Kent, sınıf, edebiyat: Kenti ve romanı kazanmak için

Giriş

Kapitalizmin egemen toplumsal formasyon haline gelmeye başlamasıyla kentlerin mekânsal işlevleri kökten değişime uğramıştır. Böylelikle, toplumsal yaşamın fiziksel olarak vücut bulduğu kentsel mekân, sınıf mücadelelerinin de en gelişkin biçimde izinin sürülebildiği ortam haline gelmeye başladı. Öte yandan, kentsel mekâna dair verilen mücadelenin siyasal iktidar mücadelesinden ayrılmazlığı, toplumsal sınıflar arasındaki ilişkilerin mekânı biçimlendirmek yoluyla derinden etkilendiğini de gösterdi.

Kentsel mekân için verilen mücadele hakkında üretimde bulunan Marksist coğrafyacı David Harvey açısından biçimlendirilmiş bir mekân olan kent, sakinlerini de biçimlendirici bir etkiye sahiptir. Harvey, “mekânsal biçimler toplumsal süreçleri içerir ve toplumsal süreçler esas olarak mekânsaldır,” 1 vurgusuyla kentin ikili karakterine vurgu yaparken, bir kentin fiziksel biçimiyle toplumsal süreçler arasındaki ilişkiye işaret eder. Mekânın toplumsal mücadeleler ve özel olarak sınıf savaşı tarafından biçimlendirilen özelliği modern kentlerin gelişimi açısından esastır. Harvey, mekânı dönüştürülemez, durağan bir olgu olarak değerlendirmez ve ekler: “Burada mekânsal biçimler, içinde toplumsal süreçlerin oluştuğu cansız nesneler olarak değil, toplumsal süreçleri bu süreçlerin mekânsal olmasıyla aynı tarzda ‘içeren’ şeyler olarak görülmektedir.” 2

Kentlerin gelişimi açısından kritik önemde olan kapitalizm, aynı zamanda kentsel kimliği yerle bir eden karakterini de bünyesinde barındırmaktadır. Kentin kültürünü, mimarisini, tarihsel özelliklerini dönüştürücü gücüyle tüm dünyada birbirlerine benzeyen “küresel kentler” yaratırken, varlığını devam ettirebilmek için söz konusu kentleri araçsallaştırmaktadır. Kapitalist toplumun temel görüngülerinden biri olan tüketim toplumunun fiziksel ortamı haline gelen kent mekânları, kolektif bellekleri tahrip edilmiş kent sakinlerinin kente ve onun için verilen mücadelelere sahip çıkmalarının önünde engel oluşturmaya başlar.

Günümüzde Türkiye’de ve özel olarak İstanbul’da yaşanan kentsel mekânın tahribatı müstesna olana değil, kapitalizmin yasalarının genelgeçerliğine işaret ediyor. İstanbul’daki dönüşümün yaklaşık iki yüzyıllık tarihini, kentin kapitalizmle tanışmasının tarihi olarak da okumak mümkün. Bununla birlikte, kente dair bilimsel bir çalışma yürütmek isteyen bilim insanları için kimi istatistiklerin, maaş cetvellerinin, etnisiteye göre nüfus dağılımlarının vb. bilgileri mevcutken, kentin gelişmesinde aslan payına sahip toplumsal katmanların esamisinin okunmaması kural halini almıştır. Dolayısıyla, İstanbul gibi “tarih”le yüklü bir kentin resmini çizmek açısından, yolların edebiyatla kesişmesi kaçınılmaz hale gelmektedir. Söz konusu metin, ağırlıklı olarak Cumhuriyet dönemi İstanbul’unun yaşadığı dönüşümü edebiyatımızdaki kimi romanlar üzerinden izleyecekken, edebiyatın kentsel mekâna dair sözü olduğunu öne sürmektedir.

Dostoyevski

Roman ve 19. yy. Avrupası

Roman sanatı, kentsel mekânın aslına uygun bir fotoğrafını çekmek, kentin kılcal damarlarına nüfuz etmek, kent sakinlerinin duygulanımlarını ortaya koymak vd. açısından eşsiz olanaklar barındırmaktadır. Kentsel mekânın şekillendiği dönemin toplumsal ve bireysel ilişkilerine ayna tutarken, bilimin bıraktığı boşlukları doldurmada benzersiz bir işleve sahiptir. Örneğin, 19. yy. bağlamında Dickens’ın Londra’sı, Balzac’ın Paris’i, Dostoyevski’nin St. Petersburg’u, kent yaşamındaki altüst oluşları, sınıfsal mücadelelerin seyrini ve toplumsal ayrışmaları yansıtırken, kentsel mekânın tarihsel evrimini de gözler önüne serer.

Aydınlanma’nın 19. yüzyıla devrettiği miras, romanın ortaya çıkışı ile burjuvazinin tarih sahnesine çıkışındaki koşutlukta gözlemlenebilir. Söz konusu dönemde birbirleriyle mücadele eden sınıfların roman sanatında ifadesini bulması ise pek çok klasikte karşımıza çıkar. Toplumsal olayları bir tarihçi titizliğiyle kaydeden 19. yy. romanı, Dickens’ın kapitalizmin boy attığı Londra’daki toplumsal ilişkileri ortaya koyan Oliver Twist’iyle (1838) önemli bir eşik atlar. Burjuvazinin refah içindeki semtleriyle suçluların, ezilenlerin ve yoksulların doluştuğu mahalleleri keskin bir karşıtlık içinde ele alan Dickens, Sanayi Devrimi’nin bağrında gelişen bir kentin çelişkilerini ustalıkla verir. Dilenciliğe zorlanan evsiz çocuklar, suç ile kent varoşları arasında doğrudan bağ kurmamıza olanak tanır. Proletaryanın büyümeye başladığı Londra, ezilenlerin sefaletinin olduğu kadar, hırsızlığın, uyuşturucunun ve cinayetin de mekânı haline gelir. Balzac’ın açtığı yoldan giden Hugo, Sefiller (1862) ile burjuva mahallesini ayrıntılı bir biçimde betimlerken, Paris’in toplumsal sınıfları arasındaki mücadeleyi de yansıtır. Öte yandan, Dickens’ın uzattığı eli havada bırakmayan Conan Doyle, Sherlock Holmes’un Maceraları’nda uyuşturucunun, suçun vd. kaynağı olarak yoksul kent mahallelerini gösterir.

Halit Ziya Uşaklıgil

Tanzimat ve sonrası

Roman türünün Osmanlı topraklarına giriş yaptığı Tanzimat sonrası dönemde Batı romanının gündemindeki tartışmalarla Osmanlı’nın kültür-sanat alanında karşı karşıya kaldığı sorunlar birbirine pek benzemiyordu. Yükselen burjuvazinin hislerine tercüman olan Batı romanı, henüz kabuğunu kırmamış ve ağırlıklı olarak başkent İstanbul ve birkaç büyük liman kentiyle sınırlı Osmanlı burjuvazisinin “gündemine” Yusuf Kamil Paşa’nın 1859’daki Les Aventures de Télémaque çevirisiyle girdi. Batı romanına öykünmekten kaçınmayacak olan Osmanlı romanı da kimlik sorunu ve Doğu-Batı ikiliğinin simgesi olarak söz konusu edebî türü eleştirel bir araç olarak kullandı. Sami Paşazade, Namık Kemal, Recaizade Mahmud Ekrem ve Abdülhak Hamit’in yapıtlarındaki İstanbul manzaraları Tanzimat’la birlikte boy atan yenileşme iklimini yansıtır. Nâbizâde Nâzım’ın Boğaziçi’si, Ahmet Mithat’ın Beyoğlu ve Beykoz’u vd. “ailelerinin Çamlıca Tepesi’ndeki konaklarından şehre bakan” 3 Tanzimat aydınının birer örneğini sunar. Ahmet Rasim’in şehre dair oluşturduğu denemeci dili, Mehmet Rauf ve Halit Ziya’nın yeni yeni ortaya çıkan kent burjuvazisinin iç yaşantılarına odaklanan detaycılıkları, batıl inanışları ve Batılılaşma yanlılarını eleştiren Hüseyin Rahmi’nin ironisi Servet-i Fünun ve sonrasının egemen atmosferini yansıtır. Modernleşen şiirimizin muhafazakâr bir temsilini sunan Yahya Kemal ise, Paris’ten döndüğü 2. Meşrutiyet sonrası dönemde Lale Devri’ni yeniden yaşatmaya niyetlenen, Şeyh Galip ve Nedim’den devşirilmiş bir dille İstanbul’u yansıtmaya çalışır.

Mithat Cemal Kuntay

Ve Cumhuriyet’in ilk dönemi

Kentin Doğu-Batı ekseninde “ikiye bölünmüşlüğü” bağlamında Osmanlı mirasını sürdüren pek çok ilk dönem Cumhuriyet yazarı, 50’li yıllara kadar İstanbul özelinde kentsel mekânı simgesel olarak kullanmaya devam ettiler. Muhafazakârlığın ve Osmanlı gelenekselliğinin sürdürücüsü konumundaki kimi İstanbul mahalleleri ile tarihsel olarak Batı’yı simgeleyen Galata ve Pera gibi yerleşim bölgeleri konağın karşısına apartmanın çıkarıldığı bir karşıtlığa işaret eder.4 Yakup Kadri’nin Kiralık Konak’ı, Refik Halit’in İstanbul’un Bir Yüzü, Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye’si dağılmakta olan toplumsal yapıya odaklanırken mekânın simgesel kullanımına iyi birer örnek teşkil ederler. Kentsel mekânın ayrışmasına özellikle vurgu yapan Safa, yoksulların yaşadığı Fatih ile burjuvazinin yerleştiği Harbiye arasında aşılamaz bir sınır görürken, sorunun sınıfsal özünü kavramaktan uzaktır ve okuru Doğu-Batı karşıtlığına mahkûm eder. Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u, Safiye Erol’un Kadıköyü’nün Romanı, Halide Edip’in Sinekli Bakkal’ı ve Reşat Nuri’nin Yaprak Dökümü de geçmişe ait değerlere sırtını dönüp “özüne” yabancılaşan kahramanları Cumhuriyet’le birlikte unutulan bir İstanbul atmosferinde dile getirirler. Abdülhak Şinasi’nin Boğaziçi Mehtapları ile Ruşen Eşref’in Boğaziçi: Yakından başlıklı deneme kitapları insandan arındırılmış bir Boğaziçi ve kent vurgusunun ön plana çıkması ile kendilerini ortaya koyarken, Tanpınar’ın estetize edilmiş İstanbul’una bir geçiş niteliği taşırlar.

Ahmet Hamdi Tanpınar

Estetize edilmiş İstanbul

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişteki kopuş ve sürekliliği en derinden yaşamış yazarlarımızdan biri Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Uzun yıllar İstanbul’da yaşamış, Beş Şehir’de kente ayrı bir önem atfetmiş, edebiyat, kültür ve sanata dair düşünüp yazarken İstanbul’u durmaksızın göz önünde bulundurmuştur. Cumhuriyet’in, başkenti Ankara’ya taşımasıyla birlikte belli bir süre unutulan kentin ve bu süreçte kentin görünen yüzünü değiştiren fiziksel değişimin ilk elden tanığıdır. “Hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyak”5 olarak özetlediği gelgitinin kaynağında konakların yerlerini apartmanlara bıraktığı, yangınlarla boğuşan bir şehrin imgesi vardır. Özellikle 1948’deki eski Meclis-i Mebusan binasına taşınmış Güzel Sanatlar Akademisi’nin ve Cihangir sırtlarındaki Sabiha Sultan Yalısı’nın yanışına tanık olan yazar açısından kent “doğal” akışında tahrip olmaktadır. Kentin semtleri arasındaki farklılaşmayı “Beyoğlu, küçük ve orjinalite damgası çoktan kaybolmuş, hatta bu damgayı üstünde bir defa bile duymamış en ucuz cinsinden bir 19. yüzyıl Avrupa’sıdır,”6 diyerek vurgulamakta, üzüntü ve iştiyak arasında hâlâ gidip gelmekte, tarafını tam anlamıyla seçmek istememektedir. Öte yandan, Huzur’da anlatının merkezine yerleştirdiği İstanbul’u, ülkenin kimlik sorunu, Doğu-Batı ikiliği vd. bağlamında ele alırken Yahya Kemal’den bayrağı devralmış gibidir. Kentin yoksul mahalleleri ve insanları romanın birinci bölümünde karşımıza çıkarken, romanın kahramanlarından Mümtaz’ı bitpazarında, kır kahvelerinde, sahaflarda dolaştırmayı yeğler. Bununla birlikte, diğer bölümler Boğaziçi’ne, bir zengin evine ve kentin yükselen sınıfı burjuvazinin yaşamına odaklanır. Estetize etmeyi seçtiği her satırda küçük burjuva aydının çelişkilerini yansıtan Tanpınar, Cumhuriyet’in ilk kuşak yazarlarının nevi şahsına münhasır bir örneği olmayı başarır.

Çok partili döneme doğru

Cumhuriyet’in çok partili döneme kadar olan yıllarının İstanbul’unu farklı bir bakış açısıyla sayısız öyküye döken yazarların başta geleni Sait Faik’tir. Kentin pek çok semti, ada yaşamı, balıkçıları ve tüm sınıflarıyla birlikte halkı, yazarın doğayla uyumlu bir kent yaşamı algısı ve duyarlığıyla sayısız öyküye konuk olur. Kentin kenar mahallelerinde ve Beyoğlu’nun arka sokaklarında gezinen Sait Faik kahramanları, söz konusu dönemin çok kültürlü, etnisiteli kent yaşamına tanıklık ederler. Kentteki yarılmanın eskinin çürümüşlüğünden kaynaklandığını düşünen Refik Ahmet Sevengil (İstanbul Nasıl Eğleniyordu?, 1927) ile Sadri Ertem (Çıkrıklar Durunca, 1929) gibi yazarlar ise kurulmaya çalışılan yeni kent hayatına ve ilişkilere engel olan köhnemiş kurumlara Zola’vari bir doğalcılıkla kafa tutarlar. İlhan Tarus’un kentteki sınıfsal tabakalaşmayı belli bir ölçüde veren Apartman’ı (1950), Osman Celal Kaygılı’nın kentin belli bir etnik grubu hakkında kaleme alınan ilk romanlardan Çingeneler’i (1935), Reşat Enis’in Zonguldak’taki madenden Haliç kıyısındaki kumaş fabrikasında çalışmaya gelen bir işçiyi anlattığı Afrodit Buhurdanında Bir Kadın’ı (1937) İstanbul’un emekçi karakterini anlatısının merkezine çakacak olan Orhan Kemal’e giden yoldaki uğraklardan birkaçıdır. Bu bağlamda, sınıfsal parçalanmışlığı kentsel mekânın dönüşümü üzerinden ustalıkla veren Orhan Kemal’in edebiyatımıza bir eşik atlattığını da rahatlıkla iddia etmek mümkündür.

Emekçilerin İstanbul’u

İstanbul açısından 50’li yıllar, kent merkezinin artan kitlesel göç ile birlikte işçi havzasına dönüştüğü bir döneme denk düşer. Demokrat Parti ile palazlandırılmaya başlanan burjuvazinin karşısına dikilmeye başlayacak işçi sınıfının nüveleri, kitle iletişim araçlarında yansımalarını bulmaya başlar. Cibali’den Eyüp’e tüm Haliç ile Yedikule ve etrafında kurulan fabrikalar söz konusu semtlerin etrafında gecekondu mahallelerinin oluşmasına yol açar. Kente akan kitleler işçi sınıfının doğal bir bileşenini oluşturdukları gibi, konut sorunu işçilerin gündeminde önemli bir yer tutmaktadır. Öte yandan, sendikalar, akademisyenler bu soruna çözüm bulmaya çalıştıkları gibi, iktidar da emeğin yeniden üretilmesi açısından kaçınılmaz olan barınma hakkına dair politikalar geliştirmekte kendisini zorunlu hissetmektedir. 50’lerdeki gecekondulaşma olgusunun, 60’lı yıllarda işçilerin sınıf bilinci kazanmasına ve 70’lerde ise örgütlü birer güce dönüşmesine giden sürecin sahnelendiği en önemli kentsel mekân İstanbul’dur. Farklı farklı işçi havzalarından oluşan devasa bir metropol olmaya başlayan kent, emeğin başkenti niteliğini kazanır.

Kentteki gecekondulaşmayla bunun edebiyattaki yansımasının neredeyse eşzamanlı olduğunu söylemek mümkündür. Tek parti dönemindeki edebiyatın konu ettiği, kentsel mekânda somutlanan Doğu-Batı ikiliğinin yerini almaya başlayan işçi-burjuva karşıtlığı gene kentsel mekânda ifadesini bulurken, bir bölümü Köy Enstitüleri’nde yetişmiş bir bölümü ise düzenle bağlarını koparmış yazarlar hızla solculaşmaya başlarlar. Ağırlıklı olarak İstanbul’un gecekondularında yaşayan göçmen işçileri öykülerine ve romanlarına konu eden Orhan Kemal ise, yoksulluk ve eşitsizliğin kaynağında yer alan düzene en keskin eleştirileri yöneltecektir. 40’lı yılların sonunda yayımlamaya başladığı hikâyeleri ile işçi mahallelerinin kentsel mekândan yalıtılmışlığını hissettiren Kemal, köyden kente göçü, tarım işçiliğinden fabrika işçiliğine dönüşümü yetkin bir biçimde betimler. İstanbul proletaryasının Yanyalı, Giritli, Alasonyalı, Boşnak, Doğu Anadolulu, Arap vd. göçmenlerini yoksulluklarını yansıtacak biçimde işçi mahallelerinde ve evlerinde resmeder. 1962’de yayımlanan Eskici ve Oğulları’nda Topal Eskici ile iki oğlunun özlemlerini, annenin izbe bir evden çıkıp bir konağa yerleşme hayallerini ve sonunda ellerinde avuçlarında kalanı da yitirerek çöküşlerini okura melodrama kaçmadan aktarır. 1958’de yayımlanan Devlet Kuşu’nda yoksulların oturduğu mahallelerdeki mülk edinerek sınıf atlamayı, mahallenin dönüşümünü, lümpen proletaryayı bir Arnavut göçmenin gözünden anlatır. Gurbet Kuşları (1962) ise köyden kente göçü, göçmenlerin kente tutunma çabalarını, işçi havzalarındaki sömürüyü gözler önüne serer.

Sevgi Soysal

Orhan Kemal’in İstanbul özelinde gündemine aldığı tartışma başlıkları Nâzım Hikmet’in Kan Konuşmaz (1965), Suat Derviş’in Aksaray’da Bir Perihan (1963), Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı (1964), Tarık Dursun K.’nın Sabah Olmasın (1967) vb. yapıtlarda da karşımıza çıkar. Farklı sınıfların iç içe yaşadığı geleneksel İstanbul mahallelerinin hızla dönüşüme uğrayıp yerlerini ya zengin apartmanlarından ya da yoksulların gecekondularından oluşan mahallelere bıraktığı, orta sınıfın boy atmaya başladığı kentsel mekânlar 1950-1970 yılları arasındaki pek çok roman ve hikâyenin konusu olur.

Orhan Kemal

Sol, edebiyatın kalbinde

’60 Anayasası’nın getirdiği göreli özgürlük ortamının, karşılığını Türkiye İşçi Partisi’nde (TİP) bulacak olan sosyalist solun önünü açması ile gecekondularını yitirme korkusuyla yaşayan kitlelerin İstanbul’un “kalıcı” bir parçasını oluşturmaları eşanlı gerçekleşir. Kent merkezini 60’lı yılların ikinci yarısında kuşatan gecekondu mahalleleri, TİP ve TİP’ten ayrılıp yeni devrimci oluşumlara yönelecek hareketlerin içinde yer alan gençlikle bu yıllarda buluşur.

Öte yandan, bu buluşmanın 12 Mart ile birlikte romana yansıması da kaçınılmazdı. Muhtıra sonrasında edebiyat alanında üretmeye başlayan yazarların pek çoğu solun örgütlenmesi içinde yer alan, bunun dışında kentlerdeki öğrenci hareketine de destek veren kişilerden oluşuyordu. Adı İstanbul ile anılmasa da döneme damgasını vuran yazarlardan biri Sevgi Soysal olacaktı. Ankara’nın gecekondularını Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde (1973), hapis sonrası Adana sürgününden elde ettiği izlenimleri ise 1975 yılında yayımlanan Şafak’ta kâğıda döken Soysal, büyük kentlerdeki mekânsal ayrışmayı toplumcu bir perspektifle dile getirir. Orhan Kemal’in devrettiği bayrak, özellikle gecekondulaşma başlığında küçük burjuva aydının yaşadığı çelişkilerin romanda yer bulmasını beraberinde getirir. Pınar Kür’ün Yarın Yarın’ı (1976), Aysel Özakın’ın Alnında Mavi Kuşlar’ı (1978) gecekondu yaşamına göreli bir olumlu değer atfederken, burjuvaziye kimi zaman özenen kimi zamansa onu alaşağı etmek isteyen ezilenlerin sesi olmaya çalışırlar. Sanatçıların uğrak yeri olan mekânlar, gecekondu mahalleleri, zenginlerin oturduğu semtleri kentsel mekânın temel göstergeleri haline getiren Özakın, küçük burjuva Sinan, siyasal bilinci olan işçiler ve devrimciler özelinde toplumsal sınıflar arasındaki mekânsal farklılaşmaya vurgu yapar. ’80 öncesi küçük burjuva aydınının karakteristik özelliklerini taşıyan Oğuz Atay ise, Tehlikeli Oyunlar (1973) ile toplumsal mücadelelerin içinde yer almaktansa burjuvaziye “ihanet” etmemeyi tercih eden, “varoluşsal” sorunlar ile sarmalanmış aydınları yansıtır. Küçük burjuva aydınının işçi sınıfına arkasını döndüğü, aydının sınıfsal konumu yerine kimlik sorununa odaklanmayı tercih eden Tehlikeli Oyunlar, kent kökenli Hikmet Benol için gecekondunun aykırı bir mekân olması ve başkahramanın soyut iç dünya atmosferi açısından dönemin diğer romanlarından farklılaşır. ’80 Darbesi sonrasının prototipi diyebileceğimiz bu bakış açısı, fildişi kulesine çekilen aydının kendi çevresinin ve mekânının romana dahil olmasını beraberinde getirecektir.

’80 sonrası

Bir emekçi kenti olarak İstanbul’un geçirdiği dönüşüm ’80 Darbesi’yle birlikte olumsuz yönde seyretmeye başlar. Emekçiyi, işçi sınıfını hor gören, onu gündemine almamayı tercih eden edebî anlatıların son otuz yıldır baskın olduğunu söylemek mümkün. Bununla birlikte, 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde başlayan göçün İstanbul’un altını üstüne getiren, onun “kültürel geçmişini” bozan kitleler tarafından gerçekleştirildiğini öne süren anlatılar günümüz edebiyatında da kanonu oluşturuyor. Neoliberal ideolojinin orta sınıfları kuşatmaya başlamasıyla emekçi mahallelerinin sistematik ve elbirliğiyle gerçekleştirilen mutenalaştırılmaları atbaşı giderken, kentsel yıkım özellikle son yıllarda ileri boyutlara vardı. Emeği bilinçli bir biçimde dışlayan anlatılar kentsel dönüşüm süreçlerinin ideolojik altyapısını da oluştururken, emeğin başkentinden sermayenin başkentine giden süreci meşrulaştırdı. Neoliberal ideolojinin kültür sanattaki ifadesi diyebileceğimiz postmodernizmin edebiyatta da tesis ettiği hegemonya, kentsel mekânın yıkımı için güçlü bir arka plan yarattı, nostalji duygusunu körükleyerek umutlu bir gelecek tasarımları ellerinden alınan kitleler meydana getirdi ve işçi sınıfının yaşadığı dönüşümün akademinin inceleme “nesnesi” olmasına yol açtı.

24 Ocak Kararları’yla gündeme getirilen ve darbeyle birlikte hukuksal altyapısı oluşturulan işçi düşmanı politikalar, İstanbul açısından kentsel üretim mekânlarının dağılmasına giden sürecin önünü açtı. Kent merkezinde yer alan üretim tesislerinin ve fabrikaların kent çeperine taşınması, Haliç vd. işçi havzalarının dağıtılmaya başlanması işçi karakteri taşıyan mahallelerin de dönüşmelerine yol açtı. Kamusal alanların çözülmesi çay bahçelerinin, açık hava festivallerinin, yazlık sinemaların sayılarının azalmasında ifadesini buldu. Yasaklanan kitlesel gösteriler, mitingler, toplantılar ve bununla birlikte “ev”in mekânsal önemini keşfeden bir orta sınıf 80’li yılların toplumsal atmosferini yansıtır. Zeytinburnu, Kâğıthane, Haliç, Kartal, Paşabahçe vb. fabrika yoğun bölgelerin dönüşüme uğraması ilgili dönemin edebiyatında da yansımalarını bulacaktır.

1960-1980 yılları arasındaki kültürel atmosfere ve sanatsal üretime damgasını vuran ideolojik hegemonyanın karşı kutbu, 12 Eylül sonrasında üstün gelmeye başladı. Kültür ve sanatta gerçekçilikten kaçış olarak da özetlenebilecek yaklaşım, toplumsal olana arkasını dönen, bireysel olanı yücelten, daha iyi bir dünyanın mümkün olduğuna inanmayan bir bakış açısının ürünüydü. Gecekonduları kendi imgelemlerinde yaratıp fantastik bir dünyaya ait birer olgu olarak ele alan yazarların pek çoğu, İstanbul’un işçi sınıfındansa kentin bireylerini anlatmayı tercih etti. 1982’de yayımladığı Dört Mevsim Sonbahar ile küçük burjuva aydın ile gecekondularda yaşayanlar arasındaki kapanmaz uçurumu konu edinen Ahmet Altan, ezilenlerin yaşadığı mahallelerden duyduğu tiksintiyi apaçık dile getirir. 1985’te yayımladığı Sudaki İz ise devrimcilerin kentle kurduğu ilişkiyi tepetaklak eden bir yaklaşımla “küfür romanları”nın naçizane bir örneğini oluşturur. Buna göre, kentsel mekândan dışlanması gerekenler sadece işçi sınıfı ve kent yoksulları değil, aynı zamanda küçük burjuva devrimcilerdir. “Eylülist yazar”ları7 temsil eden ve kentsel mekânı tahrif eden anlatıların en bilinenlerinden olan Berci Kristin Çöp Masalları’nı (1984) kaleme alan Latife Tekin, gecekonduyu bizzat romanın başkahramanına dönüştürürken söz konusu kentsel mekânın toplumsal karakterini yok sayar. Emeğin başkentinin fantastik bir biçimde kavranışı, onun yoksul semtlerinin ve geri kalmış insanlarının çarpık bir biçimde ele alınmasını beraberinde getirirken, kentsel mekânı bir bütün olarak görmeyi reddeden roman, postmodern bir bakış açısının ürünü haline gelir.

Sonuç

İstanbul’un gündelik yaşamında emeğin görünürlüğünün azalmasını mekânsal olarak izlemek mümkün. Bununla birlikte tüm teknolojik gelişmelere karşın, şehir her geçen gün daha fazla emek-yoğun süreçler aracılığıyla kendini var ediyor. Kentin kolektif belleğine, kamusal alanlarına, üretim süreçlerinin görünürlüğüne karşı gerçekleştirilen saldırılar, kent merkezinin dışına sürülmüş ve kentsel mekâna ciddi ölçüde yabancılaşmış günümüz proletaryasının baskı altına alınmasıyla gerçekleştiriliyor. Kentin ağırlıklı olarak göçmen emeğiyle kurulması ve geliştirilmesi tarihsel bir olguydu ve özellikle Balkanlar’dan ve Anadolu’dan gelen göçmenler kente yer yer uyum sağlayıp yer yer onun kültürüne direnirken kent dokusunun oluşumunda ve İstanbullu bir yaşamın var edilmesinde başrolü oynadılar. Bu başrole karşın, soylulaştırma pratikleri ve kentsel dönüşümler aracılığıyla kentten sürülen emekçilerin kolektif bellekleri de yok ediliyor; üretim süreçlerine dahil oldukları ve haklarında sayısız hikâye, roman yazılmış Emek Sineması, Beykoz Kundura, Haydarpaşa Garı, Dolmabahçe Gazhanesi, Silahtarağa Elektrik Fabrikası, Cibali Tütün Fabrikası vd. kamusal mekânlar ortadan kaldırılıyor. Sendika binalarından işçilerin toplandıkları meydanlara, işçi mahallelerinden fabrikalara kadar emek süreçlerinin izlerinin sürülebileceği pek çok mekân da görünmez kılınıyor.

İstanbul, toplumsal ve siyasal meşruiyetini tesis etmek ve yeniden üretmek zorunda olan her iktidar için olduğu üzere -AKP’nin yirmi yıla yaklaşan iktidarı dâhil- tüm toplumsal katmanlar ve sınıflar açısından başat bir rol oynuyor. Bu bağlamda, emeğin kent çeperlerine itildiği, kolektif bellekten silindiği ve her tür tarihsel anlatıdan dışlandığı İstanbul için verilecek toplumsal mücadelenin de işçi sınıfının öncülüğünde tüm ezilenleri kapsayacak biçimde verilmesi, çok yönlü ve katmanlı olması zorunlu görünüyor. Kendisini yaratan emekten arındırılan bir kentin sakinlerinin meşru tüm direnme haklarını kullanarak verecekleri mücadele, önümüzdeki süreçte daha yaşanabilir bir İstanbul için gerçek siyasal zemini sunuyor. Örgütlü kitlelerin kentsel mekânları biçimlendireceği bir geleceğin, emeğin başkenti açısından büyük bir umut kaynağı olduğunun, dolayısıyla insanca yaşanabilir bir İstanbul’un sadece emeğiyle geçinen İstanbullular tarafından kurulacağının akıldan çıkarılmaması gerekiyor.

Dipnotlar

  1. David Harvey, Sosyal Adalet ve Şehir, Çev. Mehmet Moralı, Metis Yayınevi, 2003, s. 10.
  2.   a.g.e., s. 16.
  3.   Tespit Yahya Kemal’e aittir.
  4. Söz konusu gelişmeye dair iyi bir çözümleme için bkz. Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İletişim Yayınları, 2015, 28. baskı, s. 9-25.
  5. Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, Milli Eğitim Basımevi, 1969, s. iii.
  6. Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, 2009, s. 128.
  7. Hem küfür romanları hem de Eylülist yazar kavramsallaştırmasının detaylı bir çözümlemesi için bkz. Yalçın Küçük, Küfür Romanları, Tekin Yayınevi, 1986.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×