Komünist Kadınlar: Bizim Mücadelemiz, Bizim Partimiz

Komünist Kadınlar adıyla bir dönemi başlatan Komünist Parti’nin kadın çalışması kendi kulvarını yaratmaya soyundu. Pürüzsüz bir zemin olduğunu iddia edemeyeceğimiz bu alanda, bir asrı aşkın süredir değişken gerilimler yaşandığını söylemek mümkün. Bir yanda özel bir kadın çalışması ile inceltilmeye, sivriltilmeye ihtiyaç duyulan tartışma başlıklarının üzerine gidilmeliyken, diğer yanda incelik ve sivrilikleri tüm parti çalışmasının bir parçası haline getirme zorunluluğu, bu görevleri yalnızca kadınların pratik alanına indirgeyen anlayışa karşı koyma kararlılığı gerekiyor. Yalnızca komünistlerin açabileceği bu kulvar, kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesindeki taraflarını netleştirebilir ve beraberinde yukarıda bahsi geçen hesaplaşmada bir düzlüğe çıkılmasını sağlayabilir.

Peşinen söylemekte sakınca yok, ayrı bir örgüt ya da seksiyondan söz etmiyoruz. Bu tercih, iddiasızlık anlamına gelmediği gibi daha zor bir iddia taşıyor. Bu iddiayı temellendirmek ve iddianın sahici mevzilerle vücut bulmasını sağlamak için yürütmek zorunda olduğumuz bazı tartışmalar var:

Bir komünist parti neden kadın çalışması yapar? Kadın işçileri erkeklerden ayırırsak daha hızlı mı örgütlenirler? Kadın çalışmasının amacı partiye kadın örgütlemek midir? O halde, kadın çalışması olmaksızın kadınlar partiye örgütlenmez mi? Yani, partinin seslenme biçim ve kanalları yeterli değil midir?

Peki kadın çalışmasının bunların ötesinde bir anlamı varsa, liberal bir teslim oluş ile sekter bir reddediş arasında kadın çalışmasına yer var mıdır? Salt bir ideolojik mücadele konusu mudur bu çalışma? Kadına dair mücadele başlıklarını liberal bir kirlilikten arındırmaya mı çalışıyoruz? Kadın çalışmasının yokluğunda, komünist kadınlar, “analar, bacılar” olmaktan çıkıp, sosyalizm mücadelesinin eşit bileşenlerine dönüşebilir mi?

Hani bu meseleyi “geçerken” çözecektik?

Sorular tüm ağırlığıyla üstümüze gelirken, Clara Zetkin’in anılarından seslenen Ekim Devrimi’nin önderine kulak verip, kısaca soluklanalım:

“Örgütlenme ile ilgili olan şeyler, ideolojik anlayışımızdan çıkar. Komünist kadınların ayrı birlikleri yoktur. Komünist kadınların yeri, tıpkı komünist erkeğin olduğu gibi, partide üyeliktir. Eşit yükümlülükler ve haklarla. Bu konuda hiçbir görüş ayrılığı olamaz. Ancak gerçeklere gözlerimizi kapayamayız. Parti, özel görevi en geniş kadın kitlelerini uyandırmak, onları partiyle bağlamak ve sürekli olarak onun etkisinde tutmak olan çalışma gruplarına, komisyonlara, komitelere, kollara ya da başka nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, organlara sahip olmalıdır… Burada yalnızca fabrikada ya da ev ocağının başında bulunan proleter kadınları düşünmüyorum. Burada aynı zamanda küçük-köylü kadınları, çeşitli katmanların küçük burjuva kadınları da aklımda. Onlar da, hepsi kapitalizmin kurbanıdırlar ve savaştan beri daha çok öyledirler. Bu kadın yığınlarının apolitik, asosyal, geri kalmış ruhu, faaliyetlerinin dar alanı, tüm yaşam tarzları birer olgudur. Bunları göz önünde bulundurmamak aptallık olur. Onlar arasında çalışma yapmak için özel organlar, özel ajitasyon yöntemleri ve örgüt biçimlerine ihtiyacımız var. Bu feminizm değildir, bu pratik, devrimci amaca uygunluktur.”1

Radikal yanıtlar üretmek

Lenin’in anımsattıklarını bir yere koyalım ve ilk yanıtımızı verelim. Komünistler, sınıfın bütünlüğünü bozmadan örgütlenmeyi başarmalıdır. Bu nedenle kadın çalışmasının vaadi, kadını sınıfın kendisinden soyutlayan değil, kendisini sınıfın içinde var edebilen kadının inşasına omuz vermek olmalıdır. Kadınların sosyalizmin saflarına kazanılması için sistemik bir çalışma kurgulanmalı, çeşitli örgütsel tedbirlere başvurulmalı ve bunun organları yaratılmalıdır. Bu eğilim, kadın ve erkekleri eşit hak ve yükümlülüklere sahip komünistler olarak tanımlayarak gericiliğin “kültürel öğe” olarak mutlaklaştırdığı davranış örüntüleriyle hesaplaşmanın, sınıfın içindeki lümpen hattı ezmenin de yoludur.

Komünistler, kadın çalışmaları aracılığıyla elbette kadın örgütleyecektir. Komünistlerin en temel aranışı örgütlenmektir ve tarihsel ezberin bu aralıkta işlememe lüksü yoktur. Öte yandan, bir kadın çalışması bunun araç ve olanaklarını “kadın komünistler” için değil, eşit örgütlenme yükümlülüklerini sırtlanan tüm komünistler için planlar.

Kadının varlık alanında, toplumun tüm kesimleri tarafından benimsenmiş, sorgulanmayan, kabulleri tartışmaya açılmayan başlıklar, hassasiyetleri derinleştirme ve politik bir form kazandırma görevi olanları beklemektedir. Komünistlerin kadın çalışması, bu göreve talip olmakla birlikte görevin zorunluluğunu da tespit etmektedir. “Gericilik” kavramının içine pekala dahil edilebilir olan yerleşik anlayışları reddetmeden, “ilerici” sıfatının lüks tüketime dahil olacağını, kadın ve erkek tüm komünistler bilmelidir.

Dilin kullanımı, bu alanda bir somutlama yapmaya imkan vermektedir.

Egemen ideoloji, emekçilerin kendi gerçekliğini, kendine ait olmayan görüşlerle kavramasının aracı olarak işlev görür. Söz konusu kadınlar olduğunda ideolojinin zehirli imgeleri güçlenir, kullanılan dilin içine dahi dolar. Dilden beslenen söylem, toplumsal eşitsizliği her gün yeniden üretir ve hatta eşitsizliği normalleştirerek görünmez kılar. Örneğin “analar, bacılar” özneleriyle başlayan bir slogan, kadınları çeşitli mücadele alanlarının içinde dahi bir role hapsetmenin biçimsel hali değil midir? Ya da devrimciler için biraz çetin geçecek çatışmalı bir gün için “erkek yoldaşlar gelsin” çağrısı, yukarıda bahsettiğimiz zehrin vakti zamanında incelikle devrimcilere dahi zerk edildiğini göstermez mi? Paris’in komünarlarını, II. Dünya Savaşı’nda çarpışan Sovyet kadınlarının kahramanlıklarını kutlayan devrimcilerin, bugünkü tutumu en hafif tabiriyle “kırıcı” değil midir? Bu yaklaşım yalnızca bir “dişilik” değil, “erkeklik” kavramsallaştırması da içerir ve devrimcilerin bu algıya alıcı olması kabul edilemez.

Kadınların eş bileşen haline gelmediği bir mücadelenin taçlandırdığı bir devrimin, yalnızca cinsiyet eşitliği temelindeki başarı şansı mı zayıflar? Yaşamın yarısının sahibi kadınların eksikliği, “cinsiyet eşitliği politikaları” yetmezliğinden çok daha fazlasına mal olacaktır. Bu nedenle Komünist Parti, programındaki tüm iddiaların arkasında duracak ve iktidara geldiğinde onu sahici kılacak bir örgüt yaratmak durumundadır.

Geçip gitmeye çalıştığımız yere varmadan, kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesi başlıklarına dair herhangi birini çözmek mümkün değil. Bu yüzden geçelim, fakat atlamayalım. Çünkü atlarsak, çözemeyeceğiz. Hatta bir adım daha ileri gidelim, atlarsak o yere varmak da mümkün olmayacak. Şayet bol keseden atmıyorsak: “ …Türkiye’de kadınların giderek artmakta olan kaygılarını hesaba katmayan, kadın sorununa radikal yanıtlar üretemeyen bir komünist hareketin başarılı olma şansı yoktur.”2

Kadın hakları mücadelesi mi veriyoruz?

19. yüzyıldan günümüze kadar tarih, kadın ve erkek eşitsizliğine dair önemli mücadele ve kazanımlara tanıklık etti. Sovyetler Birliği’nin ve omurgası sağlam, güçlü sosyalist hareketlerin yokluğundaysa, kapitalizm bu başlıkta da ilericiliğin üzerine yürüdü, bu kazanımları geriletmeyi başardı. Toplumsal üretim ilişkilerinin, cinsiyet eşitsizliğinin varlığı ve yeniden üretimindeki belirleyici rolünün üzeri kapatıldı, kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesi düzen içi çözümlere hapsedildi.

Üretim ilişkileri, yeniden üretimde kadının rolü, yeniden üretimin “geleneksel eğilim”in değil, bir sınıfsal tercihin konusu olduğuna dair netlik ayarı bozulduğundaysa, ortaya düzeni hiç de rahatsız etmeyen, hatta yer yer burjuvazinin dahi süs niyetine kullandığı akımlar belirdi. Oysa kadının ikincilleştirilmesi sınıflı toplumlar analizinin orta yerinde duruyordu ve sınıfla meselesi olmayan çözüm önerileri yalnızca “iliştirilmiş çözümler” olma çaresizliğine mahkumdu.

Peki biz kadın hakları mücadelesi mi veriyoruz? İncelikli bir tuzak barındırmadığında yanıtımız “evet”, ama bu soruların tuzaksız olmadığını bildiğimizden yanıtımız “hayır”. Komünistlerin kadının kurtuluşuyla ilgili yaklaşımı, “kadın hakları” savunuculuğuna sıkışamaz. Kapitalizmin sınırlarına dayanan bu yaklaşımın gerici olduğu teslim edilmelidir. Üstelik kadınların temel gündemlerinden herhangi birinin, şiddet, kürtaj hakkı, cinsel istismar, çalışma hayatındaki eşitsizlikler, vb., düzen içi sınırlardaki mücadele seyri dahi güçlü bir komünist harekete mahkumdur. Böyle bir komünist hareketin ise, kadınların eşit bileşeni olmadan inşa edilemeyeceği açıktır.

Bir üstyapı unsuru olarak cinsiyetçilik, kapitalizmin kendinden önceki toplumsal formasyonlardan devraldıklarından biridir, bu doğru. Ancak kapitalizmin, bu ideoloji ve formasyonlar alanında üst belirleyeni emek-sermaye çelişkisidir. Bu bakış, cinsiyetçi sömürünün şiddetine gözlerini kapayan değil, bu eksendeki hassasiyetleri düzenden kopuşa tahvil yeteneğine sahip komünistlerin iddiasına gereksinir. Komünistlerin kadın çalışması, işaret edilen bu düzlemdeki derinlik aranışını temsil eder.

Aynı derinlik, “bıyıklı siyasete mi teslim olacağız, kota bayrağını mı açacağız” ikiliğini de reddeder. Kadınların binlerce yıldır mahkum edildiği edilgen ve ikincil konumları, deneyimleri, yaratıcılıkları, özgüvenleri geliştirilmeye ihtiyaç duyulan kadın temsillerini önümüze koyar, bu tartışmasızdır. Ancak komünistler, siyasal mücadeleyi kadınların güçlendirilmesi eyleminin gerçekleştirilmesi için nadide bir atmosfer olarak betimler. Bu atmosferin basıncını, politik korkular ve kaygılarla yozlaştırmayan, tereddüt etmeyen, alan yaratan, alan açan komünistler belirleyecektir. Kadınların sosyalizm mücadelesine kazanılması ve kadının kurtuluşu için ikilik ve eklektizm türetmeyen net bir müdahalenin yolu budur.

Lütuf değil gerek şart: Dinselleşmeyle mücadelede kadınlar

Kapitalizmin gericilik çağının uzun yıllardır sarsılmayan koltuğu, baskıcı ve dinsel kimliği belirgin hale gelen düzenin içine sıkışamayacak kadınların tehdidi altında. Sokakları hareketsizken dahi Türkiye siyasetinin bu noktadaki soluğu, kadınların isyanı oluyor. Elbette, buradaki diyalektiği gözden kaçırarak kendinden menkul bir “kadınlar durulamıyor, kadının doğasında durulmamak var” okuması yapmıyoruz. Gözden kaçırılmayacak olan, dinsel olanın kadının toplumsal varlığıyla barışamayan doğası, bu isyana bir zemin döşüyor.

Üstelik yalnızca İslam’a topu atarak tartışmayı nihayete erdirmek de mümkün değil. Ne dinselleşme yalnızca Ortadoğu’nun sorunu, ne de kadın yalnızca bu topraklarda hedef oluyor. Örneğin, ABD’nin başkanlık yarışındaki güçlü adayı Donald Trump’un siyasi çizgisi, Cumhuriyetçiler, kürtaj düşmanlıklarıyla biliniyor. Ülkedeki “planlı ebeveynlik” merkezine, bu siyasi çizginin bir müridi tarafından üç kişinin yaşamını yitirdiği bir silahlı saldırıda bulunuldu.3 Zika virüsüyle korkunç boyutlarda bir halk sağlığı sorunuyla karşı karşıya olan Brezilya’da ise kürtaj yasak ve virüsü taşıyan gebelerin dahi kürtaj hakkı bulunmuyor.4

Türkiye’de özgürlük talebiyle sokağa çıkan kadınların önemli bir bölümünün seçmeni olduğu partiler, dinselleşmeyle mücadele bir yana, aynı konumda saf tutuyor. Kemalistler laiklikten söz etmeyi çoktan bıraktı. CHP seçmeni, oy verdiği partinin bu konudaki tutumundan çok daha ileride duruyor. HDP ise dindarların kalbini kazanma çabasını, “malzemeye gözlerinizi kapatamazsınız” öğretisiyle hiç elden bırakmadı.

Peki HDP’li bir milletvekili “Meclis kuaföründe erkekler çalışmasın”5 dediğinde, CHP eşitlik hukukuna kadınlar için iki kez aykırı olan Cuma namazı genelgesine sesini çıkarmadığında geride kalanlara ne oluyor? Bu kadınları yalnız mı bırakacağız? Üstelik dinselleşmenin yaratacağı krizin, laiklikle ilişkilenmeyen muhalefet öznelerinin bıraktığı boşluktan başka kaynakları da mevcut.

Kadınların düzenle bağı çok değişik biçimlerde kurulurken, bu bağların tamamı büyük handikaplar barındırıyor, büyük olanaklar doğuruyor. Çelişki alanlarından bir diğeri de kadınların emek gücüyle burjuvazinin iktidarının girdiği aşk ve nefret ilişkisi. Bu tabloda kadının kentlerdeki işgücü dinamiği önemli bir yer işgal ediyor. Türkiye’de istihdam edilen 7,6 milyon kadından 4,5 milyonu kentlerde çalışırken, işsiz 1 milyon kadından 885 bini kentlerde yaşıyor. Gericilik bir yandan kadını eve kapatmayı denerken, bir yandan neoliberal yapının ihtiyaçlarını kendi usulünce gözetmenin bir yolu olarak “daha fazla din” baskısını iş yaşamına katılımın bir ön koşulu olarak kullanıyor, dinselleşmeyi palazlandırmanın bir yolu olarak kadınlar üzerindeki iktisadi tahakkümünü de piyasaya sürüyor. 2013 Haziranı’nda doğan, kadınların belirgin hale gelen öfkesi, bu çelişki alanlarından besleniyor. Gerici iktidar bunu biliyor, emek sürecine katılan kadın sosyalleşiyor, izanı genişliyor, bir tehdit haline dönüşüyor. Ancak gerici iktidarın menşei patronlar, sırtını kadınların ucuzlatılmış bu emek gücüne dönüp, öylece gidemiyor.

Tam da bu noktada, Komünist Kadınlar, arkada çalan “yalnızlık senfonisi”nin sesini kısmayı öneriyor. Düzenin çelişkileriyle, ihtiraslarıyla hırpaladığı kadınlar, reformist hareketlerin taşıyamayacağı kadar ağır bir nüfusu temsil ediyor. Düzenle barışamayacaklarını anlatmayı başardığımız, bu kulvardaki mücadeleye kazandığımız kadınlar, düzenin söz konusu çıkışsızlığının oluşturduğu çatlağı derinleştirme potansiyeli taşıyor.

Bizim mücadelemiz,
bizim partimiz

Komünist Parti kadın çalışması ayrı bir örgütlenmeye değil, kadınları ortak mücadelenin bir parçası yapmak için örgütlemeye işaret ediyor.

Peki bu görevi üstlenirken hizamız ne olacak? Düzenin üzerimize bulaştırdıklarından arınma konusunda tedirgin, endişeli, çekingen ve örtük mü, yoksa özgüvenli ve açık mı davranacağız?

Kapitalizm koşullarında kendisini var eden sosyalizm mücadelesinin, kendiliğinden bir biçimde geliştiğine inanmıyorsak, bu arınmanın da bir mücadele konusu olduğu hususunda dürüst davranmak gerekiyor. Partinin içinde kadınların birey olarak da güçlü durduğu bir örgüt, iktidara bırakmaksızın birçok sorunu “geçerken” gerçekten çözmeye muktedirdir. Toplumsal bütünü yeniden üreten, yalnızca kadını değil; erkeği de çeşitli roller altında ezilmeye mahkum eden, gelenek ya da alışkanlık kisvesi altındaki gerici ilişkiler, bizim mücadele rotamızda dönüştürmeyi planladıklarımız arasına girmek zorunda. Kadının toplumsal varlığı konusunda sağlıklı bir duruşa sahip bir parti, yeni bir ahlakı yaratmakta daha fazla kendine güvenebilir. Böyle bir partide kadınlar toplumsal olarak kanıksanan birçok konuda kendini daha fazla sorgular, kendine güvenir ve tutarlı bir komünist kimliğin arkasında durabilir.

Kadın başlığında güçlü ve donanımlı bir duruş, söylemsel bir kirlilik ve bulaşıcı hastalıklara karşı bağışıklanmanın kesin aracıdır. Bu aşılama, kapitalizmin ideolojik rüzgarında, dayanışma işlemeli çürütme gömleklerini giymemenin de çaresidir. Üstelik yalnızca bir rüzgardan korunma değil, rüzgarda dışarıda kalana el uzatmanın, dönüştürmenin bir yolu olarak da.

Bir toplumsal kimliğin diğerlerine karşı zaferi şeklinde gerçekleşmesi öngörülen “kadının zaferi” arayışı, yahut en genel haliyle “kimlik fetişizmi” diyebileceğimiz bir hattın karşısına, sınıfın diğer bileşenlerinden ayrı bir “kadın kurtuluşu” tarifi yapılamayacağını anlatarak çıkmak, Komünist Kadınlar’ın varlığı durumunda çok daha meşru ve gerçek bir hal alacaktır. Bir kolektif içinde eşit ve özgür olunabileceği, yalnızca o kolektif içinde birlikte mücadele eden kişilerce anlatılabilir. Komünist kadınların yaptığı da budur. Kadınları, erkeklerin mücadelesine veyahut partisine çağırmıyoruz. Hayatın her alanında olduğu gibi sosyalizm mücadelesinde de eşit haklara sahibiz. Bu bizim mücadelemiz, burası bizim partimiz.

Dipnotlar

  1.  Clara Zetkin, Reminiscences of Lenin, International Publishers
  2.  Atılım Kongresi Siyasi Raporu, Madde 72
  3. http://goo.gl/a3snUl
  4.  http://goo.gl/Uz2ecm
  5. http://goo.gl/3k1qGv