Komünist Parti Programı Sunuş Metni
Komünist Parti, 8 Kasım 2014 tarihinde son oturumu gerçekleşen konferans süreci ile birlikte Sosyalizm Programı’nın sunuş metnini değişen ülke ve dünya nesnelliğinin ışığında yeniden kaleme aldı ve parti tüzüğünde değişiklikler yapılmasını karara bağladı. Hem dergimizin bu sayısının dosya konusu olan strateji tartışmaları ile yakından ilgisi hem de belge niteliği taşıması sebebiyle programımızın sunuş metnini siz okuyucularımızla paylaşıyoruz.
Giriş
Tarihin motoru sömürenler ve sömürülenler arasındaki sınıf mücadeleleridir. Tarihin doğrultusunu, bu mücadelede hangi sınıfın ağır bastığı belirler.
İnsanlık, ancak işçi sınıfının öncülüğünde kapitalizmi aşabilir ve tarihin doğrultusunu ileriye çevirebilir. Kendi sonunu hazırlayan dinamikleri yapısında barındıran kapitalizm, yine kendi yarattığı mezar kazıcısının, proletaryanın eliyle o mezara konulacak, tarihe gömülecektir. İşçi sınıfının zaferi, bütün sınıflar gibi kendisinin de ortadan kaldırılmasını kapsayan, ülkelerden tüm yeryüzüne yayılacak olan sınıfsız, sömürüsüz bir dünya özlemini vücuda getirecek ve kelimenin gerçek anlamıyla insanlık tarihini başlatacaktır.
İnsanlık, 20. yüzyılın başında, işçi sınıfının iktidarı aldığı Büyük Ekim Devrimi ile ileriye doğru dev bir adım atmıştı. Yüzyılın sonunda ise reel sosyalizmin çözülüşü nedeniyle yüzümüzü geriye döndüğümüzü, büyük bir karanlığa gömüldüğümüzü gördük. Yeni bir yüzyılın başına da, burjuvazinin ağır bastığı gerileme dönemi damgasını vurmuştur.
Ama tarihin mantığı, bu dönemin geçici olduğunu, insanlığın sınıfsız topluma doğru ilerleyişinin sürdüğünü söylüyor. Kapitalizm kendi sonunu hazırlayan koşulları yaratmayı sürdürüyor.
Yüzyılın ilk on yılında tekrar ete kemiğe bürünen ekonomik kriz, uluslararası kapitalist sistemi sarsmayı sürdürüyor. Ancak, kapitalizmin doğası gereği, kriz, burjuvazinin egemenliğinin yıkılması için maddi bir zemin oluşturup işçi sınıfı mücadelesi için siyasi ve ideolojik olanaklar yaratırken, sermaye sınıfının insanlığın tarihsel birikimini, kazanımlarını ve hatta bizzat insan yaşamını imha etmesi olasılığını da güçlendiriyor.
Kriz, ya uluslararası kapitalist sistemin egemenliğinin güçlenmesi ile son bulacaktır ve insanlık, karanlığa gömülecek, barbarca yıkıma uğrayacaktır, ya da işçi sınıfı kapitalizme ağır bir darbe vurarak, sosyalizme doğru yeniden yürüyüşe geçecektir.
Sosyalizm bugün tüm insanlık için tek gerçek ve somut hedeftir. Özel mülkiyet sistemi içinde kalan hiçbir önermenin bu yok edici çarkı kırmasının, insanlığı ileriye taşımasının mümkün olmayışı, sosyalizmi bir seçenek olmanın ötesinde, zorunluluk noktasına taşımaktadır.
20. yüzyılın başında açılan sosyalist devrimler çağının, o devrimleri zorunlu kılan bütün çelişkilerin ağırlaşarak varlığını sürdürdüğü koşullarda kapanmadığının bilincinde olan Komünist Parti, yeni bir yüzyıla taşınan devrimler çağında, Türkiye’de, sosyalizmin gerçek ve somut bir seçenek olarak güçlenmesi için mücadele ediyor.
Komünist Parti’nin iddiası, Türkiye işçi sınıfını sosyalist devrim mücadelesinde tarihsel rolünü oynamak üzere örgütlemek ve bu devrime önderlik etmektir.
Gericilik dönemi aşılacak
İkinci Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkan sosyalizm, savaşı takip eden yıllarda büyük bir prestij ve etkiye sahipti. Geri kalmış bir köylü ülkesinden planlı kalkınma adımlarıyla bir sanayi devi yaratarak bunu toplumsal eşitlik ve refahı yükseltmek için kullanmak açısından hızla ilerleyen Sovyet iktidarı, tüm dünyada faşizmin ezilmesinde insanlığa liderlik ederek rüştünü ispatlamıştı. İşçilerin iktidarı, yalnızca kendi topraklarında yaşayanlara insanca, eşit ve özgür bir yaşam önermiyor, dünyanın her yerinde kapitalizmin dayattığı yoksulluk, sömürü ve eşitsizlikten çıkış arayan insanlar için umudun yeşerdiği bir coğrafya haline geliyordu. Sağlık, eğitim, ulaşım ve barınma gibi en temel gereksinimleri herkes için karşılayan, sanat, bilim ve sporda büyük gelişmeler kaydeden, kadınların toplumsal cinsiyet ayrımına maruz kalmadan sosyal ve iktisadî yaşantıya katılabildikleri ve çocukların toplumsal kaynaklardan eşit ve azamî ölçüde faydalandıkları ve haklarının güvence altına alındığı bir toplum, hayal değil gerçekti. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin (SBKP) öncülüğünde, işçiler bir düşü hayata geçiriyorlardı.
Aynı dönem, kapitalizm için de bir genişleme ve büyüme evresidir. Dünya kapitalizmi, 1970’lerde gireceği ekonomik krize kadar bu dönemde hızla büyüdü.
Bu iki sistem arasındaki rekabete Soğuk Savaş damgasını vurdu. Soğuk Savaş başlangıçta sosyalizmin ilerleyişini durduramadı. Sosyalizm dünyanın yaklaşık üçte birine yayıldı, emperyalist sisteme karşı bir denge kurarak, militarizmi ve savaşı dizginledi. Sosyalizmin gücü sayesinde, sosyalist olmayan ülkelerde de işçi sınıfı, sınıflar mücadelesinde daha rahat hareket etti ve mevziler kazandı. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki sosyal devlet uygulamaları, kitlesel sendikal örgütler ve toplumsal ağırlığı olan sol hareketler böyle bir döneme özgüdür.
Dahası, sosyalizmin varolduğu koşullardaki güçler dengesi, dünyanın pek çok coğrafyasında sömürgeciliğin de sonunu getirdi. Ulusal kurtuluş hareketleri böyle bir ortamda boy verdi, bağımsızlık mücadeleleri ile sosyalizm arasındaki açı kolayca kapanır hale geldi.
Kapitalizmin 1970’lerdeki büyük krizi öncesinde genel manzara buydu. Sosyalizmin ilerlediği, kapitalizmin geri çekildiği böylesi bir konjonktürde krize giren sermaye sınıfının önündeki tek çıkış yolu, saldırganlığını artırmaktı.
1970’lerin sonunda burjuvazi her yerde ve akla gelebilecek her alanda topyekûn bir saldırıya geçti. Sosyal devlet yapılanması tasfiye edilerek, işçi sınıfının kapitalizm koşullarında kazandığı hakları gasp edilmeye başlandı. Eğitim, sağlık gibi kamusal hizmetler sermayenin talanına açıldı, kamu teşekkülleri özelleştirmeler yoluyla burjuvaziye devredildi. Reel ücretler geriletilirken, emekçileri borçlandırarak sisteme bağlayan finansal mekanizmalar çeşitlendirildi ve geliştirildi.
İdeolojik ve siyasi saldırı da çok boyutluydu. Sosyalizmin tüm değerlerini he-def alan bu büyük saldırıya, liberalizmin çekim alanına giren kimi sol akımlar da ortak oldu. İnsan hakları, demokrasi ve hatta özgürlük gibi kavramlar, bu ideolojik saldırıda sınıfsal içeriği boşaltılarak kullanılan başat unsurlardı. Sanat ve spor gibi alanların piyasalaştırılması, bilginin metalaştırılması, insanların gündelik hayatının yozlaştırılması için bilinçli müdahaleler, tüketim kültürünün yaygınlaştırılması da bu kuşatmanın parçalarıydı. Doğa, tarihsel ve kültürel değerler de bu saldırıdan payını aldı. Dünya ve insanlık genel olarak büyük bir yıkımla karşı karşıya kaldı, felakete doğru sürüklenen bir dünyada, insan, cehalet ve yozlaşmanın kuyusuna atıldı.
Türkiye gibi geç kapitalistleşmiş ülkelerde ekonomik, ideolojik ve siyasi saldırıya fiziki müdahaleler eşlik etti. Emperyalizmin desteklediği veya planladığı askeri darbeler, faşist diktatörlükler, bu ülkelerde solcuların ve ilericilerin üzerine görülmedik bir şiddetle gidilmesine neden oldu. İşçi sınıfı hareketleri zor kullanılarak bastırıldı, geriletildi.
Aynı dönem, Soğuk Savaş’ta sistemli olarak kullanılan dinci gericiliğin de birçok coğrafyada sosyalizme karşı etkili bir silah olarak cepheye sürüldüğü dönemdi.
SBKP dahil olmak üzere uluslararası işçi sınıfı hareketi ve ilerici, devrimci dinamikler, bu büyük saldırıyı göğüsleyebilmek için gerekli ideolojik ve siyasi yaratıcılığı ve ataklığı gösteremedi, savunmada kaldı, geriye çekildi. Bu geri çekiliş, büyük yanılgılar, yetersizlikler ve ihanetlerle birleşince, sosyalist sistem ‘80’lerin sonundan itibaren çözüldü.
Sosyalizmin boşalttığı her alana giren emperyalizmin, çözülüşle birlikte önünde neredeyse hiç engel kalmamıştı. Bu koşullarda tarihin sonunun geldiğini iddia eden uluslararası kapitalist sistem, sosyalizmden geriye ne kaldıysa temizleme, sosyalizmi tarihten silme çabasına girişti.
Sosyalizmle ilişkili ya da sosyalizmi çağrıştıran ne varsa reddedildi. Sosyalizmden geriye kalan bir dünyada emperyalizm daha fazla saldırganlaştı. “Küreselleşme” adı altında emperyalist sistem genişletildi, geri kalmış ülkeler sisteme entegre edildi, sözcüğün gerçek anlamıyla bir avuç işbirlikçi ihya edilirken, çok geniş kesimler yoksulluğa itildi. Kendi ülkelerinde yoksulluk batağından kurtulamayacaklarına kanaat getiren milyonlar, neredeyse köle statüsünde çalışmak üzere gelişmiş ülkelere göç etmek zorunda bırakıldılar. Kapitalizm, kendisinden önce gelen üretim ilişkilerini, daha fazla kazanmak için sisteme eklemlemekten, insanlığa daha geri yaşam biçimleri dayatmaktan çekinmiyordu.
Sosyalizmin sahneden çekilmesiyle, İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana emperyalist sistemin liderlik koltuğunda oturan Amerika Birleşik Devletleri (ABD), liderliğinin sürmesi için tasarladığı “Yeni Dünya Düzeni”ni Ortadoğu başta olmak üzere tüm coğrafyalara silah kullanmaktan çekinmeden dayattı. Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra, sıcak savaş olasılığının azaldığı iddia ediliyordu. Kapitalizmin kanunları işledi ve tam tersi oldu. Sosyalizmin çözülüşünden bugüne gelinen süreçte, dünya neredeyse çatışmasız, kan dökülmeyen tek bir gün geçirmedi. ABD, rakipsiz askeri gücü sayesinde, diğer gelişmiş kapitalist ülkeleri, bu düzene angaje etmekte zorlanmadı. ABD’nin sistemdeki liderliğinin konsolidasyonu, aslında uluslararası kapitalist sistemin konsolidasyonuydu.
Yine aynı çerçevede, gelişmemiş ülkeler ve sosyalizmin varolduğu koşullarda iki sistem arasındaki dengeden faydalanarak kendine yarattığı alanda hareket eden ülkelerin bu yeni düzene entegrasyonu sağlandı. Ulus devlet yapılanmalarının sonu geldiği iddia edilerek, ulusal iktidarların hareket alanları kısıtlandı, bağımlılık zincirleri güçlendirildi.
Tüm bu siyasi ve askeri operasyonun ideolojik cephesinde ise liberalizm sağ ve sol versiyonlarıyla başroldeydi. “Sol”-liberalizm, işçi sınıfının ve solun hitap ettiği toplumsal kesimlerin nezdinde emperyalizmi aklama görevini başarıyla yerine getirdi. Avrupa Birliği (AB), yalnızca Avrupa’da değil, bir entegrasyon projesi olarak, ideolojik alanda da sola karşı önemli işlevler üstlendi. ABD’nin karşısında yükselecek bir güç olarak AB’nin ABD’yi her alanda dengeleyeceği iddialarıyla, AB geniş kesimlerin ilgisini çekip desteğini almayı başarırken, emperyalizm bir mevzi daha kazanmış oluyordu. Liberalizm, ideolojik olarak tüm dünyada en etkili akımdı.
Süreç elbette böyle pürüzsüz ilerlemeyecek, tarihin tekeri hep geriye doğru dönmeyecekti.
Uluslararası kapitalist sistem, kendi krizinden kurtulmak için attığı tüm adımlara ve kazandığı mevzilere rağmen yapısal krizinden kurtulamadı ve sorun biriktirmeye devam etti. Sosyalizmden geriye kalan dünyada ortaya çıkan tüm boşlukları kendi hegemonyasını güçlendirerek doldurmak isteyen ABD ve müttefikleri farklı ülke ve coğrafyalarda değişik kaynakları olan direnç noktalarıyla karşılaştı ve bunları alt edemedi.
Karşı-devrim sonrasında kapitalist restorasyon süreci yaşayan Rusya Federasyonu, bu direnç noktaları arasında öne çıktı ve diğer öznelerin bir bölümüyle beraber hareket etme yeteneği kazandı. Çin ve Rusya’nın beraber hareket edebilmesi, Hindistan ve Brezilya gibi ülkelerin kendilerine özgü bir hareket alanı kazanmaları, dünya sisteminde bozucu etkiler yaratmaya başladı. Ortadoğu’da, farklı uğraklarda güncellenip yeniden yürürlüğe sokulan ABD planlarının başarısızlıkları, ABD’nin ve emperyalizmin gücünün sınırlarını gösterdi.
Tarihsel olarak da görüldüğü gibi, emperyalizmin krizden çıkmak için tek bildiği yol, işçi sınıfına dünya çapında daha fazla saldırmaktır. Sistemin kendi iç dinamiklerinin yarattığı bunalımları çözmek için de bu geçerlidir. Kapitalizm, krizin faturasını emekçilere kesecek, sömürü oranını yükseltmeye yönelecek, üretici güçleri tahrip etmeyi sürdürecektir. Krizin yakıcı hale getirdiği kaynak ve pazar sorunlarının çözümü için egemenlik kavgası şiddetlenecek, sistemin merkezindeki gelişmiş kapitalist ülkeler, kendi aralarındaki rekabeti yıkıcı bölgesel savaşlara taşıyacaktır. Çelişkiler derinleştikçe, daha geniş ölçekli savaşların maddi temelleri de güçlenecektir.
Türkiye’nin de aralarında bulunduğu orta ve az gelişmiş kapitalist ülkeler, kaynaklar üzerine verilen mücadelenin kimi zaman izleyicisi, kimi durumlarda mağduru, kimi örneklerde maşası olarak kalmaya mahkumdurlar. Aynı emperyalist merkezler, savaş olasılığını bu bağımlı ülkeler kuşağına doğru kaydıracaklardır. Krizin sonuçlarının emekçilere yüklenmesini ve bağımlı ülkeler coğrafyasında yükselen savaş olasılığını bütünleyen bir diğer unsur, din-ci gericiliğin, otoriter rejimlere yönelişin, militarizmin ve onun vazgeçilmez parçası milliyetçiliğin körüklenmesidir.
Bu kriz koşullarında, sınıf mücadeleleri dünyanın dört bir yanında sürüyor, sol, henüz istenilen ölçüde olmasa da birtakım mevzileri elde tutuyor ya da yenilerini kazanabiliyor.
Küba sosyalizm bayrağını düşürmedi. Latin Amerika’da anti-emperyalist hareketler iktidara geldi ve Venezuela başta olmak üzere bazı ülkeler ilerici yönelimlere girdi. Emperyalizme ve kapitalizmin yarattığı tüm gerici ideolojilere karşı direniş geleneği birçok ülkede yeniden canlandı.
Liberalizm ideolojik albenisini yitirmeye başlayınca, uluslararası kapitalist sistem bu açıdan da bir kriz yaşamaya başladı. Avrupa Birliği projesinin her yönden tıkanması, Avrupa merkezli olarak yayılan sol görünümlü liberal söylemlere büyük darbe vurdu. ABD, ‘yeni dünya düzeni’ni, ‘küreselleşme’yi, ‘tarihin sonu’nu ve türevlerini pazarlayamaz hale geldi.
Burjuvazinin onlarca yıl kullandığı tüm tezler birer birer çöktü. Kapitalizmin gericilik, militarizm ve baskıcılıkla ilişkisi aleni hale geldi. Küreselleşme ve entegrasyonun emperyalizmin diğer ülke ve ulusları sisteme bağlamasının yolu olduğu açığa çıktı.
Sermaye sınıfının ideolojik kaleleri birer birer çökerken, yeni, sistemli, bütünsel ve ikna edici bir alternatif yaratamaması, hegemonyasında büyük bir boşluk doğurdu.
Bu koşullarda sömürüye tabi geniş kesimlerin sistemin dışında arayışlara girmesi kaçınılmazdır.
Bu arayışa tüm dünyada yanıt verebilecek biricik alternatif sosyalizmdir. Sosyalizm, tıpkı bir önceki yüzyılın başında olduğu gibi, insanlığa bir gelecek umudu sunabilecek, bu barbarlıktan kurtulacakları yeni bir düzen önerebilecek, tek ideolojik akımdır.
Sosyalizm bu anlamda hiç eskimedi, geçerliliğini yitirmedi, yeni kaldı ve bugün, uluslararası kapitalizmin her alanda krize yuvarlandığı koşullarda, kitlelerin gözünde gerçek bir çıkış alternatifi olma potansiyelini tekrar yakaladı.
Yaşananlar tamamen haklı olduğumuzu gösterdi.
Genel olarak insanlık özel olarak da işçi sınıfı 20. yüzyıl dersleriyle donandı. Kapitalizmin en iyi halinin barbarlık getirdiği görüldü, yaşanmış sosyalizm deneyimlerinden daha gelişkin örnekler yaratabilmek için çıkarsamalar yapıldı.
İnsanlığın içinden geçtiği gerici dönemi kapatıp arkamızda bırakacağız ve bu dönemi her yönüyle aşacağız.
Şimdi, komünizmin bir kez daha işçi ve emekçi kitleler nezdinde bir kurtuluş programı olarak hak ettiği yere geri dönmesinin zamanıdır. Bu ise bütün ülkelerde komünist partilerin verecekleri mücadelenin ürünü olacak.
Komünist Parti, Türkiye’de işte bu görevle karşı karşıyadır.
Türkiye sosyalizmi çağırıyor
Esas olarak 19. yüzyılda başlayan kapitalistleşme sürecine geç giren Osmanlı Devleti’nin Batılılaşma ve ilerleme macerası, Birinci Dünya Savaşı sonrasında somut olarak yüzleştiği sömürgeleştirme operasyonuyla sona erdi. Batılılaşma ve ilerleme defterinin tekrar açılabilmesi için sömürgeleştirme planının boşa çıkarılması gerekecekti. Emperyalizme karşı verilen kurtuluş savaşıyla bu planın püskürtülmesi, 1917 Büyük Ekim Devrimi’nin belirlediği bir konjonktürde, ilk sosyalist ülkenin devrimci iktidarının desteğiyle, Türkiye burjuva devriminin ileriye doğru en önemli atılımını, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu mümkün kıldı.
Cumhuriyet’in tarihi, kurucu sınıfın tarihsel reflekslerinin ürünüdür. Bu atılımla iktidarını sağlamlaştıran Türkiye’nin genç burjuvazisi, laikliği toplumsal bir aydınlanma hamlesi olarak örgütlemekten sakındı, toplumsal bir ay-dınlanmanın önünü açabilecek ilerici damarlardan ölesiye korktu. Bununla uyumlu olarak, dinci gericiliği tasfiye etmekte ürkek davranan Türkiyeli egemenler, zamanı geldiğinde, emperyalizmin tüm dünyadaki yönelimleriyle uyumlu olarak, dinci gericiliği yükselen sol ve devrimci hareketlere karşı devlet eliyle kullanmaktan da çekinmeyecekti.
Daha yolun başında ilericiliğe karşı baskıcı yüzünü göstermekten çekinmeyen Türkiye kapitalizmi, otoriter eğilimlerini gelenekselleştirirken hiç duraksamadı.
Türkiye’de kapitalist bir dönüşüm yaşanırken, Türkiye sermaye sınıfı, Kürt feodalizmine dokunmadı ve Kürt egemenleriyle ittifak yapmayı tercih etti. Sermaye düzeni, Kürt varlığını tümüyle reddeden Kürt yoksulları ve emekçilerine karşı tarihsel olarak ayrımcı bir çizgi izledi ve Kürt egemenlerinin sınıfsal çıkarlarını kollarken, bu küçük azınlık dışında kalan tüm Kürtlerin en temel insani haklarını gasp etmekten çekinmedi. İzlediği Kürt politikası neticesinde sermaye sınıfı Türkiye işçi sınıfını böldü. Sermaye sınıfı, Kürt ve Türk emekçileri birbirine düşürmek için pompaladığı milliyetçilik ile ülkeyi bir iç savaşın eşiğine getirdi.
Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği’ne karşı oluşturulan anti-komünist hattın ileri karakolu olmayı kabul eden ve uluslararası kapitalist sistemdeki işbölümü içinde kendisini böyle tanımlayan 1923 Cumhuriyeti, aslında kendi sonunu hazırlayan süreci de hızlandırıyordu.
Sosyalizmin çözülmesiyle birlikte 1923 Cumhuriyeti emperyalist kapitalist sistem tarafından yeniden değerlendirilecek, bu değerlendirme sonrasında cumhuriyetten, emperyalizme tam boy bağımlılık, ekonomik sistemin piyasa dinamikleri tarafından belirlenmesinin önündeki tüm engellerin kaldırılması ve dinci gericiliğin kalıcı bir şekilde siyasal ve toplumsal yaşantının içine yerleştirilmesi istenecekti.
Bu köklü dönüşüm Birinci Cumhuriyetin sonu anlamına geliyordu. Cumhuriyet, uluslararası kapitalist sistem içindeki işbölümünde kendisine düşen rolü üstlenirken, yalnızca bir göreve değil, kendi sonunu hazırlayacak ekonomik, toplumsal ve siyasal bir sürece de onay vermişti. Bu süreç, Türkiye’yi 1923 Cumhuriyeti’nin yıkılışına hazırladı. Bu dönüşüme direnebilecek tek güç olan sol da, önce 12 Mart, ama esas olarak 12 Eylül darbeleriyle sindirildi ve baskı altına alındı. Türkiye’de cumhuriyetin tüm ilerici kazanımları tek tek ortadan kaldırılırken, bu kazanımlara sahip çıkabilecek tek tutarlı güç olan sola saldırıldı. Cumhuriyet, bir anlamda, solu sakatlayarak ölüme mahkûm edildi.
Türkiye bağımsızlık ve laikliği bütünüyle, bir iddia, bir görüntü olarak bile terk etti ve 1923 Cumhuriyeti, karşı-devrimin bitirici hamlelerini yapmak üzere kurulmuş AKP iktidarı döneminde, geri dönüşü mümkün olmayan bir şekilde sona erdi. Bu noktadan sonra, 1923 referansıyla hareket eden bir hareketin Türkiye’de başarı şansı yoktur. Türkiye’de geçmişe öykünen bir laiklik anlayışının artık karşılığı olmadığı gibi, eski kriterlerle bağımsız bir ülke inşa edilmesi de mümkün değildir.
Türkiye’nin ekonomik, toplumsal, siyasal sorunlarının çözümü, sosyalizm dışı bir seçenekte aranamaz. Somut olarak Türkiye toplumunda laikliğin yerleştirilmesinin ve bir aydınlanma süreci olarak yaşanmasının, ekonomik, siyasal, askeri ve kültürel bağımsızlığın güvence altına alınmasının, Kürt emekçilerinin eşit haklara sahip olmalarının, kadınların kurtuluşunun, emekçi halkın katılımı ve denetiminin esas alındığı bir siyasal yapının oluşturulmasının önkoşulu sosyalizmdir.
Bu bağlamda aydınlanma kavgası da, emperyalizme karşı mücadele de, sistem içinde üretilen stratejilere dayanamaz, sınıflar arasında uzlaşma ve işbirliğini temel alan reformist bir bağlama oturtulamaz. Her iki mücadeleyi de taşıyacak olan tek sınıf, işçi sınıfıdır.
Birinci Cumhuriyetin bitişinin belirlediği koşullarda Türkiye işçi sınıfı yeni bir sosyalist cumhuriyet hedefiyle hareket etmek, bu doğrultuda aydınlanmacı, bağımsızlıkçı ve anti-emperyalist bir mücadele vermek zorundadır. Bu cumhuriyet, Türkiye’de sosyalist devrimin zaferiyle kurulacaktır.
Mutlak surette anti-emperyalist bir karakter taşıyacak olan yeni cumhuriyetin eşit kurucu unsurları olarak Türk ve Kürt emekçiler, bu cumhuriyet için verecekleri mücadelede ortak bir irade geliştireceklerdir ve kardeşçe bir birlikteliğin önkoşulları yine bu mücadele içinde şekillenecektir.
Burjuvazinin bu coğrafyada laiklikle barışması mümkün değildir; dolayısıyla aydınlanma mücadelesi burjuvaziye karşı bir konum almadan verilemez. Türkiye’de sosyalist cumhuriyet, aydınlanmacı bir zeminde yükselecektir. Uzun bir zamana yayılan süreç boyunca Türkiye’deki siyasal ve toplumsal yaşantının her noktasına sızmayı başaran ve sonunda AKP iktidarında zaferini ilan eden dinci gericilik sızdığı her noktadan temizlenene kadar, aydınlanma ve laiklik mücadelesi devam edecektir. Laiklik için verilen mücadele Türkiye sosyalist devrim sürecinin derinleşmesini sağlayacak; aydınlanma kavgası, devrim kavgasına doğrudan güç aktaracaktır.
Sosyalizm partili mücadeleyle gelecek
Türkiye’de kapitalizmin tüm toplumsal ilişki ve yapıları belirleyecek gelişkinlikte olması, yaşanan başlıca sorunların tamamının kapitalizmle bağlantılandırılabilmesi ve Türkiye işçi sınıfının maddi varlığı, Türkiye sosyalist devriminin nesnel temelleridir. Türkiye devrimi sosyalist bir karakter taşıyacaktır.
Bu devrimin öncü gücü olarak Türkiye işçi sınıfı, Türk, Kürt ve farklı ulusal ve etnik kökenlere sahip emekçilerle bir bütündür ve işçi sınıfı örgütlenirken bu bütünlük gözetilmelidir.
Türkiye işçi sınıfı, daha önceki kısmi çıkışlar bir yana, siyaset sahnesine esas olarak 1960’larda çıktı, sınıflar mücadelesine o tarihten itibaren ağırlık koymaya başladı ve toplumsal bir güç olarak kendisini gösterdi. Sendikal ve siyasal örgütlenmenin genişlediği bu dönemde, işçiler dönem dönem kitlesel olarak sola yöneldi. Aydınlar ve öğrenciler arasında yurtsever, aydınlanmacı ve devrimci düşüncelerin kök salması da aynı yıllara denk gelir.
Türkiye kapitalizmi 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleriyle sola ve genel olarak ilerici düşünceye çok büyük tahribatta bulundu. Sermaye sınıfı, ağır bir fiziki ve ideolojik saldırıyla, 1980’li yıllarda solu Türkiye’de tamamen bitireceğini düşünüyordu.
Ama, burjuvazi hem ideolojik hem fiziki olarak sola büyük zarar verse de, komünist hareketi ortadan kaldıramadı. Bugün Türkiye Komünist Partisi ve Komünist Parti’de somutlanan partili gelenek, sermayenin solu yok etme planının başarısızlığa uğradığının en açık kanıtıdır. Dahası, Türkiye’de düzen siyasetinin AKP’nin sermaye sınıfı açısından sağladığı başarıya rağmen tıkanması, geniş kitlelerin inşa edilmeye çalışılan yeni rejimi benimsememesi ve bir arayış içinde olması, bu bağlamda solun tekrar bir alternatif haline gelmesi için ortaya çıkan olanaklar burjuvazinin başarısızlığını tesciller niteliktedir.
Türkiye kapitalizmi, bu gericilik dönemi boyunca da, ülkemizdeki aydınlık ve ilerici birikimi tüm uğraşlarına karşın yok edememiştir. Haziran Direnişi sırasında milyonların sokağa dökülmesi, kitlelerin hareket yeteneğini kaybetmediğinin, insanlığın sermaye düzeni tarafından kapsanamayacağının, aydınlanmacı ve ilerici birikimin toplumsal bir karşılığı olduğunun göstergesidir.
Türkiye’de sol mücadelenin uzun bir tarihi var. Bu tarih başarı ve başarısızlıklarıyla, zafer ve yenilgileriyle bizim tarihimizdir.
Komünist Parti, Türkiye’de yüzyılın başlarına kadar uzanan bir geçmişe sahip olan Marksist ve devrimci hareketlerle, işçi sınıfı mücadelelerinin bütününü sahipleniyor ve TKP’nin 10 Eylül 1920 Bakü Kongresi’ni kendi kuruluş tarihi olarak benimsiyor.
Reel sosyalizmin çözülüşünü de kapsayan gerici ve karanlık dönem, tüm dünyada ve Türkiye’de sola, emekçilere ve aydınlara ağır darbeler vurduysa da, halkların örgütlenme arayışı bitirilemedi, umut kurutulamadı, mücadele azmi kırılamadı. Bununla birlikte, solun bu süreçte yaşadığı tahribat da azımsanamaz. Özellikle, emperyalizmin Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasının karanlığıyla çakışan dünya çapındaki ideolojik saldırısı, Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ve marksist-leninist geleneğin genel olarak geri çekilişi, Türkiye solunu derinden etkiledi. Türkiye Komünist Partisi’nin yeniden inşa süreci, bu döneme verilen bir diriliş yanıtıdır.
Bugün Komünist Parti ismiyle yola devam eden siyasi gelenek, kesintisiz bir örgütsel birikime yaslanarak, 1990’larda Sosyalist Türkiye Partisi ve Sosyalist İktidar Partisi’nde kendini gösteren iradeyle Türkiye Komünist Partisi’ni ve Komünist Parti’yi inşa etti.
TKP adının alınmasıyla başlayan 2001’den sonraki yeniden inşa süreci partinin olgunlaşması evresine dönüştü ve bu çerçevede kitlelerle buluşma girişimleri ısrarla sürdürüldü.
Komünist hareketin toplumsallaşmaya çalıştığı dönemde Türkiye ağır bir gerici saldırıya maruz kaldı. Emperyalizm yanı başımızda açık askeri işgallere girişti, askeri işgallere kalkıştı, ülkemizde neredeyse bütün kamu işletmeleri özelleştirildi, devlet tüm erkleriyle sermayenin doğrudan denetimine sokuldu, yurttaşlık hukukunun yerini cemaat hukuku aldı, bağımsızlık ve laiklik terk edildi, 1923 Cumhuriyeti dönüşü olmayan bir biçimde bitti, ülkemizde yeni ve gerici bir rejimin inşasına başlandı ve ülkemiz bir iç savaşın eşiğine getirildi. Emekçilerin sendikal ve diğer ekonomik, demokratik kitle örgütlenmelerinde, paralel biçimde gerileme kaydedildi, emekçi sınıfların örgütlülüğü nicel olarak daraldı, sendikal alanda sınıf perspektifi neredeyse kayboldu.
Şiddetli gerici saldırı, solda liberal ve milliyetçi eğilimlerin görülmesine yol açtı. Liberal ve milliyetçi sapmalar, Türkiye’de emperyalizm destekli büyük gerici saldırıya karşı direnen solun direncini zayıflatmaya çalıştı.
Partimizin yakın tarihi, işte bu koşullarda, emperyalizm destekli gerici saldırıya karşı marksist kadroların, öncü işçilerin, onurlu aydınların ve devrimci gençliğin direnişidir. Bu tarih, komünist bir partinin her koşulda yeniden örgütlenme sürecidir.
2014 yılında Türkiye Komünist Partisi saflarında açığa çıkan kriz de bu koşullardan bağımsız ele alınamaz. Komünist Parti, parti içinde yaşanan krizde, marksizm-leninizmin geleneksel parti formuna sahip çıkma, ideolojik ve siyasi olarak partili geleneği devam ettirme ısrarının bir sonucudur.
Türkiye’de sosyalist devrimi zafere taşıyacak bir öncü parti vardır.
Komünist Parti, işçi sınıfının öncü, bilinçli ve örgütlü gücüdür.
Komünist Parti uluslararası işçi sınıfı hareketinin aktif ve saygın bir unsuru olarak komünist safların sınıf uzlaşmacılığından arındırılması için de etkili bir mücadele yürütmektedir.
Şimdi görev bir işçi sınıfı hareketinin inşa edilmesi ve partinin toplumsallaşmasının sağlanmasıdır.
Uluslararası kapitalist sistemin dünyada, Türkiye kapitalizminin ülkemizde yaşadığı kriz, geniş kitleleri düzen dışında bir arayışa itiyor. Burjuvazi tüm dünyada ve ülkemizde, kitleleri ikna edecek yeni bir ideolojik siyasi çerçeve çizemiyor, insanlara bir gelecek sunamıyor, bir umut ve çıkış gösteremiyor.
Bu koşullarda nesnel olarak Türkiye’de kitlesel hareketlerin ortaya çıkması, aynı zeminde kentli, aydınlanmacı, militan bir sınıf hareketinin biçimlenmesi, yakın geçmişe göre çok daha mümkündür.
Komünist Parti, burjuva parlamenter sisteminin bir parçası olarak gördüğü seçimlere toplumu örgütleme noktasından yaklaşır ve bu pratiği sosyalizm propagandası bağlamında zenginleşen toplumsal seslenme kanalları açısından önemser. Ancak burjuvazi ve onun siyasi temsilcilerinin sandığı tıkanan sistemin meşruiyet sorunlarını aşmanın bir yolu olarak görme stratejisi nedeniyle seçimler gittikçe anlamını yitirmektedir.
Seçimler, Türkiye’de siyasal iktidarın işçi sınıfı tarafından fethinin bir yolu olmayacaktır. Komünist Parti, ülkemizdeki nesnel olanakları, devrimci bir perspektifle toplumsallaşarak değerlendirme kararlılığındadır.
Komünist Parti, ya bu tarihsel hamleyi örgütleyecek ve sosyalizm gerçek bir alternatif olarak toplumsal bir destek bulacaktır ya da emperyalizm destekli gerici güçler ülkemizi derin bir karanlığa mahkûm edeceklerdir.
Komünist Parti, işçileri, ilerici aydınları, yurtseverleri, laiklik ve aydınlanmadan yana herkesi bu perspektif ve bilinçle eşitlik ve özgürlük mücadelesine davet ediyor.
Sosyalizm insanlığın önündeki tek gerçek kurtuluş seçeneğidir. Sosyalizm bir zorunluluktur.
Komünist Parti, hangi anadili konuştuğundan bağımsız olarak, cinsiyet kimliği ya da cinsel yönelim farkı gözetmeksizin tüm emekçilerimizi ve gençliğimizi bu zorunluluk doğrultusunda harekete geçmeye, barbarlığa boyun eğmemeye, kurtuluşumuz için örgütlü mücadeleye, Türkiye’nin aklı, vicdanı ve umudu olan partimize katılmaya çağırıyor.
Sosyalizm Türkiye’de partili mücadeleyle kazanacak.
8 Kasım 2014