İslamofobi Kavramının Düşündürdükleri ya da Solda Stratejik-İlişkisel Düşünce Yitimi
Bundan bir yıl önce, Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo’ya düzenlenen ve El-Kaide’nin Yemen kolu tarafından üstlenilen, 11 kişinin katledildiği saldırının İslamofobi tartışmasını yeniden alevlendirdiğine şahit olmuştuk. İslamcı yazarların saldırıların ardından dile getirdiği ilk şey, bu olayın Avrupa’da yükselen İslam karşıtlığı için bir gerekçe oluşturmaması gerektiğiydi. Bu ilk tepkiyi ise, bir anlamda saldırıyı mazur gösteren, Charlie Hebdo dergisinin yayınladığı karikatürlerle ifade özgürlüğünün arkasına saklanarak İslam’a hakaret eden, Avrupa’da halihazırda mevcut olan İslamofobiyi körükleyen bir yayın olduğu iddiaları takip etti.
13 Kasım’da yine Paris’te, bu kez eğlence merkezlerine ve restoranlara yönelen, IŞİD’in üstlendiği ve en az 132 sivilin hayatını kaybettiği saldırılarıysa, hem kurbanların kimlikleri, hem eylemin uyandırdığı dehşet, hem de Ankara, Bağdat ve Beyrut’ta düzenlenen bombalı saldırıların bir devamı olması nedeniyle ilk elden ‘‘aman İslamofobi yükselmesin’’ nidaları takip etmemişti. Fakat Aralık ayı başında Fransa’da düzenlenen bölgesel seçimlerin birinci turundan faşist Ulusal Cephe’nin birinci parti olarak çıkması, dikkatleri yeniden İslam düşmanlığı ve İslamofobi tartışmalarına çekecekmiş gibi görünüyor. Zira Ulusal Cephe’nin ilk kez böylesine bir başarı yakalamasının ardında, Paris saldırıları sonrasında ortaya çıkan ve Hollande hükümetinin büyük bir hevesle kullanmaya çalıştığı korku ortamının yattığı açık.
Öncelikle Ulusal Cephe’nin bu yükselişinin ve yüzde otuzun biraz oy altında oy almasının, neredeyse her üç Fransızdan birinin faşizmi ve yabancı düşmanlığını desteklediği anlamına gelmediğini belirterek başlayalım. Zira bu seçimlerin bir diğer önemli özelliği, Fransa’da seçmen olma özelliklerini taşıdığı halde oy kullanmaya gitmeyen kişi sayısının yüzde 54 gibi yüksek bir orana ulaşmış olması. Bu aslında Fransa’da burjuva demokrasisinin içinde bulunduğu siyasal krize dair önemli bir gösterge. İkinci olaraksa Ulusal Cephe uzun bir süredir göçmen ve yabancı karşıtı fikirlerini, büyük oranda sistem içi bir söyleme çekerek, laiklik ve cumhuriyetçilik gibi ideolojik motifler dolayımıyla yaymaya çalışıyor. Bu da durumun doğrudan ırkçılık üzerinden okunmasını güçleştiriyor. Fakat her halükarda, Türkiye üzerinden gelen son göçmen dalgası ile Paris saldırılarının ardından Avrupa’da İslamofobi tartışmalarının yeniden alevleneceği açık.
Bu açık, çünkü Avrupa gerçekten artan bir yabancı/göçmen karşıtlığıyla yüz yüze ve IŞİD’in geçtiğimiz bir kaç yıl içindeki performansı, İslam’ın yeniden bu karşıtlığın merkezine çakılması için önemli bir fırsat sağlıyor. Bu bir yandan Avrupa’da aşırı sağa ve ırkçılığa seslenme alanını genişletmesi için olanaklar sunarken, diğer yandan ırkçılık karşıtı mücadele içerisinde hayli tartışmalı İslamofobi temasının da yeniden ağırlık kazanacağı anlamına geliyor. Kuşkusuz bu durumun Türkiye’ye de sirayet edeceğini düşünmek durumundayız, zira stratejik ve ilişkisel düşünme yeteneğini çoktandır yitirmiş Türkiye solunun önemli bir uğraşı, Avrupa’daki tartışmaları herhangi bir dolayım olmadan Türkiye gündemine ithal etmek ve geçtiğimiz yılın tartışmaları da İslamofobi meselesinin bir istisna oluşturmadığını gösteriyor. AKP’nin 1 Kasım seçimlerinde aldığı yüzde 49’luk oyun ardından henüz ayılamayan bir kesimin, yeniden ‘‘işçi sınıfının içinde örgütlenmek istiyorsak, halkın duyarlılıklarını göz önünde bulundurmalıyız’’ teranesine sarılmaya hazır olduğu da ortada. Buna bir de, stratejik düşünme yeteneğini bütünüyle yitiren solun, Türkiye’deki diğer siyasi aktörlerin de bu yeteneği taşımadıkları gibi bir yanılgı içinde ve onların siyasi-ideolojik girdilerini taşımaya teşne olduğunu eklemeliyiz. Dolayısıyla İslamofobi meselesi üzerine birkaç söz söylenmeyi fazlasıyla hak ediyor.
Siyaseten doğruculuk
ya da siyasetsizlik
Belirttiğimiz gibi, IŞİD ve El-Kadie meşeli terör saldırıları, Avrupa’da artan göçmen ve yabancı karşıtlığının İslami bir sosla servis edilerek, daha geniş bir alıcı kitlesine ulaşması için ek olanaklar sunuyor. Bu durum hem aşırı sağın ve ırkçılığın rezonans içine gireceği kitlenin sayısında bir artış anlamına geliyor hem de başta Almanya ve Fransa olmak üzere Avrupalı emperyalist merkezlerin Ortadoğu’ya yönelik yeni askeri-siyasi operasyonlara girişmelerinin ve bunu yaparken de ülke içindeki siyasal muhalefetin bastırarak korkuya dayalı güvenlikçi politikaları derinleştirmelerinin zeminini oluşturuyor. Dolayısıyla İslam karşıtlığı meselesinin, Avrupa’daki göçmen mücadelesinin ve daha genel olarak da Avrupa solunun çok daha fazla gündemine girmesi kaçınılmaz.
Avrupa solunun göçmenlerin ve Avrupa’da yaşayan Müslümanların sorunlarını da kapsayan bir dizi başlıkta uzun yıllar boyunca kimlik siyasetinin dışına çıkmakta zorlandığını biliyoruz. Bunun temelinde sol siyasetin genel olarak stratejik ve ilişkisel düşünme kabiliyetini yitirmesi yatıyor. Sol toplumda var olan eşitsizlikleri, bu eşitsizliklerin bütünüyle aşılmasını hedefleyen siyasal bir stratejiye tercüme edemediği oranda, siyaseten doğruculuk adı verilen, apolitik, savunmacı bir pozisyona çekildi. Irkçılık, cinsiyetçilik, göçmen karşıtlığı gibi sorunlar, eşitsizliklerin cisimleştiği birer toplumsal ilişki olmaktan ziyade toplumun her katmanında hazır ve nazır, kendinden menkul yapılar olarak görüldüğü müddetçe, solculuk da bu yapıların etkilerinden ne kadar azade, bir başka ne kadar ‘‘arı, saf’’ olunduğuyla ölçülen bir kimliğe dönüştürüldü. Dolayısıyla bu toplumsal ilişkilerin dönüştürülmesini hedefleyen stratejik-siyasi mücadele yerini, ‘‘siyaseten doğru’’, temiz alanların yaratılmasından ibaret bir var olma biçimine bıraktı. İslamofobi tartışmaları da büyük oranda bu kimlik siyasetinin, daha doğru bir ifadeyle siyasetsiz sol ‘‘konumlanışın’’ bir parçası olarak gelişti ve Türkiye’ye de bu çerçeve üzerinden ithal edildi.
Avrupa’da gelişen İslam karşıtlığı olgusunun zamandan ve mekandan kopartılarak, Türkiye’de sol siyaset(sizliğ)in gündemine taşınmasının, zaten gericilikle mücadeleyi uzun bir süredir ajandasından çıkarmış olan Türkiye solunun ideolojik olarak daha da silahsızlandırılmasından başka bir sonuç üretmeyeceği açık. Bununla birlikte, bu ithal denemesinin, genel olarak sol liberal bir pozisyona eklemlenme dışında, gerek yabancı/göçmen karşıtlığı gerekse siyasal İslam’ın gücü açısından Avrupa’dan çok farklı niteliklere sahip olan Türkiye’de tek başına yaratabileceği etkinin sınırları da ortada.
İşçi sınıfının ‘‘değerleri’’
Tam da bu noktada, İslamofobi tartışmalarının Türkiye’de askeri vesayetin tasfiyesi adına, 2000’ler boyunca AKP’ye soldan verilen desteğin meşrulaştırılması amacıyla kullanıldığına dikkat çekmeliyiz. İslamofobi’nin Avrupa’daki anlamıyla Türkiye’de tarihsel ve toplumsal dinamiklerden yoksun olduğu herkesin malumu olduğundan, bu kavramın Türkiye’ye ithali sırasında yeni dinamikler icat edilmesi de gerekiyordu. Bu dinamikse Cumhuriyet’in kuruluş döneminde kemalizmin yukarıdan dayattığı laiklik politikalarında bulundu. Buna göre sadece Cumhuriyet’in kurucu kadroları değil, İslam dünyasındaki tüm diğer seküler hareketler de İslamofobik dürtülerle hareket eden, nüfusun büyük çoğunluğunu Müslüman kimlikleri nedeniyle kamusal-siyasal alandan dışlayan, topluma ‘‘yabancı’’ aktörler olarak resmedildi. İslamofobi kavramı, bir yandan Türkiye’de siyasal İslamcılığın da beslendiği liberal-muhafazakâr tarih okumasına evrensel bir meşruiyet kazandırmak için kullanılırken, diğer yandan da gericiliğe karşı mücadeleyi silahsızlandırmak için bilinçli bir şekilde devreye sokuldu. Dindar-laik kutuplaştırmasının bir ‘‘iktidar strajesi’’nden ibaret olduğu, ezilenlerin iktidara karşı ortak mücadelesini engellemek için icat edildiği, gericilikle mücadeleden taviz vermeyen solun da İslamofobik tutumu nedeniyle bu iktidar stratejisini içselleştirdiği iddia edildi.
Belki de en sarih ifadesini 7 Haziran seçimleri öncesinde Selahattin Demirtaş’ın ‘‘solun toplumla buluşamamasının önündeki en büyük engel İslam düşmanlığıdır’’ sözlerinde bulan bu iddia, yeri geldiğinde ‘‘sınıfçı’’ bir örtü altında, Türkiye sosyalist hareketini sendika üyesi olanlardan yüzde yetmişinin ‘‘İslamcı’’ sendikaları tercih ettiği Türkiye işçi sınıfına ‘‘karşı’’ bir mücadele içine girdiği tezlerine zemin yapıldı. Böylece Avrupa’da göçmen/yabancı karşıtlığının ideolojik bir cüzü olan İslamofobi el çabukluğu marifet, Türkiye sosyalist hareketinin kemalizmle bulaşıklığından kaynaklanan büyük günahına dönüştürülüverdi. AKP’nin sandık vasıtasıyla kurduğu hakimiyetin altında ezilen ve kendisinin ‘‘toplum’’a, ‘‘toplum’’un da kendisine yabancı olduğunu keşfeden bir solun, bu baskı karşısında gardının düşmesiyse kaçınılmazdı.
Herkesi kendisi gibi sananlar
Kuşkusuz İslamofobi eleştirisini Türkiye’ye taşıyanlar yalnızca siyasetsiz solcular ve gericilik karşısındaki teslimiyetlerini, Türkiye sosyalist hareketini köksüzleştirerek örtmeye çalışanlardan ibaret değildi. İslamofobi tartışması, hem doğrudan AKP iktidarı ve Erdoğan, hem de Türkiye’de yeni rejimin kalemşörleri tarafından büyük bir şevkle karşılandı. Hem Batı karşısında hem de ülke içinde siyasal İslam’ın en önemli ideolojik kozlarından olan ‘‘mağduriyet’’in inşasında çok önemli bir manivelaya dönüştürüldü İslamofobi söylemi. Böylece çoktan stratejik düşünme yeteneğini kaybetmiş ve başta Kürt hareketi ve siyasi İslam olmak üzere, ülkedeki diğer aktörlerin de stratejik hamlelerini okumaktan aciz Türkiye solu, (zaten stratejik bir tercih olarak Türkiye’de gericiliği müttefik belirlemiş kesimler bir yana) siyasetsizliğin ve sosyalist hareketin dönüştürücülüğünden ümidi kesmenin bedelini, doğrudan yeni rejimin ideolojik yörüngesine girerek ödemiş oldu. Solun gericilik karşısında kendisini silahsızlandırması beraberinde teslimiyeti getirdi. Üstüne üstlük sol, İslamofibi eleştirisi üzerinden, siyasal İslam’a kendi stratejik gündemini içine gömebileceği, evrensel, kabul edilebilir bir zemin de hazırlanmış oldu.
Gerçek İslamofobi ve görevimiz
Pekiyi, Türkiye’de gerçekten bir İslamofobi gündemi yok mu ve bütün bu tartışmalar sadece liberal sol, yeni sosyal demokrasi ve siyasal İslam arasında kurulan ve yeni rejimi güçlendiren, Türkiye sosyalist hareketini gericilik karşısında silahsızlandıran söylemsel bir zeminden mi ibaret?
İslamofobi, kelimenin gerçek anlamıyla İslam karşısında duyulan korkuyu, İslam’la karşılaşıldığında duyulan rahatsızlığı anlatır. Oysa siyasal açıdan kavram, Müslüman kimliğini taşıyanlara karşı beraberinde nefret söylemini de getiren, ayrım gözetmeyen mesnetsiz önyargı ve ayrımcılık anlamını taşır. Türkiye’de kelimenin bu siyasal anlamıyla değil, fakat gerçek anlamıyla bir İslam korkusunun, siyasal İslam karşısında büyük bir fobinin gelişmekte olduğu söylenebilir. Büyük oranda, yukarıda kimi veçhelerini ortaya koymaya çalıştığımız Türkiye ilericiliğinin siyasal İslam karşısında silahsızlandırılmasının, ve sürekli olarak siyasal İslam’la hesaplaşma arenası olarak gösterilen sandıkta kaybetmesinin sonucunda solun geniş kesimlerinde yaygın bir korku halinin varlığı gözleniyor. Bu bazen beraberinde kamusal-siyasal alandan mümkün olduğunca çekilmeyi, siyasal İslam’la temas noktalarını azaltmayı, bazense memleketi bırakıp kaçma fikrini getiriyor ve Türkiye solu açısından önemli bir özgüven yitimi ve teslimiyet riski taşıyor.
Bu korkunun üzerine gidilmeden, bu korkuyla yüzleşilmeden, bu korkunun üstesinden gelinmeden Türkiye sosyalist hareketinin güçlenmesi, düzen siyasetinin karşısında kendine güvenen bir alternatif oluşturması düşünülemez. Bunun yoluysa solda gericilikle mücadele bizim işimizdir diyen, sosyalist siyasetin dönüştürücü gücüne güvenen, siyaseti tam da bu dönüştürme faaliyeti olarak gören stratejik aklın güçlenmesinden geçiyor. Gericilikle mücadele içinse ilk olarak, Türkiye ilericiliğini gericilik karşısında silahsızlandıran her tür ideolojik girdiyle kavga edilmesi gerekiyor.