Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’de Emperyalizm ve İttifaklar

Mustafa Akıncı’nın Kuzey Kıbrıs’ın başına geçmesiyle, Kıbrıs’ta yeni bir dönem başladı. Kıbrıs Devlet Başkanı Nikos Anastasiadis ve Kuzey Kıbrıs Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı arasındaki görüşmelerde hızla yol alındığı söyleniyor. Bir yandan görüşmelere gizlilik hâkimken, diğer yandan da bölgeye dair yapılan kimi açıklamalar bize neler olduğunu açıklayabilecek kimi ipuçları veriyor. 2008-2010 yıllarında Mehmet Ali Talat ve Dimitris Hristofyas arasındaki görüşmelerden beri ilk kez çözüme varılmasında ilerleme kaydedildiği görülürken, bunda iç sebepler kadar bölgesel koşulların da rol oynadığını görmek gerekiyor.

Suriye, Irak, Libya, Yemen ve Ortadoğu’nun diğer ülkelerinde yoğunlaşan emperyalist müdahaleler, Avrupa Birliği ve içinde bulunduğu kriz, bölgede bulunan petrol ve doğalgaza dair belirsizlikler, Rusya’nın bölge politikalarına dahil olmasıyla yükselen gerginlik de Kıbrıs’ın ve Doğu Akdeniz’in önemini artırıyor.

Kıbrıs görüşmeleri: Dün ve bugün

Kıbrıs’ın yakın zamandaki görüşmelerini kısaca 3 bölüme ayırmak mümkün. Uzun süre adanın bölünmesinden yana olan Türkiye’nin, sonunda 2004 yılında AKP’nin Avrupa Birliği’ne girme isteği canlıyken, adanın birleşmesine dayalı Annan planını kabul ettiği söylenebilir. Dönemin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından hazırlanan bu plan, aradaki nüfus farkına rağmen (Rumlar nüfusun %77’sini oluştururken, Türkler yalnızca %18’ini oluşturuyordu), iki tarafa eşit siyasi temsil veriyordu. Oluşturulacak mecliste dağılım yarı yarıya olacaktı. Adaya sonradan yerleştirilen Türklerin neredeyse tamamı Kıbrıs vatandaşlığı ya da oturma hakkı alabiliyordu. Türkiye 1974’te adayı işgal etmesi sebebiyle cezalandırılmıyor, aksine Türkiye’ye geri dönmek isteyen yerleşimcilere Kıbrıs’ın tazminat vermesi bekleniyordu. Plan, Türkiye’nin ordusunu adadan çekmesini gerektirmediği gibi, özellikle Rumlar için önemli bir husus olan İngiltere’nin adadaki üslerine de değinmiyordu. Kısacası Annan planı referanduma gittiği sırada Türkiye’deki milliyetçi refleks plana taksimi öngörmediği için “hayır” denmesini istese de, Kıbrıslı Türkler hem ekonomik sebepler hem de planın bariz avantajları sebebiyle referandumda plana %65 gibi yüksek bir oranla evet oyu verdiler. İngiltere ve Avrupa Birliği’nin de büyük destek verdiği plan, yine yukarıdaki sebeplerle Kıbrıslı Rumlarca referandumda kabul görmedi, plan %75 gibi yüksek bir oranla reddedildi.  Sonrasında görüşmeler bir süre daha devam etse de, çözüme bir süre daha yaklaşılamadı.

Görüşmelerde ikinci dönemse 2008-2010 arasındaki dar bir pencereyi kapsamaktadır. Bu dönem, birleşik Kıbrıs yanlısı sosyal demokrat Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin (CTP) adayı olarak seçilen Mehmet Ali Talat Kuzey Kıbrıs cumhurbaşkanıyken, 2008’de Emekçi Halkın İlerici Partisi’nin (AKEL) adayı Dimitris Hristofyas’ın Kıbrıs Devlet Başkanı olmasıyla başladı. Karşılıklı görüşmelerde Avrupa Birliği, yönetim biçimi ve ekonomi başlıkları tamamlandı, diğer kimi konularda da ilerleme kaydedildi. Bu dönemde Hristofyas, adadaki İngiltere üslerine karşı da sert tavır aldı. Hristofyas’ın anti emperyalist söylemlerinin sonucuysa, Kıbrıs hükümetinin sürekli baskıyla karşı karşıya kalması oldu. Kuzey Kıbrıs’ta 2010 yılında Talat’ın görevinin bitmesi ve yerine milliyetçi Ulusal Birlik Partisi’nden Eroğlu’nun gelmesiyle görüşmeler yeniden durmuş oldu.

Hristofyas’ın elini zayıflatan başka bir olay da 2011 yılında Evangelos Florakis Deniz Üssü’nde gerçekleşen patlama olmuştur. Wikileaks belgelerinden ortaya çıktığına göre 2009 yılında dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Kıbrıs üzerinde baskı uygulayarak Rusya’ya ait İran’dan Suriye’ye silah taşıyan bir gemiye el koydurtmuştu. Bunun ardından ABD, Almanya ve İngiltere Kıbrıs’a silahları Kıbrıs’tan almayı ya da imha etmeyi önermişti. Hristofyas ise bu önerileri reddederek sorunu çözmesi için Birleşmiş Milletler’den yardım istemişti. Birleşmiş Milletler’in bu öneriyi kabul etmemesi üzerine silahlar Evangelos Florakis Deniz Üssü’ne taşındı ve 2011 yılında depoda çıkan yangınla büyük bir patlama yaşandı. Patlamada adanın en büyük elektrik tesislerinden biri büyük hasar aldı. Kıbrıs’ın büyük bölümünde elektrik kesilirken, Avrupa Birliği patlamanın adaya maliyetinin 2.83 milyar dolar olduğunu duyurdu. Bu rakam adanın ekonomisinin %10’una tekabül ederken, ekonomik kriz sırasında yaşanan patlamayla ülkede bir siyasi kriz de başladı. Ardı ardına istifalar gerçekleşirken Hristofyas yönetimi sarsıldı ve adım atamaz hale geldi. Patlamanın sorumlusu da ABD, Almanya ve İngiltere’nin isteğini reddettiği gerekçesiyle Hristofyas olarak gösterilmek istendi.

Üçüncü dönemse Kuzey Kıbrıs’ta Mustafa Akıncı’nın cumhurbaşkanı seçilmesiyle başladı. Toplumcu Demokrasi Partisi ve Birleşik Kıbrıs Partisi’nden destek alan Akıncı, normalde bu iki partinin seçimlerde aldığı destek %10 kadarken, CTP’nin adayından daha yüksek oy alarak ikinci tura kalmayı başardı. İkinci turda da solun desteğini arkasına alarak Eroğlu’nu %60.50’ye karşılık yüzde 39.50 oyla yendi ve cumhurbaşkanlığına geldi. Sıklıkla sol söylemler kullanan Akıncı, seçilmesinin ardından “teamül” diyerek eski sağ politikaları sürdürdü. Özellikle Süleyman Demirel’in ölmesiyle birlikte söyledikleriyle Kıbrıs solundan büyük tepki almaya başlayan Akıncı, Türkiye’ye verdiği ılımlı mesajları sürdürerek “denge” politikası sürdürmeye devam etti. Akıncı’nın “yavru değil kardeş ülkeyiz” diyerek Türkiye’de yaşattığı tedirginlik düşünüldüğünde bu özellikle önemlidir. Akıncı’nın seçilmesinden sonra Erdoğan panik içerisinde hâlâ canlı yayında olan Akıncı’yı aramıştı. Akıncı görüşmeye dair yaptığı açıklamada, görüşmenin sıcak sohbet arasında geçtiğini belirtmiş ve “bazılarının beklediği gibi gerginlik yaşanmadı” demişti. Akıncı, Erdoğan’ın “ana hiçbir zaman analığını bırakmak istemez” sözüne karşılık, “çocuklar büyümek ister” dediğini ve gülüşmeli bir konuşma yaptıklarını bildirmişti. Bir yandansa Kıbrıs içerisinde çözüm yanlısı ve sol söylemlerini devam ettirdi.

Görüşmenin diğer tarafındaysa Hristofyas’ın yerine Kıbrıs Devlet Başkanı seçilen muhafazakar Demokratik Seferberlik Partisi’nden Nikos Anastasiadis bulunuyor. ABD ve Avrupa Birliği ile ile iyi ilişkileri olan Anastasiadis, Rum tarafının çoğunluğunun ve kendi partisinin büyük kısmının aksine Annan planını destekliyor olmasıyla da biliniyor.  Annan planı sırasında planı desteklemek için kurulan Barış ve Demokrasi Hareketi’nin liderliğini yapan ve çoğu açıdan Avrupa’da gözlemleyebileceğimiz yeni sol figürlere (Aleksis Çipras, Jeremy Corbin vb.) benzeyen Akıncı’nın bu görüşmeleri yürütmek için neredeyse “elle seçilmiş” kadar uygun bir isim olduğu söylenebilir.

Akıncı’nın 30 Nisan 2015’te göreve geldiği düşünüldüğünde, görüşmelerin henüz başında olduğu sanılabilir. Ancak yapılan açıklamalar bunun tersine işaret ediyor. Örneğin, Akıncı son yaptığı açıklamalarda, “47 yıllık müzakere sürecinin son 5 ayında, yıllardır sağlanamayan ilerleme sağlandı” demiştir. Bu 5 ay içerisinde peş peşe çeşitli sorunlar yaşanıldığı düşünüldüğünde (örneğin geçtiğimiz haftalarda Altın Şafak bağlantılı ırkçı ELAM üyeleri Türklere saldırmış, Anastasiadis’in olaya karşı yumuşak tavrı büyük tepki çekmişti, bir başka örnek de CTP’nin “ortak zemin” olmadığını söyleyerek masadan kalkmasıdır), sağlandığı söylenen ilerleme gerçekten ilginçtir. “Her şey kararlaştırılana kadar hiçbir şey kararlaştırılmamıştır” ilkesi uygulandığı için, nelere karar verilip verilmediği veya verilen kararların ne yönde olduğunun da bilinmemesi gizemi büyütüyor. Mustafa Akıncı ise çözümün Mayıs ayından önce gerçekleşeceğini söylemekle kalmıyor, aynı zamanda ekliyor; “bu sadece bizim hedefimiz değil”.

Doğu Akdenizde ittİfaklar enerji ve savaş    

Bir yandan Kıbrıs müzakereleri ilerlerken, diğer yandan da bölgede gerilim artmaya devam ediyor. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni tanımayan Türkiye, Kıbrıs yakınlarında bulunan doğalgazı araştırmak üzere bölgeye Barbaros Hayrettin Paşa Sismik Araştırma Gemisi’ni göndermiş, gemi Kıbrıs’ın münhasır ekonomik bölgesine giriş yapmıştı. 6 ay boyunca Kıbrıs’ın faaliyetine karşı çıktığı gemi, görüşmeleri de durdurmuştu. Kıbrıs gerilimin yükselmesinden çekindiği için “saldırgan” görülebilecek tavırlar izlemekten çekinse de, Türkiye’yle
yaşanan gerilimin emperyalizmin işine yaradığını söylemek mümkün. Türkiye’ye karşı arkasında Birleşmiş Milletler desteğini alan Kıbrıs, bunun yanı sıra doğalgaz çıkartma konusunda Avrupa Birliği ve ABD’den de destek alıyor. Lübnan, Mısır ve İsrail ile münhasır ekonomik bölge anlaşmaları imzalayan Kıbrıs, bu ülkeleri de Türkiye’nin karşısında tutabiliyor. Türkiye ise bu anlaşmaları da tanımamayı seçiyor. Ancak bu yöntemin çok da işe yaradığı söylenemez. Çeşitli petrol firmalarını petrol çıkartmamaları konusunda tehdit eden Türkiye, sonunda Mart 2015’in sonunda Barbaros gemisini çekmek zorunda kaldı. Kıbrıs ise bu sürede daha da yakınlaştığı İsrail ile anlaşarak bölgedeki petrol ve doğalgazı ABD şirketi Noble Energy’ye çıkarttırıyor. 1 milyar dolara yakın kârı olan bu şirketin arkasında büyük bir menfaat grubunun olduğunu söylemek mümkün.

Türkiye’nin Kıbrıs’ın petrol arama faaliyetlerine askeri karşılık verileceği yönündeki tehditlerine karşın, Kıbrıs’la yakın ilişki içerisinde olan Rusya’nın da Kıbrıs’ın arkasında olduğu ve gerekli gördüğü durumlarda bölgeye askeri gemi gönderdiği de bilinmelidir. Rusya ve Türkiye arasındaki son gerginlikten sonra, hem Rusya’nın Kıbrıs’a desteğinin artacağı, hem de Türkiye’nin daha da saldırgan görünmekten çekinerek bölgede en azından bir süre saldırgan tavır alamayacağı düşünülebilir.

Başta Almanya olmak üzere Avrupa Birliği’nin Kıbrıs’a arka çıkmak için bir başka sebebi de, hem Almanya’nın Avrupa Birliği’nin tamamını sömürebileceği alan olarak görmesi ve buna doğalgaz sahalarını da dahil etmeyi istemesi hem de Kıbrıs’ın içinde bulunduğu ekonomik durumdur. 20 milyar avroya yakın kamu borcu ve 1.5 milyar avro bütçe açığı bulunan Kıbrıs, AB-IMF’den aldığı borçlarla ayakta durmaktadır. Bunun AB için kimi avantajları olduğu söylenebilir. Örneğin, bu borçlar şantaj aracı olarak kullanılarak ülkenin Rusya ile kimi ekonomik ve siyasi bağları daraltılmıştır. Ancak ülkede kronikleşen ekonomik sorunların ileride AB’nin başını ağrıtması olasıdır. Yoksulluk sınırı altında yaşayanların %29 olduğu Kıbrıs’ta, Avrupa İstatistik Ofisi verilerine göre Eylül 2015 itibariyle işsizlik de %15.1 seviyesindedir ve kronik bir sorun halindedir. AKEL başta olmak üzere Kıbrıs solunun önceliği Kıbrıs sorununun çözümüne verir tavrı, bu başlıktan faydalanmalarını büyük ölçüde engellese de, Kıbrıs sorununun çözümünün ardından ekonomik durumun ülkede güçlü bir sol hareket yaratması ya da en azından ülkede AB karşıtlığını artırması olasıdır. Kısa vadedeyse bunların önündeki engelin Kıbrıs sorununun yanı sıra, Türkiye’ye karşı güçlü müttefik arama ihtiyacı olduğu söylenebilir.

Bunlarla birlikte, bölgede ittifakları şekillendiren bir başka unsur da Suriye ve Libya başta olmak üzere bölge ülkelerindeki emperyalist müdahalelerdir. Başlangıçta Kıbrıs’ın karşı olduğu bu müdahaleler, zamanla destek kazanır hale gelmiştir. Bunda en büyük sebep emperyalizm ve gericiliğin birbirinden beslenmesidir. IŞİD ve benzeri unsurlarla mücadele başlığı altında emperyalizm bölgede kendisini meşrulaştırmakta ve kendisine oyun alanı açmaktadır. Kıbrıs halkının büyük kısmı tarafından sevilmeyen İngiliz askeri üsleri, IŞİD’e ait hedefleri vurmakta kullanılması sebebiyle sempati toplayabilmiştir. Kıbrıs yönetimi, saldırıları desteklediğini açık olarak duyurmuş ve adadaki İngiliz varlığını meşru görür yönde açıklamalar yapmıştır. Paris saldırıları ardından da Kıbrıslı yetkililer, saldırıların devam etmesi gerektiğini söylemiş ve kararlılıklarının arttığını bildirmiştir. Hatta saldırıların ardından “bölge güvenliğine ve istikrarına katkıda bulunmak” adına Fransa’nın da adayı saldırılar için üs olarak kullanmasına sıcak bakıldığı belirtilmiştir.

2011’e dönersek aradaki fark daha iyi anlaşılabilir. 2011 yılında dönemin Kıbrıs Devlet Başkanı Hristofyas, İngiltere’nin adadaki üsleri için “sömürgeci bir leke” derken, İngiltere’nin üsleri Libya’ya saldırıları için kullanmasına karşı çıkmıştı. Hristofyas’ın yanı sıra zaman zaman üslerin varlığını onaylayan sağ partiler bile sert açıklamalar yapmış ve Kıbrıs’ın İngiltere tarafından bu şekilde kullanılması engellenmiştir. Aradaki farkın yalnızca hükümet değişikliği sebebiyle olmadığının göstergesi olarak SYRİZA’nın iktidarda olduğu Yunanistan’a bakılabilir. Yunanistan yönetimi de benzer şekilde gericiliği sebep göstererek emperyalizmi meşrulaştırmaktadır. Örneğin, İngiltere Ağrotur (Akrotiri) üssünü, 1956’daki Süveyş krizinden beri ilk kez Irak’ta IŞİD hedeflerini bombalamak için kullanabilmiştir. Irak hükümetinin IŞİD’e karşı İngiltere’den yardım istemiş olması da, IŞİD’in bölgede emperyalizme nasıl alan açtığının başka bir göstergesidir. IŞİD’in bu kadar güçlenmesinin en büyük sebebinin İngiltere ve ABD’nin başını çektiği Irak işgali ve emperyalizmin Suriye’deki müdahaleleri olduğunu unutmamak, aralarındaki karşılıklı ilişkiyi görmek açısından önemlidir.

Bölgede Rusya unsuru

Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki etkinliğinin son yıllarda arttığı söylenebilir. Rusya’nın bağlı bulunduğu bloğu kabaca Çin Halk Cumhuriyeti-İran-Suriye ekseni olarak tanımlayabiliriz. Rusya’nın Suriye’deki askeri faaliyeti, bölgedeki önemini artırmış ve Türkiye ile Türkiye’nin düşürdüğü uçak üzerinden yaşanan gerginlik de Rusya’yı belirleyici bir oyuncu haline getirmiştir. Sovyetler Birliği’nden beri Kıbrıs’la yakın ilişkileri olan Rusya, Kıbrıs siyasetinde de dengeleyici bir unsur olarak önemini korumaktadır.

Kıbrıs-Rusya ilişkilerinin, AB’nin sınırlarını aşan yönleri olduğu açıktır. Örneğin Kıbrıs, NATO üyesi olmak isteyen (şimdiki Anastasiadis yönetiminden bahsediyoruz, yoksa AKEL’in bu yönde bir arzusunun olmadığı açıktır) bir AB ülkesinden beklenmeyecek biçimde, Rusya donanmasına limanlarını “insani” amaçlarla kullanmak üzere izin vermektedir. Rusya’nın Kıbrıs’ı “vergi cenneti” olarak kullanmasının yanı sıra, Avrupa Komisyonu tarafından yapılan kamuoyu yoklamaları da Kıbrıslıların AB’ye güven duymadıklarını, ancak Rusya’yı ortak ülke olarak gördüklerini göstermiştir. Buna dair söylenebilecek ilk şey, yukarıda belirtildiği gibi Kıbrıs’ın denge politikası yürütmekte olduğu, kritik zamanlarda kendisini ABD ve AB’ye muhtaç bırakmak istemediğidir. Ancak bu analiz yetersizdir ve neden AB’nin buna göz yumduğunu açıklamaz. Burada görülmesi gereken ikinci şey, Almanya’nın ve dolayısıyla AB’nin bu işbirliğinden yararlanıyor olduğudur.

Her ne kadar AB ve ABD’nin politikaları dışarıdan ortak ve tek olarak görünse de, durum böyle değildir. Avrupa Birliği içerisinde Rusya’yla yakınlaşmayı isteyen sesler giderek daha güçlü çıkmaktadır ve bu seslerin kaynağının Almanya ve Fransa olduğu söylenebilir. AB’nin Rusya’ya uygulanan yaptırımlardan onlarca milyar avro zarar ettiği açıkken, bu yaptırımların AB’nin değil NATO’yu kullanarak ABD’nin çıkarına olduğu açıktır. Bu zararın bariz bir örneği olarak Fransa’nın Rusya’ya satmak istediği Mistral helikopter gemilerini satamamasıdır. Fransa, ABD’nin baskısından dolayı bu satışı gerçekleştiremediği için Rusya’ya 900 milyon doları geri vermek zorunda kalmıştır. Rusya ile yapılan anlaşma dolayısıyla gemilerin batırılmak zorunda kalınması bile gündeme gelmiş ancak Rusya’nın izniyle gemiler Mısır’a önemli ekipmanlar çıkartılarak satılabilmiş, zarar bu sayede 900 milyon avrodan 200-250 milyon Avroya düşürülmüştür. Verilebilecek bir başka örnek de Almanya’da patronların hükümete yaptırımların kalkması için baskı yapmasıdır. Die Welt’te yayımlanan 19 Haziran 2015 tarihli bir araştırma, yaptırımların AB’ye toplam zararını 100 milyar avro olarak tahmin etmektedir.

Kısacası AB’nin çıkarının Rusya karşıtı politikalar izlemek değil, Rusya’ya yakınlaşmak olduğu açıktır. Benzer şekilde, İngiltere de Çin Halk Cumhuriyeti ile yakınlaşarak, ABD’nin çıkarlarına aykırı bir yerde kendisini konumlandırmaya başlamaktadır. Bunlar “pürüz” olarak görülüp, “düzeltilebilecekleri” söylenebilir. Ancak Paris saldırılarından sonra yaşanan gelişmeler gerçekten de AB-Rusya yakınlaşmasına işaret etmektedir. Fransa ve Rusya arasında gerçekleşen görüşmelerde alınan işbirliği kararı bunun bir başlangıcı olarak okunabilir. Bu işbirliğine büyük bir engelse sığınmacı krizidir. Almanya başta olmak üzere AB’nin çözüm olarak Türkiye’ye sığınmacıları tutması karşılığında para vereceği ve AB üyeliği için müzakereleri hızlandırdığı bilinirken, düşürülen uçak sonucu başlayan Rusya ve Türkiye arasındaki gerginlikte AB’nin taraf seçmesi gerekeceği düşünülebilir. Burada Türkiye ile ilişkileri Almanya yürütürken, Fransa’nın Rusya ile görüşüyor olması bu ayrımda AB’nin iki tarafı da kaybetmemeyi istediğini gösterebilir. Ancak Fransa’nın da Suriye konusunda Türkiye ile benzer düşündüğü ve Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’a karşı olduğu da akılda tutulmalıdır. Bu ikili durum benzer şekilde Kıbrıs müzakerelerinin daha ateşli hale gelmesi halinde de yaşanacaktır. AB bir taraftan sığınmacı krizinde Türkiye ile anlaşma sağlamayı istediği için taviz vermek durumunda kalırken, diğer yandan Kıbrıs’ı desteklemek durumunda kalacaktır. Bu bağlamda çözümün Mayıs ayından önce sağlanmasının sadece kendi hedefleri olmadığını söylemesi daha da anlam kazanmaktadır. AB, daha fazla taviz vermek zorunda kalacağı daha gergin dönemlere girilmeden sorunun çözülmesini istemektedir ve yine Akıncı’ya göre 47 yıldır sağlanamayan ilerleme 5 ayda sağlanmıştır.

Kıbrıs ve Doğu Akdenize solun yaklaşımları

Güncel meselelerin Türkiye solunun aklını dağıtıcı bir etkisi olduğunu söylemek zorundayız. IŞİD ve son saldırılarıyla birlikte “sol” içerisinde NATO’cu diyebileceğimiz ABD’nin bölgedeki varlığına ve müdahalelerine hoş bakan ya da en azından karşı çıkmayan yaklaşımlar türemiştir. Bu yaklaşımlar, Akıncı ve benzerlerinin sağa verdiği sinyalleri yok saymakta, pragmatik davranışlarını takdir etmektedir. Siyaseti sadece ve sadece “ittifaklar sanatı” olarak gören akıldan işçi sınıfının ve halkların lehine bir şey çıkmayacağı görülmelidir.

Kıbrıs solunun çözümü her şeyin önüne koyan tavrı, adanın tarihinden ve bugün yaşadıklarından dolayı anlaşılabilirdir. Anlaşılabilirdir, ancak yine de buna karşı çıkılmalıdır, çünkü iki bölgeli, iki uluslu bir federasyon kurmak tek başına sorunları çözecek sihirli bir formül değildir. Kıbrıs’taki işsizlik ve yoksulluk yalnızca Kıbrıs’a özgü bir sorun değildir ve Kıbrıs’ın birleşik olmamasından da kaynaklanmamaktadır, bu sorun kapitalizmin evrensel sorunudur. Adanın kendi içinde birleşik olmadığı doğrudur, ancak adanın iki tarafı da sermayeyle entegre haldedir. Adanın iki tarafının da sermaye tarafından nasıl istismar edildiği ortadadır. Emperyalizm ve kapitalizmle mücadele, yarının değil bugünün mücadelesidir, emperyalizm geçmişte yarattığı gibi gelecekte de daha “öncelikli” sorunlar yaratabileceğini ve emperyalizmle mücadeleyi bugün erteleyenlere yarın yine erteletebileceğini kanıtlamıştır. Adanın sorunlarının emperyalizm tarafından yaratıldığı görmezden gelinemez.

Bölgede Çin-İran-Rusya eksenini destekleyen yaklaşım, NATO’cu yaklaşımın zıddı değildir, çünkü iki eksen birbirine eşdeğer değildir. Ancak bu yaklaşım da mahkum edilmelidir. NATO karşıtlığı kendi başına yetersizdir ve kapitalizmle mücadeleyi içermediği sürece samimi de olamaz. Rusya’yı İngiltere’nin adaya dahline karşı dengeleyici bir unsur olarak hoş görmek, Rus sermayesinin adanın güneyinde yarattığı sömürüyü yok saymayı da yanında getirmektedir. Solun yaklaşımı emperyalizm, gericilik ve kapitalizmle birlikte mücadele etmek zorunda olmalıdır. Reel politik gereği arkasına İsrail’i ve İngiltere’yi alan bir ülke, ne İsrail’in Filistin’de yaptıklarına karşı çıkabilir ne de İngiltere’nin Suudi Arabistan’a Yemen’de sivilleri öldüren bombaları satmasına. Düzen siyasetinin tümden reddi siyasetsizlik değildir. Siyaset, yalnızca sınıf mücadelesine alan açabildiği ve sermayenin karşısında durabildiği oranda halkların yararına olabilir.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×