Karşı Saldırının Zamanı Geldi

Belki de geçiyor! Bugüne kadar yaptıklarımızı “savunma” ya da “direniş” hanesine yazmak, en azından kısmen, haksızlık içerebilir. İçersin! Kapitalizmin bugünkü çürümüşlüğünü ve yaşadığımız ortaçağı aratmayan karanlığı hesaba kattığımızda, yapmamız gerekenlerin, yapabilecek olduklarımızın pek azını yaptığımızı kabul etmek zorundayız.

Ortaçağı ortaçağ yapan, aydınlanma dönemi ve Fransız Devrimi’ydı. Ortaçağın Avrupalı insanı, karanlık bir dönemden geçtiğinin farkında değildi.

Rönesansçıları, reformcuları ve aydınlanmacı aydınlan ortaçağın sıradan insanı davet etmedi. Aydınlanma dönemi, aydınlanmak gibi bir ihtiyaç hissetmeyen kitlelere rağmen ve onlara karşı yürütülen mücadeleyle aydınlanma dönemi oldu.

Aslında, ortaçağın karanlığı o kadar da zifiri değildi:

“Ortaçağ insanoğlunun yaşadığı, yaratıcılığa en elverişli çağlardan biri olmuştur: İlk endüstriyel devrim bu çağda gerçekleşmiştir. (…) 10. ve 13. yüzyıllarda Avrupa teknolojik bir patlamaya tanık olmuştur. (…) Enerji tüketiminde önemli artışlar olurken, teknolojik yenilikler ve buluşlar var olan yöntemlerin daha da geliştirilmesini sağlamanın yanı sıra, yeni enerji kaynaklarının bulunmasına yönelik çalışmalara da önayak olmuştu. Önceleri el becerisi gerektiren işlerin çoğu, artık makineyle yapılır hale gelmişti. (…) Hepsinden önemlisi, genel yaşam düzeyinde bir iyileşme sağlanmıştı. Bir yandan bütün bunlar olurken, öte yandan, sanayileşme nedeniyle, su havzalarında ilerde çok olumsuz çevresel sorunlar doğurabilecek büyük çapta kirlenmeler başlamıştı.” 1 [GIMPEL, Jean]

Bu satırların yazan Jean Gimpel, ortaçağ sonrası insanının bu çağa ilişkin düşüncelerinin basitliğini şu sekide değerlendiriyor:

“Betimlemeye çalıştığım bu Ortaçağ dünyası ‘karanlık çağ’ ya da romantik şövalye çağı görüntüsü vermiyorsa, bunun başlıca nedeni, akademisyen ve aydınların emeğe, teknik konulara, mühendisliğe karşı ötedenberi sürdüregeldikleri küçümseyici tutum sonucu teknoloji tarihinin evrensel anlamda ihmal edilmesidir” 2 . [GIMPEL Jean]

Gimpel, aydınların, yine kendi deyimiyle “yabancısı oldukları” teknoloji dünyasına ilişkin küçümseyici yaklaşımlarını eleştirirken oldukça haklı 3 .

Ama ortaçağın “karanlık çağ” olarak nitelenmesini sorgularken tümüyle haksız. Burada önemli olan, Avrupa toplumlarının ortaçağda her tür gelişme dinamiklerini yitirmiş olup olmamaları değil. Aydınlanma döneminin aydını, insanlığın geleceğini gördüğü için ortaçağa düşman kesilmiştir. Varolanın mümkün ve ileri olanın önündeki engel haline geldiği noktada artılar-eksiler muhasebesi yapılmaz.

Aydınlanmacı aydının ortaçağa, ortaçağ insanının kör inançlarına dönük eleştirisindeki şiddet ve tahammülsüzlük, insanı ve insan aklını özgürleştirmenin ve aklın düzenini kurmanın zamanının geldiğine duyulan inancın ürünüdür. Bu şiddet ve tahammülsüzlüğü aşırı bulmak gericilerin işidir. Aydınlanma döneminin yaşandığı bir dünyada ortaçağın teslim edilecek bir “hakkı” yoktur. Bugünden bakıldığında, aydınlanmacı aydın, olsa olsa, geçmişle arasındaki bağları tümüyle koparamadığı için eleştirilebilir.

Bugünün kapitalist dünyasının ortaçağ Avrupası’na oranla çok daha gelişkin olduğu ortada. Hem üretici güçlerin gelişkinlik düzeyi, hem de çürümüşlük açısından. 20. yüzyılın son çeyreği, kapitalist sistemin tam boy çürüme dönemidir. Sosyalist sistemin çözülmesiyle birlikte kapitalizmin çürüme sürecini yavaşlatan faktör ortadan kalkmış oldu. Kendisini “özgürleşmiş” hisseden kapitalizm, irrasyonalizmin mutlak egemenliğini kurdu.

Kapitalizm, sıradan insanın aklını tümüyle teslim almıştır. Bunun için ilk yaptığı, entellektüelleri kendisine bağlamak olmuştu. Ama sıradan insana bir şeyler taşımaları için değil! Tam tersine, onunla bağlarını koparmak için.

20. yüzyılın ikinci yarısında, sıradan insanın entellektüellerin dünyasında yürütülen tartışmalara dönük ilgisi ,ortaçağ insanının kilise kapıları arkasında yürüyen tartışmalara dönük ilgisinden daha azdır. Ortaçağın din adamı da, son elli yılın entellektüelleri gibi, sıradan insanı dönüştürmeye, toplumu değiştirmeye dönük en küçük bir ilgi duymuyordu.

İsmi bir dönem boyunca çok duyulan “çağdaş” entellektüellerin hiçbirinin düşünsel üretiminin kalıcı bir heyecan kaynağı olamaması tesadüf değil. Heyecan üretemedikleri gibi ya da tam bu nedenle, çok çabuk unutuluyorlar. Sözgelimi bugün varoluşçuluğun ya da yapısalcılığın hala anılıyor olması, yalnızca, üniversitelerde ders konusu olmalarının ürünüdür.

Sosyalizm, çözülene kadar, “Batılı aydın”ın belirli bir düzeyin ötesinde genelleşmesine engel olmuştu. Çözülüş iplerin boşalmasına yol açtı. Akla ve akılcılığa yobazlardan daha fazla düşmanlık besleyen postmodernizm gevezeleri meydanın boşalmasını fırsat bildi. Bu arada, bizim eksikliğimiz yüzünden hala solcu sanılan ve hala aydın sıfatı yakıştırılanlar, kapitalist kilisenin inançsız, heyecansız ve zararsız rahipleri haline geldi. Bunlar kapitalizm eleştirisini bir kenara bırakırken kendilerini “solcu ama makul” insanlar olarak gösterme derdine düştü.

Yeni yobazların şeytanı: Reel sosyalizm

Kapitalizmi eleştirme cesaretini yitirenlere en kolay gelen iş, reel sosyalizm eleştirisidir. Bunların, geçmişte reel sosyalizm karşıtlığı yapanlara, sözgelimi troçkistlere itibar etmemelerinin son derece anlaşılır nedenleri var. Troçkistler, reel sosyalizmin yeni eleştirmenlerine, geçmişteki inançsızlıklarını ve korkaklıklarım hatırlatıyor. Yeni eleştirmenlerin çoğu, sosyalizmin prestijinin yüksek olduğu dönemde, ya ciddi bir mücadele yürütmeden bu prestije ortak olmaya çalışıyor, ya da reel sosyalizmi sahiplenmemekle birlikte karşısına geçme cesaretini de gösteremiyordu.

Bunlar için bir kitap yazıldı ve pek alışkın olmadığımız bir hızla (ve oldukça kötü bir çeviriyle) Türkçe’ye kazandırıldı.

Eric Hobsbawm’ın son kitabıyla hedefledikleri arasında, midesi henüz post-modernizmi kaldırmayan ve reel sosyalizm eleştirisi alanında da pek üretken olamayan eski solculann içini rahatlatmak da var. Hobsbawm’ın “Kısa 20. Yüzyıl” adlı kitabının yarattığı ilgide bunun önemli bir payı bulunuyor.

Hobsbawm, “çağın gerekleri”ni doğru çözümlemiş. Bu dönemde çok okunmak ve gündeme girmek için genel kültür gösterisi yapmanın büyük yararı var. Söylenenlerin derinliği pek az önem taşıyor. Bunu ilk deneyen ve başarılı olanlardan biri Umberto Eco’ydu. “Gülün Adı”, herhangi bir derinliği olmayan felsefe bölümleriyle, felsefe tartışmalarına ilişkin bilgisi kıt okurlarına kolay yoldan yeni şeyler öğrenmenin (daha doğrusu duymanın) hazzını tattırmıştı. Hobsbawm, siyasetten ekonomiye, sanattan bilime neredeyse her alana ilişkin bir şeyler söylerken, okurlarının büyük çoğunluğunun en fazla bir alandaki sığlığı fark edebileceğini ve kitabın bütününe hayran kalacağını öngörmüş olmalı.

“Kısa 20. Yüzyıl’ln en önemli misyonu sosyalizmin defterini bir kez daha dürmek. Hobsbawm, bunu yaparken kaba bir anti-komünizme başvurmanın yanlış olacağını iyi biliyor. Şaşırtıcı olan, ipin ucunu kaçırmış olması. Örneklerine aşağıda değineceğim.

Hobsbawm’ın temel tezi son derece basit ve aynı anlama gelmek üzere sığ. Ama aynı zamanda, ilk bakışta “aykırı” görünmek gibi bir meziyete sahip. Bu iki özellik başarıyı güvence altına alıyor.

Söz konusu tez, sosyalizmin aslında kapitalizmden o kadar da farklı olmadığı. Sosyalizm kavramını sürekli tırnak içine alan Hobsbawm, eski solculara her şey bir rüyadan (daha doğrusu kâbustan) ibaretti diyor:

“1980’lerin sonunda parçalanan dünya 1917 Rus Devrimi’nin etkisiyle biçimlenen dünya idi. Örneğin, modern endüstriyel ekonomiyi birbirine zıt iki kutba, ‘kapitalizm’ ve ‘sosyalizm”‘e göre düşünmeye çalıştığımız için, bütün bunlardan etkileniyorduk. Bunlar birbirini karşılıklı olarak dışlayan, birinin SSCB modeline göre örgütlendiği ekonomilerle, öteki ise geri kalanlarla özdeşlenen alternatiflerdi. Bunun, ancak belirli bir tarihsel bağlamın parçası olarak anlaşılabilecek keyfi ve bir ölçüde yapay bir yapı olduğu artık anlaşılmış olmalı” 4 . [HOBSBAWM Eric]

Reel sosyalist ülkelerin aslında sosyalist olmadığı da, kapitalizmden hiçbir farklarının bulunmadığı da ilk kez söylenmiyor. Hobsbawm, on yıllardır bilinen bu tezi bir kez daha dile getirmenin yetersiz kalacağının farkında. Bu nedenle söz konusu tezi zenginleştirerek “aslında kapitalizm de yoktu” diye ekliyor.

Ama Hobsbawm’ın asıl farkı, söz konusu tezleri kanıtlamak gibi bir çaba göstermemesinde. Doğru dürüst bir açımlama çabasını bile gereksiz görüyor. Böylesi bir işe girişmesi durumunda işlerin sarpa saracağını ve en azından bir miktar sağduyusu olan okurlarında kuşku uyandıracağını biliyor. Bunun yerine, kapitalizmin “çağdaş” insanının ve bu arada eski solcuların sığlığına güveniyor. Meta üretimi, sermaye ve yeniden üretimi, üretim araçlarının mülkiyeti gibi konuları ağzına bile almıyor.

Tezlerini açımlamaktan korkan Hobsbawm, asıl etkiyi, onlan sık sık yineleyerek yaratmaya çalışıyor. Her seferinde ağzını biraz daha köpürterek:

“(…) kapitalizme karşı küresel sosyalist meydan okumanın gücü karşıtının zayıflığından geliyordu. On dokuzuncu yüzyıl burjuva toplumu Felaket Çağı’nda çökmeseydi ne Ekim Devrimi olurdu ne de SSCB. Eski Çarlık İmparatorluğu’nun harap olmuş kırsal Avrasya bölgesinde doğaçlama yoluyla sosyalizm adı altında geliştirilen ekonomik sistemin kapitalist ekonomiye gerçekçi bir küresel alternatif oluşturacağı düşünülemezdi ve düşünülmedi de. SSCB’yi o hale getiren 1930’ların büyük bizi oldu. Bu arada faşizmin meydan okuması da SSCB’yi Hitler’in yenilgisinin zorunlu aracına, böylelikle iki süper güçten birine dönüştürdü” 5 . [HOBSBAWM Eric]

Açıkçası, bu tür satırları okuduktan sonra, Hobsbawm’dan alıntı yapmayı büyük marifet sayanların beyin özürlü olduklarını düşünmekten kendimi alamıyorum. Televizyonlarda “Kısa 20. Yüzyıl”ın son paragrafını ezbere söyleyip kendilerinin tam da bu düşünceyle mücadele ettiklerini söyleyen “sol” parti yöneticilerinin varlığından utanıyorum.

Sovyetler Birliği, faşizmin saldırısına, milyonlarca Sovyet insanının ölmesine, Sovyet ekonomisinin yirmi yıl arayla ikinci kez bir yıkım yaşamasına rağmen değil, bu sayede süper güç olmuş!

Zaman zaman toplumsal belleğin zayıfladığından yakınan Hobsbawm, bundan sonuna kadar yararlanmaya çalışıyor. 2. Dünya Savaşı’nın tarihini yeniden yazmaya, daha doğrusu bütünüyle tahrif etmeye yöneliyor. 2. Dünya Savaşı, gerçekten de, sosyalizmle hesaplaşmaya girişenler açısından en zorlu konulardan biri. Dünya tarihinde ilk kez bu denli geniş bir coğrafyada insanlığın eşitlik ve özgürlüğü için direnildi, savaşıldı ve kazanıldı. Komünistlerin öncülüğünde yürütülen ve insanoğlunun onurunu kurtaran savaş, yalnızca faşizme karşı değil, aynı zamanda onun arkasındaki diğer emperyalist güçlere karşı yürütüldü.

Hobsbawm’a bakılacak olursa, ingiltere, Fransa 1930’larda, Hitler’e karşı Sovyetler Birliği ile birlikte hareket etmeyi “başaramamış”. Neden acaba? Hobsbawm’ın bu soruya verdiği doyurucu bir yanıt yok ve olamaz. Hitler’in Sovyetler Birliği’ne saldıracağım bilen İngiltere ve Fransa, Alman faşizminin güç kazanmasına engel olmaya çalışmak bir yana, buna destek oldu. Sovyetler Birliği’nin ittifak kurma çağrılarına ısrarla hayır derken, Hitler’in ilk işlerden biri olarak Fransa’yı işgal edeceğini öngörmüyorlardı. ABD ve İngiltere, Fransa’nın işgalinden sonra bile, Almanya’ya karşı Sovyetler Birliği ile işbirliği yapmayı düşünmedi. Hele Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne saldırmasından sonra, savaşın dengesinin Sovyetler lehine dönmesine kadar kıllarını bile kıpırdatmadılar. Hitler, ABD ve İngiltere açısından, sosyalizm belasından kurtulmanın aracıydı. ABD’nin savaşa girmeye karar vermesinin tek nedeni, Kızılordu’nun faşizmin ordularını geri püskürttükten sonra Batıya doğru ilerlemeye başlamasıydı. Savaşın ne şekilde sonuçlanacağı kesinleştikten sonra gerçekleştirilen Normandiya çıkarmasının tek amacı, Sovyetler Birliği’nin savaşın tek galibi olmasını önlemekti.

Yine Hobsbawm’ın tarih yazımına göre, Sovyetler Birliği, savaşı Stalin’e rağmen kazanmış. Bu da, aynı tabiri bir kez daha kullanmak zorunda kalıyorum, beyin özürlü anti-stalinistlerin bayat tezlerinden biri. Bir yandan Stalin’in despotluğundan, mutlak egemenliğinden söz edilecek, diğer yandan olumlu şeylerin ona rağmen gerçekleştiği söylenecek. 1930’larda yapılan temizliklerin Kızılordu’nun düzenini bozması, Stalin’in “terör”ünün yarattığı genel etkiler ve askeri stratejiye yaptığı “son derece beceriksizce müdahaleler” yüzünden savaş az kaldı kaybediliyormuş. Hatta, “bizzat Stalin’in moralinin bozulduğunu ve barış yapmayı düşündüğünü” gösteren “bulgular” varmış! Neyse ki, ülkenin muazzam insan gücü ve “Rusların” fiziksel dayanıklılığı (utanmasa barbarlıklarından söz edecek) zaman kazandırmış! Savaşın kazanılmasını sağlayansa, Stalin’in kenara çekilip bir bölümü gulaglardan salıverilen yetenekli askerlerin ellerinden geleni yapmalarına izin vermesiymiş! Hobsbawm, doğa koşullarını da kuşkusuz unutmuyor. 6

Bu kadar kötü ve aşağılık bir kurguyu ciddiye alıp eleştirmek mümkün değil. Yalnızca bir noktayı hatırlatmak istiyorum. Savaşın kaderini tayin eden, komutanların askeri bilgisinden çok, bağlılıklarıdır. Ülkenin bir ölüm-kalım savaşma doğru gittiği bir dönemde, gelecekte sorun çıkarabileceği düşünülen komutanların tasfiye edilmesinden daha doğal bir şey olamaz.

Tarihi tahrif etme girişimlerinde herhangi bir sınır tanımayan Hobsbawm, insanlık adına büyük bir utanç kaynağı olan Hiroşima ve Nagazaki katliamlarını bile haklı çıkaracak kadar alçalıyor:

“Doğuda savaşın sona ermesi için Japonya’nın kararlılığında en ufak bir çatlak belirtisi yoktu. Japonların hızla teslim olmalarım sağlamak için Hiroşima ve Nagazaki’ye nükleer silah atılmasının nedeni budur” 7 . [HOBSBAWM Eric]

Azılı anti-komünist olmayan Amerikan tarihçilerinin terk ettiği “atom bombası zorunluydu” tezini sahiplenen Hobsbawm, Japonya’nın kararlılığında en ufak bir çatlak belirtisinin olmadığını söylerken düpedüz yalan söylüyor. Japonya’nın barış talebinde bulunması an meselesiydi ve bu yalnızca bombaların atılmasını hızlandırdı. ABD atom bombalarını yalnızca 2. Dünya Savaşı sonrası dünyayı biçimlendirmeye dönük pazarlıkların sürdüğü bir aşamada Sovyetler Birliği’ni korkutmak ve elini güçlendirmek için kullandı.

Hobsbawm’ın 2. Dünya Savaşı’na ilişkin yalan ve tahrifatlarına bu kadar yer vermek yeter herhalde. Aslında buraya kadar verilen örnekler de anti-komünist bir çizgiye geldiğini gösteriyor. Ama daha çarpıcı bazı örneklere değinmek istiyorum.

Kapitalizm-sosyalizm kutuplaşmasını 17. ve 18. yüzyılların din savaşlarına benzeten Hobsbawm, sosyalizmin bir tür din olduğu iddiasını sıklıkla ve ısrarla vurguluyor. Ekim devriminin bir imparatorluk yarattığını söyleyerek ekliyor:

“Bu imparatorluk, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşamaya devam eden yegane antik hanedan-din imparatorluklarından biriydi” 8 . [HOBSBAWM Eric]

Ağzı iyice köpürdüğünde ise şunları söylüyor:

“Kısa Yirminci Yüzyıl bir din savaşları çağı olmuştu. Onun en militan ve kana susamış dinleri, sosyalizm ve ulusalcılık gibi seküler ideolojilerdi. Bunlarda tanrıya eşit öğeler, kutsal kabul edilen soyutlamalar ya da büyük saygı gören politikacılar vardı” 9 . [HOBSBAWM Eric]

Hobsbawm’ın çizdiği reel sosyalizm tablosunun, soğuk savaş döneminde pek popüler olan anti-komünist efsanelerden hiçbir farkı yok. Demir perde edebiyatını tekrarlayan Hobsbawm, bu ülkelerde amansız ve kaba bir komuta sosyalizminin hüküm sürdüğünü, insanların otorite ve sansür yüzünden dünya hakkında hiçbir şey öğrenemediklerini, bu ülkelerin “kollektif cezaevleri” olduğunu söylüyor.

Ne de olsa, Stalin’in istediği, “kesinlikle”, Orwell’in “1984”ünde kurgulanan toplumdu:

“Büyük Ağabeyin her şeyi gören, ancak tek başına bir bireyin zaman zaman kurtulabildiği bakışları altında beyni yıkanmış kitlelerden oluşan bir toplum” 10 . [HOBSBAWM Eric]

Hobsbawm, bu topluma ulaşmak için 20 milyon insanın “Stalin terörü”ne kurban gittiği yalanını da yineliyor. Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sürecinde bütün “kirli defter’lerin arandığı ve bulunamayanların yaratıldığı dönemlerde bile Stalin’in 20 milyon insanı öldürttüğü yalanı savunulamadı.

Sosyalizmin kapitalizmden farksız olduğunu savunabilmek için 2. Paylaşım Savaşı’ndaki cepheleşmenin bu ikisi arasında değil, “on dokuzuncu yüzyılın ‘ilerleme’ ve ‘gericilik’ dediği şeyler arasında” çizildiğini 11 söyleyen Hobsbawm, komünizm-faşizm özdeşliğini kurma olanağından yoksun kaldığı için üzülmüş. Ama bir fırsatını bulup bunu da yapıyor. Doğal bilimlerle ilgili bölümde, bilime ideolojinin dar ceketini giydirmek konusunda faşizm ile komünizm arasında bir fark olmadığını iddia ediyor. Nasıl olsa okurlarının pek sınırlı bir bölümü Sovyet biliminin gelişkinliği konusunda yeterli somut bilgiye sahip…

Devam etmek mümkün, ama tümüyle gereksiz. Hobsbawm’ın sosyalizm eleştirisi, verimli bir polemiğe bile konu olamayacak kadar niteliksiz. Asıl üzerinde durulması gereken bu niteliksizlik.

Reel sosyalizm eleştirmenlerinin ciddiye alınabilir tek bir argümanı var: Reel sosyalist sistemin çözülmüş olması. Bu argüman, her niyete yenen bir muz haline getirildi. Herkes, aklına eseni söyleyip, kanıt olarak reel sosyalizmin çözülüşünü gösterebiliyor.

Sovyetler Birliği, çözüldüğü için, çok partililiğin gerekli olduğu görüldü. Çözülüş, piyasanın gerekli olduğunu kanıtladı. Çözülüş, devrim yoluyla değişimin mümkün olmadığını açıklığa kavuşturdu. Çözülüş, leninist örgüt teorisini yanlışladı. Çözülüş, sosyalizmin devletli olamayacağını gösterdi. Çözülüş, dünya devrimi olmadan sosyalizmin kurulamayacağını sağır sultana bile duyurdu. Çözülüş, komünizmin insana yabancı olduğunun en açık göstergesi. Çözülüş, Sovyetler Birliği’nin “revizyonist” olduğunu kanıtladı. Çözülüş, kollektivizasyona erken başvurulduğunu, NEP döneminin daha uzun sürmesi gerektiğini gösterdi. Çözülüş, modernizmin sonunu ilan etti. Çözülüş, ulusal sorunun çözülememiş olduğunu gözler önüne serdi.

Yukarıdaki paragrafı okumak sıkıcı gelmiş olmalı. Ama ne yazık ki, hayat daha sıkıcı. Ortalık yukarıdaki türden tezlerin uzatılıp çekiştirilmiş biçimlerinden geçilmiyor. Bu tezler ciddi ciddi savunulurken, diyalektik mantık bir yana, formel mantık kurallarına bile uyulmuyor. “İyi de, Sovyetler Birliği bile yıkıldı” cevabını olur olmaz her yere yapıştıranlarla anlamlı bir tartışma yürütmek olanaksız.

Reel sosyalizm eleştirmenlerini dinleyen, kapitalizm ile sosyalizmin iki farklı gezegende ve aynı başlangıç koşullarıyla yola çıktıklarını ve yarışı kapitalizmin kazandığını düşünecektir.

Sanki Sovyetler Birliği, 1921 yılında, bir yanda dış ve iç savaşların yıkımına uğramış, sınai üretimi durma noktasına gelmiş ve zaten nüfusun küçük bir azınlığını oluşturan işçilerinin önemli bir bölümünü bu savaşlarda yitirmiş bir ülke değildi ve karşısında yeni bir savaşa hazırlanan gelişkin kapitalist ülkeler yoktu. Yirmi yıl sonra bir kez daha işgal edilen topraklar ABD’ye aitti. 2. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle soğuk savaşın başlaması bir olmadı ve Sovyetler soluklanma fırsatı buldu. Emperyalist ülkeler kapitalist sisteme dahil ülkeleri sömürmüyor, Sovyetler Birliği de sosyalist ülkelere her yıl en mütevazi tahminle 10 milyar dolar net yardımda bulunmuyordu. Sanki ABD ile silahlanma rekabetini sürdürmek zorunda olan Sovyetler Birliği GSMH’sının yüzde 25’ini bu işe yatırmak zorunda kalmıyor, aynı oran ABD’de yüzde 7’nin üzerine çıkıyordu.

Sovyetler Birliği ve reel sosyalizm elbette eleştirilecektir. İnsanlığa gelecek umudu veren sosyalist ülkeler, her ne olursa olsun savaşı kaybettikleri için, eleştiriyi de hak ediyor.

Ama bu eleştiri yapılırken, asıl suçlunun sosyalizm mücadelesini boğmak için yetmiş yıl boyunca elinden geleni ardına koymayan kapitalizm olduğunu gözardı etmek, öncelikle kapitalizmi mahkum etmemek, ya karşı devrimcilik, ya ihanet, ya da gaflettir. Yaşadığımız şu garip döneme kadar hiçbir solcu, eksik ve zaafları ne olursa olsun, yenilgiye uğrayan devrimci ve komünistlere bu şekilde saldırmamıştı.

Reel sosyalizm eleştirmenleri, yeni bir dünya kurma ufkuna ve iddiasına sahip olmadıkları, dünyanın değiştirilebilir olduğuna ilişkin inançlarını yitirdikleri için bu kadar rahat ve bu kadar sorumsuz. Sosyalizm perspektifini koruyanlar açısından, reel sosyalizmin yenilgisinden daha önemli olan, kazanımlarıdır. Bugünden sonra, yetmiş yılı aşkın bir süre boyunca biriktirilmiş deneyimleri temel almayan hiçbir projenin hayata geçme şansı yoktur.

Bu fikri beğenmemek elbette mümkün ve meşrudur. Ama hoşnutsuz olanların yapması gereken, ortaya bütünsel bir yeni değerlendirmeyle çıkmaktır. Yaşanan deneyimin orasını burasını eleştirmenin ötesinde, ne tür bir sosyalizm (ya da gelecek) projesine sahip olduklarını ve bunu ne şekilde hayata geçireceklerini anlatmak zorundalar. Ancak bugüne kadar yaptıkları, geleceğe dönük dağınık ve temelsiz kurgular ve güncele dönük aşırı nesnelci yaklaşımlar üretmek oldu. Bundan sonra da daha fazlasını yap(a)mayacaklar.

Reel sosyalizm, kapitalizmin 20. yüzyılı insanlığın çöküş yüzyılı haline getirmesine engel olmuştur. Reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte yaşadıklarımız, sosyalizmsiz bir dünyanın neye benzeyebileceğini yalnızca kısmen gösterdi. Kendisini tehdit altında hissetmeyen bir kapitalizmin insanlığın geleceğe dönük umutlarım ne kadar büyük bir hızla karartabildiğim gördük. “İlerleme” düşüncesinin bu denli sorgulanır hale gelmesi, kapitalizmin ne oranda gericileştiğinin en somut göstergeleri arasında yer alıyor.

Bunun ötesinde, sosyalizmin çözülüşünden önce, kapitalizmin insani değerleri bu denli büyük bir hızla tahrip edebileceğini tahmin etmek kolay değildi. Bilimsel ve teknik gelişmeler dünyadaki tüm insanların insan onuruna yaraşır bir yaşam sürmesinin olanaklarını yaratırken yoksulluğun ve açlığın bu ölçüde yaygınlaşması tahribatın boyutlarını gösteriyor. Çalışmanın, onurlu bir yaşama elverir ücret almanın, sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerden yararlanmanın, sağlıklı koşullarda barınmanın bir hak olduğu düşüncesi, yalnızca bu olanaklardan yararlanan azınlığın değil, sömürülen ve ezilen kitlelerin bilincinden de kazmıyor. Eşitsizliklerin aşırı derinleşmesinin ve aşın yoksulluğun devrimci bir dinamizm üretmek zorunda olmadığını, toplumların bir bütün olarak çürüyebileceğini gösteren tek tek ülke örnekleri bundan önce de vardı. Bugün netlik kazanan, sosyalizmsiz bir dünyada kapitalizmin bu çürümeyi gelişkin kapitalist ülkeler dahil her yere taşıyabildiği.

Eğer sosyalizm yetmiş yıl boyunca kapitalizme direnmiş olmasaydı, eğer insanlık 20. yüzyıl boyunca tümüyle sermaye egemenliğine bırakılmış ve eşitlik ve özgürlük idealleri insanlığın evrensel kültürünün o kadar da kolay yok edilemeyecek parçalan haline getirilmemiş olsaydı, geleceğe umutlu bakmak gerçekten de çok daha zor olurdu.

Karşı-ansiklopedistler

Ansiklopedi, aydınlanmacılığın mirasıdır. Dinsel kurum ve ideolojilere karşı akim ve bilginin egemenliğini kurmak için mücadele eden ansiklopedistler, ansiklopediyi aydınlanma düşüncesini kitlelere taşımanın aracı olarak kullandı. Diderot ve d’Alambert’in editörlüğünde hazırlanan ve 1751 ile 1772 yıllan arasında yayımlanan Ansiklopedi’nin tam adı, “Akla göre düzenlenmiş bilimler, sanatlar ve zanaatlar ansiklopedisi”dir.

Türkiye’de bir ansiklopedizm dönemi değil ama ansiklopedi dönemi yaşandı. Gazetelerin verdiği ve “çocuğuma derslerinde yardımcı olur” düşüncesiyle alman ansiklopedilerden söz etmiyorum. 80’li yıllarda yayımlanan ansiklopediler, gazete ansiklopedileri kadar kitleselleşmemekle birlikte, okundular. Devrimler ve Karşıdevrimler Ansiklopedisi, Yurt Ansiklopedisi, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi ve Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi bu dönemde yayımlandı.

Bu ansiklopedilerden hiçbiri Ansiklopedi’nin radikalizmini yayımlandıkları döneme taşıma misyonuyla hazırlanmadı. Ama henüz sosyalizm çözülmemişti ve ansiklopedi yazarlarının çoğunluğu en genel anlamıyla solculuklarım henüz koruyan insanlardı. 80’lerde yayımlanan ansiklopediler, tüm eksik ve sorunlarına karşın özellikle 12 Eylül’ün en karanlık dönemini yeni atlatmış genç kuşağın sol düşünceyle tanışmasını sağlamak gibi bir olumluluk taşımıştı.

Köprünün altından çok su geçti. Post-modernizm ve “post-marksizm” çağının tırnak içindeki aydın ve solcuları bilimsel düşünce yandaşlığım çoktan bıraktı. Artık tarihsel gelişmelere ilişkin yasallıklar aramak, hele tarihi sınıf mücadeleleri temelinde kavramaya çalışmak, ancak “arkaik” solcuların yapabileceği bir iş. “Kimlik” analizlerinin sınıf çözümlemelerinin yerini aldığı, “modernizm”in sorgulandığı bir dönemde sağcılar ve gericilere dönük düşmanlığın yerini “anlama” çabası aldı. Dinci gericilerin kemalizm ve modernizm eleştirilerinde “haklı” ya da en azından “üzerinde düşünülmesi gereken” taraflar bulundu. Sağcı ve yobazlarla aynı masada “uygarca” tartışmak bir meziyet olarak görülmeye başladı. Demokrasi gazetesinin dinci gerici yazarlara açılması ve ÖDP’nin tarikatları “sivil toplum” kuruluşları olarak kutsaması bu yeni dönemin garabetleri arasındaki yerini aldı.

Yobazların sola pazarlanmasında öncü rol üstlenen Birikim tayfası, bu yeni dönemin ansiklopedisini, daha doğru bir deyişle “karşı-ansiklopedisi”ni hazırlama misyonunu da başkalarına havale etmedi. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisinin devamı olarak yayımlanan beş yeni cildin ayrı bir başlığa da (“Yüzyıl Biterken”) sahip olması son derece isabetlidir.

Yüzyıl Biterken’in “Aydınlar” maddesi 12 , Türkiye aydınının mezar taşı yazısı olarak da okunabilir. Üç makaleden ilki “80’lerde sağ entelijensiyanın gelişimi”ne ikincisi “İslamcı aydınlar”a ayrılmış (“Yeni bir önderlik profili: Aydm-ulema”). İkinci başlık bir yobaza (Ali Bulaç) teslim edilmiş. Ömer Laçiner de durumu özetleme ve son noktayı koyma işini üstlenmiş: “Sol entelijensiyanın krizi”.

Türkiye aydınının herhangi bir dinamizmin taşıyıcısı olmaktan çıkması Laçiner’e yeterli gelmiyor. Yüzyıl biterken aydım da tümüyle bitirmek istiyor. Artık fikir taşımayın; kitlelerin bilim ve bilgi birikimi alanını “fethetmeleri”ne “destek”, ya da “vesile” olun mesajını, bir başka makalesindeki talebiyle birlikte okumak gerekiyor. Laçiner, “Türkiye toplumunu yeniden ve sağlıklı temeller üzerine” kurmanın yolunun “ilerici (modernist) / laik / gerici (İslamcı) anti laik kutuplaşması”nın aşılmasından geçeceğini ileri sürüyor 13 .

Yüzyıl Biterken, gerici ve sağcıların mesajlarına aracı olarak, bu üzücü kutuplaşmanın aşılmasına ciddi katkılarda bulunuyor. Karşı-ansiklopedinin sayfaları her vesileyle aydınlanma düşmanlarına açılıyor. Basın, din, eğitim, insan hakları, kültür ve yayıncılık maddelerinde yobazların makalelerine yer veriliyor. Eğitim maddesinde İmam-Hatip liselerini ele alan gerici (Mümtaz’er Türköne), Fransa’da kilise okullarının payının yüzde 15 ile 20 arasında olduğunu, din okullarının toplumun talebi olduğunu vb. anlatıyor. Siyasal akımlar maddesine “İslamcılık” makalesini yazan Ahmet Çiğdem, “İslamcılığın kendisini daha iyi ifade etmesini sağlamak” ve “İslamcılığa yönelik toplumsal kaygının giderek bir bilgilenme, bilinçlenme haline dönüşmesine” çalışmak gerektiğini söylüyor 14 .

Karşı-ansiklopedi, gericilik dönemini başlatmanın değil, gericileşme yolunda alınan mesafeyi tescil etmenin aracı oldu. Karşı-ansiklopedizm mücadelesi zaten kazanılmıştı.

Sonuç ortada. Solcuların büyük bir kesimi hoşgörü, sivil toplum, modernizm eleştirisi, kimlik sorunu vb. gevezeliklerle uğraşırken, dinci gericilik sermaye düzeni açısından bile tahammül edilemez derecede güç kazandı. Gerici hareketin bir miktar geriletilmesine karar verildiğinde, buna sol içinden ve “laik-anti laik” geriliminin yapaylığından söz ederek muhalefet edilebildi. Muhalefeti kırma işi orduya ve medyaya düştü. İlkelere değil kitlelere bakan sol, aydınlanman söylemin ordu ve medya desteğiyle prim yaptığını da görünce önüne açılan alana doğru adım atma “cesaret”ini gösterebildi. Ama bu bile, Refah Partisi’nin kapatılmasının “anti-demokratik” bulunmasına engel olamadı.

Eski solcu ve eski aydınlar, en azından bir dönem boyunca, dinci gericilere “hoşgörülü” bakma edebiyatını pek fazla yapamayacak. Ama bu arada, geleceğe dönük anlamlı bir dinamizm üretemeyecek kadar gericileşmiş oldular.

Aydınlanmanın ateşini yeniden yakmak için…

Acele etmemiz gerekiyor. İçinde bulunduğumuz sürece hızla müdahale etmek, güçlü bir ideolojik karşı saldırı hamlesine girişmek zorundayız.

Toplumun düşünce üreten ya da ürettiği varsayılan kesimleri ile işçi sınıfı ve emekçi kitleler arasındaki her tür bağın kopmaya başlaması bizim açımızdan da ciddi bir olumsuzluk içeriyor. Sosyalizm de, sınıf hareketiyle tam olarak bütünleşmesinin nesnel koşulları olgunlaşana kadar, aynı zamanda bir aydın hareketidir. İşçi ve emekçilerin aydın kabul ettikleri insanlara dönük beklentilerinin giderek zayıflaması sosyalizmin işini kolaylaştırmaz.

Diğer yandan, bu sürecin önüne geçebilecek tek güç biziz ve geç kalmamamız durumunda başarmamız mümkün. Bunun için, sosyalist düşünceyi ve sosyalizm mücadelesini okumuş ve okuyan insanların gündemine yeniden sokacak bir ideolojik üretkenlik ve saldırganlık sergilememiz gerekiyor.

Merkezi eksenini kapitalizmin (yeniden) eleştirisinin oluşturacağı bir ideolojik saldırıyla, aklın ve akılcılığın yeniden prestij kazanmasını sağlamak zorundayız.

Sosyalizmin aklın ve akılcılığın tek temsilcisi olduğunu göstermek hiç zor değil.

Sermaye sahiplerinin ve büyük şirketlerin üst düzey yöneticilerinin tümüyle asalaklaştığını, kapitalist üretim tarzının anarşik yapısının toplumsal kaynakların israfını aşırı derecede artırdığını, kar hırsının bilimsel ve teknolojik araştırma çalışmalarını ya toplumsal getirişi son derece sınırlı, ya da toplum çıkarlarına tümüyle ters düşen alanlara yönelttiğini, finans sektörünün ve borsanın yalnızca akıldışı bir düzende gerekli olduğunu ve daha pek çok başlığı bugüne kadar yeterli düzeyde kullandığımız söylenemez. Toplumsal eşitsizliklerin gelişmenin önündeki temel engel haline geldiğini, toplumun büyük çoğunluğunun yaratıcılık ve üretkenlik potansiyelinin kapitalizm koşullarında harekete geçirilemediğini ve yanlış alanlara yönlendirildiğini savunmak artık her zamankinden daha kolay.

Eşitlikçi bir toplumda kol emeği gerektiren işlerin çalışabilir durumdaki tüm nüfusa bölüştürülmesi yoluyla kafa emeği ile kol emeği arasındaki ayrımların büyük oranda ortadan kaldırılabileceğini, bilişim teknolojisindeki kapitalizm koşullarında sermayenin bilgi üzerinde tekel kurmasına yol açan gelişmelerin bilginin ve entellektüel üretiminin toplumsallaşmasına hizmet edebileceğini, akılcı düşünme yeteneğini yitirmemiş olan herkes kabul edecektir. Yine iletişim ve bilgi teknolojisindeki gelişmelerin ekonominin merkezi olarak planlanmasını son derece kolaylaştırdığını ve toplumsal kaynakların kullanımı açısından planlamanın her koşulda daha verimli olacağını göstermenin hiçbir zorluğu kalmadı.

Kuşkusuz, bu ve benzeri başlıkları Türkiye’nin sorunlarından hareketle açmamız gerekiyor.

Aklı başında kimse, Türkiye gibi sorunların bu denli biriktiği ve birbirine geçtiği bir ülkede, tek çözüm yolunun köklü ve köktenci bir değişim olduğunu gönül rahatlığıyla reddedemez. Sanayileşme sorunundan kentleşme sorunlarına, sağlıktan eğitime, işsizlik ve yoksulluktan bölgesel eşitsizliklere kadar birbirinden ayrı düşünülemeyecek sorunların ancak toplumsal kaynakların en verimli şekilde, yani merkezi planlamayla kullanılması yoluyla çözülebileceği ve bunun da mülkiyet ilişkilerini değiştirmeyi, üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermeyi gerektirdiğini savunmak, bu memleketi sahiplenmenin gereğidir. Bu memleketi sahiplenenlerin özelleştirmeci ideolojinin karşısına kamulaştırma perspektifi ile çıkmasının bir zorunluluk olduğunu savunmak, demokrasi gevezelikleri yapmaya oranla çok daha etkili ve sonuç alıcı olacaktır. Benzer şekilde, aklın yolunda yürüme yeteneğini tümüyle yitirmemiş olanlara, dinci gericiliğe karşı, sermaye egemenliği ile gerici ideolojilerin güçlenmesi arasındaki ilişkiyi gözardı etmeyen, gericiliğin yaygınlaşmasının toplumsal kaynaklarını kurutmaya dönük bir mücadele yürütülmesi gereğini kabul ettirmek de zor değildir.

İdeolojik üretim ve mücadelemiz, sermaye düzenine tümüyle teslim olmamış mühendislerini, doktorlarını, öğretmen ve öğretim üyelerini, okumuş ve okuyan insanlarım bu ülkenin geleceği üzerine düşünmeye ve sorumluluk üstlenmeye davet edecektir. Bir düzen değişikliğinin ve yeni bir düzen kurmanın zorluklarını tartışmak, demokrasi ya da sivil toplum tartışmalarından çok daha heyecan verici olacaktır. Ülkenin okumuş ve okuyan insanlarının sergileyeceği dinamizm, bugünün üretimsiz ve heyecansız aydınlarının bir bölümünü yeniden harekete geçirmeye de yarayabilecektir.

Diğer yandan, okumuş insanların ağırlıklı bölümünün ücretli emekçi, yani aynı zamanda işçi sınıfının bir parçası olmalarının ayrı bir önemi var.

Sosyalist hareketin, sınıf politikasını, işçi sınıfının yapısındaki değişmeleri ve bu arada kafa emekçilerinin gerek sayısal artışını, gerekse işçi sınıfı içindeki ayrıcalıklı konumlarının giderek aşınmasını hesaba katarak geliştirmesinin gerekli olduğu ortada.

Kafa emekçilerinin işçi sınıfının bir parçası olduğunu söylemek, tek başına, doğru siyasal yaklaşımlar geliştirmenin güvencesini oluşturmuyor. Kafa emekçileri ile (büro çalışanlarının önemli bir bölümünü de kapsayan) kol emekçileri arasında hala önemli farklılıklar var ve bunlar yalnızca bir sorun kaynağı olarak görülmemelidir. Sözgelimi, kafa emekçileri ile kol emekçilerinin gündemlerinin kesin olarak çakıştırılması türünden bir tercih ne gerçekçi, ne de anlamlıdır. Diğer yandan, kafa emekçilerine dönük politikanın “emekçi halka karşı sorumluluğa davef’in ötesine geçmesi ve kendilerini sınıfın bir parçası olarak hissetmelerinin önüne geçen ideolojik etkilenimle mücadeleyi içermesi mutlaka gerekiyor.

Söz konusu mücadelenin, kafa emekçilerinin kafasına işçi olduklarını kazımaya çalışarak yürütülemeyeceği açık olmalı. Kafa emekçilerinin sınıfsal aidiyet duygularının güçlenmesini sağlayacak olan sınıfsal bir aydınlanma sürecinin taşıyıcı unsurları haline gelmeleridir. Sosyalist hareket açısından, ideolojik mücadelenin en kritik halkalarından birinin, onları bu konuma getirmek olduğu kanısındayım.

Yalnızca yanlış anlaşılma olasılığının önüne geçmek için bir noktaya değinme ihtiyacım duyuyorum: Kafa emekçilerini bir bütün olarak aydınlanma mücadelesine kazanmak kuşkusuz olanaksız. Sosyalist hareketin hedef kitlesi, kısa dönemde, kafa emekçilerinin ancak sınırlı bir kesimi ve özellikle genç insanlar olacaktır. Burada önem taşıyan, siyasal açıdan öne çıkan parçanın bütünü ileri çekme ve temsil etme olanağıdır.

Kafa emekçilerinin sınıfsal bir aydınlanma dinamizminin taşıyıcıları haline gelmesi, birincisi, sınıf hareketinin ideolojik bağımsızlaşma sürecine ciddi bir hız kazandıracak, ikincisi, Türkiye devriminin, uluslararası düzeydeki etkisi açısından da önem taşıyan “kentlilik” boyutunun güçlenmesini sağlayacaktır.

Son noktanın altım mutlaka çizmek gerekiyor. Türkiye devriminin uluslararası sosyalizm mücadelesi açısından taşıdığı önemi ve evrensel bir dil geliştirmenin, batıya yönelmenin ve sosyalizmin kendilik boyutunu güçlendirmenin gerekliliğini daha önce vurgulamıştık. Tüm bunları devrimin toplumsal tabanından ve aydmlanmacı boyutlarından bağımsız olarak düşünmek mümkün değil. Yine tüm bunlar, sosyalist ideoloji ile devrimci demokratizm ve ulusal kurtuluşçuluk arasındaki ilişkilere de titizlikle yaklaşmayı gerektiriyor. Bugünden kesin olan, sosyalizmin devrimci demokratizm ve ulusal kurtuluşçuluğun yüklerini önümüzdeki yüzyılda da taşımaya devam edemeyeceğidir.

Bir örnek olarak meslek odaları üzerinde çok kısaca da olsa durmak istiyorum. Meslek odaları, bugün de, ülke sorunlarına ilişkin tartışmaların hiç yapılmadığı yerler değil. Odalarda yürütülen tartışmaların ve bunların dışa dönük yansımalarının küçümsenmemesi, ama tıkanma noktalarının üzerine gidilmesi gerekiyor. Sorunlardan biri, uzmanlık alanlarının fazlaca öne çıkarılması nedeniyle bütünsel bir bakışın geliştirilememesidir. Türkiye gibi bir ülkede hiçbir uzmanlık dalı, ülkenin sorunlarını bir bütünlük içinde kavramadan kendi alanına ilişkin tatminkar çözümler üretebilecek ya da önerebilecek durumda değildir. Ama asıl tıkanma, demokratizmin aşılamamasından kaynaklanmaktadır. Mülkiyet sorununu gündemine almayan ve düzen sınırlarını veri kabul eden çözüm önerileri, öneri sahipleri tarafından bile çok fazla ciddiye alınamamaktadır. Bize düşenlerden biri, tartışmanın nasıl yürütülmesi gerektiğini somut olarak, üretimimizle göstermektir.

Okuyan insanlara gelince… Bugüne kadar, üniversiteleri Türkiye’nin sorunlarının tartışıldığı ve siyaset üretilen mekanlar haline yeniden getirmek konusunda yeterince yol alındığı söylenemez. Açıkçası, 12 Eylül döneminin etkisi ne kadar önemli olursa olsun, yeni kuşakların ideolojik formasyonlan hangi olumsuz yükleri banndırırsa barındırsın, üniversitelerde sosyalist siyasete açılabilecek alanın bugünkünden çok daha geniş olduğunu düşünüyorum. Bunun yolu da ideolojik mücadelenin hakkını daha fazla vermekten geçiyor. Yalnızca örnek olsun diye söylüyorum; derslerin burjuva ideolojisiyle, gerici ve faşist öğretim üyeleriyle hesaplaşmanın mekanları haline getirilmesi gerekiyor. Bunun için, öğretim üyelerinin tartışma olanağı sunmalarının bir gereklilik olmadığı ortada. Diğer yandan, ideolojik üretkenliğimiz, kendisini solcu hisseden öğretim üyelerini ileri çekmemizi (ya da tümüyle geri itmemizi) de sağlayacaktır.

Türkiye’nin okumuş ve okuyan insanları, aydınlanma mücadelesine kazanıldıkları oranda, sosyalizmin bu topraklarda yeniden üretilmesine ciddi katkılarda bulunacaktır. Bizim şu aşamadaki görevimiz bir “ilk itilim” sağlamaktır ve önümüzdeki dönemde bunu gerçekleştireceğiz.

Bu ülkenin sorunları layıkıyla tartışılmaya başladığında, reel sosyalizmin üzerinden atlanması kesinlikle mümkün olmayan bir deneyim birikimi sağladığı çok daha açık bir şekilde görülecektir. Ekonominin planlanmasından sağlık hizmetlerinin örgütlenmesine, eğitim kurumlarının yeniden yapılandırılmasından kentleşme politikalarına kadar pek çok alanda üzerine basılacak bir zemin mevcuttur.

Çok daha gelişkin bir sosyalizmi hedefleyeceğimiz ve dolayısıyla reel sosyalizm deneyimine eleştirel bakacağımız açık. Eldeki birikim özümsendiğinde, eleştirel bakmak ve aşmak mümkün ve gerekli hale gelir.

Gündemimizde çok daha güzel bir ülke ve çok daha güzel bir dünya yaratma mücadelesi var. Bu mücadelenin hazzını çok daha fazla insana yaşatmak boynumuzun borcu.

Dipnotlar

  1. GIMPEL Jean, “Ortaçağda Endüstri Devrimi”, çev: Nazım Özüaydın, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Ankara, Aralık 1996; s. II.
  2. a.g.y.; s. lll.
  3. Bu “yabancılığın” Marx’ta olmadığını hatırlatmakta yarar var. George Basalla’nın, yine TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları arasında çıkan “Teknolojinin Evrimi” adlı çalışmasının çıkış noktaları arasında Marx’ın teknolojinin evrimine ilişkin değerlendirmeleri de bulunuyor.
  4. HOBSBAWM Eric, “Kısa 20. Yüzyıl /1914-1991 / Aşırılıklar Çağı”, çev: Yavuz Alogan, Sarmal Yayınevi, İstanbul, Ekim 1996; s. 16-17.
  5. a.g.y.; s. 20.
  6. a.g.y.; s. 54-55.
  7. a.g.y.; s. 58.
  8. a.g.y.; s. 430.
  9. a.g.y.; s. 641.
  10. a.g.y.; s. 453.
  11. a.g.y.; s. 171.
  12. Yüzyıl Biterken – Cumhuriyet Donemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1995; cilt 11, s. 87-102.
  13. a.g.y.; cilt 12, s. 406.
  14. a.g.y.; cilt 15, s. 1231.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×