Irak ve Yugoslavya’da işaretlerini aldığımız bu süreç, kadife devrimlerle, turuncu devrimlerle, olmadı askeri tehdit ve gerektiğinde müdahalelerle son olarak İran Suriye Lübnan gibi ülkelere dönük tehditlerle her geçen gün kendini daha çıplak olarak göstermektedir. Emperyalist- kapitalist piramidin daha alt basamaklarındaki her türlü özerklik ve özgünlük, sadece onay mekanizmasına dayalı bile olsa “bağımsızlık” anlamına gelecek her tür hakkın tasfiyesi hedeflenmektedir.

Daha önceleri farklı nedenlerle dile getirilmiş olan görüşlerimizden, çok kısa ve belki de kaba bir özet olarak sunduğumuz tablonun Türkiye solunda yarattığı tepkiler elbette çok farklı. Aynı ülke ve dünya koşullarında yaşayan bizler, ideolojik ve teorik kalkış noktalarımızdaki farklılıklar ve hedeflerimiz arasındaki ayrılıklar nedeniyle güncel olarak da çok farklı yerlerde pozisyon almış bulunuyoruz. Tartışmayı baştan sonlandırmak istemem ama uzatmadan birkaç noktanın altını çizersem bundan sonraki bölümlerin anlaşılmasını kolaylaştırabileceğimi sanıyorum.

Türkiye’de hâlâ kendini solda göstermesine rağmen; bu ülkeden, bu ülke insanından umudunu kesmiş olanların sayısı tahmin edilenden oldukça fazladır. “Bu halk adam olmaz”, “neler yaptık bu halk için, zamanı geldiğinde sattı bizi gitti” ile başlayan ve “son yıllarda bu kadar şey yaşanıyor hâlâ en küçük bir tepki yok, bundan sonra bir şey olmaz bu halktan” ile devam eden “fikirler”in taşıyıcılarından söz ediyoruz. Bu düşüncelerin taşıyıcılarının sorunu aslında halka güvensizlikten daha fazla kendilerine güvensizlik olarak tanımlanmalıdır. “Bu halktan bir şey olmaz”ın doğru tercümesi, egemenler o kadar güçlüler ki, onların karşısında bizim yapacak bir şeyimiz yok, olmalıdır. Geçtiğimiz yıllarda yaşanan AB tartışmalarında takınılan tavırlara dikkatle baktığımızda bu söylediğime dair onlarca örnek bulmak mümkündür. Örneğin yıllarca “Türkiye’de demokrasi bir devrim sorunudur” söylemini siyasal mücadelesinin merkezine alan kimi çevrelerin bugün demokratikleşme sürecini AB emperyalizminin dayatmalarından beklemeleri, kibarca yazacak olursak, trajik bir durumdur.

Öte yandan kabaca “öncü savaşı”cılar olarak tanımlayabileceğimiz bir diğer bölmenin de bu kategoriye dahil edilmesi gerekir. “Bu halktan bir şey olmayacaksa” yapılması gereken sürekli olarak dar kadro eylemleri örgütlemek ve ben varım demekten öteye gitmez. Bu görünürde “kahramanlık” aslında başka bir güvensizliğin yarattığı bir savrulmadır ve aslında öncülük kavramını da yansıtmamaktadır. Bunun siyasal ideolojik alandaki karşılığı da herhangi bir arayış içerisine girmeden, sürekli aynı küçük alanda dolanmaya devam etmektir. Metin Çulhaoğlu’nun Gelenek’in geçen sayısında tekrar hatırlattığı “cenin duruşu” formülasyonu aşağı yukarı anlatmak istediğimi tanımlamaktadır.

Solu geniş bir yelpaze olarak ele alıp devam edecek olursak, bir diğer akım güya ülkemizden hâlâ umudunu yitirmemiştir. Onların bu ülkeye dair beklentileri ve “mücadeleleri” vardır. Tersinden yazınca daha doğru oluyor; memlekette işçi sınıfı dışında her şeye güveniyorlar. Ne kadar gerçek ne kadar propagandiftir bilinmez ama metinleri incelendiğinde Genelkurmay, her kademede bürokratlar, küçük-orta-büyük (ama ulusal olmalı!) burjuvazi, köylüler…

Yurtsever Cephe daha bu ilk safhada ayrışmaktadır. Yurtsever Cephe kendisine ve başta işçi sınıfımız olmak üzere bu memleketin toprağına güvenmekten tereddüt etmeyenlerin çatısıdır. Yurtsever Cephe’yi gerçekten anlamak isteyenlere önerimiz bu yalın veriyi her zaman görebilecekleri bir yere büyük harflerle yazmaktır.

Bu kısa girişten sonra Yurtsever Cephe eleştirmenlerine dair düşüncelerimizi ifade etmeye başlayabiliriz.

İşçi Partisi’nin Yurtsever Cephe takıntısı

Ülkemizde sola milliyetçilik şırınga etmeye çalışan en önemli siyasal öznelerden birisi bugün İşçi Partisi adıyla siyasal alanda varlığını sürdüren Aydınlık geleneğidir. Pek çok kişi tarafından geçmişi ve bugünü hakkında yeterince fikir sahibi olunan bu harekete dair uzun boylu bir analiz yapmak bu yazının amaçları dışında. Aydınlıkçıların teorik dergisi olma iddiasıyla yayımlanan Teori isimli mecmuanın Şubat 2006 tarihli nüshasının kapak başlığı “TKP’nin Sosyalist Devrim Teorisi ve Milli Demokratik Devrim”. Her ne kadar kapağa TKP çıkarılmış olsa da, Teori dergisi yazarlarının, İşçi Partisi ilgili kurullarından “Yurtsever Cephe ile hesaplaşma” görevini aldıklarını hissediyorsunuz. Zira dergide yer alan iki yazıdan birisi “Teori Yazı Kurulu Sekreteri” diğeri de “yazı kurulu üyesi” olarak imzalanmış, başlıklarda TKP var ancak tartışmaların odağı Yurtsever Cephe.1 Söz konusu siyasi geleneğin yayıncılık pratiği açısından bu görevlendirmenin kendi durdukları yerden doğru bir tercih olduğunu yazmadan geçmeyelim. Okuyanı tartışanı olacak bir başlık seçilmiş ama daha önemlisi Yurtsever Cephe çalışmalarının pek çok başlıkta başa bela olacağı hissedildiğinden önceden “cephe” almak ihtiyacı hasıl olmuş.

Bu çalışmamız boyunca ele aldığımız siyasal aktörleri, mümkün olduğunca Yurtsever Cephe’ye dönük yaklaşımları/eleştirileri temel referansından şaşmadan değerlendirmeye çalışacağız. Anlayamamış olanlara bir kez daha anlatmayı amaçlayacağız, kuru sıkı sallayanlara da gereken cevapları vermeye çabalayacağız. Ancak Teori dergisinin ilgili sayısı incelendiği zaman siyasal teorik ayrımlar ve tartışmalar bir yana psikolojik olarak incelenmesi gerekli bir vaka ile karşı karşıya kaldığımızı düşündüğümüz için okuyucudan bir iki paragraflık bir izin hakkı kullanmak isteriz.

Teori dergisinin ilgili sayısının sunuş yazısından başlayarak TKP ile ilgili yazılan her şeyin arkasında bir psikolojik yaklaşım hakim. Örneğin daha sunuşun ilk satırlarında şu görüşler ileri sürülüyor;

“Bugün 1960’ların Boran-Aren çizgisinden yadigar doğrudan Sosyalist Devrim çizgisini savunan belli başlı iki grup kaldı. Bunlardan birisi keskin Leninist-Stalinist iddiasındaki eski SİP-yeni TKP; diğeri ise, 1970’lerin ‘Avrupa Komünizmi’ çizgisinden günümüzün ‘AB solu’ noktasına gelişmiş Birikim grubu”2

Aklı başında bir okurun derginin sunu kısmındaki bu satırları okuduktan sonra dergiyi bir kenara bırakıp okuyacak daha sağlıklı şeyler aramaya başlaması gerekir, bu yazıyı hazırlama durumunda olmasam bu yolu tercih edeceğimi itiraf edebilirim.

Aydınlıkçılara ise söylenecek tek şey var; bırakın Birikim ile Gelenek’in herhangi bir başlıkta ortaklaştıklarını kanıtlamayı, Birikim dergisinin 200’den fazla sayıyı geride bırakan koleksiyonundan, sosyalist devrimciliği, hadi onu da boş verin, bir paragraf devrimci iddia taşıyan, bir paragraf sosyalist bir iktidar iddiası barındıran yazı bulun, bütün söylediklerinizi tartışmasız kabul edeceğim.

Psikolojik inceleme önerim sadece bununla da sınırlı değil. Tüm yazıların arka planında bir kafa karışıklığı hakim, bunun üstünü örtmek için sürekli sanal düşmanlar ve yaftalar türetilmiş durumda. “TKP’lerin çok karşı gibi göründükleri liberalizm”, “Sözde özelleştirme ve Macdonald karşıtlığı” gibi cümleleri anlamak gerçekten mümkün değil… İnsan neden liberalizmi, özelleştirmeleri veya McDonald’s’ı desteklerken onlara karşı belki binlerce sayfa yazı yazar, aylarca yıllarca süren mücadeleler örgütler ki… Tüm bunlar toplumun genel eğilimleridir de ondan mı faydalanmaya çabalıyoruz anlamak zor. Tüm okuma bittikten sonra notlarıma bakmasam aklımda kalan tek şey, “olay Türkiye’de geçiyor ve Yurtsever Cephe’yi eleştirdiklerini sanıyorlar” olurdu.

Öyle sanıyorum ki İşçi Partisi’nin Yurtsever Cephe’den bu derece rahatsızlık duymasının arkasında ilk elden birkaç neden sıralanabilir. Birincisi ve kanımca en önemlisi İşçi Partisi’nin emperyalizme karşı mücadeleyi -hatta “devrimci” kimliği- kendi mülkiyetinde görme/gösterme hastalığıdır. (Bunun kendilerine verilmiş bir görev mi, belli anlaşmalarla elde edilmiş bir pozisyon mu, yoksa sadece psikolojik bir vaka mı olduğundan samimi olarak emin değilim.) Doğu Perinçek’in pek çok açıdan eleştirilebileceğini ancak bir konuda hakkının verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu, 40 yıl boyunca belki artık başlangıçtaki yol arkadaşlarından hiç kimsenin kalmamış olmasına ve her döneme uygun yeni konumlar bulmasına rağmen, kendi ismiyle paralel bir hareketi ayakta tutmak başarısıdır. Üstelik hiç uzamadan, hiç kısalmadan olduğu gibi! Ancak geçenlerde yaptığı bir açıklama artık şirazeden çıktığını gösteriyor.

“Anlamlıdır: Son 20 yılın medyasında, İşçi Partisi ve Doğu Perinçek dışında, ‘solcuyum’ diyen örgüt ve liderleri hedef alan tek bir yazı bulamazsınız. Emperyalizmin güdümündeki holding gazete ve dergilerini tarayınız, liboş, Fethullahçı, ırkçı köşe yazarlarını sabırla okuyunuz, İşçi Partisi dışındaki sosyalist sol örgütlere karşı tek satıra dahi rastlamayacaksınız. Sanırsınız ki, bütün çamurlar İşçi Partisi’ne atmak için imal edilmiştir.

Çarpıcıdır: Süper NATO’nun Türkiye’de sosyalist sola karşı yürüttüğü psikolojik savaşta tek bir görev belirlenmiştir: İşçi Partisi’ni yıpratmak! Başka da bir hedef yoktur. Vardır iddiasında bulunan tek bir sayfa yazı getirsin!”3

Bunlar herhangi bir kitle toplantısında ajitasyon amacıyla söylenmiş olsa belki çok üzerinde durulmaz. Ancak açık bir yalanı bir köşe yazısında bu kadar kararlı iddia etmek için herhalde Perinçek olmak gerekir. Bırakın solcu olmayı, aklı başında günlük gazete okuru birisinin bu yazılanlara inanması beklenebilir mi? Herhalde birileri kulaklarına “yalan ne kadar büyük olursa o kadar inandırıcı olur” türünden bir şeyler fısıldamış olmalı. Özellikle son yıllarda kamuoyunda solcu olarak bilinen kimi “aydın”ların Avrupa Birliği başlığında, bazen kafa karışıklığı, bazen fonlanma nedeniyle aldıkları pozisyonlar Aydınlıkçılarca yıllardır bekledikleri bir fırsat olarak görülmüş ve kendileri dışında bütün sol olarak bilinen kesimlerin emperyalizm tarafından yönlendirildiği Aydınlıkçıların günde elli beş vakit tekrarladıkları bir tekerleme haline gelmiştir.

Bir an için kendinizi bir İşçi Partisi yöneticisi yerine koyun, çevrenize topladığınız gençlere yarı doğru yarı abartma bir senaryo anlatıyorsunuz, içlerinden birisi “abi doğru söylüyorsun da TKP’liler Yurtsever Cephe içinde harıl harıl çalışma yürütüyor, AB’ye ABD’ye bütün emperyalist kurumlara karşı net bir söylemle mücadele ediyor” diyecek olsa ne dersiniz?

Teori’nin ilgili sayısı çıkmasa işiniz zordu; şimdi kolay, “olur mu genç arkadaş daha derin okumak lazım, bak Teori’de ne yazıyor, bu TKP aslında Birikim ile aynı şeyi söylüyor”… Bundan sonrası şansınıza kalmış. Eğer muhatabınızın okuması Teori ile sınırlı olmazsa pek şansınız yok, ama onu bile okumayacak birilerini bulacağınızdan kuşkunuz olmasın. Bizleri sürekli olarak işçi sınıfını yalnızlaştırmakla suçlayan bir siyasal geleneğin, sol içerisinde emperyalizme karşı tek başına mücadele ettiğine inanmasının ve bunun propagandasını yapmasının nedeni savunduğu çizginin solun temel değerleri ile yan yana geldiğinde tamamen yabancı kalmasıdır.

Aydınlıkçılarda ortaya çıkan Yurtsever Cephe alerjisinin nedenleri bununla sınırlı değil. Ortalama bir sol düşünce ve kültüre sahip olan herhangi bir kişi ya da grup açısından Aydınlık çevresinin siyasal tezlerinin kabul edilebilir bir yanı yoktur. Kendi konumu ve duruşu ne olursa olsun Aydınlık grubu bugün hâlâ ağırlıklı olarak İşçi Partisi’ni sol bir çevre olarak gören kişilerin ilgi alanına girmektedir. Sonradan aldıkları pozisyon ne olursa olsun bu hareketin içerisinde mücadele etme kararı alanlar ağırlıkla ve maalesef hâlâ devrimci bir partiye üye olduklarını sanmaktadırlar.

Bu hayalleri taşıyan kişilerin de yer aldığı bir siyasal oluşumun, solun karşı cephenin siyasal aktörleri olduğundan kuşku duymadığı birtakım siyasal gruplarla işbirliği çabalarını meşru göstermenin bir yolunu bulması ön şarttır. Generaller, MHP’nin merkezi ya da içindeki çeşitli çeteler, Denktaş, hatta son zamanlarda Demirel… Bu memleketteki aklı başında bir devrimcinin bunlarla yan yana gelişi kabullenmesi mümkün değildir. Bu sürece ikna olunması için düşmanın nasıl hain planlar içerisinde olduğunu ve bir açıdan da ne kadar güçlü olduğunu göstermek gerekir. Bu güçlü düşmana karşı “bizim” gücümüz yetmez, ama “aslında kimsenin bilmediği ve göremediği” direniş odakları var, diyerek karşıdevrimcilerle yan yana durmanın “makul” gerekçeleri açıklanır. Aslında biz de sosyalizmi filan isteriz tabii, ama bugün bunları yapmaya mecburuz…

Peki birileri çıkar emperyalizme karşı mücadeleyi işçi sınıfı eksenli başı dik bir kavga olarak örgütlemeye başlarsa, üstelik bu başı dik duruş senin birtakım “zorunluluklar” nedeniyle karşıdevrimci güçlerin yanında durulması gerektiğine ikna etmeye çalıştığın toplumsal kesimleri de kapsayan bir çekim merkezi haline gelirse ve sen “biricik” olmayı kendin için en önemli meziyet görüyorsan? O zaman yapacak pek bir şey yoktur, savaş baltalarını eline alır, dengesiz, kontrolsüz saldırmaya başlarsın.

Aslına bakarsanız, geçmişi bir kenara bırakın, son beş yıldır İşçi Partisi tarafından savunulan tezlerin toplumsal açıdan iki sonucu olmuştur. Birincisi, solcular sürekli konuşan ama ne dediği anlaşılamayan insanlar olarak sunulmuştur. İkincisi de düzenin kimi kurum ve kişilerinin emperyalizmle tam boy işbirliği içindeki faaliyetlerinin üzeri örtülmeye çalışılmıştır.

Yurtsever Cephe, ilkeli ve kararlı duruşu ile bu çadır tiyatrosunu sonlandırmaya başlamıştır; Aydınlıkçıların Yurtsever Cephe ile temel dertleri böyle özetlenebilir.

Aydınlıkçılar açıktan Yurtsever Cephe’ye dair düşüncelerini, eleştirilerini ortaya koymak yerine belki de haklı olarak önce onun kurucu öznesi olan Türkiye Komünist Partisi’nin “defterini dürmeye”, “asıl yüzünü ortaya çıkarmaya” karar vermişler. Bunu yaparken tercihleri, kendi gelenekleri açısından oldukça önemli gördükleri ve kendilerinin kuvvetli olduklarına inandıkları bir zemini seçmek olmuştur. Türkiye solunun 1960’lı yıllardaki en önemli tartışmalarından birisi olan Sosyalist Devrim-Milli Demokratik Devrim tartışmasını, tam anlamıyla buzdolabından çıkartıp, masaya koymuşlar. 1960’lı ve 1970’li yıllarda yürütüldüğü biçimiyle bu tartışmanın bugün ne kadar ön açıcı olabileceği bir yana, Teori’de ortaya atılan tezlerin öz itibariyle işçi sınıfına güvensizliğin teorik çerçevesini oluşturduğunu rahatlıkla saptayabiliriz. Ezberlenmiş kimi cümleler, aralara birtakım genel doğrular sıkıştırılarak, bugünün ülke ve dünya gerçeği ile ilgisi olmayan kalıplar biçiminde sayfalara serpiştirilmiş. Yazılar içerisinde dolanırken kafanız öylesine çorbaya dönüyor ki sanki kendini anlatamamak için yazılmışlar; bu nedenle oradaki sistematik (yoksunluğu) üzerinden ilerlemek yerine sıralanan tezlerin kaba bir özetini yapmak daha doğru olacak. Sanırım iddialar şu başlıklar altında toparlanabilir:

Bir: TKP, işçi sınıfını müttefiksiz bırakıyor. Aslında işçi sınıfının yapabileceği hiçbir şey yok, “köylülük” ve çeşitli burjuva kesimlerle ittifak yapması gerekir ama TKP’liler işçi sınıfına bu gerçeği söylemeyerek, bağımsız gücünüze güvenin diyerek onları kandırıyor. İki: TKP’nin devrim stratejisi Batı merkezlidir, revizyonisttir, troçkisttir, ayakları yere basmamaktadır. Üç: TKP, ülkemizin devrimci mirasına reddiyeci bir bakışla yaklaşmaktadır. Dört: Her ne kadar yazdıkları ve söyledikleri üzerinden öyle görünmese de özellikle Kürt sorunu ve benzeri başlıklarda Batıcı ve emperyalizm yanlısı politikalardan etkilenmektedir. (İnsan şu Aydınlıkçıların kimsenin göremediklerini görmesine hayret etmeden duramaz, bir de herkesin gördüklerini görebilseler neler yapacaklar kim bilir.)

Bu tezleri kendi ifade ediş biçimleri üzerinden incelememize devam edelim.

“TKP önderleri, Marksizm-Leninizm ilkelerine ne kadar bağlı olduklarını, SBKP’nin Şefik Hüsnü’lerin gerçek TKP’sinin vb. çoğu komünist partinin bayrağındaki işçi-köylü ittifakının stratejik önemini yansıtan Orak-Çekiç sembolündeki orakı atıp yerine yarısı kırık çark koyarak gösteriyorlar. Aslında, akıllarınca TİP’in Çark-Başak (çark işçiyi, başak köylüyü temsil eder) ambleminden başağı kaldırmış çarkı, TKP ambleminden çekici alarak TKP-TİP mirasını da temsil ettiklerini sanıyorlar. Ama şark kurnazlığını göstermekten başka bir anlama gelmeyen bu operasyonla, çarkın da çekicin de işçiyi temsil ettiği bir bayrakla, daha amblemde işçiyi müttefiksiz bıraktıklarını ilan ediyorlar.”4

Benim anlamadığım, bu arkadaşlar komünist olduklarını sadece TKP eleştirisi yaparken mi hatırlıyorlar? Bu satırları yazarken İşçi Partisi tüzüğünde parti amblemini nasıl tanımladıklarını merak edip baktım. Parti tüzüğünü değiştirmek üzere hazırlıklara başlayan İşçi Partisi’nin, hazırladığı taslak tüzük ile eski tüzükten ilgili maddeyi arka arkaya dikkatinize sunuyorum…

Eski: “Parti’nin amblemi, bütün dünya işçilerini birleştiren ve emekçilere yol gösteren Kızıl Yıldız’dır.”5

Yeni (taslak): “Parti’nin amblemi Çoban Yıldızı’dır.”6

İlk devrimcilik yıllarında okurken anlamakta zorlanıp sözlükler karıştırdığımız, bildiğini düşündüğümüz abilere sorduğumuz bir tanım vardı, bu aralar pek kullanıldığına şahit olmuyorum: Oportünizm.

İşte oportünizm budur.

Sormak gerekmez mi, sen kendine çobanın yıldızını amblem etmişsin, sana ne orak’tan çekiç’ten çark’tan?.. Hatta, sana ne işçi sınıfından? Ancak işçi sınıfı ile ilgili bir derdi, bir kurgusu olanlar için yazmak gerekirse, Türkiye Komünist Partisi defalarca kez açıkça ilan ettiği üzere bir işçi sınıfı partisidir. Kendisini işçi sınıfının uluslararası kavgasının bir parçası olarak görür, bunun doğrudan bir sonucu olarak da Türkiye işçi sınıfının öncü partisidir. Ülkede ve dünyada yaşanan her türlü gelişmeye işçi sınıfı açısından yaklaşır, tavır alır, mücadele eder. Bugün emperyalizmin saldırı dalgasının da birinci elden işçi sınıfına dönük olduğunu saptamakta ve omurgasını işçi sınıfının oluşturduğu bir mücadele örgütünün oluşturulması için emek vermektedir. Kargadan başka kuşlar olduğu gibi, toplumun da işçi sınıfından başka sınıflar ve toplumsal tabakalardan oluştuğunu biliyoruz. Ancak içinde bulunduğumuz çağda emperyalizme karşı verilecek kavganın zaferle sonuçlanmasının tek yolunun merkezinde işçi sınıfının durması olduğu gerçeğinden ve işçi sınıfının bunu gerçekleştirebilecek niteliksel ve niceliksel bir gücü olduğundan asla kuşku duymuyoruz.

Yurtsever Cephe’nin üzerine inşa edildiği temel kuşkusuz ayrıntılandırılabilir, ama özünde bu kadar basittir.

Ancak işçi sınıfına dönük güven bir kez kaybedilirse ondan sonra bunu teorize etmek için kırk dereden su getirmek mümkündür.

“Geriye nüfusun yüzde 30’unu bile bulmayan saf proletarya kalıyor. Bir tarafta proletarya karşı tarafta küçük, orta, büyük bütün mülk sahibi sınıflar!.. Sorun bu kadar kaba, basit ak ve kara şeklinde koyulduğunda strateji ve siyasete gerek kalmıyor. Hedef bir sıçrayışta, ‘aşamasız’ sosyalizme ulaşmak olduğuna göre, büyük bölümü üretim araçlarına sahip küçük burjuvazi, köylülük: yani bir dönümü de olsa on dönümü de olsa köylülük, hepsinin de tezgahları ve üretim araçları olduğu ve yanlarında mutlaka en az bir işçi çalıştırarak sömürdüğü için doktor, mühendis, dişçi, bakkal, muhasebeci, geniş esnaf ve zanaatkar kesimi vb. mülksüzleştirilecek düşman safındadır…”7

Tabii o kadar da kör olmamak gerek, yazarımız Türkiye’de geri bıraktığımız yıllarda işçi sınıfının sayıca bir artış içerisinde olduğunu ve kendilerinin “çok önemsediği” köylülüğün oranının her geçen gün azaldığını kabul ediyor…

“Denilecektir ki, 1950’lerden bu yana feodalizm büyük ölçüde tasfiye oldu, köylülüğün nüfusu yüzde 80’lerden yüzde 40’lara düştü siz hâlâ Milli Demokratik Devrimden bahsediyorsunuz (…). 1960’lardan bu yana aynı tezi ileri süren kaba materyalist, ekonomist görüşü savunanlar, nüfusun yüzde 75’ini köylülük oluşturduğu halde o zaman da sosyalist devrimi savunuyorlardı. Demek ki, yüzde 75’in yüzde 40’a nasıl indiği bir yana, sorun köylü nüfusunun sayısında değil kafalardadır. 8

Öncelikle Türkiye’deki durum açısında istatistiksel verilerin doğruluğunu yanlışlığını bir yana bırakarak yazılması gereken bir şey var, sorun gerçekten kafalardadır.

İçinde bulunduğumuz dönemde dünyanın herhangi bir yerinde “saf proletarya”nın “yüzde 30’u bile bulmayan” (herhalde kastedilen yüzde 25 ile 29 arası bir oran olsa gerek) nüfus ağırlığının bulunduğu bir ülkede sosyalist bir iktidarın meşruluk sorunu yoktur. Tek bir nedenle: Burjuvazinin iktidarda olduğu hiçbir ülkede burjuvaların nüfusa oranı yüzde 30’un üzerinde değil…

Öte yandan alıntıladığımız paragraflarda sığabilecek maksimum sayıda hata yapılmıştır. Mesela ülkemizde doktorların yahut mühendislerin ne kadarı yanında adam çalıştırmaktadır, ne kadarı bizzat kendi emeğini satarak yaşamını idame ettirmektedir, bu gerçekten tartışılır. Ayrıca “saf proleterya” devrimi arayışı içerisinde olduğumuz kurgusu üzerinden geliştirilen tüm eleştirilerin de temelsiz olduğunu eklemek gerekiyor. Bundan önce yazıldı; hatırlatmak yeterli olur…

“Sosyalist devrim ‘saf’ bir işçi devrimi değildir. Sosyalist devrim teorisi, (‘ulusal’, ‘tekelci olmayan’, ‘orta’ vb. unsurları da dahil olmak üzere) burjuvazi dışındaki toplumsal sınıf ve katmanlarla işçi sınıfı arasındaki ilişkilere önsel sınırlamalar getirmez. İşçi sınıfı, bu kesimlerin kendisini desteklemesine çalışır. Bunun için gerekirse, kendi hegemonyasındaki ittifaklara da başvurabilir.”9

Burada temel mesele işçi sınıfının iktidarı mülk sahibi sınıflarla paylaşıp paylaşmayacağıdır ve bize dönük eleştirinin aslı paylaşımcı olmadığımızdır. Tarih bize işçi sınıfının, sınıfsız topluma giden yolda iktidarı paylaşmak gibi bir alternatifinin olmadığını söyler. Bu bir tercih değil, sınıfsız toplum mücadelesinin zorunluluğudur.

Konuya giriş yaparken eleştirileri dört başlıkta toplamıştık. Buraya kadarki kısımda işçi sınıfını yalnızlaştırmak eleştirisi ile ilgili birkaç noktanın altını çizmiş olduk, söylenebilecek daha pek çok şey var ancak sanırım yeterli. Bu bölüme son verirken işçi sınıfını birleştirmeyi başaramamış bir mücadelenin “tüm ulus”u birleştirmesinin nasıl mümkün olacağı sorusunu da bir kenara yazmak gerekir.

Sanırım yukarıdaki satırlar Batı merkezli troçkist, revizyonist olduğu iddia edilen devrim stratejimize dair de fikirler veriyor. Aslında, bu saldırının Aydınlıkçıların Marksist-Leninist anlamda bir devrim derdi taşımıyor oluşlarının ve Marksist-Leninist devrim kuramına duydukları tepkinin bir ürünü olduğunu görüyoruz. Ancak şu tarihi reddiyeciliğimiz ve Batıcı (bunu aynı zamanda emperyalizm yanlısı anlamında kullanıyorlar) olduğumuz tezlerine dair birkaç şey söylemeden geçmeyelim.

“(…) ülkemizde çok görülen bu hastalıklı aydın tipi, mücadelenin zor dönemeçlerinde müttefiklerini, dayanaklarını hep Batı’da arayan eski TKP’den kalan kendine ve halkına güvensiz ruh halinin de temsilcisidir. Chavez’i, Hose Marti’yi selamlamayı büyük devrimci görev addeden, ama kendi toplumunun devrimci tarihine gelince, ‘komünistliğin’ ölçütü olarak aldığı Batı merkezlerinden aforoz edileceği korkusuyla ona sahip çıkmaktan özenle kaçan, onda bin bir kusur arayan bu tavır, kökleri Tanzimata dayanan fikri beslenme kaynağını hep batıda arayan, Batı özentili köksüz aydın geleneğidir.”10

Yazarın burada itham ettiği, TKP’nin ideologlarıdır. Onu buna iten neden ise bizim daha önceki bir çalışmamızda, “Türkiye’nin Robespierre’i yok” diye bir saptamada bulunmamız.

Tarih bizim bugün durduğumuz yerden veya istediğimiz biçimde şekillenmiyor, şekillendirilemiyor. Elbette farklı sınıflar ve onların temsilcileri tarih biliminin sunduğu verileri kendi durdukları yerden ve siyasal ihtiyaçlarına göre yeniden ve farklı açılardan okuyabilirler, ancak bu mevcut verilerin değişeceği anlamına gelmez. Türkiye’nin ve dünyanın bir siyasal tarihi vardır, bu tarih farklı dönemlerin değişik dinamiklerine, değişik sınıflarının konumlanışına göre oluşmuştur.

Açık söylemek gerekirse bugün komünistler açısından Türkiye tarihine tekrar tekrar bakılmasına, bu tarihin farklı okumalardan geçirilmesine dönük ihtiyaç tükenmiş değildir ve aslında bu her dönem yeniden yapılması gereken anlamlı bir çalışmadır. Buna rağmen bugüne kadar yapılmış inceleme ve değerlendirmelerden ortaya çıkan ve değişmeyecek kimi sabitler olduğunu cesaretle ifade etmek gerekir.

Bunlardan bir tanesi Türkiye’de bir burjuva devrim sürecinin yaşandığıdır. Adı üzerinde burjuva sınıfın önderliğinde gerçekleşen bu büyük değişime, gerçekliğinden daha fazla bir anlam yüklemek ya da sosyalist devrim olmadığı için eleştirmek anlamsız uğraşılardır.

Aslında buraya kadar bir sorun yok, yollar asıl olarak buradan itibaren ayrışmaktadır. Birinci tercih, kendimize burjuva devrimlerini referans almamız, bugünkü siyasal, ideolojik konumlanışımızın dayanak noktasının burjuva devrimleri olmasıdır. İkincisi ise, burjuva devrimleri de dahil olmak üzere insanlığa ait bütün ilerici değerleri miras olarak görmek, anti-emperyalist ve sosyalist kavgamızı bu zenginlikleri de kapsayan daha ileri bir hatta taşımaktır. Sağlıklı bir üçüncü seçenek yazılabileceğini sanmıyorum. Sağlıksız olansa gerçekten köksüzlük olarak tanımlanabilecek olandır. Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir siyasal hareketin, o toplumun kimi ilerici tarihsel damarlarından etkilenmeden geleceğe uzanma şansı yoktur.

Öyle sanıyorum ki, birinci yolu tercih edenler burjuva devrimlerini ve onun eseri olan kapitalist toplumları aşma iddiası olmayanlardır. Kısa bir parantez açmamız ve bir ek yapmamız gerekiyor. Devrimcilik, tarihin her evresinde, mevcudu, köhnemiş olanı yıkma ve yeniyi kurma kavgasıdır. Sadece mevcudu korumaya dönük bir devrimci kavganın olabileceğini hiç sanmıyorum. Öyle ki, dikkatli bir okumayla Mustafa Kemal önderliğinin bir açıdan Osmanlı’nın son dönem aydınlarından en önemli farklarından birisinin de bu olduğu iddia edilebilir. Pek çok Osmanlı aydını, imparatorluğu kurtarma stratejileri üretip ona göre bir “mücadele” hattı örerken, Mustafa Kemal adına Osmanlı İmparatorluğu denilen devletin tükendiğini ve artık yapılması gerekenin onu tarihe gömüp yenisini kurmak olduğunu saptamış ve buna göre hareket etmiştir. Bu veri ile bugünkü İşçi Partisi mukayese edildiğinde kimin “Tanzimat aydını” kafasına sahip olduğu daha net görünmüyor mu?

İkinciyi tercih ettiğimizde de işlerin çok kolay olduğunu düşünmemek gerekir. Türkiye tarihinin bırakalım sosyalizm mücadelesini, söz konusu olan “devrimcilik” ve “anti-emperyalizm” olduğunda dahi bugün mücadelemize birebir yerleştirebileceğimiz bir hat bıraktığını düşünmüyorum. Ülkemizde gerçek anlamlarıyla devrimcilik, anti-emperyalizm ve yurtseverlik tarihimizdeki anlamlı kimi değerleri de kapsamayı başardığı ölçüde işçi sınıfı kimliği ile inşa edilmek durumundadır.

Bu sürecin şimdilik kaydıyla henüz yeni başladığını ve mücadelenin konusu olduğunu saptamak gerekir.

Son olarak Kürt meselesi vesilesiyle ABD ve AB’ye yarandığımız “tezini” ele alarak bu ara başlığı kapatalım…

Önce tez:

“Teorileri olguları açıklamaya, analiz etmeye yetecek derinlik ve birikimden yoksun olduğu için, işçi sınıfı adına, emperyalist merkezlerin, ABD ve AB’nin, kukla devlet ve Kıbrıs Planlarına ve ulusu parçalamaya hizmet eden siyasetler üretiyorlar. İşte bir örnek: ‘Biz yurtseverler, bayrağımızın işbirlikçiler ve faşistler elinden Türk, Kürt ve bütün halklarımızın emperyalizme ve sömürüye karşı ortak mücadelesiyle alınacağını ilan ediyoruz…’ Dün devrimci ve ilerici olan ‘halklar” kavramı bugün, tamamen gerici, emperyalizmin etnik, dinsel vb. bölünmeleri kışkırtmak için kullandığı bir alet işlevini görmektedir. (…) TKP bilerek veya cahilce kullandığı bu tür kavramlar ve Kürt sorununa yaklaşımıyla, biraz korkakça da olsa kukla Kürt devletini onaylayan bir siyaset izlemektedir.”11

Bayrağımızın işbirlikçiler ve faşistler elinden Türk, Kürt ve bütün halklarımızın emperyalizme ve sömürüye karşı ortak mücadelesiyle alınacağını ilan etmenin ABD ve AB emperyalizmine hizmet ettiğini hiç düşünmemiştik! Siyaset yapmak gerçeklere gözleri kapatmak, bakmamak, görmemek, duymamak anlamına gelmediği sürece bu ülkede Kürt halkının varlığını inkar edecek başka bir siyasi hareket bulamayacağımızı düşünmek çok mu abartılı olur? İsteyen görmezden gelmeye çalışır, isteyen görür ama inkar eder, önemi yok; bu ülke başta Türkler ve Kürtler olmak üzere çeşitli milliyetlerden “halklar”dan oluşmaktadır. Ve bu halkların tümü gibi Kürt halkı da emperyalist politikalara taşeron edilmek istenmektedir. Her halkın olduğu gibi Kürt halkının da işbirlikçi siyasetçileri vardır, ancak bu Kürt halkının emperyalizme teslim olacağı anlamına gelmez. Daha önemlisi bu ülkede yaşayan Türklerin ve Kürtlerin emperyalizme karşı birlikte mücadele etmesinin yollarını aramadan emperyalizme karşı mücadele etmek bir yana bunu iddia etmek bile mümkün değildir. Yurtsever Cephe, başka bir dizi özelliğinin yanında, Kürt halkını emperyalizme teslim etmememe kararlılığının adıdır.

İP faslını kapatmamızın vakti geldi. Bizim yazıya başladığımız günlerde İP’in program ve tüzüğünü tartışmaya başlamasıyla beraber aslında burada ileri sürdüğümüz tezler kendileri tarafından bir biçimde kabul edildi. Bu açıdan bu satırlar, burjuva devrimcisi kimliğini ilan eden bir siyasal partinin bu yola hangi aşamalardan geçerek geldiğinin anlaşılmasına katkı olarak da okunabilir.

EMEP Yurtsever Cephe’den ne istiyor?

Emek Partisi, sosyalist teori ve politika dergisi olarak yayımlanan Özgürlük Dünyası’nın 162. sayısında çıkan “Anti-Emperyalizm, Cephe ve TKP” başlıklı bir makale ile bizlere, Yurtsever Cephe’ye ilişkin düşüncelerini ve eleştirilerini öğrenme şansı verdi.12

Emek Partisi, sol içerisinde genel kabul gören tanımıyla ekonomist uvriyerist sol siyasal bir örgütlenmedir. Kendileri bildiğim kadarıyla her dört tanımı da reddetmektedir. Emek Partisi ile İşçi Partisi’nin, pratik konumlanışı itibariyle birbirleriyle kıyaslanamayacak noktalarda bulunmalarına rağmen, benzer kaynaklardan beslendikleri için olsa gerek, pek çok zaman birbirlerine paralel pozisyonlar aldıklarını söylemek haksızlık olmayacaktır. Bu satırlarda sadece genel doğrular ya da saptamalar değil, Özgürlük Dünyası’nda yayımlanan Yurtsever Cephe eleştirisinin hatırlattıkları var…

İşçi Partisi bölümünde yeterince değindiğimizi düşündüğümden bu bölümde demokratik devrim sosyalist devrim tartışmasına yeniden dönmek anlamsız olacak. Dolayısıyla tartışmanın o alanla ilgili kısmını göz ardı etmek durumundayız. Aynı satırlar ufak tefek ek veya çıkarsamalarla burada da yer alabilir. Ancak orijinal bir ifadeyi buraya aktarmazsak haksızlık etmiş oluruz.

“(…) verili kapitalist gelişme koşullarında, iki şey olanaklıdır. (…) İşçi sınıfı iktidarı tek başına almaya güç yetirdiği koşullarda bunu yapacak, ve seçenek, geçerken anti-emperyalist görevleri yerine getirecek bir sosyalist devrim olacaktır. İşçi sınıfının tek başına iktidarı almaya güç yetiremediği koşullarda ise, zorunlu olarak kesintisiz geçiş seçenek olacak, öncelikle bir anti-emperyalist demokratik devrim ve işçi iktidarı yerine örneğin işçi köylü iktidarı hedef ve gündem edilecektir. Burada zorlamaya yer yoktur.”13

Öncelikle belli ki baştaki genel olarak kabul gördüğünü yazdığımız saptamaya dair kısa bir ek yapmamız gerekiyor. Uvriyerizmin karşılığı işçiciliktir ve işçi sınıfı kuyrukçuluğu olarak kullanılır. Ancak yukarıdaki satırları okuduğumuzda işçicilikten ziyade işçi sınıfına güvensizlik hissedilmekte. Dolayısıyla harekete ilişkin solda genel kabul gören uvriyerist tanımlaması bile fazla. Sanırım bu tanımlama sendika kongrelerindeki koltuk kavgalarında fazlasıyla yer aldıkları dönemden kalma.

Teorik olarak bile işçi sınıfının iktidarı almaya gücünün yetmeyebileceğinin iddia edilebileceği günlerin çok uzağında olduğumuzu, böyle bir olasılık bulunsa dahi devrimciliğin en ileri olanı arama uğraşı olduğunu hatırlatmak zorundayız. Öte yandan söz konusu olan devrim ise herhalde yanına yazılacak en son şey “burada zorlamaya gerek yok” olabilir, devrimin kendisi başlı başına bir zorlamadır! Yine de İşçi Partisi’nden farklı olarak işçi sınıfının iktidarı almasını hiç olmazsa yüzde 50’lik bir teorik ihtimal olarak kabul etmelerini önemsemeyi düşünmek gerekebilir.

Özgürlük Dünyası veya onun üzerinden Emek Partisi’nin eleştirilerini de kabaca birkaç noktada toparlayabiliyoruz. Öncelikli iddia yine ayakları yere basmamaktır, ancak buradaki ayakları yere basmamak fikri, sınıf işbirlikçiliğini reddetmemizin yanında anlaşılmaz bir biçimde sosyalizmi doğrudan sahiplenmemizle ilgili… İkinci bir iddiaları işçi sınıfının gündelik sorunlarına ilişkin aktif tavır almayışımız ya da onlara göre yanlış tavır alışımız bunun uzantısı olarak da kendimizi işçi sınıfının, özellikle Yurtsever Cephe açılımının ardından tüm anti-emperyalist kesimlerin yerine koymamız. Sırayla gidelim:

“TKP bilinir ‘aşırı ortodoks’ Marksizmi benimser. Kitabında sosyalizmden başkasına uzun süre yer vermemişti.(… ) gerçi, son bir iki yılda sosyalizmi dolaysız ve dolayımsız haliyle, soyutluğu içinde ve her derde deva olarak ileri sürmekten, işçi sınıfı ve emekçilerin, halkın her sorununu ve buradan türeyen talepleri karşısında genel bir sosyalizm propagandası yapmaktan, bu talepler için mücadeleyi ne politika alanına ne de sosyalizme bağlamadan, somut olarak nasıl bir yol izleyerek gelişeceğine dair bir fikir ve eylem geliştirmeden ve kendisini bu somutluk içinde mevzilendirmeden, sadece ‘sosyalizm’ üzerine konuşmak ama başka bir iş yapmaktan ileri doğru bir adım atma arayışına yönelmiştir.”14

Bizim anladığımız kadarıyla Emek Partili arkadaşlar için sosyalizm soyut bir şeydir ve kimi mücadele başlıklarının gerçek çözümünün ancak ve ancak sosyalist bir iktidarda mümkün olduğunu savunmak soyut bir sosyalizm propagandası yapmaktır. Burada tartışabileceğimizi iddia etmek zor, nihayetinde bunca yıllık örgütlülüklerine rağmen sosyalizm dendiğinde kafalarında bir şey somutlanmıyorsa bu saatten sonra yapılabileceklerin bir sınırı olduğunu kabul etmek zorundayız.

Ayrıca yukarıdaki paragrafta bize dönük bir övgü mü var yerme mi bundan emin olunamıyor. Sanırım bu soruya bir TKP üyesinin vereceği cevapla bir EMEP’linin vereceği cevap farklı olacaktır. TKP, ortodoks Marksizmden, sosyalizm savunusundan vazgeçmediği gibi, bunu yapan herhangi bir öznenin ileri doğru bir adım attığını asla düşünmeyiz. Ayrıca siyasal olarak her geçen gün geliştiğimizi düşünmekle beraber, özellikle temel başlıklarımızda herhangi bir tutum değişikliği içerisinde olmadığımızı da “üzülerek” bildirmek durumundayız. Zira TKP siyasal olarak var olduğu ilk günden bugüne hep ülkemizde bir devrim arayışı içerisinde olmuştur. Bunun siyasal karşılıklarını aramış ve gündelik siyasal duruşunu da buna uygun olarak planlamıştır.

Ancak maalesef sorun sadece sosyalizmi soyut bir şey olarak tanımlamakla ilgili değil. Ele aldığımız makalede kullanılan birkaç kaynağımızdan bir tanesi Kemal Okuyan’ın Komünist’in 225. sayısındaki bir saptaması; tekrar etmekte fayda var:

“Dönemin bir başka özelliği emperyalizme karşı mücadelenin doğrudan sermaye iktidarına yönelmesidir. Bilindiği gibi geçmişte bu konu, büyük ölçüde kuramsal bir bağlamda ele alınıyordu. Emperyalizme karşı mücadele ile kapitalizme karşı mücadele arasındaki ilişkiye dair stratejik tartışmalar yapılır, buradan devrim modelleri çıkarılırdı. Bu tartışmada hep ‘sosyalist iktidar mücadelesi verilmeksizin emperyalizme karşı mücadele edilemez’ dedik; şimdi bunu yaşam açık bir biçimde doğrulamaktadır.”15

Kuşkusuz sosyalizmin soyut bir şey olarak algılanması ile bir bağlantısı var ama yazı boyunca yazarın kafasında sürekli yukarıdaki satırların dolaştığı hissediliyor ve bununla hesaplaşma arayışı, aslında burjuvazinin, emperyalizmin, anti-emperyalizmin hatta kapitalizmin de yazar tarafından soyut şeyler olarak algılandığını gösteriyor. İşte yazarın Kemal Okuyan’a cevabı veya soyutluğun somutu örneği:

“Gerçek şudur. Tıpkı demokrasi mücadelesi, gibi anti-emperyalist mücadele de sosyalist değil ama burjuva karakterlidir, demokratik bir içerik taşır. (…) Demokrasi ve anti-emperyalizm, evet, karakter itibarıyla burjuva kategorilerdir ve burjuvazi genel olarak ilerici-devrimci barutunu tüketmiş ve gericileşmiş olmakla birlikte; hem hâlâ devrimci barutunu tamamen tüketmemiş ve hatta -kaçınılmaz tutarsızlığı içinde- gerici tekelci burjuvazi karşısında devrim ihtiyacında belli burjuva kesimler (en azından küçük burjuvazi) ve kategoriler (örneğin ezilen uluslar) vardır.”16

Öncelikle yazara demokrasi mücadelesinin de demokratik içerik taşıdığı gibi önemli bir gerçeği görmemizi sağladığı için teşekkür ederiz. Demokrasi mücadelesinin sınıf karakteri konusundaki görüşlerine bir itirazımız yok, ancak anti-emperyalist mücadelenin burjuva karakterli olduğu tezine katılmadığımız da görülmüş olmalı. Özetle tekrarlarsak; biz emperyalizme karşı verilecek mücadelenin işçi sınıfı eksenli ve sosyalizm perspektifli bir mücadele olduğunu ve bunun çağımızın bir gerçeği olduğunu iddia ederken, onlar burjuva karakterli olduğunu ve bu nedenle çeşitli burjuva kesimlerle beraber yürütülmesi gerektiğini ve bunda bir beis görmediklerini iddia ediyorlar. Bunu açıkça ifade etmekten çekinmedikleri bölümler de var:

“Cephe, sınıfların ittifakı olarak şekillenmemekte, mücadeleleriyle bir araya gelen sınıflar arasındaki bir birlik örgütü olarak kurulmamaktadır.”17

Yine övülmekte mi yerilmekte mi olduğumuzu anlayamadığımız bu cümleye en küçük bir itirazımız yok. Buna itiraz etmek için “burjuvazinin devrimci barutunu tamamen tüketmediği” ve “belli burjuva kesimlerin devrime ihtiyacı olduğu” tezlerini sahiplenmek gerekir ki, bizce çok orijinal olmakla beraber “sosyalist teori ve politika dergisi”ne yakışmamaktadır.

İşçi sınıfının tarih sahnesine çıktığı 1848 yılından bu yana burjuvazinin gericileştiği, Marx ve Engels’in 1848 devrimlerinin hemen arifesinde saptadığı ve sosyalist literatürde genel olarak kabul gören en önemli derslerden birisidir. Lenin’in emperyalizmi kapitalizmin tekelleşme dönemi, bir üst evresi olarak tanımladığı da bilinmektedir. Emperyalizm evresi burjuvazi açısından bütünlüklü bir gericilik dönemi anlamına gelmektedir ve bu dönemde gericilik burjuvazinin bütün kesimlerini kapsamaktadır. Dolayısıyla burjuvazinin herhangi bir kesiminden ilerici, anti-emperyalist bir çıkış beklemek pek mümkün görünmemektedir ve bu nedenle de anti-emperyalizm doğrudan işçi sınıfının mücadele konusudur.

Zaten sanıyorum Emek Partisi ile asıl olarak anlaşamadığımız nokta da budur.

“(….) işçi sınıfı, hem demokrasisizlik ve hem de emperyalist yağma ve baskıdan, bağımlılık ve kölelik ilişkilerinden, halkları birbirine düşüren emperyalist oyunlardan, örneğin ülkesinin emperyalistlerin savaş arabasına bağlanarak başka halkların üzerine sürülmesinden en büyük zararı görecekler arasındadır ve bundan sınıf mücadelesinin serpilip gelişmesi de olumsuz etkilenmektedir.”18

Bu satırlarda ifadesini bulan düşünce sistematiği Emek Partisi’ni tanıyanlar açısından açıklanmaya gerek duymayacak kadar sarih. Ancak yeterince tanımayanlar için biz notlarımızı düşelim. Emek Partisi’nin geleneğinin bizim kuşağın siyasal lügatına armağan ettiği en önemli kavramlardan birisi “suni gündem”dir. Buna göre emek-sermaye çelişkisi temel çelişkidir ama bu çelişki kendisini sadece atölyede, fabrikada bizzat üretim sürecinde gösterebilir. İşçiler ve onların “siyasal platformu” kendisini bu çelişki üzerinden tanımlar. Ülkede ve dünyada gelişen tüm diğer olaylar işçilerin bu çelişkiyi görememesi için ortaya atılan sanal tartışmalardır.

Küçük bir kabalaştırmayla ve özetle EMEP’in düşünceleri böyle özetlenebilir. Böyle olduğu için mesela ülkede herkesin tartıştığı kimi siyasal başlıklar asla gündem edilmez, ya da gündem oluyorlarsa, bunların suni olduğunun anlatılması içindir. Ancak yukarıdaki satırlar bu bakışın bile ifrada kaçmasıdır. Emperyalist yağma ve baskıya sınıf mücadelesinin serpilip gelişmesine engel olması nedeniyle karşı çıkmak ile bu mücadelenin kendisinin sınıf kavgası olarak algılanması apayrı şeylerdir. EMEP’in Yurtsever Cephe’yi eleştirdiği nokta ancak bu kavrayış çerçevesinde anlaşılabilir olmakta. Onlara göre yapmamız gereken şey burjuvazi ile birlikte (tabii ki devrimci barutunu tüketmemiş olan kesimiyle!) emperyalizme karşı durmak, “zafer”den sonra (ve tabii kesintisiz olarak!) burjuvalarla fabrikalarda, atölyelerde ücret, çalışma koşulları, özlük haklarımız vb. konularda karşı karşıya gelmek.

Bize göre sınıf kavgası memleketin ve dünyanın geleceğini etkileyecek toplumsal bir karşılığı olan bütün başlıklarda işçi sınıfını bir taraf olması ve giderek kendi cephesini güçlendirmesidir. Bu bakışımızın Özgürlük Dünyası’nın diline ilginç bir tercümesi şöyle yapılmaktadır:

“(…) kendisini işçi sınıfının yerine geçirdiği gibi çıkarları emperyalizmle çelişen tüm sınıfların da yerine geçirmekte ve ‘ya böyle olur ya hiç’ tutumunu geliştirmektedir.”19

Yazarın bizden beklediği, öyle de olur böyle de, siz neyi tercih ederseniz öyle olsun, dememizdir. Bu konumlanış için parti ya da cephe olmayı bırakın, örgütlü davranmaya ne gerek var ki? Toplumun hemen her kesiminden insanlar bu tavrı alabilir. Örgütlü özneler, bunun ötesini görüp toplumda bir taraflaşma yaratacak başlıkları öncelemeli ve kendi tarafını güçlendirmenin kavgasını vermelidir. Bu yapılmayacaksa örgütlenmenin anlamı kalmaz. Tarihin herhangi bir kesitinde örgütlü bir tutum almadan başarı kazanıldığı görülmemiştir. Söz konusu olan tek tek işçilerin birer özne olarak tanımlanması olsa bile bu bakışı kabul etmek için “sınıf” kavramını rafa kaldırdığımızı ilan etmemiz gerekir. En kaba biçimiyle, işçiler fabrikadan toplu olarak çıkabildiklerinde, fabrikalarından toplu olarak çıkıp memleket ve dünya gündemine müdahil olabildiklerinde bir sınıf olarak anlam kazanırlar. Kendilerini gerçek mücadele süreçlerinde ismen ve cismen var ettikleri oranda. Ama bunları söylediğinizde sizi bekleyen eleştiri “sosyalistliğinizin, komünistliğinizin, yurtseverliğinizin kendinizden menkul olması”dır. Sanırsınız ki, sosyalistlik, yurtseverlik ve komünistlik gizlendikçe ifade edilmedikçe değer kazanan, daha anlamlı hale gelen kavramlardır.

Sayın Kadir Yalçın’ın kaleme aldığı çalışmada bize yönlendirilen ve maalesef “düzeltemeyeceğimiz” eleştirilerle ilgili düşüncelerimiz bunlar. Bitirirken değinmemiz gereken son birkaç nokta daha var.

“TKP, Lenin’in ‘emperyalist ekonomizm’ başlığıyla derlenmiş üç makalesine bir bakmalıdır.”

Bu satırları bir sevincimi paylaşmak için alıntıladım. Sol dergi ve gazeteler içerisinde Marx’a ve Lenin’e en sık atıf yapılan çalışmalar, TKP ve Yurtsever Cephe eleştirileri. Bundan samimi olarak mutlu oluyorum. Pek birinci el kaynak okuma alışkanlığı olmayan kimi dostlarımız sadece bizi eleştirmek için bile olsa ustalara ulaşıyorlarsa bu da önemlidir. Ne ilginçtir, İşçi Partisi gibi Emek Partili arkadaşlarımız da bize Lenin alıntıları gönderiyorlar. Kadir Yalçın arkadaşa da tavsiyesi için teşekkür etmemiz gerekir, biz Lenin Usta’yı tekrar tekrar okumaktan büyük bir haz duyarız, ancak sadece bakmakla yetinip göremediği üç makale dışında bir şey okumayanlardan pek haz etmediğimizi yazmamak samimi olmayacaktır.

Kadir Yalçın’ın yazı içerisinde kullandığı iki ifadeyi, şahsım adına değil birlikte mücadele etmekten onur duyduğum arkadaşlarıma yönelik hakaretler içerdiklerinden iade etmem gerekir.

Birincisi 72. sayfada parantez içinde kullandığı “adına komünist sözcüğü iliştirilmiş partiler” vurgusundan partimizin TKP adını almış olmasından rahatsız olduğu sonucunu çıkarıyorum. Herkes komünist, sosyalist gibi isimleri kullanmaktan bucak bucak kaçarken, kimileri koskoca “devrimci komünist” partilerini likide ederken, “yeminle söylüyorum ki solcu değilim” derken, komünist kimlikte ısrar eden, partili kavgayı örmek için yıllarca kavga verip burjuvazinin 80 yıllık yasağını yırtıp atan komünistlere saygı duyması gerektiğini hatırlatmam gerekiyor, bu bir.

İkincisi, sayın yazar, kendine gelen kırılgan bilgiler doğrultusunda, sendikalarda ilkesiz ittifaklarla yönetim kavgalarını, birtakım “kitlesiz demokratik kitle örgütleri”nde bin bir takla atarak koltuk kapma yarışlarını bir kenara bırakarak, çalıştıkları, yaşadıkları, okudukları yerlerde Yurtsever Cephe’nin yerel ayaklarını örgütlemeyi ve buralarda mücadele etmeyi seçen arkadaşlarımız için “bir baltaya sap olamamış inançlılar” ifadesini kullanıyor. Bu terbiyesizliğe karşın “baltaya sap olmuş” kimi örnekler vermemiz elbette mümkün. Sonra bu sapların koltuklarını kaybetmemek için yıllarca birlikte sendikacılık oynadıkları diğer odunları nasıl kestikleriyle, “ey ağaç, sen bu baltayla biz odunlar arasında karar ver” diye seslenenlere yüce ağacın “baltaya kızacağım ama sapı benden” demesiyle ilgili masallar anlatabiliriz. Ama yok yok, boş verin…

Bizi samimi olarak görmek isterseniz, fabrikalara, mahallelere, okullara bekleriz…

Gelemeseniz de arkadaşlarınız anlatır, en fazla bir yazı daha yazarsınız.

Dipnotlar

  1. Mehmet Ulusoy “TKP’nin Sosyalist Devrim Teorisi ve Milli Demokratik Devrim” Teori 193 s. 3-20; İbrahim Erdoğan “TKP’nin Kemalizme Bakışı” a.g.y. s. 21-27.
  2. Teori Yayın Kurulu, a.g.y., s. 2.
  3. http://www.ip.org.tr/lib/pages/detay.aspgosterhaberdetayidhaber181
  4. a.g.y., s. 5.
  5. http://www.ip.org.tr/lib/pages/detay.aspgostertbelgelerbelgetur1
  6. http://www.ip.org.tr/lib/pages/detay.aspgosterhaberdetayidhaber268
  7. a.g.y., s. 18-19.
  8. a.g.y., s. 15.
  9. Gelenek, “Sosyalist Devrim Teorisi ve Türkiye’de Demokratik Devrim Tezleri”, Sosyalist Devrim Yazıları, s. 16.
  10. a.g.y., s. 15.
  11. a.g.y., s. 17.
  12. Kadir Yalçın, “Anti-Emperyalizm, Cephe ve TKP”, Özgürlük Dünyası, 162, s. 63, vd.
  13. a.g.y., s. 64.
  14. a.g.y., s. 64.
  15. Kemal Okuyan, “Yurtsever Cephe Verileri”, Komünist 225.
  16. Kadir Yalçın, a.g.y., s. 67.
  17. a.g.y., s. 77.
  18. a.g.y., s. 68.
  19. a.g.y., s. 66.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×