İsrail’in Kuruluş Süreci ve SSCB

Ogün Eratalay

İsrail, günümüzde Ortadoğu’da emperyalizmin ileri karakolu konumunda. NATO’nun resmî üyesi olmasa da önde gelen müttefiki konumundaki ülke, ABD ve İngiltere başta olmak üzere Batılı devletler tarafından koşulsuz destekleniyor. 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana İsrail, başta Gazze olmak üzere Batı Şeria, Yemen, Suriye, Lübnan ile doğrudan savaş halinde; bunun ötesinde İran’a karşı saldırgan bir tutum sergiliyor. Bu yazıda son dönemde yukarıda sıraladığımız başlıklar sebebiyle çok tartışılan İsrail’in, kuruluş sürecinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği ile ilişkilerini ele alacağız.

İsrail’i kim kurdu? Yahudi örgütleri ve küresel Yahudi sermayesinin durumu

Dünya Siyonist Teşkilatı, İsrail Devleti kurulmadan çok önce 1897 yılında faaliyete geçti. İlk başkanı, İsviçre’nin Basel kentinde 29-31 Ağustos 1897 tarihlerinde toplanan I. Siyonist Kongre’nin toplanmasına öncülük eden Theodor Herzl idi. Kongrenin temel amacı Filistin topraklarında Yahudiler için bir vatan inşa etmek olarak tanımlandıktan sonra bu amaca dair kurumsal örgütlenmelere başlanmıştır. Bu örgütlerin en dikkat çekeni Dünya Siyonist Teşkilatı’dır. Teşkilat, kongrede ilan edilen Filistin’de Yahudiler için bir vatan kurma görevi çerçevesinde bir çatı örgütü gibi davranmıştır. Filistin topraklarının I. Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı İmparatorluğu denetiminden çıkması örgütün gömlek değiştirmesine yol açmıştır.

1919 yılından 15 Mayıs 1948 tarihine kadar bölgede kurumsal varlığını sürdüren Büyük Britanya’ya bağlı Filistin Mandası yönetimi 1929 yılında Dünya Siyonist Teşkilatı’na bağlı olarak kurulan İsrail Yahudi Ajansı’nı resmî muhatap olarak tanımıştır. İngiliz manda yönetimi altında adeta devlet içinde devlet gibi örgütlenen bu kurum, Filistin topraklarında bir devlet aygıtının çekirdeğinin örgütlenmesini sağlamış, fabrikalar-işletmeler açılmasına ön ayak olmuş, Yahudi sermayesinin tek merkezden planlanmasını sağlamış, kendisine bağlı Haganah adlı gayri-resmi silahlı kuvveti oluşturmuştur. Filistin topraklarına yıllar boyunca Yahudi yerleşimcilerin göç etmesini sağlamıştır. Ajansın özellikle ABD ve İngiltere başta olmak üzere Avrupa’nın pek çok ülkesinde temsilcilikleri bulunmaktaydı ve küresel Yahudi sermayesiyle kopmaz bağlara sahipti. Sonunda 1948 yılında tek taraflı olarak ilan edilen bağımsızlığın, Ajans’ın Başkanı olan David Ben-Gurion tarafından kamuoyuna duyurulması da bu açıdan bakıldığında şaşırtıcı değildir. 

Anlamı İbranice “savunma” anlamına gelen Haganah, devlet gibi faaliyet gösteren İsrail Yahudi Ajansı’nın silahlı kuvvetiydi. Bölgedeki tüm silahlı çatışmalarda yer alan milis örgütü, bağımsızlığın ilan edilmesiyle beraber İsrail Silahlı Kuvvetleri’ne dönüşmüştür. Özellikle II. Dünya Savaşı’nın ardından Yahudilerin Filistin’e gitmelerine konan engellerin kaldırılmasına yönelik terör eylemlerine girişen örgüt, İngiliz manda yönetimini hedef alan çok sayıda eylem gerçekleştirmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında Yahudilerin pek çok bölgede Müttefiklerle ve özellikle İngilizlerle işbirliği halinde savaştığını hatırlatan direnişçiler, savaşın ardından Filistin’e gidilmesini engelleyen kararlara karşı mücadele başlatır. Bu eylemlerde Haganah’tan kopmuş olan İrgun örgütü başı çeker. ABD ve İngiltere tarafından terör örgütü ilan edilen İrgun, 22 Temmuz 1946 tarihinde İngiliz manda yönetimi tarafından karargâh olarak kullanılan King David Oteli bombalamasını gerçekleştirir. Günümüzde şovenist ve aşırı sağcı Likud partisinin öncülü olan örgüt bu saldırıda 91 kişinin ölmesine yol açmıştır. Yargısız infazlar ve Arap sivillere yönelik katliamlardan sorumlu olan örgüt, bağımsızlık ilanından sonra İsrail Silahlı Kuvvetleri’ne dahil olmuştur.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Yahudilerin durumu nasıldı?

Yahudilerin savaşın hemen ardından yaşadıkları durumu en iyi anlatan belgelerden birisi 20 Nisan 1946 tarihli Anglo-American Committee of Inquiry adlı grubun ABD ve İngiltere hükümetleri için hazırladığı rapordur.1 Bu rapora göre Avrupa’nın tamamında doğrudan Nazi yönetimi veya işbirlikçi rejimler eliyle Yahudilere yönelik kıyıma dair ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Savaş süresince Yahudiler, komünistler, partizanlar, Nazi işgaline karşı direnişçiler imha kamplarına gönderilmiş, akıl almaz işkencelere maruz kaldıktan sonra öldürülmüştür. Bunun da ötesinde işgal altındaki Ukrayna’da yaşanan Volhinya katliamlarında olduğu gibi on binlerce Yahudi, Nazi işbirlikçisi yerel milisler tarafından katledilmiştir.2 Yahudiler arasından savaş sırasında çok çeşitli direnişçiler çıkmış, Nazi işgali altındaki bölgelerde partizanlarla işbirliği yapılmış, Varşova Gettosu Ayaklanması (18 Ocak-16 Mayıs 1943) gibi önemli eylemlere imza atılmıştır.

Rapordan devam edersek kimi ülkelerde Yahudilerin durumuna ilişkin çok çarpıcı bilgilerle karşılaşırız. Örneğin Yunanistan’da savaştan önce 75 bin mertebesinde olan Yahudi sayısı, savaşın ardından 10 binin altına düşmüştür. 50 bin kişilik bir Yahudi nüfusu olan Selanik’te yalnızca 2 bin Yahudi hayatta kalmıştır. Bulgaristan gibi görece az nüfusunu kaybeden Yahudi toplumu (5/50 bin) savaş sırasında çıkarılan ayrımcı yasalar, engellemeler, mal edinme hakkının elden alınması, zorla çalıştırma, mülklerine zorla el konulması gibi uygulamalara maruz bırakılmıştır. 

Dolayısıyla yurt olarak gördüğü topraklarda aşağılanan, ayrımcılığa uğrayan, muhtemelen de yakınlarının çoğu öldürülmüş bireyler bulundukları bölgelerden göç etmek istiyorlardı. Savaşın ardından tüm Avrupa’da ortaya çıkan yıkım, ülke ekonomilerinin çok kötü durumda olması, açlık ve barınma sorunlarının yanı sıra işsizlik, Yahudilerde yurdunu terk etme güdüsünü artıran etkenlerden olmuştur.

İsrail’in kurulmasından önce Filistin’deki durum nasıldı?

İngiltere, I. Dünya Savaşı’nın ardından sadece Filistin’i değil bugün Suriye, Irak, Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan gibi ülkelerin bulunduğu toprakları Fransa ile beraber dilediği gibi şekillendirdi. Bu ülkelerdeki çoğunlukla hakim olan feodal ekonomik ve toplumsal yapıyı temel alarak, önemli kabilelerden işbirlikçi idarecileri başa getirdi. Filistin topraklarında ise Araplar çoğunluk olmasına rağmen Yahudiler yasal ve yasa dışı yollardan bölgeye geliyor, sınırlı kaynağa sahip olan olan bölgedeki sorunlar artıyordu. Yahudilerle Araplar arasında birlikte İngiliz emperyalizmine karşı mücadele edilmesini öngören örgütler ortaya çıksa da her iki toplum nezdinde de şovenist ve sağcı/ırkçı yaklaşımlar daha cazip olmuş ve toplumda genel kabul görmüştür. Filistin topraklarında Araplar ekonomik hayatta daha çok kıra bağlı tarımsal bir toplum görüntüsü verirken, özellikle bölge dışından gelen Yahudilerin de etkisiyle Yahudi toplumu daha kentli ve ekonomik anlamda gelişkin bir görüntü çizmekteydi. Bunda Yahudilerin örgütlü bir kapalı toplum olarak hareket etmeleri ve küresel Yahudi sermayesinin payı ve desteği önemlidir. Bölgeye daha Nazi iktidarının ilk yıllarında başta Almanya’dan kaçarak gelen Yahudiler kendilerini öncü kuvvet olarak gördüklerini belirtmiş, savaşın ardından “asıl birliklerin” de bölgeye geleceğini söylemiştir. Savaşın Nazilerin yenilgisiyle tamamlanmasının ardından Müttefikler safında savaşmış Yahudilerde Filistin topraklarında kurulacak bir devlet hayali artık gerçekleşmesi gereken bir istek haline gelmiştir. Özellikle manda topraklarındaki Ajans el altından silah tedariğine başlamış ve Filistin patlamaya hazır bomba haline gelmiştir. Savaşın getirdiği büyük malî, ekonomik ve toplumsal yıkımın ardından eski imparatorluk hülyalarının gereğini yerine getiremeyeceğini anlayan İngiliz emperyalizmi bölgeden ayrılmanın hesaplarını yapmaktaydı.3 Sömürgelerin yavaş yavaş bağımsızlık mücadelelerini yükseltmeye başlamalarıyla çakışan bu plan Filistin bölgesindeki gelişmeleri tetikleyen etkenlerden birisi oldu.4

SSCB İsrail’in kurulmasından önce ve savaştan sonra ne durumdaydı?

Ekim Devrimi’yle beraber temelleri atılan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği, 1941 yılında görülmemiş bir şiddette Nazi Almanyası saldırısına maruz kalmıştı. Avrupa’daki pek çok ülke ordusunun hafta, gün ve hatta saat mertebesinde direnebildiği savaş makinesini önce durduran sonra gerileten, nihayet 1945 yılında Berlin’de boğan Kızıl Ordu ve partizan birlikleri, insanlığı Nazi belasından kurtarmış durumdaydı. Ancak ülke çok büyük bir felaketin eşiğinden dönmüştü. 

Ülkenin batı bölgeleri Nazi işgaline uğradığı için neredeyse tamamen yıkılmış, buradaki sanayi altyapısı Ural Dağları’nın ötesine taşınmıştı. Ayrıca tarımsal araziler harap olmuş, işgücü azalmış, bazı kentlerde tüm altyapı çökmüş durumdaydı. Savaş nedeniyle milyonlarca insanını kaybeden Sovyet ülkesi, bunun dışında yine milyonlarca insanın göçmesi ve silah altındaki askerlerin terhis edilmeleri nedeniyle barınma, işgücünün ekonomiye katılması gibi yapısal sorunlarla başa çıkmaya çalışıyordu. 

Buna karşılık, savaştan muzaffer çıkan Bolşeviklerin, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Josef Stalin’in ve genel olarak komünistlerin dünyada ve SSCB’de büyük bir prestiji bulunuyordu. 1941-1945 Anayurt Savaşı olarak adlandırılan savaşın ardından Sovyetler Birliği bir dünya gücü olarak ortaya çıkmıştı. Ancak savaş dönemi müttefiklik ilişkileri hızla erozyona uğruyor, özellikle ABD Başkanı Truman’ın başa geçmesiyle emperyalizm gemi azıya alıyordu. 

Sovyetler Birliği, Nazi boyunduruğundan kurtardığı topraklarda savaş öncesi toplumsal dengelerin yeniden tesis edilmesine engel oluyor, yıllarca ezilen, baskı gören, katledilen komünistlerin, yurtseverlerin, emekçilerin iktidarının önünü açıyordu. Bu anlamda Almanya, Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk gibi ülkelerde sosyalizan rejimlerin kurulmasına öncülük edilmiş, enternasyonalist dayanışma gereği yeni toplumsal alt üst oluşlarda emperyalizme cephe alınmış durumdaydı. Ancak bazı alanlarda işler hiç de iyi gitmiyordu…

Sosyalist mücadelede başarısızlık yalnızca yanlış yola girmek”le olmuyor. Durmak veya sınıfsız topluma doğru yolculukta uygun mücadele konusu bulamamak da, başarısızlığa davetiye çıkarmak anlamına geliyor. Stalin’in İkinci Savaş’ta ortaya çıkan uluslararası duruma gereğinden fazla güvendiğinin altını çizmek gerekiyor. Belli bir süreyi Sovyet topraklarında savaşın yaralarını sarmakla geçirmek için yeterince uygun bir ortamın yaratıldığını düşünen Stalin, 1920 ve 30’lu yıllarda muazzam ölçülerde politize olan Sovyet toplumunun hedefsizleştirilmesinin nasıl büyük bir felaket yaratacağını hesap edemedi. Edebilir miydi? Her aileden ortalama bir kişinin öldüğü, en önemli kentleri yakılıp yıkılmış bir ülkede yaraları sarmak bir perspektif olarak yeterince devrimci değil mi? Olmadığı ortaya çıktı. Daha sonra gibi zorlama hedeflerin telaffuz edilmesine neden olan da bu “durma”ydı.”5

SSCB, bu dönemde emperyalizmin kimi daha uzun vadeli planları karşısında savunmada kalmak durumunda kalmış, karşı karşıya kaldığı bütünlüklü saldırının gereği adımları atmakta tutuk davranabilmiştir. Bu başlıklar arasında Almanya sorunu, ABD’nin Avrupa kıtasını ekonomik olarak kalkındırma bahanesiyle Batılı ülkelere sızması kararı olan Marshall Planı sayılabilir. Savaşın hemen ardından İtalya ve Fransa gibi ülkelerde komünist partilerin seçimlerden birinci parti çıkmalarına rağmen iktidara gelmelerinin önünün emperyalizm tarafından kesildiği aşikârdır.6 Nazileri ülkelerinden kendi güçleriyle atmayı başaran Tito önderliğindeki partizanların ülkesi Yugoslavya ise süreç içinde SSCB ile ilişkileri koparacak seviyeye gelmiştir.

***

İkinci Savaş’ın başından itibaren Sovyet yönetiminin dünya halklarının antifaşist cepheye omuz vermelerini sağlayabilmek için gösterdiği çaba, yalnızca faşizme karşı mücadele için değil, genel olarak sosyalist düşüncenin yaygınlaşması ve örgütlenmesi için büyük olanaklar yarattı. Bu olanakların bazı ülkelerde kalıcı ürün vermemesini yalnızca antifaşist koalisyonun sınıflar mücadelesini geriye çekmesine bağlamak doğru değil. Özellikle İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde ilerici hareketin 1942-43 yılından sonra kazandığı ivmenin daha sonra tepetaklak gitmesi, ancak birden fazla nedenle açıklanabilir. Bütün faturanın Sovyetler Birliği’ne çıkarılması gerçek bir haksızlıktır.”7

Süreç çok karmaşıktır ve yolunda gitmemiş olan işlerde kusurlu tarafın kim olduğundan çok ideolojik anlamda hangi görüşün daha baskın olduğunu görebilmek önem kazanmaktadır. Bir örnekle açıklamaya çalışalım.

Savaşın en kızgın dönemlerinde Nazi Almanyasının o döneme kadar yenilmemiş birlikleriyle dört yıl boyunca tek başına savaşan Sovyetler Birliği, bu dönemde ilerici kamuoyunun verebildiği tüm yardımları kabul etmekteydi. Bu kapsamda kurulan Yahudi Anti-Faşist Komitesi Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’da kamuoyu yaratmak ve SSCB’ye destek toplamak için faaliyetlerine başlamıştı. 

Savaştan önce Filistin’de kurulacak bir Yahudi Devleti için SSCB ile diplomatik temaslar yürüten David Ben-Gurion, Nazilerin SSCB’ye saldırmasıyla beraber yeni bir görev üstlendi. Buna göre Gurion ve ekibi Sovyetler Birliği’nin acil olarak ihtiyacı olan her türlü kaynağın sağlanması için ABD’de kulis yapacak, Yahudi Anti-Faşist Komitesi’ne destek olacaktı.

Charlie Chaplin, Albert Einstein, Paul Robeson, Lion Feuchtwanger gibi isimleri kazanan hareket uluslararası kamuoyunda oldukça etkili olmuştur. Kurum, özellikle ABD’nin SSCB’ye askeri yardım yapmasının önünü açmıştır. Ancak bu denemenin kimi olumsuz yansımaları da olmuştur. Bu kurumda görev alan Sovyet Dışişleri Bakanı Vyaçeslav Molotov’un eşi ve aynı zamanda Hafif Sanayi Bakanı Polina Zemçuzina bile sonraki dönemde kendisini milliyetçi Yahudi davasına kaptırabilmiş, diplomatik esasları çiğneyebilmiştir.8 

BM Karar No.181 ve SSCB görüşü

İsrail’in bağımsızlık ilan etmesinin önünü açan, bu anlamda 1948 yılından günümüze kadar devam eden inişli-çıkışlı savaş halinin önemli bir noktası da Birleşmiş Milletler’in aldığı 181 numaralı karardır. Karar, Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komitesi’nin raporu uyarınca formüle edilmiş ve 29 Kasım 1947 günü Genel Kurul’da oylanmış, 33 lehte, 13 aleyhte oyla karar altına alınmıştır. Toplamda 22 sayfadan oluşan karar şu noktaları içerir:

  • 1 Ağustos 1948 tarihinden itibaren Filistin’deki İngiliz manda rejimi son bulacaktır.
  • Karar ekonomik ortaklığın süreceği bir ayrışma öngörür.
  • Bağımsız Arap ve Yahudi Devletleri kurulacaktır. (Sınırlar ayrıca ayrıntılı olarak belirlenmiştir)
  • Kudüs kenti özel uluslararası rejime tabi olacaktır.
  • Geçiş süreci beş üye ülkenin temsilcilerinden oluşan bir Komisyon tarafından gerçekleştirilecektir. Komisyon her ülkede geçici hükümet konseyi atayacak ve onlarla bir araya gelecektir. Geçiş süreçlerinde bu yapılar bölgede yetkili olacaktır. Manda idaresinin sona ermesiyle beraber Komisyon ile eşgüdüm halinde bu yapılar ilgili devletin bağımsızlığını ilan edebilecektir.
  • Geçiş süresi zarfında her iki hükümet de iç güvenliğini sağlamak için milis kuvvetleri kurabilecektir.
  • Her iki ülkedeki Kurucu Meclisler demokratik bir anayasa yazacak ve kurucu hükümeti meydana getirecektir. Seçimler genel ve gizli oy esasına göre olacak, devletlerarası anlaşmazlıklar barışçıl yöntemlerle çözülecektir.
  • Kararda ayrıca her devletin bağımsızlık ilanından önce Birleşmiş Milletler’e yapacağı bildirim metinlerine de yer verilmiştir. 
  • Ayrıca kutsal mekanlardaki haklar kısıtlanmayacak, ibadet özgürlüğü engellenmeyecektir. 
  • Anlaşmada Filistin bölgesinde ekonomik birlik sağlanmasının altyapısı tanımlanmış; gümrük birliği kurulacağı belirtilirken, ortak bir para birimi üzerinden işlemlerin yapılacağı belirtilmiştir. Bu anlamda Ortak Ekonomik Kurulu kurulması öngörülür.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan oylamada Sovyetler Birliği olumlu yönde oy kullanmıştır. Sovyetler Birliği’nin parçası olan ancak Birleşmiş Milletler nezdinde oy hakkı bulunan Belarus ve Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri de benzer şekilde oy kullanmıştır. Bu olumlu oyun gerekçesi 14 Mayıs 1947 tarihinde SSCB Dışişleri Bakanı ve Birleşmiş Milletler nezdinde daimi temsilcisi Andrey Gromıko’nun konuşmasında detaylandırılmıştır.9

Gromıko, Filistin sorununun akut hale geldiğini, Birleşmiş Milletler’in çözüm bulma sorumluluğunun bulunduğunu, uluslararası barış ve güvenlik kapsamında adımlar atılmak zorunluluğu bulunduğunu belirtmiştir. 1922 yılında kurulmuş olan Filistin manda yönetiminin başarısız olduğunun su götürmeyen bir gerçek olduğunu belirten diplomat, Filistin’de 1936 yılında başlayan ve yıllarca devam eden Arap ayaklanmasına dikkat çekerek kanlı olaylar ve eylemlerin her geçen gün arttığını belirtmiştir.

Gromıko, halihazırdaki manda yönetiminin ne Yahudiler ne de Araplar tarafından kabul edilebilir olduğunu, kurulacak komitenin daha önce meydana getirilen İngiliz-Amerikan Araştırma Komitesi’nin raporunda geçen saptamalara dikkat etmesi gerekli olduğunu söylemiştir. Bu raporda Filistin’in artık bir savaş meydanına dönüştüğü, her yerin dikenli tellerle çevrildiği, yollarda zırhlı araçlardan, silahlı polislerden geçilmediği bildirilmiştir. Manda yönetiminin halkın refahı için harcaması gereken kaynakları kolluk güçlerine harcadığı vurgulanmıştır. Ekonomik açıdan manda yönetiminin bir asker-polis devletine evrildiği tespit edilmiştir.

Sovyet diplomat, son savaşta (II. Dünya Savaşı) Yahudi halkının tarifsiz acılar yaşadığını belirtmiş, faşist saldırganların giriştiği katliamların rakamlarla izahının mümkün olmadığını söylemiştir. Buna göre Hitlerci sürülerin işgali altındaki bölgelerde Yahudiler sonuncusuna kadar kırılmıştır. Nazilerin elinde yaklaşık 6 milyon Yahudinin öldüğü sanılıyor, Batı Avrupa’daki Yahudi sayısı 1.5 milyon mertebesindedir.

Gromıko, bütün analizler ve yorumların savaşın ardından Yahudi toplumunun yaşadığı zorlukları tarif etmekten uzak olduğunu belirterek Avrupa’daki Yahudilerin çoğunun ülkelerinden, evlerinden, hayatlarını devam ettirebilecekleri olanaklardan uzak kaldığını söylemiştir. Buna göre Avrupa’daki varlıkları sadece sığınma ve barınmaya indirgenmiştir. Dolayısıyla Birleşmiş Milletler uhdesindeki insan haklarının korunması görevi kapsamında ırk, soy, inanç, cinsiyetten bağımsız olarak bu insanlara sözde değil, fiiliyatta yardım etmenin zamanı gelmiştir.

Gromıko devamla, Batı Avrupa’daki hiçbir devletin Yahudilerin temel insani haklarını faşistlere karşı koruyamamış olması, Yahudilerin kendilerine ait bir devlet kurma arzularını açıklamaktadır diyerek, II. Dünya Savaşı sırasında tarifsiz acılar yaşayan bu halkın bu arzularını görmezden gelmenin olası olmadığını vurgulamıştır.

Gromıko kurulan Komite’nin Filistin’de çözüm için önünde bulunan başlıca seçenekleri sıralamıştır:

  1. Birleşik bir Yahudi-Arap devletinin kurulması. Araplara ve Yahudilere eşit haklar
  2. Filistin’in Arap ve Yahudi olmak üzere iki bağımsız devlete bölünmesi.
  3. Filistin’de Yahudi toplumunun hiçbir hakkı dikkate alınmaksızın tek bir Arap Devleti kurulması.
  4. Filistin’de Arap toplumunun hiçbir hakkı dikkate alınmaksızın tek bir Yahudi Devleti kurulması.

Gromıko, SSCB’nin konuya dair yaptığı gözlemlerde Filistin’in Yahudi ve Arap halklarından oluştuğunu ve her iki halkın da bölgede tarihsel kökleri olduğunu görmekte olduğunu, dolayısıyla ne tarihi koşullar ne de güncel konjonktürün Filistin’de alınabilecek tek yanlı bir kararla diğer ulusun haklarının göz ardı edildiği bir Arap veya Yahudi devletinin kurulmasına gerekçe olarak gösterilemeyeceğini, bu karmaşık sorunun tek yanlı bakış açısıyla çözülemeyeceğini belirtmiştir.

Sovyet diplomat, ancak her iki halkın da hakları teslim edilerek eşitlikçi bir çözüme ulaşılabileceğini, tüm koşullar göz önüne alındığında böyle bir çözümün ancak bağımsız, ikili yapıya sahip, homojen Arap-Yahudi devleti sayesinde olacağını gösterdiğini ve bu devletin her iki toplumun eşit haklara sahip olduğu ve işbirliğinin öne çıktığı bir rejimin temellerini atabileceğini vurgulamıştır.

Gromıko, tarihin ırkçı ve dinsel ayrımların toplumlarda hâlâ ayakta olduğunu göstermekle beraber farklı ulusların aynı devlet yapısı içinde barış içinde bir arada yaşadığını da gösterdiğini, Filistin’de de tek bir devlet içinde barış ve dayanışma içinde iki ulusun birlikte yaşamasının en arzu edilen çözüm olduğunu, böyle bir çözümün her iki halkın dışında bölge için de olumlu bir gelişme olacağını söylemiştir.

Sovyet diplomat, bu plan uygulanamazsa, maalesef olayların gidişatının Araplarla Yahudiler arasındaki ilişkilerin kötüleşmesi yönünde olduğunu, bu durumda ikinci bir planın değerlendirmeye alınmasının gündeme gelebileceğini söylemiş, bu planın da Filistin içinde destekçilerinin olduğunu eklemiştir. Buna göre Filistin’de bölünme olacak, Arap ve Yahudi olmak üzere iki bağımsız egemen devlet kurulacaktır. Gromıko, tekrar ederek bu planın ancak Yahudilerle Arapların barış içinde bir arada yaşamasının olanaksız olması durumunda gündeme gelmesi gerektiğinin altını çizmiştir.

SSCB İsrail’de ne gördü? “Kibbutzim” ve sömürgelerin bağımsızlık mücadelesi 

Filistin topraklarındaki Yahudi yerleşimleri olan kibbutz (çoğulu kibbutzim) ilginç bir toplumsal örgütlenme modeliydi. Kelime anlamı olarak “birlikte, beraber” anlamına gelen bu uygulamada tarımda ortak mülkiyet esasına göre üretim yapılıyordu. Zamanla tarımsal üretimin yanı sıra sanayi faaliyetlerini de kapsayacak şekilde geliştirilen bu uygulama, sosyalizan unsurlar taşıyordu. 

Ancak kibbutz adı verilen dayanışma temelli çiftliklerde gerçekleştirilen tarımsal üretim, Filistin topraklarında hakim üretim ilişkisinin kapitalist olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Bu açıdan bakıldığında Kibbutz deneyiminin “sosyalist” olarak adlandırılması ancak Henri de Saint-Simon veya Robert Owen gibi ütopik sosyalist önderlerin başarısız girişimlerine benzeyebilir. Bütün bu verilere rağmen David Ben-Gurion gibi geleceğin önemli İsrailli devlet adamlarının sosyalizmle siyonizmi aynı potada birleştirdiklerini iddia ettikleri, günümüzde daha çok sosyal-demokrasiye benzetilebilecek işçi siyonizmini savunmaları, Sovyetler Birliği’ne dair dostane yaklaşımları ve özellikle ABD’deki yoksul Yahudiler arasında sosyalizmin yaygınlığı, kibbutz deneyimine önem atfedilmesine yol açmıştır. Zaten etkileşim iki yönlüdür. Filistin topraklarına 1930’lu yıllarda yerleşenler doğrudan Sovyetler Birliği’nden etkilenerek kibbutz deneyimini güncelleştirmiş, geliştirmiştir.10 Ancak Yahudi Devleti’nin ilanıyla beraber sosyalizan eğilimleri olan kibbutzim önemsizleştirilmiş, daha esnek bir birliktelik olan moşav tarım kooperatifleri yaygınlık kazanmıştır. Bu eğilim kırsal Yahudi toplumunda Sovyet yanlılığının güç kaybederek ABD ve Batı yanlılığının güç kazanmasıyla doğrudan ilgilidir.11

Özellikle II. Dünya Savaşı’nın Avrupa’da sona ermek üzere olduğu dönemde Ben-Gurion önderliğindeki Yahudilerin Sovyetler Birliği’ne dolaylı yollardan yaptıkları destek, Sovyet diplomat İvan Mayskiy’in kibbutzim ziyaretleriyle taçlanmıştır.12 Ancak buna rağmen SSCB, Filistin başlığında doğrudan Yahudilerin tarafında yer almamış, Ortadoğu coğrafyasında Arap ülkeleri nezdinde de etkili olabilmek adına elçilikler açılmasına karar vererek ilk elçiliğini 1943 yılında Mısır’da açmıştır. 

*

II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından gelen dönem, batılı müttefik devletlerin savaş döneminde savundukları “özgürlük” söylemiyle, bizzat yürüttükleri sömürge siyasetinin çelişkisinin bütün çıplaklığıyla ortaya çıktığı dönemdir. ABD Silahlı Kuvvetleri “özgürlük” adına Nazilerle savaşırken, kendi ordusundaki siyahi havacılara ikinci sınıf insan muamelesi yapıyordu.13 Benzer bir şekilde Fransa, Afrika’daki sömürgelerinden getirdiği askerlerden “insanlığın özgürlüğü” adına ölmelerini isterken, savaşın ardından aynı kölelik koşullarının devam etmesini istiyordu. Dolayısıyla özellikle muharip askerlere sahip sömürgeler, savaşın ardından bağımsızlıklarını istemekteydi. Ancak emperyalizm bağımsızlıklarını isteyen ülkelere karşı gerçek yüzünü hızla ve en acımasız şekilde göstermekten çekinmedi. Hollanda’dan bağımsızlığını isteyen Endonezya, Fransa’dan bağımsızlığını isteyen Vietnam, İngilizlerden bağımsızlığını isteyen Malaya halkları bunun en bilinen örnekleridir. Emperyalist ülkeler adı geçen ülkelerde ve diğerlerinde bağımsızlık mücadelelerinin önünü kesmek için sayısız katliama imza atmıştır, etkileri bugüne kadar insanlık dışı uygulamalarda bulunmuştur. 

Büyük ölçüde sosyalizan ve yurtsever gerilla birlikleri eliyle yürütülen bu mücadeleler dünya kamuoyunda büyük saygınlık görüyor, SSCB ve sosyalizmin etkisini artırıyor, güçlendiriyordu. Dolayısıyla İngiliz emperyalizminin Filistin bölgesinden çekilme kararı bu yeni açılan sömürgesizleşme sürecinin parçası olarak görülmüş ve olumlanmıştır.

Ortadoğu söz konusu olduğunda ise Sovyetler Birliği savaşın ardından büyük bir ekonomik krize girmiş olan İngiltere ile yeni süper güç olarak ortaya çıkmakta olan ABD arasında bölgedeki dengeler açısından bir kriz dinamiği görüyordu. Filistin’de Yahudi yerleşimciler sorunu sayesinde İngiltere’nin bölgedeki hâkimiyetinin gerilediğini tespit ediyordu.  

Emperyalizm saldırıya geçiyor: Truman Doktrini

“Amerika Birleşik Devletleri, Yunan Hükümetinden acil bir mali ve ekonomik yardım çağrısı aldı. Şu anda Yunanistan’da bulunan Amerikan Ekonomik Misyonu’ndan gelen ön raporlar ve Yunanistan’daki Amerikan Büyükelçisi’nden gelen raporlar, Yunan Hükümeti’nin Yunanistan’ın özgür bir ulus olarak hayatta kalması için yardımın zorunlu olduğu yönündeki açıklamasını doğruluyor. Yunanistan zengin bir ülke değil. Yeterli doğal kaynak eksikliği, Yunan halkını her zaman geçimini sağlamak için çok çalışmaya zorladı. 1940’tan beri, bu çalışkan ve barışsever ülke işgal, dört yıl süren acımasız düşman işgali ve acımasız iç çekişmeler yaşadı. Kurtuluş güçleri Yunanistan’a girdiğinde, geri çekilen Almanların neredeyse tüm demiryollarını, yolları, liman tesislerini, iletişimleri ve ticaret gemilerini yok ettiğini gördüler. Binden fazla köy yakılmıştı. Çocukların yüzde seksen beşi tüberküloz hastasıydı. Çiftlik hayvanları, kümes hayvanları ve çeki hayvanları neredeyse yok olmuştu. Enflasyon neredeyse tüm birikimleri yok etmişti.

Bu trajik koşulların bir sonucu olarak, insan yoksulluğunu ve sefaletini istismar eden militan bir azınlık, şimdiye kadar ekonomik toparlanmayı imkânsız hale getiren siyasi kaos yaratmayı başardı. Yunan devletinin varlığı bugün, komünistler tarafından yönetilen ve hükümetin otoritesine birçok noktada, özellikle kuzey sınırları boyunca meydan okuyan birkaç bin silahlı adamın terörist faaliyetleri tarafından tehdit ediliyor.  

Bu arada, Yunan Hükümeti durumla başa çıkamıyor. Yunan ordusu küçük ve yetersiz. Yunan topraklarında hükümetin otoritesini yeniden tesis etmek istiyorsa malzeme ve ekipmana ihtiyacı var. Yunanistan, kendi kendine yeten ve saygın bir demokrasi haline gelmek istiyorsa yardıma ihtiyaç duyuyor.

Demokratik Yunanistan’ın başvurabileceği başka bir ülke yok. Başka hiçbir ulus demokratik bir Yunan Hükümeti için gerekli desteği sağlamaya istekli ve muktedir değildir. Yunanistan’a yardım eden İngiliz Hükümeti, 31 Mart’tan sonra daha fazla mali veya ekonomik yardımda bulunamayacak durumda. Büyük Britanya, Yunanistan da dahil olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerindeki taahhütlerini azaltma veya tasfiye etme zorunluluğu altında buluyor.

Yunanistan’ın komşusu Türkiye de dikkatimizi hak ediyor.

Bağımsız ve ekonomik olarak sağlam bir devlet olarak Türkiye’nin geleceği, dünyanın özgürlük seven halkları için Yunanistan’ın geleceği kadar önemlidir. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu koşullar, Yunanistan’ınkinden önemli ölçüde farklı. Türkiye, Yunanistan’ı etkileyen felaketlerden kurtulmuş durumda. Savaş sırasında ise Amerika Birleşik Devletleri ve Büyük Britanya Türkiye’ye maddi yardım sağlamıştır.

Bununla birlikte, Türkiye’nin şimdi desteğimize ihtiyacı var.

Türkiye, savaştan bu yana, ulusal bütünlüğünün korunması için gerekli olan modernizasyonu gerçekleştirmek amacıyla Büyük Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri’nden mali yardım talep etmiştir. Bu bütünlük, Orta Doğu’da düzenin korunması için elzemdir. İngiliz Hükümeti, kendi zorlukları nedeniyle artık Türkiye’ye mali veya ekonomik yardım sağlayamayacağını bize bildirmiştir. Yunanistan örneğinde olduğu gibi, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu yardımı alabilmesi için, Amerika Birleşik Devletleri’nin bunu sağlaması gerekir. Bu yardımı sağlayabilecek tek ülke biziz.

Silahlı azınlıklar veya dış baskılar tarafından boyunduruk altına alınma girişimlerine direnen özgür halkları desteklemenin Amerika Birleşik Devletleri’nin politikası olması gerektiğine inanıyorum. Özgür halkların kendi kaderlerini kendi yollarıyla belirlemelerine yardımcı olmamız gerektiğine inanıyorum. Yardımımızın öncelikle ekonomik istikrar ve düzenli siyasi süreçler için elzem olan ekonomik ve mali yardım yoluyla olması gerektiğine inanıyorum.

Bu kader anında Yunanistan ve Türkiye’ye yardım etmeyi başaramazsak, bunun etkisi hem Batı’ya hem de Doğu’ya çok daha geniş kapsamlı olacaktır. Derhal ve kararlı bir şekilde harekete geçmeliyiz.

Truman, 12 Mart 1947”14 

Bütün bu gelişmeler yaşanırken, ABD Başkanı Harry Truman tarafından ilan edilen ve tarihte “Truman Doktrini” olarak bilinen kararlar, emperyalizmin yeni saldırısının ilk işaretlerini içeriyordu. Truman’ın yaptığı konuşma metninde bugün artık çok aşina olduğumuz “özgür halklar”, “demokrasi” gibi tanımlamaların aslında kapitalist üst yapının savunulması, işçi sınıf örgütlerinin bastırılması ve NATO eliyle üye ülkelerin iç siyasetine doğrudan müdahale etmek anlamına geldiğini biliyoruz.15 Metinde bahsedilen Yunanistan örneğinden hareketle ülkelerinden Nazi işgalcilerini attıktan sonra sıranın patronlara geldiğini savunan komünistler için sarf edilen tanımlamalar ise elbette yok hükmündedir. 

Emperyalizmin aldığı inisiyatifi değerlendiren SSCB yönetimi, Filistin başlığı özelinde bölgedeki emperyalist etkinin azaltılması için önünde bir fırsat görüyordu.

Sonraki dönem

BM Kararı’nın ardından Manda yönetiminin sona erdiği 14 Mayıs 1948 tarihinde İsrail Devleti Tel-Aviv’de ilan edildi. Bağımsızlığın ilanından hemen sonra ise Arap-İsrail Savaşı başladı. Bu döneme kadar askerî harekâta oldukça yığınak yapan taraflar çarpışmaya girdi. Arap Birliği üyesi Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak, İsrail’e üç farklı yönden saldırdı. Ancak Arap ülkelerinin askerî kabiliyetlerinin sınırlılığı, koordinasyon eksikliği ve emperyalizmin doğrudan İsrail’e verdiği destek belirleyici oldu. 15 Mayıs 1948-10 Mart 1949 tarihleri arasında süren savaşı İsrail kazandı. Savaşın ardından yaklaşık 750 bin Filistinli topraklarından atılarak mülteci konumuna düşerken, Gazze Şeridi Mısır, Batı Şeria ise Ürdün denetimine girdi. İsrail artık Birleşmiş Milletler planında kendisine verilen topraklara ilave olarak Araplara ayrılmış olan bölgenin %60’ını denetler durumdaydı. Arap ülkeleri 1949 yılında İsrail ile ayrı ayrı ateşkes antlaşması imzalamak durumunda kalmış ancak Arap halkları bu anlaşmalara olan tepkilerini toplumsal olaylarla ortaya koymuştur. İzleyen dönemde Arap ülkelerinde büyük olaylar yaşanmış, Suriye ve Mısır’da iktidar değişikliği olmuştur. Filistinlilerin bugün “Nakba” (Büyük Felaket) olarak adlandırdıkları sürecin etkileri günümüzde hâlâ devam etmektedir. 

İsrail nasıl sömürge karşıtı olası bir odaktan emperyalizmin aracına dönüştü?

Yahudi devletinin kurulmasına giden süreç oldukça kanlıydı. Filistin Manda yönetimindeki İngiliz hedeflerine yönelik yapılan saldırılar bu yazıda sunulan örneğin çok ötesinde yaygın ve kapsamlıydı. Dolayısıyla kurulacak bir Yahudi devletinin sömürge karşıtı bir odak olma ihtimali bir rüya değildi. Ancak öyle de olsa, olaylar bu şekilde gelişmedi.

SSCB tarafından başlangıçta sömürge karşıtı bir odak olma ihtimali olan, toplumsal hayatta kibbutzim gibi sosyalizan özgün yapıların olduğu, savaş döneminde Sovyet zaferi için kamuoyu yaratmış bir aydın zümresine sahip olan Yahudi Devleti, bağımsızlık ilanını takip eden dönemde hızla şekil değiştirmiştir. Küresel Yahudi sermayesinin etkisi, bölgedeki İngiliz emperyalizminin yerini hızla Truman önderliğindeki Amerikan emperyalizminin alması, siyonizmin emperyalizmle güçlü bağları bu dönüşümde etkili olur. Bunun dışında İsrail’in takip eden dönemde Arap ülkelerindeki anti-emperyalist hareketlere müdahalesi ülkenin dönüşümünde belirleyici olur. İzleyen yıllarda İsrail’in bizzat kendisi fetih savaşları vererek hem sömürgeci konuma geçmiş, hem de emperyalizmin bölgedeki açılımlarının aracısı konumuna yükselmiştir.

Sonuç

“(İsrail Devleti’nin kurulmasına) Stalin ve ben hariç herkes karşıydı. Bazıları neden böyle yaptığımızı soruyor. Biz enternasyonalist özgürlükten yanayız. Eğer saldırgan milliyetçi bir siyaset izlemek anlamına gelmiyorsa neden karşı olalım ki? Bizim dönemimizde evet Bolşevikler siyonizm karşıtıydı, bugün de karşılar. Sosyalist bir örgüt sayılmalarına rağmen Bund’a bile karşıydık. Ancak siyonizm ve burjuva karşıtı olmak başkadır, Yahudi halkına karşı olmak başka. Her şeye rağmen Bir Arap-İsrail birliğini savunduk, her iki ulusun bir arada yaşaması gerektiğini söyledik. Eğer başarıya ulaşsaydı, bu çözümü destekleyecektik. Bu olmayacaksa ayrı bir İsrail devleti kurulmasından yana olduk. Ancak siyonizm karşıtlığımız devam etti.

(İsrail devletini neden sosyalist yapmadınız sorusuna cevaben) Eğer yapmaya kalksaydık, İngiltere ile savaşmak durumunda kalırdık. Amerika’yla da. Finlandiya’yı da sosyalist yapmanız gerekirdi diyebilirsin, inan bana o konu daha kolay çözülürdü. Ancak yapmadık ve ben doğru hareket ettiğimizi düşünüyorum. Eğer belirli bir çizgiyi geçseydik tamamen maceracı konumuna düşerdik. Maceracılık. Bu yüzden Avusturya konusunda geri adım attık. Yahudiler uzun bir dönem boyunca siyonizm bayrağı altında ülkeleri için mücadele ettiler. Biz elbette siyonizme karşıyız. Ancak bir halka baskı kurarak onların devlet kurma haklarını ellerinden alacak değildik. İsrail, kötü şekilde sonuçlandı. Aman yarabbim! İşte alın size Amerikan emperyalizmi.

Vyaçeslav Molotov”16

SSCB açısından bakıldığında Filistin sorunu II. Dünya Savaşı sonrası çok karmaşık ve yoğun ulusal ve uluslararası konjonktürde ön sıralarda kendisine yer bulamamış demek yanlış olmayacaktır. 

Yahudilerin kıyıma uğradığı ve hiçbir Batı Avrupa ülkesinin bu halkı koruyamadığı ifade edilmiş, dolayısıyla kendi memleketlerini kurma hakları olumlanmıştır. İngiliz mandasının kesinlikle çalışmadığı saptaması yapıldıktan sonra Filistin’de Arapların ve Yahudilerin tarihi hakları olduğu teslim edilip eşit haklara sahip tek devletli yapı önerilmiştir. Bunun olası olmaması durumunda iki devletli çözüm zaruri hallerde mümkün olabilir denilmiştir. Dolayısıyla bu verili durumda SSCB’nin aldığı tutumun kıyasıya eleştirilmesi objektif bir tutum olmayacaktır.

Öte yandan ABD Başkanlığında Roosevelt-Truman değişikliğiyle beraber emperyalizmin yepyeni bir saldırıya geçişiyle beraber SSCB’nin bu yeni döneme çok çabuk ayak uydurabildiğini söylemek de doğru olmayacaktır. Molotov gibi deneyimli bir komünist ve siyasetçinin ABD emperyalizminin Marshall  Yardımı eliyle yapmaya çalıştığını ilk anda görememesi17 ancak yeni döneme ayak uyduramamış olmakla açıklanabilir. SSCB özellikle II. Dünya Savaşı sırasındaki Yahudi katliamının ardından ideolojik olarak Nazi karşıtı bir İsrail Devleti’nin kurulmasını İngiliz emperyalizminin bölgeden kovulmasını, yeni yeni filiz vermekte olan sömürgesizleşme hareketinin bir parçası olarak görse de gelişmeler bu olasılığı hızla yalanlamıştır. Küresel emperyalist hiyerarşide İngiltere’nin yerini alan ABD ile kısa sürede çok yakın ilişkiler kuran İsrail, emperyalizmin bölgede yükselen sömürge karşıtlığı ve dolayısıyla sosyalizan hareketlere karşı Ortadoğu’ya müdahale aracı haline evrilmiştir. Bu durum karşısında konumlanan Sovyetler Birliği, özellikle Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki halklar nezdinde İsrail karşıtı tutumuyla saygınlık kazanmış, bölgede nüfuzunu artırarak sosyalizmin etkisinin bölge coğrafyasına taşınmasını sağlamıştır.

  1. https://ecf.org.il/media_items/307 17 Ekim 2024 tarihinde erişilmiştir. ↩︎
  2. Ukrayna’daki katliamı gerçekleştiren aşırı sağcı Ukrayna İsyancı Ordusu UPA milisleri Zelenskiy rejiminin 2019 yılında aldığı kararla onurlandırılmış, hayattaki üyelerine gazi statüsü verilmesini yasayla karara bağlamıştır. Bakınız: https://www.kyivpost.com/post/7148 26 Mart 2019 tarihli habere, 17 Ekim 2024 tarihinde erişilmiştir. ↩︎
  3. Savaşın hemen ardından İngiliz emperyalizmi dünya ölçeğindeki lider konumunu ABD’ye çoktan kaybetmiş durumdaydı ancak süreç özellikle Ortadoğu’daki krizleri İngilizlerin yönetememesiyle reddedilemez şekilde ortaya çıktı. Bakınız: 1956 Süveyş Krizi. ↩︎
  4. Siyonizmin kurucusu sayılan Herzl, Filistin’deki Yahudi devleti projesine destek ararken görüştüğü Cecil Rhodes gibi isimlere ve Rothschild ailesi gibi sermayedarlarla yaptığı görüşmelerde amacının bölgede bir sömürge kolonisi kurmak olduğunu, İngilizlerin bu sayede bölgede güvenebilecekleri bir devlet eliyle muazzam kârlar kazanacağını anlatmıştır. Bakınız: Stephen Halbrook, The Class Origins of Zionist Ideology, 1972, University of California Press. ↩︎
  5. Kemal Okuyan, Stalin’i Anlamak, 4. Baskı, Ekim 2013, s.193. ↩︎
  6. 21 Ekim 1945 Seçimlerinde Fransız Komünist Partisi %26 oyla birinci partidir. İtalyan Komünist Partisi 2-3 Haziran 1946 Seçimlerinde %19 oyla üçüncü parti olmuştur. ↩︎
  7. Kemal Okuyan, a.g.e, s.191. ↩︎
  8. Yahudi bir ailenin kızı olan Polina (1897-1970) 1918 yılında partiye katılmış ve iç savaş sırasında cephede Kızıl Ordu lehine ajitatör olarak görev yapmıştır. Kuruluşundan hemen sonra Yahudi Anti-Faşist Komitesi’nde de görev yapan Polina, 1948 yılında SSCB’yi ziyaret eden Golda Meir’e gayriresmi tercümanlık yapmış, devlet protokolünü çiğneyerek toplantılara katılmış ve Sovyet devletini Yahudi devleti konusunda olumsuz şekilde bağlayacak açıklamalarda bulunmuştur. Aynı yıl mahkemeye sevk edilen Polina suçlu bulunmuş ve 5 yıl kürek cezasına mahkum edilmiştir. Bakınız Felix Chuev, Molotov Remembers, Ivan R. Dee, Chicago 1993 s.323. ↩︎
  9. https://israeled.org/resources/documents/remarks-by-soviet-foreign-minister-andrei-Gromyko/ ↩︎
  10. Daniel Gavron, The Kibbutz: Awakening from Utopia, s.76. ↩︎
  11. a.g.e., s.100. ↩︎
  12. Laurent Rucker, Moscow’s Surprise: The Soviet-Israeli Alliance of 1947-1949, s.10. Mayskiy bu dönemde yaptığı tartışmalı açıklamalarda savaşın ardından Batı ile SSCB arasında 30-50 yıllık bir barış dönemi öngörmüş, bu dönemde sosyalizmi yeterince güçlendirme fırsatı bulacaklarını iddia etmiş, savaşın ardından Avrupa’da proleter devrimlerinin yaşanmayacağını öne sürmüştür. Mayskiy 1946 yılı başlarında görevinden azledilmiştir. ↩︎
  13. Bakınız: Nisan 1945 Freeman Hava Üssü İsyanı ↩︎
  14. National Archives sitesi https://www.archives.gov/milestone-documents/truman-doctrine 31 Ekim 2024 tarihinde erişilmiştir. ↩︎
  15. Burada ilginç bir nokta, Hitler’e karşı suikast girişimine uzaktan da olsa dahil olmuş veya dahil olmuş gibi gösterilen üst düzey Nazi komutanlarının emperyalizmin bu hamlesiyle beraber aklanmalarıdır. Adolf Heusinger ve Hans Speidel gibi Naziler yeni kurulan Batı Almanya’ya bağlılık yemini ettikten sonra yeniden orduya alınmış ve NATO’da üst düzey görevlere getirilmiştir. (Bakınız Bundesarchiv https://www.bild.bundesarchiv.de/dba/de/search/?query=Bild+183-34150-0001 ) Ancak bu, 1955 sonrasındadır. Savaşın hemen ardından ise Almanya topraklarında Nazilerden arındırma faaliyetleri bizzat SSCB’nin dahil olduğu süreçlerle devam etmektedir. Dolayısıyla Yahudi devletinin kuruluşuna giden erken dönemde Nazi artıklarının NATO tarafından kullanılabileceğinin öngörüldüğü ve buna karşı hamle olarak Yahudilerin desteklendiği tezi temelsizdir.  ↩︎
  16. Felix Chuev, Molotov Remembers, Ivan R.Dee, Chicago 1993 s.66. ↩︎
  17. a.g.e., s.61. ↩︎